11. Bölüm

11. Bölüm

Zehra B.Art
zemherivakti

Bölüm -11 Kader ve Büyüyen Umutlar
Günler geçip gidiyordu. Her biri, Gülcan’ın kendini işe adadığı, yeniden var olmanın yolunu aradığı günlerdi. Başlarda her şey zordu. Hem annesinden hem geçmişinden taşıdığı yüklerle ayakta kalmaya çalışıyordu. Ama söz vermişti kendine… Bu kez pes etmeyecek, yarım kalmayacaktı. Ne çocuklarına ne de kendi hayatına karşı borçlu kalmak istemiyordu. O karanlık günlerin ardından, aradan geçen iki yıl boyunca bir daha yere düşmedi. Düşse de ayağa kalkmayı öğrendi.
Artık şirkette sağlam bir pozisyondaydı. Hem çalışkanlığıyla hem dirayetiyle adından söz ettiriyor, yöneticilerinden saygı görüyordu. Başarısı tesadüf değil, sabrın ve azmin meyvesiydi.
Evde de hayatı yoluna koymuştu. Büyük oğlu Efe, sınavlarda gösterdiği başarıyla mühendislik fakültesini tam burslu kazanmıştı. Gurur kaynağıydı. Küçük oğlu Ege ise yaşadığı sağlık problemlerinden tamamen kurtulmuştu. Artık okulun basketbol takımında kaptandı. Boyu uzamış, bakışlarına özgüven yerleşmişti. Şimdiden hayalindeki mesleği konuşur olmuştu. Gülcan her ikisine de baktıkça, kalbindeki boşluklar biraz olsun doluyor, yaptığı fedakârlıkların karşılığını aldığını hissediyordu.
Fakat bir kişi hâlâ yoktu: Tarık Bey.
İki yıl olmuştu… Ve bu, onun şimdiye kadar en uzun süre ortadan kayboluşuydu. İngiltere’de bir iş yeri vardı, bunu biliyordu Gülcan. Ama onu orada tutan yalnızca iş değildi, başka bir şey, belki de başka biri olmalıydı. Bu bilinmezi bilen tek kişi ise Melih Bey'di. Ama Melih de bu konuyu açmak istememişti hiç. Belki dostuna sadık kaldığı için, belki de Gülcan’ın canını acıtmak istemediği için. Ama her ne sebeple olursa olsun, Tarık’ın yokluğu Gülcan’ın yüreğinde hep bir yaraydı.
Ve tam da Tarık Bey’in dönüşüne bir hafta kala… Hayat yine başka bir sınavla çıkmıştı karşısına.
Telefonun öbür ucundan gelen ses, Gülcan’ın dizlerinin bağını çözdü.
"Başın sağ olsun kızım... Sevda’yı kaybettik..."
Bir süre hiçbir şey duyamadı. Dünya sessizleşti, görüntüler silindi, odadaki her şey dondu. Yalnızca kalbinin derinliklerinden kopup gelen bir sızı vardı; çocukluğuna, gençliğine, kavgasına, barışına uzanan bir acı.
Cenazeye gittiğinde adımlarını yerden kaldıramadı bir süre. Ellerini, toprağa gömmek üzere olan tabutun kenarına koydu. O an, artık geri dönüşü olmayan o gerçekle yüz yüze geldi.
Kardeşiydi… Ne olursa olsun, onunla aynı kanı taşıyordu. Aynı sofrada yemek yemiş, aynı yatakta masallar dinlemiş, aynı çatı altında büyümüştü. Ve şimdi o kardeşi, toprağın soğukluğuna emanet ediliyordu.
Toprağa sarıldı. Bedenini bıraktı, kendini yığıldı o kahverengi toprakların üzerine. Gözyaşları döküldü, yüreğinden yıllardır biriktirdiği her şeyle birlikte.
“Affettim kardeşim... Yemin ederim affettim! Ne olur sen de beni affet…” dedi, sesi titreyerek, dizleri çamura bulanmışken.
“Senin yanında olamadım. Kinimi yenemedim, öfkemi yutamadım. Gözüm kördü… Oysa senin de mağdur olduğunu, o yanlışların içinde yalnız kaldığını biliyordum. Ama sustum. İçimde biriktirdim her şeyi. Beni affet…”
Ağlamaktan konuşamaz hale gelene dek dua etti, yalvardı. İnsan hayatında bazı sözleri geç söylemenin pişmanlığını ancak böyle anlarda yaşardı.
O gün anladı Gülcan... Ölümden başka her şeyin telafisi vardı. Yaşarken konuşulabilecek ne çok şey vardı aslında. Ama insan gururuyla sustuğunda, pişmanlıklar birikir, birikir ve sonra böyle bir günde taşardı.
Keşke yaşasaydı Sevda… Belki de birbirlerinin yarasını sarabilirlerdi. Belki bir gün, yeniden kardeş olmanın bir yolunu bulabilirlerdi. Ama artık çok geçti.
Gülcan, annesinin gözyaşlarını izledi o gün. Tıpkı yıllar önce Sevda’ya bağırdığı gibi şimdi kendi içinde bağırıyordu kadın. Ama neye yarardı? Toprağın altındaki bir cana artık hiçbir sitem ulaşmazdı.
Ve işte bu kez aynı acıyı annesiyle yaşamamak için bir karar verdi.
Yüzünü annesine döndü, gözleri hâlâ yaşlıydı ama bu sefer kararlıydı:
“Seni evime götüreceğim. Hazırlan artık, benimle yaşayacaksın.”

