
Evet nerede kalmıştık?
Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayalım.
İyi okumalar.
✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨
Uyanmak istemedim. Göz kapaklarımın altında bile sabahın donuk ışığını hissedebiliyordum, ama içimdeki yorgunluk, gece boyunca yerleşen o sıkışık duygularla birlikte bedenime ağırlık gibi çökmüştü. Odanın içinde bir sessizlik vardı rahatsız edici, baskılı, boğucu bir sessizlik.
Gözlerimi araladım. Freya pencerenin önünde duruyordu. Geceliğiyle, sabah ayazını hiçe sayar gibi dışarıyı izliyordu. Omuzlarındaki gerginliği fark ettim ama yüzü sakindi. Belki de sadece ben böyle görmek istiyordum. Dışarıda hareket vardı krallar gelmişti.
Yatakta doğrulurken, yanımdaki Serena'nın uyanık olduğunu ama hâlâ bana sırtını döndüğünü fark ettim. Dün gece konuşmadık. Hiçbirimiz konuşmadı. Ylena'nın yatağından gelen hafif kımıldanma sesiyle başımı çevirdim, saçlarını fırçalıyordu. Göz göze gelmekten özenle kaçındı.
Hepsinin gözlerinde aynı şey vardı, şüphe. Hem birbirimize hem kendimize karşı. Bir şeylerin içten içe çözüldüğünü hissedebiliyordum. Ama en çok Aaron'u düşünüyorlardı. Bunu söylemelerine gerek yoktu. Sessizlikleri yeterince bağırıyordu zaten.
Tam içimden geçenleri bastırmaya çalışırken Freya başını çevirdi ve göz göze geldik. Gözlerinde yargı yoktu, ama acı da yoktu. Sadece anlayış. Sanki bana "Ben buradayım" diyordu sanki "onların suskunluğu seni yalnız bıraksa da ben buradayım." O bakış bana her şeyden daha gerçek geldi.Boğazım düğümlendi ama bir şey söylemedim. Sadece başımı hafifçe salladım. Teşekkür eder gibi.
Ylena yatağından kalkıp kitaplarını topladı, Freya'ya kısa bir bakış atıp bana hiç dönmeden fısıldadı, "Krallar geldi. Hazır olmamız gerek."
Serene nihayet yorganı attı üstünden. Aynaya yürürken dudaklarının arasında bir homurtu vardı, "Bizi yargılamaya gelmemişler gibi..."
Sanki kralların gelişi bir törenden çok, bir hüküm günüydü.
Saçlarımı fırçalamaya başladım. Aynaya baktım ama kendimi göremedim. Sadece karmaşa vardı. Gözlerimde, düşüncelerimde, odamızda...
Hazırlanırken Freya yanıma geldi. Saçlarını örüyordu, omzuma hafifçe dokundu. Sessizdi. Ama bu sabah, kelimelerden çok sessizliklerin sesi vardı. Ve onunki, diğerlerinden farklıydı.
Az sonra dışarıda akademi çanları çaldı. Derin, tok bir ses yankılandı. Krallar Akademiye varmıştı.
Son tok sesin ardından dört kişilik oda boşaldı. Adımlarımız koridorda yankılanırken, arkamızda konuşulmamış kelimeleri, yarım kalan bakışmaları ve büyüyen şüpheleri bırakıyorduk.
Avluya çıktığımızda hava ağırdı. Sadece mevsim değil, üzerimize çöken sessizlik de öyle hissettiriyordu. Akademi her zaman soğuktu, ama bu sabah buz gibiydi. Çanların sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu.
Kalabalığın arasında ilerlerken herkesin bakışları üzerimizdeydi. Yalnızca krallar geldiği için değil, son cinayet hâlâ dillerdeydi. Kimse açıkça konuşmuyordu ama herkes biliyordu. Gerginlik tenimize işlenmiş gibiydi.
