5. Bölüm

5. Bölüm

Zehra B.Art
zemherivakti


Bölüm 5 – Yepyeni Bir Hayat
Sabahın ilk ışıkları Gülcan’ın yorgun gözkapaklarına değdiğinde, yeni bir günün heyecanı ve tedirginliği aynı anda sarmıştı yüreğini. Evde hâlâ eşya azdı ama içini ısıtan şey, çocuklarının huzurla uyanmasıydı. Efe okul çantasını sırtına geçirmiş, Ege’ye çorap giydirmeye çalışıyordu. Gülcan ikisine birden yetişmeye çalışırken, saatle yarışıyordu adeta.
Çocuklarını uğurlarken kapının önünde bir süre durdu. Derin bir nefes aldı. O an hissettiği şey umutla karışık bir korkuydu. Çünkü bugün yeniden iş başı yapacaktı. Sadece birkaç gün önce o iki göz odaya taşınmıştı ama komşuların yardımıyla çocukları okula yerleşmiş, evin bir köşesine soba kurulmuş, hatta bir perde bile asılmıştı pencerelere. Hayat, ona tüm sertliğine rağmen elini birazcık uzatmış gibiydi.
Üzerine sade bir kıyafet geçirdi, saçlarını toplamaya bile vakti olmadan evden çıktı. Bulaşıkçılık yaptığı restorana vardığında saat daha sekizdi. Kapıdan içeri girdiğinde içerideki personelin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı.
“Sen taşınmadın mı?” diye sordu garson kız.
“Bu kadar çabuk işe dönmen... şaşırdık açıkçası.”
Gülcan, yüzünde mahcup bir tebessümle başını eğdi:
“Komşular sağ olsun,” dedi sadece.
Sonra hiçbir şey olmamış gibi önlüğünü taktı, ellerini sabunladı ve tezgâha geçti. Köpüklü sulara daldı elleri, ama aklı orada değildi.
Çünkü onu rahatsız eden bir başka şey vardı: mutfak şefi.
O adamın gözleri, ne zaman Gülcan mutfağa girse üzerindeydi. Gülcan başta görmezden gelmeye çalıştı. Başını eğiyor, göz teması kurmuyor, hep meşgul görünüyordu. Ama şef, onun yalnız ve dul olduğunu bildiği için kendince bir alan yaratmaya çalışıyordu. O bakışların içinde rahatsız edici bir sahiplenme, bir alaycılık vardı.
Gülcan bu tür bakışlara yabancı değildi. Daha önce çalıştığı yerlerde de bu yüzden iş bırakmak zorunda kalmıştı. Ama bu kez öyle kolay pes etmeyecekti. Çünkü sırtında sadece kendi yükü yoktu; iki çocuğunun da sorumluluğunu taşıyordu. Kirası, faturaları, okul masrafları… Bu işi kaybetmek gibi bir lüksü yoktu.
Günler böyle geçmeye başladı. Gülcan, şefin yanından her geçişinde içi buz kesiyor, ama belli etmeden işine devam ediyordu. Komşular, küçük oğlu Ege’yi sabahları okula götürüp akşamları geri getiriyor, mahallede ona “Gülcan bacı” diye hitap ediliyordu artık. O yalnız kadın, yavaş yavaş mahallenin sevdiği biri haline gelmişti.
Ancak evin içinde başka bir mücadele vardı: büyük oğlu Efe.
Efe artık ergenliğe adım atmış, sesi kalınlaşmış, gözleri kararmış bir delikanlıydı. Liseye başlamıştı. Ama zaman zaman Gülcan’a karşı gelmeye başlamış, evdeki baskıyı sorgular olmuştu.
“Ben çocuk değilim artık!” diye bağırıyordu bazen.
“Senin gibi olmayacağım anne!”
Gülcan bu sözleri duydukça içi eziliyordu. Ona ne kadar iyi bir gelecek sunmak istese de, yaşadığı yoksulluk, çocuğun kalbini başka yönlere çekiyordu. Efe'nin gözlerinde, babasına benzer bir öfke vardı. Ve bu Gülcan'ı en çok korkutan şeydi.
