
Selamm ben geldimm. Haydi kaldığımız yerden devam edelim.
Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayın.
İyi okumalar.
✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨
Gözlerimi açtığımda, ilk hissettiğim şey kemiklerimin içini sızlatan o uğultuydu.
Sanki bedenim değil, içimde bir şey uyanmıştı. Derinlerden gelen, kadim bir çağrının yankısı gibi. Hâlâ taşın bulunduğu o dairedeydim. Diğerleri başımda toplanmıştı ama hiçbirinin sesi net değildi. Serena'nın dudakları hareket ediyordu, Adrian'ın kaşları çatılıydı. Ama kelimeler, su altından geliyormuş gibi boğuk.
Taş hâlâ yerindeydi. Kıpırdamamıştı. Ama semboller... Semboller değişmişti.
İlk başta döngüseldi hepsi. Koruyan, mühürleyen, kilitleyen sembollerdi. Şimdi bazıları çatlamıştı. Çizgiler uzamış, kıvrılmış, şekil değiştirmişti. Sanki başka bir dile evrilmişlerdi. Daha eski, daha karanlık, bilinmeyen bir dile.
Ayağa kalkmaya çalışırken Serena kolumdan tuttu. "Sakin ol. Nefesin düzensiz."
"Ne oldu?" diye sordum.
Magnus cevap verdi. "Taşa dokunduğun anda semboller parladı. Sonra... değişmeye başladılar. Ve sen bayıldın."
"Aly neden sadece sen?" Ylena'nın sesi titrekti ama yargı dolu değildi. Korkuyordu, tıpkı benim gibi.
"Ben de bilmiyorum." Dedim dürüstçe. "Ama taş... beni tanıdı."
Serena fısıltıyla konuştu. "Taşlar sadece ruh varislerine tepki verir. Ve hepimiz ruh taşıyoruz."
O an herkes bana baktı. Ama bu kez gözlerimde suç değil, cevap arıyorlardı.
Aaron geri çekilmişti, yüzü gölgede kalıyordu. "Hepimiz ruh taşıyoruz, ama sende başka bir şey daha var."
Boğazım kurudu. Bunu söyleyen Aaron'du. Herkesten daha önce sezmişti.
"Bu taş bir kilitti," dedim. "Ama neyi mühürlediğini bilmiyoruz."
Magnus gözlerini sembollere dikti. "Ve şimdi o kilit kırılmaya başladı."
Adrian sessizce konuştu. "Bu ilk halkaydı."
Ve ben bir kez daha hatırladım. Olrian'ın sözlerini.
"Bazen inanç, bir kanıtla değil, cesaretle başlar."
Ama cesaretin bedeli vardı. Bu gece, ilk halkanın kırılmasıyla o bedel işlemeye başlamıştı.
Zemin altımızda ikinci kez titrediğinde hiçbirimiz hareket edemedik. Sadece birbirimize baktık. O anda, hepimiz aynı şeyi hissettik. Bu yer artık sadece taşlarla çevrili bir daire değil, uyanmakta olan bir şeyin kalbiydi.
"Alyssa," diye fısıldadı Adrian. "Bu şey... seni seçti."
"Seçmek değil," dedi Aaron, sesi buz gibi. "Sahiplenmek. Aradaki farkı anlamamız gerek."
İçim ürperdi. Hâlâ dizlerimin üzerinde, taşın birkaç adım ötesindeydim. Sanki uzaklaşmamı istemiyordu. Uğultu kesilmemişti. Kulaklarımda değil, kemiklerimdeydi. Kalbimdeydi. Ve o karanlık semboller bana tanıdık gelmeye başlamıştı.
"Hayır," dedim kendi kendime. "Tanımıyorum. Bu dil bana ait değil."
Ama kalbim başka bir şey söylüyordu. Bu taşın bana seslenme biçimi, Olrian'ın yankısına benziyordu. Sadece daha ilkel. Daha vahşi.
