10. Bölüm

10. Bölüm

Zehra B.Art
zemherivakti

Bölüm 10 – Yeni Bir Umut Işığı
Tarık, bir sabah Gülcan’ı odasına çağırarak ciddi bir konuşma yapmak istedi. Gülcan, Tarık’ın çağrısını duyduğunda, ne olacağını merak ederek içeri girdi. Tarık, masasının başında otururken gözlerinde bir kararlılık vardı, ama bu kararlılığın altında bir cesaret de gizliydi. Gülcan’a bakarak, derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı.
“Bak ne diyeceğim,” dedi Tarık, sesi sabırlı ama güçlüydü. “Biz turizm şirketiyiz, biliyorsun. Bu önü açık bir meslek. Eğer ilgini çekerse bu alanda kendini yetiştir, bu şirketin idari bir personeli olursun. Ne dersin?”
Gülcan, önce şaşkınlıkla Tarık’a baktı. Bu teklifi hiç beklemiyordu çünkü kendine güveni hiçbir zaman yeterli olmamıştı. Hiçbir zaman bu kadar büyük bir fırsatla karşılaşmamıştı. “Nasıl olur? Ben nasıl yapacağım ki? Hiç bilgim yok, ben yapamam,” demeye başladı. Sözleri bir anda ağzından döküldü, fakat içinde bir korku ve endişe de vardı. Kendini yetersiz hissediyordu, bu işin altından kalkıp kalkamayacağını bilemiyordu.
Tarık, gözlerinde bir gülümsemeyle ona baktı. “’Ben yapamam değil ben deneyeceğim’ demen gerek. Ve ben senin yapacağından eminim,” dedi, çok net bir şekilde. “Hem sen zaten liseyi bitirmiştin değil mi?. İçerideki kızlar sana işi öğretsin. Melih Bey de süreci takip etsin. Sonra sana uygun bir pozisyonda iş ayarlasınlar. Ben sana inanıyorum, sen yaparsın, sen başarırsın. Benim sana güvenim tam. Sen de kendine güven ve kolları sıva, bir an önce başla.”
Gülcan, Tarık’ın sözlerinin büyüsü altında bir an sessiz kaldı. O cümleler, hayatında ilk kez duyduğu destek dolu, güven verici sözlerdi. Yıllardır kendi güvensizlikleriyle boğuşmuş, kendi eksiklikleriyle mücadele etmişti. Ama şimdi, biri ona inanıyordu. Tarık’ın gözlerindeki güveni hissetmişti ve bu güven, ona adeta bir güç verdi. Kalbi hızla çarpmaya başladı, gözleri nemlendi.
Gülcan, duygularını toparlayarak, “Sizi mahcup etmeyeceğim, söz veriyorum,” dedi, sesi kararlı ama içten. Bu sözler, yıllardır içinde taşıdığı eksik parçayı tamamlayan bir anlam taşıyordu. Kendi gücünü, potansiyelini fark etmişti.
Ve o günden sonra, her fırsatta bilgisayarın başına geçip kendini geliştirmeye, sektörü öğrenmeye başlamıştı. Gülcan, her molasında, iş yerindeki her boş zamanda bilgisayarına göz attı, makaleler okudu, dersler aldı. Tarık’ın güveni, ona her geçen gün daha fazla güç veriyordu. Bazen zorlandığı anlar olsa da, pes etmemek için bir sebepten dahası vardı. Tarık’ın ona olan güveni, ona bir sorumluluk yüklemişti. O sorumluluğu taşımak için var gücüyle çalışıyordu.
Bir gün, Tarık Bey, İngiltere’ye dönmeden önce Gülcan’a son bir görüşme yapmak için odasına çağırdı. Gülcan, heyecanla içeri girdi. Tarık, ona ciddi bir bakışla ama aynı zamanda gururlu bir şekilde, “Bir sonraki gelişimde seni burada, turizm işine hâkim bir iş kadını olarak göreceğimden eminim,” dedi.
O an, Gülcan için her şeyin daha farklı bir boyuta geçtiğini hissetti. Tarık’ın bu sözleri, ona sadece işin gereklilikleriyle değil, aynı zamanda bu işin ona sağladığı kişisel gelişimle de mücadele etmesi gerektiğini gösteriyordu. Gülcan, Tarık’a verdiği sözü tutmak için kararlıydı.
Ancak hayat, beklenmedik şekilde yön değiştirebilirdi. Bir sabah, Gülcan, telefonunun ekranında gelen bir mesajla irkildi. Mesaj, babasının ölüm haberini veriyordu. Gözleri bu haberi okumakta zorlanmış, yavaşça telefonu kapatmıştı. O an, dünyası bir anda başına yıkılmış gibi oldu. Hiç beklemediği bir şekilde, hayatı ona en büyük acıyı ve sınavı sundu.
Gülcan, derin bir nefes alarak çocuklarını yanına çağırdı. İçindeki büyük boşluk, derin bir acıyla birleşiyordu. Babasının cenazesine gitmek için hazırlık yapmaya başladı Cocuklarına sarılarak durumu anlattı ,birlikte cenazeye katılmak üzere yola çıktılar.
Cenaze günü, Gülcan çocuklarıyla birlikte defin törenine katıldı. Yağmur, ince ince yağarken, Gülcan, kendini kaybın ağırlığı altında yalnız hissetti. Ama bir yandan da babasına son bir veda etmeliydi.