Her gece, çocukları uyuduktan sonra battaniyesini omzuna alıp pencerenin önüne oturuyor, boş sokağa bakarak içinden dua ediyordu.
“Allah’ım, bana güç ver. Yıkılmayayım. Efe’ye yol göster. Ege’yi koru. Bu evi, bu düzeni bozma.”
İçindeki o sessiz savaş, sabahları yeniden önlük takarak başlıyordu.
Ve her gün, yepyeni bir hayat için bir adım daha atıyordu.
Restoran o akşam sessizliğe gömülmüş, müşteri kalmamıştı. Gülcan, tezgâhtaki son tabakları durularken içi tedirginlikle doluydu. Normalde bu saatlerde işten çıkar, doğruca evine giderdi. Ama bugün, şef Kemal Bey, işleri bahane edip mesaiye kalmasını istemişti. Tonu buyurgan, bakışları yine o tanıdık şekilde ürkütücüydü.
“Bugün işler yoğun,” demişti. “Biraz daha kal, toparlayalım. Sonra gidersin.”
Gülcan şüphelenmişti ama mecburdu. Çocukların okul masrafları, ev kirası, faturalar… Az da olsa bir maaşı vardı ve onu da kaybetmek istemiyordu.
Zaman ilerledikçe restoran iyice boşaldı. Garsonlar, mutfak personeli birer birer çıkıp gittiler. En son ışığı söndürüp çıkması gereken kişi, Gülcan’dı. Ancak şef, gitmemişti. Ofisinden çıkmış, sözde telefonla konuşuyor, sonra lavaboya uğruyor, sonra yeniden oyalayıcı bir şeyler buluyordu. Gülcan, o an neyle karşı karşıya olduğunu artık anlamıştı. Kalbi çarpıyor, elleri buz kesiyordu.
Kemal adımlarını ağır ağır atarak Gülcan’a yaklaştı. Gözlerinde hiç saklama gereği duymadığı arsız bir ifade vardı.
“Sana bir teklifim var,” dedi sırıtarak. “Gel benimle ol. Sana güzel bir hayat sunayım. Maddi sıkıntı çekmezsin. Ömür boyu böyle bulaşık mı yıkayacaksın ha?”
Gülcan’ın içinden bir şey koptu o anda. Bedenini buz gibi bir öfke sardı. Başını kaldırdı, gözlerinin içine dimdik baktı. Sesi titremiyordu. Çünkü gururuyla konuşuyordu artık.
“Siz ne diyorsunuz Kemal Bey?” dedi.
“Ben işinde gücünde, kendi halinde bir kadınım. Asla böyle biri değilim. Bu söylediklerinizi duymamış olayım!”
Ama Kemal geri adım atmadı. Reddedilmenin öfkesi yüzüne kustu:
“Bana bak, naz yapmayı bırak! Yoksa seni kovdururum buradan. Elimde seninle ilgili ne varsa işverene iletirim.”
Gülcan bir an durdu. Elini önlüğüne götürdü. Yavaşça çözüp tezgâhın üzerine bıraktı.
“Gerek yok,” dedi.
“Ben gidiyorum zaten!”
Arkasına bile bakmadan çıktı o kapıdan. Yağmur başlamıştı. Sanki gökyüzü de onunla birlikte ağlıyordu. Ayakkabılarının içi suyla dolarken, içindeki acı çoktan boğazına düğümlenmişti. Gecenin karanlığında yürüdü, ıslak kaldırımlarda adım adım eve ulaştı.
Yine bir işten olmuştu.
Yine her şey başa sarmıştı.
Ve yine o dipsiz çaresizliğin içine düşmüştü.
Ev kapısını usulca açtı. İçeride sobanın cılız ısısı vardı ama kalbi donuktu. Çocuklar uyumuştu. Gülcan battaniyesine sarılıp penceredeki boşluğa baktı. Sokak lambasının altında bir kedi, çöp karıştırıyordu. İşte o an, kendini o kediden bile daha yalnız hissetti.