Çünkü Gülcan anlamıştı: Ne kadar kızgın olursa olsun, ölüm her şeyi süpürüyordu. Sevda yanlış bir yol seçmişti. Belki bir çıkış sandığı o yolda her şeyini kaybetmişti. Ama dediği gibi, bu hikâyenin tek suçlusu o değildi. En büyük suç ailesindeydi.
Zengin damatlarını ellerinde tutmak uğruna, Sevda’nın yaptığı hatayı görmezden gelmişler, işlerin bu hale gelmesinde büyük pay sahibi olmuşlardı. Eğer anne ve baba, yıllar önce birer seyirci gibi köşeye çekilmeseydi…
Eğer iki kızına da birini kayırmadan, adilce sahip çıksalardı…
Eğer birinin hatasını görmezden gelip diğerini yok saymasalardı…
Belki de Sevda ile Gülcan, şimdi mezar taşlarıyla değil, yürekleriyle konuşurlardı.
Belki birlikte bir çay demleyip, geçmişteki yaraları sarabilirlerdi.
Belki çocukluklarına dönüp, bir oyuncağın kırılması gibi hafife alabilirlerdi kırgınlıklarını.
Ama olmadı. Çünkü iki kız çocuğunun kaderi, suskunlukla, kayırmacılıkla, sevgisizlikle çizilmişti.
Sevda’ya yol gösteren olmamıştı…
Aksine, hataları adeta ödüllendirilmişti.
Yaptığı yanlışlar karşısında kimse onu durdurmamış, kimse "Dur!" dememişti.
O da kendini sevgisizlikle şekillenen bir girdabın içinde bulmuştu.
Ve o girdap, onu önce yalnızlaştırdı, sonra da yavaş yavaş içine çekip boğdu.
Mehmet, onun elinden tutmak yerine itmişti.
Ailesi, sahip çıkmak yerine yargılamış, Gülcan ise affetmek yerine öfkeyi seçmişti.
Aile olarak sırt döndükleri, yalnız bıraktıkları bir kadındı Sevda. Onu yargılamaktan başka hiçbir şey yapmamışlardı. Ve sonuç ortadaydı…
Sevda, bu hikâyenin günahkârı değil, kurbanıydı.
Şimdi tek yapılacak olan, hayattakilere sahip çıkmaktı. Yaralı olan ne varsa sarmak, kalanlarla yeniden bağ kurmaktı. Çünkü yaşamda hâlâ telafi edilecek günler vardı.
Gülcan, mezarlıktan ayrılırken yürüyemiyordu neredeyse.
Ayakları geri geri gidiyor, yüreği ağırlıkla doluyordu.
Sanki Sevda’nın mezarıyla birlikte, içindeki öfke de gömülmüştü oraya.
Yerini bomboş bir hüzün almıştı. Sessiz, karanlık, içten içe kemiren bir hüzün…
Yanı başında annesi vardı.
Yıllar boyunca ne Gülcan’a ne Sevda’ya gerçek bir anne olamamış o kadın…
Şimdi yaşlanmış, güçsüz düşmüş, omuzları çökmüş bir haldeydi.
Ama dili hâlâ aynıydı. Zehirle yoğrulmuş bir taş gibi ağır, sert ve kırıcı.
Gülcan annesine döndü, yavaşça uzandı koluna.
“Hadi anne, gidelim artık,” dedi.
Sesinde ne kızgınlık ne kırgınlık vardı. Yalnızca bitap düşmüş bir kabulleniş.
“Zaten iyice yaşlanmışsın… Hastasın da… Seni bu halde bırakamam.”
Annesi dönüp yüzüne baktı. O gözlerde minnet yoktu.
Hatta pişmanlık bile yoktu.
Sadece yıllardır beslediği zehrin son damlaları vardı bakışlarında.
“Sanki bu zamana kadar baktın da şimdi ne değişti?” dedi tıslayarak.
“Vicdana mı geldin? Geç oldu biraz, değil mi?”
Gülcan bir an sustu.
Nefes aldı derin derin…
Sanki yılların içinde boğulmuş duyguları şimdi ciğerlerine doluyordu.
Sonra gözlerini annesinin gözlerine dikti. İlk defa yutkunmadı.
İlk defa içindeki gerçeği kelimelere dökmeden korkmadı.
“Ben hep vicdanlıydım, anne,” dedi.
“Sessiz kaldığım için vicdansız sanıyorsun. Ama ben vicdanlıydım.
Vicdansız olan sendin.”
Annesinin kaşları çatıldı ama Gülcan devam etti.
Sesi netti, tok ve sarsıcı.
“Eğer sen vicdanlı bir anne olsaydın, Sevda şimdi toprağın altında olmazdı.
Sen onun hatasını ödüllendirdin.
Ben yanlış yapmadım diye dışlandım, sustum diye ezildim.
Utanmasan, beni Sevda’yla aynı adama kuma yapacaktın.
Hangi anne, hangi vicdan, kızlarına bunu reva görür?”
Annesi sessizdi artık.
Bir şey söyleyecekmiş gibi oldu, ama kelimeler dudaklarına takıldı.
Çünkü ilk kez, karşısında susmayan bir Gülcan vardı.
Kırılmış, ama kırılgan olmayan bir kadın vardı.
“Bak anne…” dedi Gülcan, sesi titremeye başladı.
“Sevda öldü. Mutlu musun?
Bir çocuk toprağa girdi. Geriye yalnızca suskun bir mezar taşı kaldı.
Ve sebebi sensin.
Ama… Benim sebebim olmayacaksın.”
O an hava ağırlaştı.
Rüzgâr bile durdu sanki.
Gülcan, derin bir nefes aldı, annesinin koluna yavaşça girip yürümeye başladı.
Arkalarında kalan ise, yılların yüküydü.
Ve sessizce dökülen bir çift gözyaşıydı…

Bölüm : 08.05.2025 14:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...