Serena, her zaman yaptığı gibi, ilk hareket eden oldu. Kılıcını çekti. "Burası artık güvenli değil. Gidiyoruz."
"Bekle," dedim. "Bunu profesörlere göstermek zorundayız ama önce... önce tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz."
Aaron, kollarını göğsünde kavuşturarak konuştu. "Bilmek için çok geç. Semboller zaten değişti. Mühür bozuldu. Sadece zaman kazanabiliriz."
Ylena başını salladı, sesi titriyordu. "Bu bir çeşit lanet olabilir. Ya da çağrı. Ama bu bizim üstümüzde değil."
O sırada Olrian, zihnimde konuştu. "Yeterince yakınlaştın."
Onun zihnime düşen sesi, diğer her şeyden keskin geldi. O an ayıldım. Ayağa kalktım, titreyerek.
"Gidelim," dedim.
Grup, sessizce daireden uzaklaşmaya başladı. Arkamdan gelen büyü titreşimini hissettim. Adrian taşın etrafına geçici bir mühür örmüştü. Belki işe yarayacaktı. Belki de sadece zamanı geciktirecekti.
Daxerra Akademisi'nin taş duvarları arasında yürürken kimse konuşmuyordu. Ayak seslerimiz bile yankılanmıyor gibiydi. Hepimiz, taşın bıraktığı sessiz yankıyı içimizde taşıyorduk.
Koridora ulaştığımızda Aaron yanıma yaklaştı. Yüzü hâlâ gergindi. Gözlerinde hem öfke hem endişe vardı.
"Bir daha," dedi, "taşa dokunmadan önce bizi uyar."
"Ben de ne olacağını bilmiyordum," dedim yorgun bir sesle.
Aaron başını eğdi. "Ama taş seni biliyordu. Ve bu... bu beni ürkütüyor."
Serena gözlerini ona dikti. "Bu hepimizi ürkütmeli. Çünkü Aly, bu işin merkezinde."
Magnus ilk kez konuştu. Sesi beklenmedik şekilde yumuşaktı. "Ama onun suçu değil. Eğer o dokunmasaydı, kimse taşın hâlâ aktif olduğunu bilemeyecekti."
"Taş yalnızca aktif değil," dedi Adrian. "Taş bekliyordu. Aly'i bekliyordu."
Durdum. O söz içime saplandı. "Beni mi bekliyordu?"
Ylena başını salladı. "Belki de sadece bir tetikleyiciydin. Ama neyin? Kim için?"
O an kalbim yeniden hızlandı. Sanki biri içimdeki sırra yaklaşınca, bedenim hemen alarm veriyordu. Damarlarımda yanan o garip sıcaklığı hissedebiliyordum. Taş beni tanımıştı.
Ama hangi tarafımı?
Hâlâ taşın yankısını üzerimizden atamamıştık ki, akademi binasından gelen aceleci ayak sesleri duyuldu. Müdür Hall ortaya çıktığında yüzündeki gergin ifade, bizi bekleyen şeyin sıradan bir uyarı olmadığını açıkça gösteriyordu.
"Hemen buradan ayrılmalıyız," dedi hızlıca. "Krallar yolda. Sembollerdeki kırılmayı hissettiler. Krallar acil bir toplantı başlatmak üzere. Ama seni—" bakışları doğrudan bana döndü, "—özellikle görmek istiyor."
İçim titredi.
Aaron hafifçe öne atıldı. "Bunu şimdi yapmaları şart mı?"
Müdür Hall'ın gözleri kısa bir an için Aaron'a döndü, ama cevaplamadı. Sadece bana baktı. "Alyssa. Hazır mısın?"
Değildim. Ama başımı salladım. "Evet."
Salonun ağır ahşap kapısı açıldığında içeride yoğun bir büyü titreşimi vardı. Bütün krallar oradaydı. Kral Joseph gözlerini üzerime dikmişti. Gözleri bir ceza yargıcının gözleriydi.
