
Bahçelerin kadim muhafızı Barak, Agälä’nın kutsal topraklarını çevreleyen sınırda gezinirken, ağaçların gölgeleri arasında dans eden bir silueti fark etti. Yüzyıllardır korumakla yükümlü olduğu bu kadim bahçelere bir yabancı adım atmıştı; alışılmadık bir parlaklıkla süzülen bu figür, bir fırtına öncesi sessizliğin habercisi gibiydi. Barak, adımlarını temkinli ama kararlı bir şekilde atarak siluete doğru yaklaştı. Kadına seslendiğinde, gölgelerin içinden bir yüz döndü kendisine; o an zaman sanki durdu.
Barak, kadının yüzünü gördüğünde kalbinde beliren o tarifsiz his dalgasına teslim oldu. Kadının yüzü, en berrak gökyüzünden daha saf, en parlak yıldızdan daha aydınlık bir güzelliğe sahipti. Gözleri, gece göğünde ışıldayan iki yıldız gibi parlıyor; bakışları Barak’ın ruhunu derinlemesine delip geçiyordu. O anda, Zin’in bütün sesleri bir an için sustu, rüzgar bile esmekten vazgeçmiş gibiydi. Barak’ın zihninde bir kargaşa başladı; bu kadar tanıdık, ama aynı zamanda yabancı bir varlığın huzurunda neden bu kadar çaresiz hissediyordu?
Kadının dudaklarından süzülen ismi duyduğunda, Barak aniden gerçeği kavradı: Helara. Karşısındaki, gerçek babası Sin’in yarattığı ilk Drazindi’ydi. Efsanelerde anlatılan o kadim kötülükten eser yoktu fakat güzellik ve zarafet, şimdi tüm ihtişamıyla önündeydi. Ancak Barak, bu güzelliğin peşine düşmek şöyle dursun, onu buradan kovması gerektiğini biliyordu. Üvey babası Duräl’ın yüklediği görev ağırdı; Agälä’nın kutsal bahçelerini her türlü tehlikeden korumalıydı. Fakat, Helara’nın varlığı, bir fırtına gibi tüm düşüncelerini, sorumluluklarını savurup atıyordu.
Helara, bir gölge gibi usulca Barak’a yaklaşmaya başladı. Her adımında üzerindeki ince ipek örtüler, rüzgarın nazik dokunuşuyla düşüyor, çıplak teni, Mun ışığının altında parlıyordu. Her adım bir kehanet gibiydi; her hareket, kaçınılmaz bir sonun habercisi. Barak, aklını saran bir sis perdesi içinde ne yapacağını bilemez hale geldi. Kalbinde bir ses, tutku ve arzu fısıldıyor; mantığının zincirlerini birer birer kırıyordu.
Kadın, Barak’ın önünde durduğunda, gözlerinde Zin’in derinliklerinden gelen bir bilgelik vardı. Barak’ın içindeki savaş sona ermiş, ruhunun en derin arzuları bir dalga gibi yükselmişti. Dayanamayarak kadını belinden kavradı, o narin bedeni kendi bedenine doğru çekti. Bu temas, göklerdeki yıldızların bile sönmesine neden olacak kadar güçlü bir enerji yaydı. Kutsal Bahçeler, bu yasak birlikteliğin ilk nefesiyle sarsıldı. Ağaçların ışığı bir anda söndü, çiçeklerin renkleri karardı. Kuşlar sustu, rüzgar bile nefesini kesti. Barak ve Helara yedi gece boyunca beraber oldular ve her gün Helara yeni bir çocuğa gebe kaldı.
Agälä’nın kutsallığı, bu anlık ihtiras fırtınasında solup gitmişti. Bir zamanlar bereket ve huzurun hüküm sürdüğü bu topraklar, şimdi arzunun karanlık gölgeleri altında, sessiz bir ağıt yakıyordu.
Duräl, Agälä’nın kutsal bahçelerine adım attığında, duyularını saran o derin değişimi hemen fark etmişti. Bir zamanlar ışığın ve bereketin hüküm sürdüğü bu topraklar, şimdi sanki solgun bir gölgeye bürünmüş; ağaçların yaprakları eski canlılığını yitirmiş, çiçeklerin kokusu uzaklara savrulmuştu. Sanki bahçeler, kutsallığını ve güzelliğini kaybetmiş; eski ihtişamından geriye sadece hüzünlü bir anı kalmıştı. Duräl’ın gözleri çevreyi tararken, aklındaki tek düşünce üvey oğlu Barak’tı. Burada ne olmuşsa, Barak’ın bunun cevabını bilmesi gerekiyordu.
Ancak Duräl, Barak’ın izine rastlayamayınca, sarayın kalbine, taht odasına doğru ilerledi. İçeri girdiğinde, karşısında ağlayan eşini, Agälä’yı buldu. Agälä’nın gözyaşları, diyarın dengesini bile sarsacak kadar güçlü bir keder taşıyordu. Duräl, yaklaşarak hafif bir dokunuşla ne olduğunu sordu. Agälä, boğuk ve titreyen bir sesle olan biteni anlattı: Barak, yanında bir Drazin kadınıyla gelmişti. Onunla birlikte olmayı, bu birlikteliğe rıza göstermelerini istemişti. Agälä, oğlunun talebine direnmiş, kutsal bahçelerin kurallarını hatırlatmış, ancak Barak bu itirazlara kulak asmamıştı.
Duräl, eşinin dudaklarından dökülen her kelimeyle daha da öfkelendi. Yaratıldığı andan bu yana içinde saklı duran ateş, şimdi kontrol edilemez bir şekilde parlamıştı. Öfkesi, denizleri kaynatacak, dağları yerinden oynatacak kadar güçlüydü. Duräl, tacını tuttu, kudretinin ışığı odayı aydınlatırken, zihninde Thalassir’in ismini çağırdı. Althiirlerin lideri Thalassir, bu kadim emir çağrısını duyduğunda, hemen cevap verdi; saygı ve korkuyla Duräl’ın huzurunda zihnini eğdi.
“Üvey oğlum Barak, Zin’in dengesine karşı geldi,” diye gürledi Duräl. “Agälä’nın kutsal bahçelerinde kutsallığı hiçe saydı. Thalassir, onu bul ve İn’in huzurunda verilecek cezayı kabullenmesini sağla.”
Thalassir, bu emrin ağırlığını kavrayarak, vakit kaybetmeden harekete geçti. Duräl’ın buyruğunu, diyarın dört bir yanındaki Althiirlere ulaştırdı. Bir gölge ordusu gibi sessiz ve hızlı hareket eden Althiirler dağları, ormanları, hatta denizlerin derinliklerini arayarak Barak’ın izini sürdü. Bu bir av değil, bir yargılamaydı; gökler bile bu arayışın kudretini hissediyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