Ertesi sabah.
Güneş doğmamıştı henüz. Ama evde bir sessizlik vardı. Gülcan çocuklara kahvaltı hazırlarken Efe mutfağa girdi. Yüzünden uykusuzluğu ve huzursuzluğu okunuyordu.
“Neden işe gitmedin anne?” diye sordu bir anda.
Gülcan elindeki bardağı tezgâha koydu. Göz göze gelmemeye çalıştı. Gerçeği söyleyemezdi. Efe bu yaşta duymamalıydı böyle bir şeyi. Hem öfkesi, hem gençliği başına bela olabilirdi.
“İşler durgundu,” dedi sadece.
“Personel azaltıyorlarmış, o yüzden çıkardılar.”
Efe başını öfkeyle iki yana salladı. Yumruklarını sıktı.
“Yine mi ya?” dedi.
“Yine mi fakir kaldık? Yine mi parasız kaldık? Ne zaman kurtulacağız bu hayattan? Yeter anne! Bırak ben çalışayım. Okulu bırakayım artık!”
Bu sözler Gülcan’ın yüreğine saplanan hançer gibiydi. Gözleri doldu ama dik durdu. Kalbiyle konuştu bu kez:
“Sakın oğlum!” dedi.
“Benim tek gayem sizin okumanız. Ben iş bulurum, sen yeter ki okulu bırakma. Bak, annelik hakkım için söylüyorum sana, okulunu bırakma!”
Ama Efe, kırılmıştı. Hem yoksulluktan hem hayattan... Gençliğin getirdiği sabırsızlıkla:
“Okuyup da ne olacağım?” diye bağırdı ve kapıyı çarpıp çıktı.
Gülcan bir an olduğu yerde kaldı. Ayakta ama yıkılmıştı. Dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Derin bir nefes aldı, sonra gözyaşlarını içine akıtıp toparlandı. O gün küçük oğlu Ege’yi okula kendi götürdü. Komşular onu perişan hâlde görünce çok üzüldüler.
Ayşe Teyze uzaktan izliyordu onu camdan. Gülcan’ın düşen omuzlarını, göz altlarındaki halkaları gördü. Kalbine bir sızı saplandı. Kapının önüne çıktı:
“Kızım, sen gel hele… Bir çay içelim. Hem içini dökersin…”
Ve Gülcan, içini döktükçe biraz daha hafifledi.
Ama hayat henüz ona tüm gücünü göstermemişti.
Ayakta kalmak, sadece nefes almak değildi.
Direnmekti.
Annelikti.
Ve en önemlisi: Gururla yaşamaktı.
Bayramın gelişi sokak sokak duyulmaya başlamıştı. Çocukların neşeli çığlıkları, bakkal camlarında dizilmiş bayram şekerleri… Ama Gülcan’ın kalbinde buruk bir sessizlik vardı.
Camdan dışarı baktı. Karşı apartmanın balkonunda bir baba, oğlunun saçını tarıyor, annesi de gülerek ikisinin fotoğrafını çekiyordu. O kareye uzun uzun baktı. Onların evinde bayram şimdiden başlamıştı. Peki ya kendi evinde?
Elinde kalan az birikimi parmaklarıyla saymış, ardından gözleri dolarak tekrar cüzdanına koymuştu. Elindeki para evin temel ihtiyaçlarını zar zor karşılamaya yetiyordu. “Çocuklara bayramlık alamam bu yıl,” diye düşündü içi yana yana. “Ama aç da kalmazlar, Allah’a şükür.”
Gülcan, çırpınmadan alışmıştı artık idare etmeye. Kendi isteklerini hep susturmuş, çocuklarının tek gülümsemesiyle hayata tutunmuştu. Ancak ne kadar güçlü olmaya çalışırsa çalışsın, bayram sabahı yüzleri gülsün istiyordu. O da her anne gibi, onların sevinç çığlıklarını duymak, gözlerinde o ışıltıyı görmek istiyordu.
Bu sessizliğe, ev sahibi Nihat Amca ve eşi Ayşe Teyze’nin yürekliliği bir kez daha dokundu. Gülcan’dan, Almanya’da yaşayan kızlarına bahsetmişlerdi. Kızlarının da iki çocuğu vardı, tıpkı Gülcan’ın Ege ve Efe’si gibi. Onlar da büyüyordu, giysileri küçülüyordu.
Ve bayramdan bir gün önce, arefe günü, Ayşe Teyze kapısını çaldı. Yanında Almanya’dan gelen kızı da vardı. Kadın, elinde birkaç poşetle içeri adım attı. Yüzünde hem merhamet hem çekingen bir tebessüm vardı.
Gülcan onları nazikçe içeri buyur etti. Ama gözleri bir an için evin boş raflarına, kullanılmaktan yıpranmış fincanlara ve kuru çayın az kaldığı kutuya ilişti. Mahcup oldu. Eliyle saçını düzeltti, utangaç bir şekilde:
“Bir çay yapayım hemen size…” dedi.
Ama Ayşe Teyze, yumuşacık sesiyle müdahale etti:
“Hazırlama kızım bir şey, gel şöyle otur. Biz senin ikramına değil, gönlüne geldik.”
Kadın elindeki poşetleri yavaşça yere bıraktı. Renkli kıyafetler, yepyeni çoraplar, okul defterleri, kalem kutuları… Gülcan’ın gözleri doldu.
Ayşe Teyze devam etti:
“Bak bu benim kızım. Onun da senin çocukların yaşında çocukları var. Kızım gelirken hem kıyafet, hem okul malzemesi getirdi. Eğer yanlış anlamazsan, bir miktar da para yardımı yapmak istiyor.”
O cümle Gülcan’ın yüreğine dokundu. Bir yanıyla minnettardı, bir yanıyla utanç içindeydi. Gözlerini yere indirdi.
“Kıyafetler için çok teşekkür ederim,” dedi nazikçe.
“Çocuklarım için kabul ederim. Ama para… istemem. Benim param var. Zaten yakında işe başlayacağım inşallah.”
Ayşe Teyze elini onun dizine koydu:
“Kızım, istersen borç al gibi düşün. Ama çocuklar için al. Beni kırma.”
O an Gülcan’ın içindeki direnç kırıldı. Yüreği, gözyaşlarıyla birlikte yumuşadı.
“Peki,” dedi sadece.
“Allah razı olsun.”