Kral Joseph ayağa kalktı. "Yaklaş."
Bir adım attım. Dizlerim hafifçe titredi ama geri çekilmedim.
"Sana soruyorum," dedi, sesi buz gibiydi, "o taşa ne yaptın?"
"Hiçbir şey," dedim dürüstçe. "Sadece dokundum."
"O taş binlerce yıldır mühürlüydü," dedi. "Ve şimdi içindeki mühür kırılıyor. Sadece bir dokunuşla? Bunu açıklayabilir misin?"
Aaron bir adım öne attı. "O ne olduğunu bilmiyordu. Kimse bilmiyordu."
Kral Joseph, Aaron'a göz bile atmadı. Sadece elini kaldırdı. Havadaki büyü anında hissedildi. Güçlüydü. Keskin. Karanlıkla flört eden bir büyüydü bu.
"Gerçeği duymak istiyorum," dedi. "Kendin bile bilmiyorsan, ben bulurum."
Bir anda, bedenimin içi buz gibi oldu. Joseph, büyüyü üzerime yönlendirmişti. Zihnimin en derinlerine inmeye çalışan bir ok gibiydi bu. Direnmeye çalıştım ama gücü eziciydi. Gözlerim karardı. Geri çekilmek istedim ama ayaklarım beton gibi yere çakılmıştı.
Serena aniden öne fırladı. "Yeter! Bu bir sorgulama değil, işkence!"
"Geri çekil," dedi Joseph, ama Serena dinlemedi.
Adrian da yanımda belirdi. "Onun suçu yok. Onun ruhunu zorla açmak neyi kanıtlayacak?"
"Bir şeyi saklıyor," diye hırladı Joseph. "Ben göremesem bile... içinde başka bir yankı var."
Gözlerim kararmaya başlamıştı. Joseph'in büyüsü zihnimde yankılanırken içimde başka bir şey uyanıyordu. Olrian'ın sesi uzaktan, sanki boğuk bir tonda zihnime düştü:
"Dayan. Beni çağırma. Henüz değil."
Ve o an bir şey fark ettim. Taş sadece mühürlü bir kapı değildi. Bir ayna gibiydi. İçime tuttuğu bir ayna. Ve içimdeki şey sadece bana ait değildi.
Joseph'in büyüsü üzerime yüklenmişti. Zihnimde yankılanan uğultu, sanki binlerce kapının aynı anda zorlandığı bir çığlık gibiydi. Ayakta zor duruyordum. Ylena ve Adrian bir adım öne atılmış, ama Joseph'in büyüsünün yoğunluğu adımlarını tamamlamalarına izin vermiyordu.
"Yeter," dedi Serena dişlerinin arasından. "Yapma bunu. Aly bir tehdit değil."
Joseph gözlerini kısmış, yüzünde neredeyse bir takıntı halini almış inatçılık vardı. "Onun içinde bir şey var. O semboller sıradan değil. Sadece bir dokunuşla kırıldıysa, bu bir işaret. Ve ben bu işareti görmezden gelemem."
O an, bir başka büyü titreşimi odayı doldurdu.
Kapının bulunduğu yöne çevrildi tüm bakışlar.
Işık Kralı Andrew, yavaş adımlarla içeri girdi. Üzerinde ışık işlemeli sade bir cübbe, gözlerinde ise alışılmışın dışında bir ciddiyet vardı. Konuştuğunda sesi, Joseph'inki kadar sert olmasa da tartışılmaz bir otorite taşıyordu.
"Yeter, Joseph. Ne yapmaya çalıştığının farkındayım."
Joseph ona döndü, sesi neredeyse tısladı. "Senin soyundan gelen biri yüzünden mühür bozulduysa, buna kayıtsız kalamam."
Andrew'un yüzünde belli belirsiz bir kırılma oldu. "Alyssa benim soyumdan gelmiyor. Onun varlığı bile, Malasal soyuna yapılan bir ihaneti simgeliyor sana göre, öyle değil mi?"