Önümüzde, akademinin mermer basamaklarında dört figür duruyordu. Krallar.
Hepsi yan yana durmuş sert bakışlarını üzerimizde gezdiriyorlardı. Kral Andrew ile göz göze geldiğimde başımı eğerek selamladım. Selamımı hafif bir baş hareketiyle kabul etti. Kral Arthur Velum sert ve sorgulayıcı gözleriyle etrafı tarıyordu. Kral Dominic Emolon'un suratı tamamen ifadesizdi ne hissettiğini anlamamıza kesinlikle izin vermiyordu. Kral Adam Pursea'nın ise oldukça dingin bir duruşu vardı. Hiçbir Kraliçe bu buluşmaya teşrif etmemişti.
Gözlerim herkesin üzerinde gezinmişti. Bakmayı bilerek ertelediğim kişi haricinde, herkeste. Gözlerim her ne kadar istemesemde en sonunda dayımın üzerinde durdu. Joseph Malasal. O kadar insan içinde ona baktığımı hissetmiş gibi gözleri gözlerimi buldu. Hâlâ ilk günki kadar nefret doluydu bakışları. Oysa ben ona kız kardeşinin tek emanetiydim. Ne yazık ki bu dayım için hiç önemli değildi.
Onu her gördüğümde içimin titremesine engel olamıyordum. Beni sadece bir kaç kere görmesine rağmen içimde öyle bir korku ve acı bırakmıştı ki bu yaşımda bile silip atamıyordum. Daha fazla nefret ve tiksinti dolu gözlerine bakmaya dayanamadığımda bakışlarımı kaçırdım. Ama bu sefer gözlerim farklı bir öfkeyle karşılandı.
Aaron. Gözlerini bana üstün körü değdirip çekmişti ama ben görebilmiştim gözlerinde yanan ateşi. Bana hâlâ çok kızgındı, belki birazda kırgın. Ama ben sadece ihtimalleri değerlendiriyordum. Yapmış olamaz diyemiyordum işte çıkmıyordu ağzımdan çünkü yapmış olabilirdi. Sadece içimdeki güdülere güvenmeyi seçiyordum. Umarım ki beni yanıltmazlardı. Bu içgüdüler çok şey kaybetmeme neden olmuştu.
Müdür Hall kralları hazırlanan toplantı salonuna davet ederken beraberinde bizide götürüyordu. Bedenim gerginlikle kasıldı. 5 kral ile aynı odada olmak kabus gibi bir şeydi. El mecbur arkalarından ilerlemeye başladım.
Toplantı salonunun kapıları ağır bir gıcırtıyla açıldığında içimdeki huzursuzluk daha da derinleşti. Mermer zemin, bastığımız her adımı yankı gibi tekrarlıyordu sanki adımlarımız değil, içimizde bastıramadığımız endişeler yürüyordu salon boyunca.
Krallar çoktan yerlerini almışlardı. Geniş, yarım daire şeklindeki masa onları bir mahkeme heyeti gibi gösteriyordu; bizse tam karşılarında, suçlu koltuğundaydık.
Kral Dominic Emolon, dingin ve ölçülü bir yüzle bize baktı. Gözleri üzerimde bir an durdu babacan ama uzak bir ilgiydi bu. Ne sıcak ne soğuktu. Korkutmuyordu ama sarmıyordu da. Onunla ilgili hep hissettiğim bu olmuştu mesafeli bir bilgelik.
Yanında oturan Kral Joseph Malasal bakışlarını doğrudan üzerime diktiğinde içim titredi. Her zamanki gibi, gözleri bana değil, geçmişin hatasına bakar gibiydi. Annemin hatasına. Onun için ben hâlâ, kardeşinin büyü dünyasına yaptığı en büyük ihanettim. Öyle bakıyordu. İğrenerek. Gururla sırt çevirdiği bir lekeye.