Annesi iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Yüzündeki çizgiler, geçen yılların değil de bir anda çöken yılların ağırlığını taşıyor gibiydi. Saçları dağılmış, elleri titriyordu. Elindeki mendille göz yaşlarını silerken, gözleri bir boşluğa takılmış gibiydi. Kalabalığın içinde yalnızlaşan bir kadının, acıdan neredeyse fiziksel olarak küçülen silueti gibi görünüyordu.
Gülcan, cenazeye geç kalmamak için aceleyle çıkmıştı evden. Yüzünde yılların çizdiği acılar, içinde taşıdığı karmaşık duygularla yürüyordu mezarlığa. Cenazeye vardığında tanıdık simalar gördü. Ancak içlerinden biri, yüz hatları ne kadar tanıdık gelse de ona oldukça yabancıydı. Yaklaştığında fark etti; bu Sevda'ydı. Kendi kardeşi. Son gördüğün de bir hayli kilo almış olan o kadın gitmiş, yerine gölgelerle çizilmiş bir beden kalmıştı. Yüzü solgundu, yanakları çökmüş, gözleri ise kederle değil, adeta hastalıkla doluydu. Kemikleri elmacıklarından çıkmıştı, elleri incecik, parmakları titriyordu.
Gülcan şaşkın ve üzgün bir şekilde komşuları Fikriye Teyze’ye yaklaştı. Kalbi, gördüğü manzaranın etkisiyle hızla atıyordu. Sessizce, neredeyse fısıltıyla sordu:
"Fikriye Teyze… Sevda’ya ne olmuş böyle?"
Fikriye Teyze içini çekti, gözlerini kısarak başını iki yana salladı. Sesindeki burukluk, yaşanmışlıkların ağırlığını taşıyordu.
"Ne olacak kızım… Hepsi senin ahını çekiyor işte. Şunların haline bak! Sevda yıllarca uğraştı çocuk sahibi olmak için. Doktor doktor gezdi, ilaçlar kullandı. O ilaçlarla şişti, aldı başını gitti kilolar. Ama ne yaptıysa da olmadı, çocuk yine olmadı. Sonra kocasını elde tutabilmek için bu kez zayıflamaya başladı. Yine doktorlar, yine kürler... Aç kaldı, düştü kalktı. Ama vücut daha fazla dayanmadı. En sonunda kanser olmuş... Annen öyle anlattı bana."
Bu sözleri duyan Gülcan’ın boğazı düğümlendi. İçinde bir sızı yükseldi, dudaklarının kenarı titredi. Ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da kalbindeki suçluluk duygusu gözlerine vuruyordu. Her ne kadar bu hale gelmesini istememiş olsa da yaşananlardan ötürü kendisini sorumlu hissetmeden edemiyordu. Ne de olsa kardeşiydi… Bir zamanlar aynı odada gülüp oynadıkları, sırlarını paylaştıkları kız kardeşi.
Cenazenin ardından, evde toplanan kalabalığın ortasında annesi tekrar kendini ortaya attı. Elini göğsüne vurarak, dizlerine vurarak bağırıyordu:
“Sizin yüzünüzden ben tek kaldım! Hayırsız evlatlar! Babanız da kahrından öldü! Ben şimdi ne yapacağım, söyleyin bana!”
Sesinde yalnızlığın, hayal kırıklığının ve çaresizliğin izleri vardı ama bu duyguların altında hâlâ bir suçlama, bir yargı gizliydi. Olayların sorumluluğunu birine yüklemek, belki de acıyı hafifletmenin tek yoluydu onun için. Ama bu yol, Gülcan'ın içindeki yükü daha da ağırlaştırıyordu.
Kalabalığın içinden bir anda yükselen başka bir ses oldu. Bu kez Sevda konuşuyordu. Sesi zayıf ama kararlıydı. Gözlerinden yaşlar süzülürken, kelimeleri bir hançer gibi ortalığı yarıyordu:
"Neden bizim yüzümüzdenmiş? Her şey Gülcan’ın yüzünden! Benim bu halimin sebebi bile o! Mutlu musun Gülcan? Bak halime! Ah’ın tuttu. Ne bir çocuğum oldu ne de sağlığım kaldı. Hayatımı mahvettin sen!"
Bir anlık sessizlik çöktü odaya. Gülcan ne söyleyeceğini bilemedi. Herkesin bakışları ona çevrilmişti. Sanki yıllardır içten içe konuşulan her suçlama, nihayet kelimelere dökülmüştü.
Ama Sevda durmadı, devam etti:
"Ama tek günah keçisi ben değilim! Bu Hatayıben tek başıma yapmadım! O çukura beni Mehmet çekti. Sonra da beni o çukurda bıraktı. Elimi tutmadı, beni yalnız bıraktı. Ben de cahildim, ben de kandırıldım! Böyle olsun ister miydim sanıyorsunuz?"
Sesi çatallaştı, gözleri doldu. Bir sandalye bulup oturdu, yüzünü elleriyle kapadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. O an evdeki herkes sustu. Hüzün, suçluluk, öfke ve pişmanlık aynı odada çarpışıyor, havadaki gerilimi elle tutulur hale getiriyordu.
Gülcan ise gözlerini kaçırmadan kardeşine baktı. Kalbinde yankılanan kelimeler vardı, ama onları dışarı vurmak kolay değildi. Zamanında söylenmemiş tüm sözler, şimdi içini yakıyordu.