Odadaki hava kesilmiş gibiydi. Joseph cevap vermedi. Ama gözlerini benden çekmedi.
Kral Andrew devam etti. "Yine de şunu unutma Alyssa Daxerra'nın bir öğrencisi. Şu an burada bir kral değil, akademinin vesayetini koruyan bir muhafız gibi konuşmalısın."
Serena başını eğdi, bana göz kırpar gibi bir bakış attı. Ardından konuştu. "Hepimiz neler olduğunu sorgulayabiliriz. Ama onu bu şekilde kırmak bize zarar verir. Aly bir tehdit değil."
Aaron tek kelime etmemişti. Yüzü ifadesizdi, ama bakışları Joseph'in elinden çıkan büyüyle benim üzerimde oluşturduğu etkileri dikkatle izliyordu.
Kral Andrew, nihayet Joseph'e yaklaştı. "Bırak. Şimdi değil."
Joseph'in elleri titredi, ama büyüyü çekti. Omzunu silker gibi yaptı ve arkasını dönerek ağır adımlarla toplantı odasından çıktı.
Gittiğinde, içimdeki baskı azalmaya başlamıştı. Yine de dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi.
Adrian sessizce yanıma yaklaşıp kolumdan tuttu. "İyi misin?"
"Henüz değil," dedim fısıltıyla. "Ama ayaktayım."
Kral Andrew bana doğru geldi. Yüzü yumuşaktı ama kararsız bir sessizlik vardı gözlerinde.
"Bazı sorular zamanla cevabını bulur, Alyssa," dedi. "Ama bu süreçte senden beklenen tek bir şey var, kendine sadık kalman. Ne olduğuna değil, kim olduğuna tutun."
O an Aaron başını çevirdi, ama yine bir şey söylemedi. Bakışlarımız bir an için kesişti. Onun gözlerinde bir soru vardı. Ama cevap bekleyen değil, cevaplardan korkan bir soruydu bu.
Ve ben hâlâ o taşa neden böyle tepki verdiğimi bilmiyordum. Ama bir şeyin başladığını hissedebiliyordum. İçimde büyük bir korku filizleniyordu. Bir şey uyanıyordu.
Toplantı odasından çıktığımda ayaklarım hâlâ titriyordu. Koridorlar, her zamanki gibi sessizdi ama bu sessizlik artık huzur değil, gerilim taşıyordu. Duvarlar bile olanları duyup susmuş gibiydi.
Herkes yavaş yavaş dağılmıştı. Aaron'un gidişine takılmıştı gözlerim, hâlâ benimle konuşmamıştı. Bakışlarındaki o mesafe içimde başka bir yarık açıyordu. Aramıza giren bu yüksek duvarların mimarı ben olsamda...
Adrian bir süre yanımda yürüdü, sonra sessizce omzuma dokundu. "İstersen seni odana kadar götüreyim."
Başımı iki yana salladım. "Yalnız kalmam gerek."
Anladığını belli eden bir ifadeyle sadece başını salladı. Ardından benden uzaklaştı. Yalnız kalmak istemem onun için yabancı bir istek değildi.
Ama bu sefer yalnız kalmam belki de doğru değildi.
Adımlarım beni akademinin kuzey kulesine götürdü. Kimsenin sık uğramadığı bir yerdi. Merdivenler rüzgârla inliyordu. Tepedeki terasa çıktığımda gökyüzü puslu griydi, güneş belirsizdi. Ama rüzgâr sertti.
Duvardan destek alarak yere çömeldim. Taşa dokunduğum andan beri içimde bir şey değişmişti. İçimde ikinci bir kalp varmış gibi atıyordu. Bazen o atış benimkine karışıyor, bazen kendi ritminde ilerliyordu. Olrian ise sessizdi. Onun huzur dolu varlığı, ilk kez bu kadar uzak hissediliyordu.
"Olrian?" diye fısıldadım zihnimde.
Cevap geldi ama çok geç ve çok zayıftı. "Buradayım. ama sanki yankılar arasında sıkışıyorum. Seni duymakta zorlanıyorum."
İçim ürperdi. Olrian hiç bu kadar güçsüz konuşmamıştı. "Ne oluyor bize?"
"Bir perde var artık. Görmediğim bir karanlık ve bana ait değil. Korkma, sakın. Çözeceğim. Sadece biraz zaman gerek."
Tam o anda, bedenimin içinden bir fısıltı yükseldi. Sesim değildi. Olrian'ın da değildi. Ama oradaydı.
"Zayıf ışık, daha kolay yönlendirilir. Karanlık ise sabırlıdır."
Gözlerimi fal taşı gibi açtım. Yerimden sıçramıştım. Ama etrafımda kimse yoktu. O ses dışarıdan gelmemişti. Zihnimdeydi. Ama oraya ait değildi. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Titreyen ellerimi yumruk yaparak sıktım.
"Elini... bir kez daha uzat. Gerçeği göstereceğim," dedi ses tekrar. Bu kez daha netti.
"Hayır," dedim, yüksek sesle. "Sen kimsin?" Cevap gelmedi.
Olrian, paniklemiş gibiydi. "O seni çağırıyor. Ama sen onu çağırmadın. Bu senin kontrolünde değil, Alyssa. Dikkatli ol."
"Kim o?" dedim. "Neden ben?" Olrian sessiz kaldı. İlk defa bir cevabı yoktu.
Kendimi geri çektim, ama kalbim delicesine atıyordu. İçimdeki ikinci nabız, sanki zafer kazanmış gibiydi. Bir adım atmıştım. Geri dönüşü olmayacak bir adım. Ve karanlık... sabırla izliyordu.
Rüzgârın sesi kesilmişti. Kafamda hâlâ yankılanan o fısıltılar arasında neyin gerçek neyin hayal olduğunu ayırt etmeye çalışıyordum. Tam ayağa kalkmış, kulenin taş duvarına sırtımı yaslamıştım ki, adımların sesi yankılandı merdivenden.
Gecenin serinliği kemiklerimin arasına sızmıştı. Akademi'nin arka bahçesine açılan küçük taşlı yolda yürürken ayak seslerim yankılanıyor, ama kendi iç sesim kadar gürültülü olamıyordu. Ne düşündüğümü bilmiyordum.
Sanki düşünmüyordum da sadece batıyordum. İçimde bir şey giderek ağırlaşıyor, her adımda beni biraz daha yere çekiyordu.
Freya'nın beni bulması uzun sürmemişti. Sanki nereye gideceğimi tahmin etmişti. Her zamanki gibi. Sessizce yanıma geldi. Konuşmadı, bir şey sormadı.
"Beni burada nasıl buldun?" dedim, kendi sesime şaşırarak. Düşündüğümden daha yorgun çıkmıştı.
Gülümsedi, ama kısa sürdü o gülümseme. Sonra bakışları geceye döndü.
"İnsanlar kaos gördüğünde ya saldırır ya da geri çekilir," dedi alçak sesle. "Sen uzaklaşmayı seçenlerdesin. Çevredekiler gibi." Yutkundum. Cümle boğazıma düğümlendi.
"Ama bu onların seni sevmediği anlamına gelmez."
Başımı çevirip ona baktım. Yüzü ifadesizdi. Konuşurken hiçbir yerinde dalgalanma olmuyordu. Ama kelimeleri, zihnimde sarsıntılar yaratıyordu.
"Sadece insanlar korkar, Aly. Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar. Korktukları zaman da güvenliklerini tehdit eden şeylerden uzak dururlar. Bazen bu bir düşman olur, bazen sevdikleri biri. Bazen de kendileri."
Ne demek istediğini hemen anladım. Ve anlamak canımı yaktı. "Aaron da mı böyle sence?" dedim. Sesim, gecenin tenine değen bir çizik gibiydi. "O da mı kendini korumaya çalışıyor sadece?"