Onun yanında oturan, sert çeneli ve karanlık gözlü adam ise Kral Arthur Velum diğerlerinden daha sessizdi ama sessizliği tehditkârdı. Oğluna yöneltilen suçlamaların farkındaydı ve koruyucu duruşu bunu açıkça gösteriyordu. Bir gölge gibi oğlunun arkasında durmuş, kimse dokunmasın diye pusudaydı adeta.
Okyanus kralı, Kral Adam Pursea ise sessizliğin başka bir tonunu taşıyordu: tarafsızlık. Gözleri her birimizi ölçüp biçiyor, ama yüzünde hiçbir iz bırakmadan geçiyordu. Diplomatikti. Bilgiyi topluyor ama hüküm vermiyordu.
Biz ayakta, birkaç adım geride duruyorduk. Müdür Hall resmi bir dille konuşmaya başladı. "Krallar, Ruh Varisleri hazır. Olayların açıklığa kavuşması için elimizden gelen tüm şeffaflığı göstereceğiz."
Bunu duyunca Aaron'ın kaşları çatıldı. Gergindi. Omuzları kasılmış, çenesi sıkılıydı. Birkaç adım önümde duruyordu, ama varlığı adeta gölgemi örtüyordu. Ona suçlu gibi davranıldığını hissettiği her an, içinde yükselen öfkeyi bastırmakta zorlanıyordu. Ama babasının bakışları onu tutuyordu. Kral Arthur, Aaron'a kısa bir göz attı. "Sakin," diyordu gözleriyle. "Henüz değil."
Kral Dominic söz aldı, sesi yumuşak ama netti "Cinayetler ruh düzenini tehdit edecek boyuta ulaşmıştır. Krallıklar buna kayıtsız kalamaz. Soruşturma genişletilecek."
"Ve öğrenciler fişlenecek mi?" diye patladı Aaron, sabrının sınırında.
Gözler ona döndü. Babası elini hafifçe kaldırdı, ama Aaron'ın sesi çoktan yankılanmıştı salonda. Kral Arthur göz ucuyla oğluna bakıp sessizce başını eğdi uyarıydı bu. Fakat yüzünde kızgınlık yoktu, daha çok anlaşılır bir öfkeye duyulan bir saygı vardı.
Kral Joseph konuştu o anda. Soğuk ve keskin sesi salonu bıçak gibi ikiye böldü. "Ruh taşıyanlar sorumluluklarının ne anlama geldiğini unutmuş olabilir. Bu sadece bir akademi krizi değil. Bu, kan meselesi."
Bakışları doğrudan bana çevrildiğinde içimde bir şey bıçak gibi kıvrıldı.
"Alyssa Bennet," dedi, adımı tükürür gibi. "Senin taşıdığın ışığın yükünü ne kadar taşıyabildiğinden şüpheliyim. Geçmişin ne olduğunu unutmuyoruz. Işık bazen en kirli ellerde parlıyor gibi görünür."
Sözleri suskunlukla karşılandı ama bu suskunluk bir kabullenme değil, bir tepkinin bastırılmasıydı. Aaron'ın yumrukları sıkılmıştı. Adrian bir adım yaklaştı yanıma, sessizce.
"Yeter Joseph," dedi Kral Dominic, yaşını belli eden yorgun bir sesle. "Kız sadece geçmişini değil, geleceğini de sırtlıyor. Üstelik konu o değil. Biz burada yargı dağıtmaya değil, çözüm aramaya geldik."
O an, göz ucuyla Adrian'a baktım. Dimdik durmuştu, yanımda. Dayanak gibiydi varlığı. Aaron bile, öfkesini kendi içinde tutmak zorunda kalmıştı. Ama gözlerinde yine de bir parıltı vardı. Sanki bana. "Sıra sende Aly, ya bana inanırsın ya da sonsuza kadar kaybedersin." diyordu içinden.
Sessizlik yeniden çöktü. Müdür Hall göz ucuyla bizlere döndü. "Şimdi sizden ricam son geceye dair bildiğiniz her şeyi, açıkça paylaşmanız."