“Geçmişi konuşmanın faydası yok artık, olan oldu. Sen iyileşmeye bak. Ben seni affettim, Allah da affetsin,” dedi, omzunu okşadı ve oradan ayrıldı. Sevda bunun son görüşmeleri olduğunu biliyordu. Çünkü hastalığı iyice ilerlemişti. Ardından seslendi "Abla affettin mi gerçekten? Öleceksem de seninle helalleşerek öleyim bana hakkını helal et "dedi. Gülcan’ın öfkesi dinmek bilmiyordu. Çocuklarına baktı baktı geçen yılları düşündü. “Hakkım helal olsun Sevda daha fazlasını bekleme benden dedim ya Affettim Allah da affetsin seni inşallah" dedi. O sıra da Mehmet yanlarına geldi.
Uzun zamandır uğrayamadığını söyleyerek,
“Malum, işler çok yoğun. Kusura bakma,” gibi bahanelerle Gülcan’a şirinlik yapmaya çalıştı. Gülcan onun yine başka kadınlarla yaşadığı hayat yüzünden çocuklarıyla ilgilenmediğini çok iyi biliyordu.
“Çocuklar umurunda olsaydı, ne yapar eder gelir, görürdün!
Bir gelip bir gelmeyip çocukların hayatını altüst etme! Ya adam akıllı ilgilen ya da varlığını bile hatırlatma artık. Yeter!” dedi ve evine döndü.

Bölüm : 08.05.2025 14:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...