Freya gözlerini bana çevirdi. Bu kez çok netti bakışı. "Aaron çok güçlü. Ama gücünü doğru yönetebilen biri değil. Güvenmesi onun için her zaman zayıflık sayıldı."
"Ben ona güvenmeye çalışıyorum," dedim.
"Ve o?" Freya'nın sesi değişmemişti. Hâlâ yumuşaktı. Ama sorunun keskinliği içimi oymaya başlamıştı.
"Bilmiyorum."
Freya sessiz kaldı bir süre. Sonra bir taş parçasını eğilip yerden aldı, parmaklarının arasında döndürmeye başladı. Parlak değildi. Sıradan bir taştı. Ama o taşın bile içinde sakladığı bir ağırlık vardı.
"Sence bir taş neden çatlar?" diye sordu birden.
Soruyu anlamam biraz sürdü.
"Çok baskı altında kaldığında ya da içine sızan bir şey onu içeriden kemirmeye başladığında," dedim.
Freya başını salladı. "Ya da her ikisi birden. Bazen taş dışarıdan hiç zarar görmeden içindeki bir çatlakla parçalanır. Çünkü en büyük baskı, içeridedir."
Bana döndü. "Sen de öylesin. Dıştan güçlüsün. Ama içindeki şeyin baskısı seni zorluyor."
"İçimde ne olduğunu bilmiyorum," dedim.
"Belki," dedi Freya. "Ama hissettiğini inkâr edemezsin."
Haklıydı. Onu ilk kez duyduğum andan beri içimde bir yankı taşıyordum. Ne adı vardı ne şekli. Ama oradaydı.
Freya yanımdan kalktı. Beni bir kez daha baştan aşağı süzdü. Sonra gözlerini gökyüzüne dikti.
"Bazı şeyleri anlamak zaman alır. Bazılarıysa sadece yaşanarak çözülür. Ama şunu unutma, Aly."
Dönüp yüzüme baktı. "Ne olursa olsun, kimse seni senden daha iyi tanıyamaz. Onlar kararlarını verdiklerinde senin sesin çıkmazsa, kimse senin yerine konuşmaz." Yavaşça yürümeye başladı.
Seslenmek istedim ama kelimeler ağzıma takıldı.
Saatlerce oturdum. Rüzgârın çıkardığı uğultuluyu dinledim ve tenimi okşamasına izin verdim. Tenim soğumuştu ancak içim yanıyordu. Hissettiğim korku midemin kasılmasına sebep oluyordu. Bilinmeyen her zaman korkuturdu. Benim hayatımda ise hiçbir şeyin nedeni bilinmiyordu.
🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌙
Nefesim ağırlaşmıştı. Karanlık bir boşluğun içinde, ayaklarımın altına bastığım hiçbir şey yoktu. Zemin yoktu. Gökyüzü yoktu. Işık yoktu. Ama ben vardım. Ve bir ses çok uzaktan yankılanan bir uğultu gibi. Beni çağırıyordu.
'Alyssa...'
Ses, rüzgar gibi içimde süzülüyordu. Tanımadığım ama korkutucu şekilde tanıdık bir tınısı vardı. Derin, kadim, boğuk. Her hecesi bedenimin bir yerinde yankılanıyordu.
İleriye yürümeye çalıştım ama adım atacak yer bulamıyordum. Boşluk her yanıma sarılmıştı. O an, parmak uçlarımda bir sıcaklık hissettim. Sanki biri elime dokunmuştu. Başımı çevirdiğimde, kendi elimde bir ışık parıldıyordu.
Ama bu benim ışığım değildi.
Parmaklarımın arasından sızan ışık beyaz değil, solgundu. İçinde altın değil, gri kıvılcımlar vardı. Kararsız, titrek, nereye ait olduğunu bilemeyen bir ışık. Ve bu ışık avucumdan yükselirken, gökyüzü aniden açıldı.