Bir adım öne çıktım. Konuşmak zorundaydım. Gözüm bir an Aaron'a takıldı. Sert ve sessizdi. Ama içindeki öfke gölgeler gibi salonda dolaşıyordu.
"Biz odadaydık," dedim. "O gece hepimiz birlikteydik. Serena, Ylena ve ben. Uyuyorduk."
Ylena başını salladı, hafifçe. Gözleri yere sabitlenmişti. "Ben biraz kitap okudum ama evet. Odayı hiç terk etmedik."
Serena iç çekti, sesi soğuktu. "Her şey sessizdi. O gece herhangi bir şey hissetmedim. Ne büyü, ne güç, hiçbir şey."
Kral Joseph Malasal, alaycı bir burun kıvırmayla öne eğildi. "Yani ruh varisleri, düşmanlarımıza karşı en büyük silah olması gerekenler, hiçbir şey fark etmedi, öyle mi?"
Serena kaşlarını çattı. "Bizi buraya görkemli unvanlarımız için değil, yeteneklerimiz için getirdiniz. Ama biz hâlâ öğrenciyiz. Henüz her hissi tanıyacak seviyede değiliz."
Joseph'in bakışları hemen bana çevrildi. "Ama Alyssa sen farklısın, değil mi? Işık ruhunun taşıyıcısı. Hissiyat en çok sende olmalıydı. Ya da belki ışığın seni kör etti."
Sözleri buz gibi salona yayılırken Adrian kıpırdandı. Müdahale edecek gibiydi, ama babası elini hafifçe kaldırarak onu durdurdu.
"Ben hiçbir şey hissetmedim," dedim. "Ne ışık, ne başka bir varlık. O gece odadaydık ve dışarıda olanlardan haberimiz yoktu."
"Bizde odadaydık." Dedi Adrian araya girerek. "Aaron, Magnus ve ben. Gece geç saatte kadar muhabbet ettik sonra uyuduk."
"Ne güzel sanki sizi buraya uyumanız için göndermişiz gibi." Kral Joseph alayla konuştuktan hemen sonra sesini sertleştirdi. "Siz uyuduktan sonra işlenmiş olabilir net bir kanıtınız yok. Gece ruhu, cinayetle en kolay özdeşleştirilebilecek güçtür. Biz adaletin değil, olasılıkların peşindeyiz. Tetikte olmalıyız."
Aaron'ın yumrukları sıkıldı. "Ben kimseye zarar vermedim."
"Zarar vermek için niyet yeterlidir bazen," dedi Joseph. "Ve senin içinde, karanlık fazlasıyla kök salmış durumda."
O anda Serena, başını hızla kaldırdı. "Bu artık iftiraya giriyor. Delil yok. Yalnızca önyargılar."
Babasına bakmıyordu ama sesi babasına yönelmişti.
Kral Dominic, her zamanki ölçülü sesiyle konuştu. "Buraya yargı dağıtmaya değil, hakikati bulmaya geldik. Çocukları birbirine düşürmek, aradığımız çözüm değil."
Arkasından Kral Adam, okyanus kralı, usulca ekledi. "Daha fazla bilgiye ihtiyacımız var. Belki de gücün içindeki dengesizlik, bireylerden değil, sistemden kaynaklıdır."
Bir süre kimse konuşmadı. Sonunda, en beklenmeyen tepki Adrian'dan geldi.
"O silahı Aaron yapmıştı. Onu tanırım. Silahına dokunulmasından hoşlanmaz. Biri onu hedef aldıysa, bunu çoktan planlamıştır."
Gözleri babasına değil, Aaron'a çevrilmişti. Duru, açık ve netti. Bir savunma değil, bir inançtı bu.
Ylena ise biraz geriden, sesi çekingen ama duru bir biçimde ekledi. "Silahın kimde olduğunu gördünüz mü? Görgü tanığı var mı?"
Muhafız başını salladı. "Hayır. Görgü tanığı yok. Sadece silah ve iz."
Aaron olduğu yerde gittikçe daha çok geriliyordu. Hissettiği öfke gözlerinde alev alev yanıyordu ama kendini sakin tutabilmek için insan üstü bir çaba harcıyor olmalıydı.Göz göze geldik.
"Ben yapmadım," dedi tekrar. "İnanmak zorunda değilsiniz. Ama ben yapmadım."
Yüzümdeki ifadeyi kontrol edemedim. Kendime bile itiraf edemediğim o şüphe, gözlerime yansımış olmalıydı. Aaron, bakışlarını benden kaçırdı.
Kral Dominic araya girdi, "Henüz hüküm vermedik. Ama Aaron Velum, soruşturma süresince kısıtlı bölgelere erişim iznini kaybedecek. Güvenli alan dışına çıkamaz."
Aaron'ın çenesi kasıldı. Sadece başını eğdi. Babası, Kral Arthur, bir şey demedi. Ama yüzündeki ifade karanlıkta bir şeylerin şekil değiştirdiğini gösteriyordu.
Toplantı, hiçbir cevaba ulaşmadan sonlandı.
Ama herkes içten içe aynı soruyu soruyordu:
Silah Aaron'a aitti. Peki ya suçlu kimdi?
Toplantıdan sonra koridorlar daha da sessizleşmişti. Herkesin üzerine sinmiş bir soğuk vardı sanki sadece hava değil, birbirimize yaklaşma şeklimiz bile değişmişti. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Ama düşüncelerimiz çığlık atıyordu.
Dersliklere doğru yürürken, içimde tuhaf bir sızı vardı. Gerilim bedenimi kasmıştı. Başımı dik tutmaya çalışsam da omuzlarımda hala Joseph'in kelimelerinin yankısı duruyordu.
Dövüş sanatları dersi... En az ihtiyacımız olan şey buydu şu an.
Kapıyı açtığımızda içeri ilk giren Serena oldu. Ardından Aaron omuzları hâlâ dik, ama yüzü daha da gergindi. Mia hemen arkasından yürüdü, göz ucuyla bana baktı ama bir şey söylemedi. Adrian sessizce yanıma yanaştı. Magnus ile Ylena en arkada yürüyordu, ikisinin de adımları ölçülüydü. Gereksiz bir dikkatle sınıfa girdiler.
Salonun ortasında dairesel çizgilerle işaretlenmiş dövüş alanı duruyordu. Zemindeki semboller büyüyle güçlendirilmişti yaralanmaları önlemek için değil, saldırıları sınırlandırmak için. Herkesin bir noktada kontrolsüzleştiğini biliyorlardı demek ki.
Dersin başında Profesör Darren bizi sert bir bakışla süzdü. "Bugün çiftli dövüşler. Partnerinizi ben seçeceğim. Ruhlarınız birbirine nasıl tepki veriyor, görelim bakalım."
Aaron gözlerini bana çevirdi. Sanki önceden anlamıştı. Elbette ikimizi eşleştirecekti. O an sadece onunla değil, kendi içimdeki tereddütle de yüzleşecektim.
Eğitmen isimleri söyledi:
"Aaron ve Alyssa.
Serena ve Adrian.
Ylena ve Magnus.
Mia tek başına başlıyor, rotasyonla eşleşecek."
Kısa bir sessizlik oldu. Serena gözlerini devirdi, Adrian iç çekti. Ylena ve Magnus başlarını hafifçe eğerek birbiriyle selamlaştılar. Sessiz bir uyumları vardı.
Ama Aaron... Gözlerini gözlerime dikti. "Hazır mısın?" dedi kısık bir sesle.
"Hiç olmadığım kadar," dedim. Sesim yumuşak ama içim karmaşık. Ne kadarını saklayabiliyorsam artık.
