
Bölüm 6– Eski Acıların Kapısı
Gülcan evin sokağına döndüğünde kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Adımlarını yavaşlatmış, yüzü gri binalar gibi ifadesizleşmişti. Zihninde, yıllar önce gözyaşlarıyla terk ettiği o evin görüntüleri çınlıyordu. Yıllardır uğramadığı, geçmişin en derin yaralarını taşıdığı o kapıya doğru yürüyordu şimdi. Geriye her şeyini bırakarak çıktığı eve, yüreğinde çocukları, sırtında hayal kırıklıklarıyla dönüyordu.
Küçük apartmanın paslı demir kapısını açtığında içini bir uğultu sardı. Merdivenleri ağır adımlarla çıktı. Üçüncü kata geldiğinde tam kapının önünde durdu. Zili çalmak için elini kaldırdı ama parmakları havada asılı kaldı. O parmaklara yılların kırgınlığı yapışmıştı. O evde geçen çocukluğu, annesinin sevgisizliği, babasının sessizliği, çatlak duvarlar, küskün sofralar... hepsi zihnine hücum etti. Eli bir türlü zile uzanamıyordu.
Derin bir nefes aldı. Gözlerini sıkıca kapatıp kendi kendine, “Sadece babam için,” dedi. Sonra cesaretini toplayarak zile bastı.
Kapı neredeyse anında açıldı. Karşısında annesi vardı. Ne bir tebessüm, ne bir şaşkınlık... Sanki yıllar geçmiş değildi. Sanki o evden hıçkırıklarla çıkan bir kadın değilmişti Gülcan. Annesinin bakışlarında ne özlem vardı, ne de merhamet. Yine o aynı soğukluk, yine o aynı öfke...
“Sen bu evin yolunu biliyor muydun? Ölsek haberin olmayacak! Ne aradın ne sordun, hayırsız! Uğursuz!” diye bağırmaya başladı. Her kelimesi hançer gibi saplanıyordu Gülcan’ın kalbine. Ses tonunda yılların birikmişliği yoktu belki ama aynı kalıplaşmış kin vardı. Torunlarına bile bir kez olsun göz atmıyordu. Sanki onlar yokmuş gibi...
Gülcan sessiz kaldı bir an. Dudakları titredi. Gözleri doldu ama akmadı yaşlar. O gözyaşları yıllar içinde kurumuştu artık.
“Ölmemişsin işte anne, merak etme. Kötülere bu dünyada bir şey olmuyor,” dedi sakin ama içi yangın yeriydi. Sözleri annesinin suratında tokat gibi patladı ama o, hiçbir şey olmamış gibi kaşlarını çatmaya devam etti.
“Şuna bak! Biti kanlanmış, bir de bana laf yetiştiriyor!” diye tısladı annesi, alaycı bir edayla. O sırada içeriden zayıf bir ses duyuldu:
“Kim geldi hanım?”
Yaşlı bir erkek sesi... Tanıdığı, çok özlediği ama bir o kadar yabancılaşmış bir ses. Babasının sesiydi bu.
“Hayırsız kızın gelmiş. Alayım mı içeriye?” dedi kadın, alayını sürdürerek.
O cümlede bir annenin sevgisinden eser yoktu. Sanki sokağa gelen bir dilenci soruluyordu. Ama cevap bambaşkaydı:
“Yoksa Gülcan mı? O gelsin! Çabuk çağır içeri!”
Bu sözlerde bir özlem vardı. Bir baba yüreğinin sönmüş ama hâlâ küllenmemiş sevgisi vardı.
Annesi çekildi kapıdan. “İçeri gir o zaman. Ne halt edeceksen et de git yine,” diyerek yol verdi.
Gülcan adım attı. Kapıdan içeriye ilk adımını attığında dizlerinde bir titreme oldu. Bu eşiği en son hıçkıra hıçkıra geçmişti. Şimdi başı dikti. Ama içi hâlâ parçalanmıştı. Gözleri hemen babasını aradı.
Koltukta çökmüş bir adam oturuyordu. Omuzları düşmüş, saçları ağarmış, elleri titriyordu. Yaşlanmıştı, çok yaşlanmış... Ama gözleri hâlâ o babaydı. Kızına bakınca doldu gözleri. Gülcan yürüdü yanına, sessizce. Ellerini tuttu, titreyen elleri kendi nasır tutmuş ellerine dolandı.
“Geçmiş olsun baba,” dedi.
Sesi titrek ama kararlıydı. Baba, elini uzattı. Gülcan eğildi, öptü.
O an evde yıllardır eksik olan şey aniden belirdi: hüzünle karışık bir sevgi.
"Gülcan, nerelerdeydin bunca yıl? Niye gelmedin kızım? Senden sonra ben felç geçirdim, yataklara düştüm. Yoksa ne yapar eder seni geri getirirdim," dedi.
Babasının pişmanlık dolu sözleri Gülcan’a pek samimi gelmese de, onun günah çıkarmaya çalışmasına ses etmeden,
"Geldim işte baba, buradayım," diyerek elini tuttu.
Annesi hemen araya girip, "O hayırsız kocan sana yardım etmiyor mu? Yapışamadın mı yakasına? 'Bu çocuklar senin de çocuğun!' diyemedin mi?" dedi.
Gülcan, "O benim kocam falan değil! Laflarına dikkat et!" diye annesine çıkıştı.
Annesi dizlerini dövüp, "Ah benim kara yazım, ah çileli başım! Benim kızlarımın ikisi de hayırsız çıktı. Sevda Hanım da bayramdan bayrama zoraki geliyor. Senden sonra o da kocasını tutamadı elinde. Mehmet onu da aldattı, başka bir kadın varmış hayatında. Ama bak Sevda, boşanmadı! Kocasının parasını çatır çatır yiyor," dedi.
Gülcan, "Onlar benim umurumda değil. Sevda da ettiğini buluyor, beter olsun!" diye cevap verdi.
Annesi devam etti: "Bak çocuklarının haline! Zayıflıktan kemikleri sayılıyor. Sen desen bir lokma kalmışsın. Aklını kullanamadın, oturamadın evinde. Erkek adam elinin kiri, ne olacak? İkinize de bakardı. Sevda’ya da imam nikahı kıyar, ona da ayrı ev tutardı, geçinip giderdiniz. Böyle iyi mi oldu?" dedi.
Annesinin mide bulandırıcı sözlerine artık daha fazla tahammül edemeyen Gülcan,
"Sen iyice bunamışsın, saçmalıyorsun! Seni daha fazla dinleyemeyeceğim. Sana da geçmiş olsun baba. Ben gidiyorum," diyerek toparlanmaya başladı.
Tam o sırada kapı zili çaldı. Annesi kapıyı açtı. Gelen, Sevda ve Mehmet’ti. Gülcan, yıllar sonra onlarla karşı karşıya gelmenin şokunu yaşıyordu. Mehmet’in saçı sakalı ağarmış, Sevda ise yıllarca çocuk tedavisi görmüş, çocuğu olmamış, hayli kilo almıştı. Eski güzelliğinden eser kalmamıştı.
Mehmet, Gülcan’ı ve çocukları görünce gözlerine inanamadı.
"Gülcan, çocuklarım… Siz buradasınız ha? Aslanlarım nasıl da büyümüşler!" dedi.
Sarılmak istedi ama Efe ve Ege geri çekildi.
Efe, "Senin gibi bir babamız yok bizim," dedi.
Gülcan, "Dokunma çocuklarıma!" diyerek Mehmet’in elini itti.
Mehmet, "Onlar benim de çocuğum, Gülcan! Buna hakkın yok!" dedi.
Gülcan, "Şimdi mi aklına geldi baba olduğun? Bırak palavrayı, çekil önümden!" diyerek kapıya yöneldi.
Mehmet peşlerinden dışarı çıktı. Sevda, Mehmet’i tutmaya çalıştı.
Mehmet, "Sevda, elini üzerimden çek! Bana karışırsan seni burada bırakırım!" diye bağırdı.
Yıllar geçse de Gülcan hâlâ çok güzel ve alımlı bir kadındı. Zaman onu daha da olgunlaştırmış, güzelliğini pekiştirmişti. Mehmet ise pişmanlıktan kıvranıyor, Gülcan’a yalvarıyordu:
"Bana nerde oturduğunu söyleyeceksin! Ara sıra çocukları göstereceksin, yoksa dava açar, çocuklarımı senden alırım!"