Yukarıda devasa bir göz açıldı. Karanlığın içinden yavaşça aralandı. Hiçbir canlıya ait olamayacak kadar büyük, ama fazlasıyla bilinçli bir göz.
Simsiyah bir irisin ortasında kan kırmızısı bir nokta yanıyordu. Göz beni izliyordu.
O an ayağımın altında zemin belirdi. Taştan bir alan, gri sembollerle işlenmiş. Adımımı atar atmaz taş çatladı. Sanki varlığım bile burayı rahatsız etmişti. Taşta dövmeye benzer desenler belirdi. Ama tanıdık değildi. Bu semboller Olrian'ınki gibi kutsal değildi, daha ilkel bir şeye aitti.
Birden karşıma biri çıktı. Yüzünü göremiyordum ama gölgesi ürkütücüydü. Benden uzun, ince, ama kesinlikle insansı değil. Gözleri yoktu. Ama beni görüyordu. Ağzı yoktu. Ama konuşuyordu.
"Beni çağırdın," dedi.
"Hayır," dedim, geri çekilirken. "Ben kimseyi çağırmadım."
"Beni uyandıran sen oldun. Kanında taşıyorsun. Ruhunun gölgesinde beni barındırıyorsun. Işık seni koruyor. Ama ben seni tamamlıyorum."
Bedenim donmuştu. Işık sönmeye başladı elimde. Gri kıvılcımlar siyaha döndü. Kalbim göğsümde hızla atarken, bir yandan da içimde bir sessizlik yayılıyordu. O sessizlik Olrian'ın sesini bastırdı.
"Kim... kim olduğunu bilmiyorum," dedim.
"Henüz değil. Ama öğreneceksin. Çünkü ikinci halka kırıldığında, bana ait olan geri gelecek. Senin aracılığınla."
Semboller zeminde parlamaya başladı. Taşların arasından siyah bir pus yükseldi. Gözümde anlık bir görüntü belirdi Akademinin bahçesi ve yerde yatan kanlar içinde biri. Kadraj kaydı, yere çömelmiş bir figür.
Ben.
Ellerim kana bulanmış. Ama ne ağlıyordum ne bağırıyordum. Sadece bakıyordum.
"Bunun olmasına izin vermem," diye fısıldadım.
Karanlık varlık ileri adım attı. "Artık seçim sana ait değil. Ruhun bölündü. Beni içeri sen aldın."
Arkamdan başka bir ses duyuldu. Bu tanıdıktı.
Olrian'ın sesiydi. Karanlığın içinden yükseldi, bir öfke ve korku karışımıydı.
"Uyan Alyssa. Bu gerçek değil. Sana ait olmayan bir şeyle konuşuyorsun. Onu kov."
Ama başaramadım. Bedenim yerinde kilitlenmişti. Ayaklarım artık benim değildi. Gözlerim, o devasa göze kitlenmişti.
"Kim olduğumu hatırladığında," dedi o yabancı varlık, "bizi ayıran çizgi kalmayacak."
Sonra, birdenbire her şey çöktü. Gök gürledi. Yüzü olmayan o gölge üzerime çöktü. Taşlar kırıldı. Gözlerim kapandı.
Ve uyandım.
Soluk soluğaydım. Yatağımda doğruldum. Ellerim titriyordu. Parmak uçlarım hala sıcaktı. Kalbim her atışında göğüs kafesimi zorluyordu. Aldığım nefes yetersiz geliyordu. Gözlerimi sıkıca kapattarak sakinleşmeye çalıştım. Kendime fısıldadım. 'Bu sadece bir kabus...'
Tam o anda, gecenin o vaktinde, penceremin dışında bir çığlık yükseldi.
✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨
Aly bu işin sonunda delirecekmiş gibi... kızımın çok üstüne gidiyorsunuz.
Lütfen düşüncelerinizi benimle paylaşın.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz.🩷
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |