12. Bölüm

12. Bölüm

Zehra B.Art
zemherivakti

Bölüm 12– Tasavvufa Giden Yol
Aradan bir hafta geçmişti. Güneş, şirket binasının geniş camlarına usul usul vururken, içeride sıradan bir iş günü başlamıştı. Ancak o sabah sıradan değildi. Çünkü uzun bir aradan sonra Tarık Bey, yurtdışından kesin dönüş yaparak şirkete geri dönmüştü. Sessiz sedasız, abartısız bir gelişti bu—tıpkı onun tarzı gibi.
İlk iş olarak, müdür Melih Bey’le odasında baş başa kahve içtiler. Kahve fincanlarının kenarından yükselen duman gibi, geçmişin ağır sessizliği de havada asılıydı. Uzun süredir görüşmeyen iki eski dost gibi değil de, sanki hiç kopmamışlar gibi oturdular karşılıklı. Melih Bey’in gözlerinde özlemin yanı sıra merak da vardı. Tarık Bey’in İngiltere’ye bağlılığının tek sebebini bilen birkaç kişiden biriydi. Ancak, bu konunun açılmasını istemeyecek kadar incelikliydi. O yüzden, kelimelerini dikkatle seçti.
“Kesin dönüş mü bu?” diye sordu, kahvesinden bir yudum alırken.
Tarık Bey başını ağır ağır salladı.
“Evet, Melih. Bu kez temelli. Ne iş kaldı, ne bağ…” dedi sessiz bir tonla.
Melih Bey, karşısındaki adamın gözlerine bakınca bir boşluk gördü. Sanki yıllarca bir şeyin peşinden koşmuş, sonunda o şeyin aslında hiç var olmadığını fark etmiş gibiydi. Üstelemedi. Bazı acılar dile geldiğinde anlamını yitirirdi. Tarık’ın gözlerindeki yorgunluğu, sadece İngiltere'nin puslu havası değil, içini kemiren bir hatıranın gölgesi oluşturuyordu.

Tarık Bey, şirkette kısa bir tur attı. Her bir çalışanla tokalaştı, gözlerinin içine bakarak hal hatır sordu. Sıcak, samimi ama mesafeli bir tavırla… Onu özlemişlerdi. Herkes onun o ağırbaşlı, ama insanı rahatlatan duruşuna alışmıştı. Yokluğu, şirkette bir şeyleri eksiltmişti sanki.
Koridorun sonundaki ofiste çalışan Gülcan, masasında evrakları inceliyordu. Onun için sıradan bir iş günüydü, ta ki kapısında tanıdık bir ses yankılanana kadar.
"Kolay gelsin Gülcan Hanım."
Gülcan irkildi. Başını kaldırdığında, Tarık Bey’in kapısında durduğunu gördü. Gözlerinde o tanıdık ışıltı vardı. Gururla süzüyordu onu. Başarmış bir öğrencisine bakan bir öğretmen gibiydi.
Gülcan hemen ayağa kalktı.
"Teşekkür ederim Tarık Bey, hoş geldiniz. Buyurun, oturmaz mısınız?"
Tarık Bey gülümsedi.
"Yok, şimdi değil. Sadece seni çalışırken görmek istedim. Aferin Gülcan, azmini ve gayretini takdir ettim. Bak, isteyince oluyormuş değil mi? Başaracağını biliyordum."
Gülcan’ın gözleri doldu ama belli etmedi.
"Hepsi sizin sayenizde Tarık Bey. Emeğiniz bende çok büyük. Her şey sizden öğrendiklerimle oldu."
Tarık başını eğdi hafifçe, o bilgece tavrıyla:
"Estağfurullah. Ben sadece sana içindeki gücü göstermek için ışık tuttum. Sen ise o ışığın izinden yürümeyi seçtin. Başarı varsa, onun mimarı sensin."
Ve arkasına dönerek, ağır adımlarla ofisine doğru ilerledi. Gülcan, onu uzun uzun izledi. İçinden geçenleri kimseye anlatamazdı. Ama Tarık Bey’in geri dönmesi, yüreğinde umutla karışık bir heyecan uyandırmıştı. Kim bilir… Belki bu defa geçmişin sırları açığa çıkardı.

Ertesi sabah, kahve fincanlarını özenle hazırladı. Köpüğü bol, sıcak ve taze... Bahane hazırdı. Ama asıl niyeti sohbet etmekti. Belki de yıllardır anlamaya çalıştığı Tarık Bey’i ilk kez bu kadar yakından çözümleme fırsatı bulacaktı.
Kapıyı tıklattı.
"Tarık Bey, müsaadeniz var mı? Size kahve yaptım. Belki benim kahvemi özlemişsinizdir," dedi, yüzünde içten bir gülümsemeyle.
Tarık Bey, başını kaldırıp Gülcan’a baktı. Gözlerinin içi parladı.
“Elbette özledim. Türk kahvesi Türkiye’de içilir. İnan, yabancı ülkede buradaki tadı vermiyor,” dedi ve eliyle oturmasını işaret etti.
"Otursana Gülcan. Gelmişken sohbet edelim. Eski günlerdeki gibi..."
İşte beklediği fırsat buydu.
Gülcan, fincanları masaya bırakıp oturdu. Fincanlardan yayılan kahve kokusu, geçmişi de beraberinde getirdi. İngiltere’den gelen uzak anılar, iç dünyalarında sessizce dolaşıyordu şimdi. Ama Gülcan, sadece kahve içmek istemiyordu. Cevaplar arıyordu.
Tarık Bey’in yüzünde yılların çizgisi daha derinleşmişti. Ama hâlâ dimdikti. Hâlâ sakindi. Sanki bir şeyleri aşmış gibiydi. Ya da içindeki fırtınaları sessizliğe dönüştürmeyi başarmıştı.
Gülcan gözlerini fincana dikerek sordu:
"İngiltere’yi geride bırakmanız zor olmadı mı? Orada bir hayatınız vardı."
Tarık bir an durdu. Fincanı dudaklarına götürdü, küçük bir yudum aldı. Sonra uzaklara dalarak konuştu:
"Hayat bazen seni öyle bir noktaya getirir ki Gülcan... Her şeyin anlamını yitirir. Geriye sadece mana kalır. O yüzden geldim. Artık maddeden manaya yürümenin zamanı."
Gülcan şaşırmıştı. Bu sözler, alıştığı iş insanı kimliğinden çok uzak, başka bir derinliğe işaret ediyordu.
“Mana mı?” diye tekrar etti fısıltıyla.
Tarık Bey başını salladı.
"Evet. İnsan bazen en çok kendinden uzaklaşıyor. Ben de uzaklaştım. Ama şimdi… artık içime doğru bir yolculuk yapmam gerekiyor.
Odada bir süre sessizlik oldu. Kahveler soğuyordu ama sözler hâlâ sıcaktı.
Gülcan, onun bu hâlini ilk defa görüyordu.
Ve içten içe anladı: Tarık Bey yalnızca ülkesine dönmemişti… Kendine dönüyordu.

Tarık, kahvesinden yudum aldı. Fincan, ellerinin arasında sıcacık bir anıya dönüşmüştü sanki. Gözleri uzaklara, geçmişin puslu hatıralarına dalmıştı.
“Ah Gülcan…” dedi, sesi bir iç çekiş kadar hüzünlüydü. “Hayat ne garip ne çok cilvesi var, değil mi? Bazen kader seni öyle bir yola sürükler ki, ne kadar dirensen de sonunda boyun eğersin. İngiltere’ye temelli yerleşmek zorunda kaldığımda içim yanmıştı. Ülkeme, bu topraklara, İstanbul’un kokusuna hasret kalacağım diye isyan ettim. Ama babadan kalma bu şirket olmasaydı, belki yılda bir kez bile dönemezdim. Şimdi bak… Allah’ın işine… temelli buradayım.”
Gülcan, onun sesindeki içtenliği hissetmişti. Sessizce başını sallayarak ona katıldı ama içindeki merak, dudaklarına baskı yapıyordu.
“Aslında…” dedi çekinerek, “babadan kalma şirket sizin için bu kadar önemliyse, neden bunca yıl İngiltere’de kaldınız?”
Tarık’ın dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Gülcan’ın gözlerine bir an baktı, sonra başını hafifçe eğip pencereye yöneldi.
“Orası uzun hikâye Gülcan…” dedi, sesi bu kez daha derin, daha ağırdı. “Ama sana bu şirketin ne ifade ettiğini anlatayım. Belki anlarsın, bazı bağlar neden kolay kopmaz.”
Gülcan dikkatle dinlemeye koyuldu. Bu sadece bir iş adamının hikâyesi değil, bir ruhun yolculuğuydu.
“Dedem… babamın babası… Osmanlı’nın son dönem müderrislerindenmiş. Yani sadece bir öğretmen değil; aynı zamanda bir gönül adamı, bir ilim insanıymış. Çocuklarını çok severmiş ama sekiz çocuğundan çoğu küçük yaşta vefat etmiş. Geriye sadece üç evladı kalmış: babam, amcam ve halam. Yine de yılmamış. Çünkü derdi dünyalık değilmiş. Derdi ilim, derdi hizmetmiş.”
Gözlerini pencereden çekip yeniden Gülcan’a döndü.
“Dedem hep, ‘İstanbul mübarek bir belde’ dermiş. ‘Her karışı tarih, her sokağı dua ile yoğrulmuş. Burada bir eser bırakmak, kıyamete dek dua almak gibidir’ diye eklermiş. Ama sadece İstanbul’u değil, Anadolu’yu da çok severmiş. Derdi ki: ‘Orada İstanbulu görmek isteyip göremeyen o kadar çok öğrenci, o kadar çok insan var ki… Keşke onlara da İstanbul’u göstermek mümkün olsaydı.’”
Tarık kısa bir duraksamayla kahvesinden bir yudum daha aldı.
“Babam da dedemin bu hayaliyle büyümüş. 1970’li yıllarda, amcamla birlikte küçük bir tur şirketi kurmuşlar. Başlarda sadece İstanbul ve çevre illere ulaşım sağlıyormuş bu şirket. Ama zamanla… evet, zamanla bu hayal büyümüş. Yıllar içinde şirket ağ gibi örülmüş, Türkiye’nin dört bir yanından insanları İstanbul’a taşımaya başlamışlar.”
Yüzünde gururla karışık bir hüzün vardı şimdi.
“Ben ve kardeşlerim de bu bayrağı devraldık. Hem yurtiçinde hem yurtdışında genişlettik bu yapıyı. İstanbul’un iki yakasında merkezler kurduk. Ortaklar edindik. Ağı Avrupa’ya uzattık. Bu yüzden yıllarca Türkiye ve İngiltere arasında mekik dokudum. Yorucuydu… ama her şeye rağmen dedemin hayalini, babamın mesleğini yaşatmak benim için hem borçtu hem de gurur.”
Gülcan, pür dikkat dinliyordu. Tarık’ın sesi, geçmişten gelen bir efsanenin sesi gibiydi. Onun anlattığı her kelime, Gülcan’ın içinde bir yerlere dokunuyordu. Fakat asıl merak ettiği yere henüz gelmemişti. Tarık’ın özel hayatı… yıllardır sır gibi sakladığı duyguları… Kalbinin kapılarını açmasını umut ediyordu ama cesaret edemedi. Tarık Bey’in kalın, geçilmez çizgileri onu durduruyordu.
Bu yüzden çaresizce sadece bir sağlık sorusunu sormaya yeltendi:
“Sağlığınız nasıl bu arada? Panik ataklarınız… devam ediyor mu?”
Tarık’ın yüzünde acıyla karışık bir tebessüm belirdi.
“Panik atak…” dedi alaycı bir nezaketle, “artık benim sadık yârim oldu. Hiç bırakmıyor. Ama baş ediyorum. Hepsi Allah’tan… Buna şükretmezsem, belki bir gün bu derdimi bile arar olurum. Allah muhafaza. O yüzden, vardır elbet bir hikmeti… Biz tevekkül ve sabırla yaşamaya devam edeceğiz.”
Gülcan, gözlerini kaçırmadan:
“Sizin bu ilmi cümleleriniz gerçekten çok etkileyici. Bunlar da molla dedenizden bir miras mı?” diye sordu.
Tarık, hafifçe başını salladı ama bakışları bu kez geçmişte başka bir yeri arıyordu.
“Keşke… keşke onu tanıma fırsatım olsaydı. Ama hiç göremedim. Babam bizi güzel yetiştirdi, çok iyi yerlerde eğitim almamızı sağladı. Hatta tasavvuf ve hafızlık eğitimi dahi aldık. Bu çok değerliydi. Allah babamdan razı olsun… Keşke benim de…” dedi ve sustu.
Cümlesi havada asılı kaldı. Gülcan, ne söylemek üzere olduğunu merak etti ama Tarık susmuştu. Bu suskunluk, bir sırrın kapısını daha aralıyordu ama açılmasına müsaade edilmiyordu.
Tarık toparlandı, gülümsedi.
“Neyse Gülcan… Kahve bahane, sohbet şahane derler. Sohbete doyum olmaz ama artık iş vakti.”
Gülcan, içindeki burukluğu bastırarak mahcup bir şekilde başını eğdi.
“Afiyet olsun… Teşekkür ederim,” diyerek usulca odadan çıktı.
Kapı ardından kapanırken, Tarık bir süre boşluğa baktı. Gülcan ise koridorda yürürken, kalbinde yeni bir soru daha taşıyordu. Tarık’ın hikâyesi anlatıldıkça derinleşiyor, ama asıl bilinmeyen hâlâ gölgede kalıyordu.


 

Bölüm : 08.05.2025 15:07 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...