Daireye çıktık. Herkes yerini aldı. Eğitmen başını salladı. "Başlayın."
İlk hamleyi o yaptı. Beklediğim gibi. Sert ama ölçülüydü. Sınırını bilerek saldırıyordu, ama içinde bir şey vardı bastırdığı bir öfke. Her adımıyla, her savunmasıyla onu hissedebiliyordum.
Savunmaya geçtim, sonra döndüm ve kendi hamlemi yaptım. Bileğimiz bileğe çarptı. Ruhlarımız temas etti. Işık ve gölge birbirine değdiği an, bir kıvılcım gibi içimden bir ürperti geçti. O da hissetmişti, gözleri hafifçe irkildi. Ama geri çekilmedi.
"Sen bana hâlâ inanmıyorsun, gözlerindeki şüpheleri görebiliyorum." dedi nefesinin arasından.
"Kanıtın yok," dedim. "Ama içimdeki bir şey seni koruyor. Bu yeterli mi bilmiyorum."
Yana kaçtı, sonra tekrar üzerime yürüdü. Ama bu sefer hızını kesti. Yorgundu. Öfkesinden değil, beklentisizliğinden.
Kulağıma eğilip, sadece benim duyabileceğim kadar kısık bir sesle fısıldadı: "Ben yapmadım, Aly. Bunu bir gün anlayacaksın. Ama artık her şey için çok geç olacak."
İçimden geçen tek şey şuydu: Umarım... çok geç olmadan.
Kenarda Serena ve Adrian dövüşüyordu. Serena'nın saldırıları keskin ama kontrollüydü. Adrian onu kışkırtmıyor, sadece karşılık veriyordu. "Sert vuruyorsun prenses" dediği anda Serena'nın kaşları çatıldı.
"Yeterince hayatta kalamadığın sürece, zarif olmak işe yaramıyor." dedi. Ama sesi öfkeyle değil, acıyla doluydu.
Ylena ve Magnus ise adeta bir dans sergiliyordu. Saldırı yoktu neredeyse sadece savunma ve ölçülü ataklar. Uyumları huzur vericiydi. O an düşündüm, belki de gerçekten ruhlar ruhları tanır.
Mia kenarda sırasını bekliyordu ama gözleri hep üstümüzdeydi. Özellikle benim üzerimde. Beni çözmeye çalışıyordu. Ya da anlamaya. Belki de sadece zayıf anımı kolluyordu.
Ders boyunca hiçbirimiz tamamen dövüşmüyorduk. Aslında savaştığımız şey karşımızdaki değil, içimizde büyüyen şüphelerdi.
Profesör Darren son raund için seslendiğinde içimizden bazıları rahat bir nefes aldı diğerleri ise daha da gerildi.
"Eşleşmeleri değiştiriyoruz. Yeni karşılaşmalar daha az konfor alanı, daha çok sınır zorlaması için."
Bakışlar kısa bir an için birbirimize çevrildi.
"Adrian ve Aaron.
Serena ve Magnus.
Alyssa ve Mia."
Adım anons edildiğinde bileklerim soğudu sanki. O ana dek üzerimdeki tüm bakışlar uzak bir merakla sınırlıyken, şimdi Mia'nın gözleri üzerime kazınıyordu. Dudaklarındaki o hafif kıvrım, alaycıydı. Çok uzun zamandır beklediği bir anmış gibi.
Aaron ve Adrian yan yana geçerken kısa bir an göz göze geldiler. Gerginlik, fizikselliğin ötesindeydi. Adrian'ın çenesi kasılmıştı, Aaron ise artık kelimeleri bir kenara bırakmış gibi görünüyordu. Sözle anlatılamayan bir hesaplaşma vardı aralarında.
Serena, Magnus'un karşısına geçerken başını hafifçe eğdi. Magnus aynı şekilde karşılık verdi. Ama bu kez Serena daha sertti. Onunla uyum içinde dövüşürken bile dizginlenmemiş bir enerji vardı içinde—kabul görmek ya da kontrolü elden bırakmamak arasında sıkışıp kalmış gibiydi.