Gülcan, "Hele bir dene! Seni parçalarım, gözümü bile kırpmam!" diyerek tehdit etti.
Taksiye atlayıp otobüs durağına gitti, oradan da evinin yolunu tuttu. Evi Boğaz’ın öbür yakasındaydı. İstanbul kalabalık bir şehir olduğu için izini kolay kaybettirmişti. Zaten ne ailesi ne de kocası bugüne kadar peşine düşmemişti. Ta ki Mehmet, Gülcan’ı ve çocukları tekrar görene kadar…
Bayramdan sonra Gülcan iş aramaya koyuldu. Bir turizm şirketinde çay-kahve servisi yapacak eleman aranıyordu. Müracaat etti ve hemen işe alındı. Dört elle işine sarıldı. Çocuklar okula, o işe gidiyordu. Günler geçiyordu.
Bir gün işyerindeyken telefonu çaldı. Arayan Ege’nin öğretmeniydi.
"Ege’nin ateşi çok yüksek. Okula gelip alabilir misiniz?"
Gülcan hemen izin aldı, koşarak okula gitti. Ege öğretmen odasında bekliyordu. Annesi onu kucağına aldığı gibi hemen doktora götürdü. Uzun zamandır geçmeyen bir öksürüğü vardı, verilen şuruplar da işe yaramamıştı.
"Ah Egem, yine koştun terledin mi? Zaten öksürüyordun, ne bu hâlin?" dedi.
Oysa Ege uzun süredir teneffüslere bile çok çıkamıyor, hep halsiz olduğu için sınıfta kalıyordu. Koşsa da öksürükten boğuluyordu.
Doktor dikkatlice muayene etti, sırtını dinledi.
"Ciğerlerinden röntgen çekilmesi gerekiyor," dedi.
Gülcan korkmuştu. "Kötü bir şey yok değil mi doktor bey? Ne olur iyi olduğunu söyleyin," dedi.
Doktor, "İyi olduğunu söylemem için önce röntgeni görmem gerek," dedi.
Acilde röntgen çekildi. Gülcan sonuçlar çıkar çıkmaz doktora gitti. Doktor filme baktı,
"Evet, tahmin etmiştim ama röntgenle şimdi netleşti," dedi.
Gülcan’ın kalbi ağzından çıkacak gibiydi. İçinden bildiği tüm duaları okuyordu.
"Hanımefendi," dedi doktor, "Çocuğunuz zatürre olmuş. Eğer iyi bakılmaz ve tedavi edilmezse, gidişatı kötü olabilir. Bir süre hastanede yatması gerekecek."
Gülcan’ın dünyası başına yıkılmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Aklına sadece bir kişi geldi: Ayşe Teyze. Çünkü bir tek onda anne şefkati görmüştü.
Ayşe Teyze ve Nihat Amca hastaneye geldiler. Gülcan onları görünce hıçkıra hıçkıra ağladı.
Doktor, "En az on beş gün hastanede yatması gerekiyor," dedi.
Gülcan, "Ayşe teyze… Ben ne yapacağım? Çocuğuma bakamadım, vitaminsizlikten, soğuktan ne hâle gelmiş yavrum," diye gözyaşı döküyordu.
Ayşe Teyze, "Üzülme kızım. Sen neler atlattın, bunu da atlatırsın. Egemiz iyileşecek," dedi.
"Nasıl olacak Ayşe teyze? İşe daha yeni başladım. Yılım dolmadı. Yıllık izin vermezler. Kim bakacak Ege’ye? Yine işten çıkmam gerekecek," dedi Gülcan.
Ayşe Teyze, "Sen merak etme. Nihat amcanla biz bakarız gündüzleri. Akşam da sen ve Efe dönüşümlü kalırsınız. Biri uyur, biri bekler. Hem on beş gün ne ki?" dedi.
Gülcan’a yardım eli yine kan bağı değil, can bağı olan bu iki melek gibi insandan gelmişti. Gülcan minnettarlıktan ellerini, ayaklarını öpüyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 2.23k Okunma |
1.71k Oy |
0 Takip |
20 Bölümlü Kitap |