O akşam, Gülcan kucağında iki poşetle mahalle bakkalına yürüdü. Önce kasaba uğradı. Kıyma, biraz kuşbaşı aldı. Sonra bakkaldan bir kilo bayram şekeri, sucuk, yumurta, peynir ve çocukların sevdiği çilekli sütlerden... Eve dönerken her adımı biraz daha umut doluydu. Taşıdığı poşetler ağırdı ama yüreği ilk kez uzun zaman sonra hafifti.
Gece çocuklar uyuduktan sonra, bayramlıkları ütüledi. Ege için mavi bir gömlek, Efe için lacivert bir pantolon… Kıyafetleri büyük bir özenle katlayıp yataklarının ucuna bıraktı. Sabahı iple çekiyordu.

Bayram sabahı.
Evde bir telaş, bir huzur vardı. Sobanın üzerindeki çaydanlık fokurduyor, fırına verdiği poğaçalar mis gibi kokuyordu. Gülcan Efe’nin odasına girdi. Bir süre onu izledi. Uykulu yüzünde çocukluktan kalma bir masumiyet vardı.
“Hadi kalk oğlum,” dedi tatlı bir sesle.
“Evin erkeği bayram namazına gidecek. Hadi Ege’yi de kaldır, birlikte gidin.”
Efe önce homurdandı ama sonra annesinin yüzündeki tatlı heyecanı görünce o da gülümsedi. Kardeşini uyandırdı, ikisi birlikte giyinip çıktılar.
Caminin yolu bayram havası gibiydi. Sokaklar temizdi, balkonlardan sarkan tül perdelerin ardından izleyen gözler vardı. Camide yer bulan çocuklar, babalarının ya da ağabeylerinin yanında mahçup ve neşeliydi. Efe ilk defa kardeşinin elini böyle sıkı tuttu. Küçük Ege, abisine baka baka hareket ediyordu. Onlar artık bu evin adamlarıydı.

Eve döndüklerinde, Gülcan sofrayı hazırlamıştı. Beyaz masa örtüsü, yeni tabaklar, tereyağı, bal, sucuklu yumurta… Ve bir de o çoktan unutulmuş kahkaha: Gülcan’ın sesi.
Çocuklar sofrayı görünce gözlerine inanamadılar. O an Ege neye sevineceğini şaşırdı, Efe ise içine attığı duyguları yutkundu. Gülcan kollarını iki yana açtı, onları yanına çekti.
“Söz veriyorum çocuklar,” dedi.
“Çok daha güzel günler göreceğiz. Belki bugün değil… Belki yarın da değil. Ama bir gün… Bir gün çok daha güzel olacak.”
Ve o gün, ilk kez gerçekten bir bayram yaşandı o evde.
Bayram şekeri gibi tatlı, soba sıcağı gibi içten, annenin duası gibi sarsılmazdı.
Çünkü o ev artık sadece dört duvar değildi.
O evin içinde umut vardı.
Ve umut, bayramdan daha büyük bir nimetti.

Bayramlıklarını giyip komşularını bayramlaşmaya gittiler. Nihat amca ve Ayşe teyzeye de uğradılar. Ayşe teyze, Gülcan’a, "Kızım, babanın hasta olduğunu duyduğunu söylemiştin. Mübarek bayram, kırgınlığı bırak, babanı ziyaret et. Sonra pişman olursun," dedi.

Gülcan, "Haklısın Ayşe teyze ama ailemin arkamda durmayıp beni suçlaması, beni hor görmeleri, çocuklarıma kötü davranmaları aklımdan çıkmıyor," dedi.

Ama yine de Ayşe teyzenin sözünü dinleyip, "Seni dinleyeceğim, merak etme," diyerek yola çıktılar.


 

Bölüm : 08.05.2025 11:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...