Ben ve Mia...
Karşı karşıya geldiğimizde o gülümsedi. Zehirle ıslatılmış gibi bir gülümsemeydi bu.
"Sonunda baş başa kaldık." dedi sessizce. "Aaron'u kaybetmiş gibi görünüyorsun küçük ışık." Dedi kinayeyle.
"Hiçbir zaman sahip olduğum biri değildi" dedim. "Bu yüzden kaybetmedim. Ama senin için hâlâ bir hedef olması garip."
Gülüşü silindi. "Bir zamanlar benimdi. Gelecektede benim olacak."
Profesör Darren elini kaldırdı. "Başlayın."
İlk hamle Mia'dan geldi. Sertti, ama öfkesini kontrol etmeye çalışıyordu. Benden daha hızlıydı, ama dengesizdi. İçinde, beni alt etmekten çok bana zarar vermek isteyen bir taraf vardı. Ve bu onu zayıflatıyordu.
Savundum. Karşılık verdim. Ruhumun içindeki ışık kıvılcım gibi parladı. Onu sarsmasa da irkiltti. Mia geri çekildi.
"Ne zaman bu kadar parlamaya başladın?" dedi dişlerinin arasından. "Eskiden gölge gibi dolanırdın etrafta."
"Bazen karanlıkta parlayan tek şey, doğru zamanda kırılan bir sessizliktir," dedim. "Sen hâlâ ışığın sadece gösterişten ibaret olduğunu sanıyorsun."
Tam o anda arkamdan yükselen bir ses dikkatimizi dağıttı. Adrian'ın Aaron'la sertçe çarpıştığı bir anda dizlerinin üzerine çöktüğünü gördüm. Aaron onu itmişti ama Adrian geri çekilmemişti. Gözlerinde bildiğim bir şey vardı gururdan çok öfke.
Serena'nın sesi yankılandı aniden: "Aaron!"
Kafasını çevirdi, nefesi ağırdı. Gözleri Serena'ya kilitlendi. O anda Magnus Serena'nın kılıcını hafifçe kenara itti. "Kendini parçalamana gerek yok." dedi. "Ne için savaştığını hatırla."
Serena bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Ama içindeki fırtına, yüzünde duruyordu.
Ben, Mia'ya dönmeden önce bir an Aaron'un yüzüne baktım. Kalabalıkların ortasında bir başınalığın yansıması gibiydi o yüz. Güçlü ama yalnız. Kararlı ama kırılmış.
Mia'dan yeni bir saldırı geldi. Beklemediğim kadar sertti. Geri çekildim ama tökezlemedim.
"Beni küçümseme, Alyssa," dedi. "Bir gün ışığın kararacak. Ve işte o gün istediğim her şeyin sahibi olacağım."
Gülümsedim. Ama içimdeki kırılgan sessizlikle birlikte. "O gün gelirse umarım gerçekten ne kazandığını anlarsın."
O an eğitmenin sesi duyuldu: "Yeter!"
Herkes bir adım geri çekildi. Terli, yorgun ve duygularından taşmak üzereydi. Ama bu sadece bir ders değildi. Bu, kırılgan dengelerin çatladığı bir başlangıçtı.
Bu daha sadece ilk savaştı.
Ders bittiğinde hepimiz ter içinde ama kelimesizdik. Profesör Darren tek bir şey söyledi.
"Kendinize hakim olmayı öğrenmezseniz, en büyük düşmanınız karşınızdakiler değil, kendiniz olursunuz."
Ve o an, hepimiz içimizdeki karanlıkla kısa bir an için de olsa göz göze geldik.
✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨
Herkes biraz fazla gergin gibiiii
Lütfen düşüncelerinizi benimle paylaşın.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz.🩷
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |