22. Bölüm

20. Bölüm

zeynep aslan
zeyneepaslann

Herkese selamlar ben geldimmm.

 

Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayın.

 

İyi okumalar.

 

 

 

 

✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨

 

 

Toplantı salonunun dev kapıları yavaşça açıldığında içeriye soğuk bir sessizlik sızdı. O sessizlik, yalnızca kayıpların değil, herkesin içinde sakladığı korkuların yankısıydı. Mia'nın ölümünden bu yana, kelimeler ağır, bakışlar suçlamaydı.

 

Salona ilk adım atan ben oldum. Serena, Ylena, Magnus, Adrian, Aaron arkamdan içeriye girdiler. Ardımızdan Müdür Hall ve üç profesör girdi. Damon, Aria ve David. Krallarsa zaten yerlerini almıştı. Taçların altındaki gözler, artık sadece hükümdarların değil, sorgulayıcıların gözleriydi. Bu koca salonda beni rahatlatan tek bir kişi vardı. Dayım.

 

Kral Joseph'in bakışları ilk benim üzerimde durdu. Sertti. Buz gibiydi. Her zamanki gibi.

 

"Soruşturmanın merkezinde bir isim var," dedi tok bir sesle. "Ve o hâlâ aramızda."

 

Dayım yerinden doğruldu. "Bu tür ithamları, açık kanıt olmadan dile getirmek senin seviyene yakışıyor mu Joseph?"

 

Joseph burun kıvırdı. "Kızın ruh taşıyla teması rastlantı değil. İki cinayetten sonra onun parmak izleri hâlâ ortalıkta dolaşıyor."

 

Serena öne çıktı. "Mia hepimizin arkadaşıydı. Aly'nin ne kadar üzgün olduğunun farkında değil misiniz? Sadece görmüyorsunuz, görmek istemiyorsunuz."

 

"Duygusal yaklaşımlar gerçeği değiştirmez," dedi Joseph. "Semboller... taş... Alyssa'nın bağlantısı reddedilemez."

 

Müdür Hall devreye girdi. "Semboller hâlâ çözülememiş bir büyü sistemine dayanıyor. Elimizde onları Alyssa'nın çağırdığına dair bir kanıt yok."

 

Ama bu söz Aaron'u öfkelendirmiş gibiydi. Oturduğu yerden aniden kalktı.

 

"Ben o sembolleri gördüm," dedi kararlı bir sesle. "Aly orada olduğunda çalıştılar, evet. Ama Aly hiçbir şey yapmadı. Sadece oradaydı. Hepimiz gibi."

 

Joseph gözlerini Aaron'a dikti. "Sen de son zamanlarda çok koruyucu oldun, Gece Ruhu varisi. Yoksa sen de mi tarafını seçtin? Oysa bir süre önce bu odada yargılanan senken o, sesini çıkarmamıştı."

 

Aaron'ın çenesindeki kaslar gerildi. "Ben taraf değilim. Ama gözümle gördüğüm birini, bilmediğiniz şeyler yüzünden kurban ettirmem."

 

O an ben nefes alamadım. Aaron'a baktım. Ama o benimle göz göze gelmedi. Belki de hâlâ kırgındı. Ama beni yalnız bırakmıyordu. Herkese, her şeye rağmen oradaydı.

 

Ylena fısıltıyla konuştu: "Ama biz de hedefiz, Aly. Katilin amacı bu olabilir. Sizi merkeze yerleştirip hepimizi zayıflatmak."

 

Bu söz bir bıçak gibi saplandı. Kimseden ses çıkmadı. Sessizlik gerilimi daha da büyüttü.

 

"Yeter artık," dedi Kral Andrew. Ayağa kalkarken sesi tok ve öfkeliydi. "Bu çocuklar bir savaşın ortasında. Dört kişi öldü! Ama siz hâlâ birbirinizi suçlamakla meşgulsünüz."

 

Profesör Aria ağır ağır konuştu. "Bir şeyler çağrılıyor. Ve bu semboller, bilinen hiçbir ruh diline ait değil. Bu, varislerin değil, bizlerin sorumluluğunda büyümüş bir kötülük."

 

Profesör David ekledi. "Ve bu kötülük Alyssa ile başlamadı. Ama belki onunla açığa çıktı."

 

O an gözler bana döndü. Bakışlar yargılamıyordu ama her biri yanıt arıyordu.

 

Ayağa kalktım. Sesim titremiyordu ama içim darmadağındı. "Ben bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Sadece... bir ses beni çağırıyor. Rüyalar, taş, semboller... hepsi üst üste geliyor. Ama ben kimseye zarar vermedim. Vermem."

 

Joseph alayla başını salladı. "Henüz."

 

Dayım yumruğunu masaya indirdi. "Yeter!"

 

Gümleyen ses, taş duvarlarda yankılandı. Sonra sessizlik.

 

Tam o sırada...Bir ses duyuldu. Zemindeki taşlardan biri hafifçe titreşti.

 

Sıradan bir şey gibi görünse de, salondaki herkes sessizleşti. Gözler salona dağılmış muhafızlara çevrildi. Biri... hareket edemiyordu.

 

Gözleri boşluğa sabitlenmişti. Diğerlerinden farklıydı. Elinde hâlâ parlayan, küçücük bir mühür taşı vardı. Ama o mühür... sönmemişti. İçinden morumsu bir aura yükseliyordu.

 

"Muhafız... sen, iyi misin?" diye sordu Profesör David. Ancak cevap alamadı.

 

Sadece bir fısıltı geldi dudaklarından.

"Zel'karan... Elorith... Lathen'dar..."

 

Büyü dilinde bir şey söylüyordu. Ama kelimeler tanıdık değildi. Eskiydi. Ruhların bile unuttuğu bir dildenmiş gibiydi. Taş duvarlar sanki nefes aldı. Tavandaki kristal lambalar bir anlığına titredi.

 

"DUR!" diye bağırdı Profesör Damon. Ama çok geçti.

 

Muhafız gözlerini bana çevirdi. Gözbebekleri tamamen kararmıştı. Beyazı yoktu. Sadece sonsuzluk gibi görünen bir karanlık. Tek bir kelime daha döküldü dudaklarından. "Zel'nareth."

 

Ve sonra...Birden bire hançerini çıkardı. Parıltısız, siyah taşlı, kabzası kanla lekelenmiş bir bıçak. Elini hiç titretmeden boğazına dayadı.

 

O an ayağa fırlamak istedim ama ayaklarım sanki toprağa gömülmüştü. "İkinci halka açıldı," dedi.

 

"Ve anahtar burada."

 

Ve gözü hâlâ bendeyken, kesik bir sesle kendi boğazını kesti. Kan fışkırdı. Boynundan taş zemine yayıldı. Sanki bir nehir gibiydi. Ama bu sıradan bir kan değildi.

 

Taşın üstüne yayıldıkça şekil aldı.

 

Semboller.

 

Kadim dil. Kıvrımlı çizgiler. Spiral halkalar. Üç ayrı merkez. Her biri farklı renkte yanıyordu: mavi, mor, ve siyah.

 

Ve o üç sembolün tam ortasında... bir göz.

 

Bir sembol değil. Gerçek bir göz gibi. Ama fiziksel değil. Ruhsal. Bana bakıyordu. Beni... izliyordu.

 

Aria soluğunu tuttu. Elinde tuttuğu kristal taşlar yere düştü. David diz çöküp sembollere baktı.

"Bu... bu büyü yasaktı. Bu bir çağrıdır. Bu bir kapı."

 

Damon yere çizdiği koruma çemberini hızla aktive etti. Muhafızın bedeni külle dönüşmeye başlamıştı. Geriye sadece semboller kalıyordu. Ve... o göz.

 

O GÖZ HÂLÂ ORADAYDI.

 

Aaron yanıma geldi, kolumu çekti. "Bakma ona!"

 

Ama geç kalmıştım.

 

Zihnimde bir ses yankılandı. "Son halka yaklaşıyor. Ve sen, Işık, üçüncünün yıkılışına tanıklık edeceksin."

 

Dayım öfkeyle haykırdı. "Siz çocukları suçlarken karanlık burnumuzun dibine kadar girmiş!"

 

Joseph ilk defa konuşamadı. Bakışı korkuya dönmüştü. Andrew ise ayağa kalktı, sesi titremiyordu ama gözleri buharlaştı.

"Bu... bu Ruhlar'a ait değil. Bu daha eski. Bu unutturulmuş olan."

 

Aaron bana döndü. "Senin suçun değil," dedi.

Ama sesi bu kez farklıydı. Sadece bana değil, herkese söylüyordu.

 

"Bu, bizim anlayışımızın dışında bir savaş. Ve o savaş Aly'nin bedenine dokunmuş olabilir. Ama onu tanımadan karar veremezsiniz."

 

Ayakta duruyordum ama içimdeki her şey paramparça olmuştu. Sanki o sembollerden biri, içime kazınmıştı.

 

Salonda yankılanan çığlıklar, fısıltılar, emirler... hepsi birbirine karıştı. Bir uğultu hâlinde zihnime doldu. Olrian'ın sesi bile sessizliğe gömülmüştü. Ve göz... o göz hâlâ zihnimin kıyısında, beni izliyordu.

 

Bir adım geri attım. Nefesim daralıyordu. Ellerimi istemsizce boğazıma doğru götürdüm. Yutkundum, ama boğazımda sanki cam parçaları vardı. Aaron'un bana doğru yaklaştığını gördüm ama beklemeden döndüm. Kimsenin beni tutmasına, sorgulamasına, acıyan gözlerle bakmasına dayanamazdım.

 

Koşmadım.

 

Ama hızlı yürüdüm. Ayaklarım beni nereye götürüyorsa oraya bıraktım kendimi. Taş koridorlar boyunca ilerledim. Soluk duvarlar bana yaklaşmıştı sanki, gölgeler büyüyordu. Hava ağırdı, nefesim içime değil, üzerime çöküyordu.

 

Bir kapıdan geçtim. Ardından bir başka merdiveni tırmandım. Ve kendimi en üst kattaki terasa attım.

 

Güneş bütün ihtişamıyla parıldıyordu. Terasın kenarına yürüdüm. Rüzgâr saçlarımı yüzüme çarptı, gözlerimi sulandırdı. Ama ağlamadım. Ağlamaya bile hâlim yoktu. Yalnızdım.

 

Düşüncelerim ses olmuştu sanki, "İkinci halka açıldı." "Sen çağırdın." "Anahtar sensin." diyorlardı.

 

Hayır ben bir şey çağırmadım. Ben sadece oradaydım. Herkes gibi.

 

Ama herkesin gözleri üzerimdeydi. Her adımımda, sanki gözlerinin içine semboller kazınıyordu insanların. Herkes benden bir şey bekliyordu. Cevap. Suç. Savunma. Ve ben hiçbirine sahip değildim.

 

"Senin suçun değil." Aaron'ın sesiydi bu. Ama yankıydı sadece. Geri dönmeye cesaret edemeyen bir yankı.

 

Gözlerimi kapadım. Rüzgâr yüzümde gezindi. Soğuk değildi, keskin değildi. Sadece boşluk gibiydi.

 

"Aly."

 

Olrian'ın sesi içimde yankılandı. Sakin, ama sert.

 

"Saklanamazsın."

 

"Ben saklanmıyorum." dedim içimden. "Kaçmıyorum da. Sadece anlamaya çalışıyorum."

 

"Kendini anlamadan bu soruları çözemezsin."

 

İçimde bir şey titredi. Sonra arkadan ayak sesleri duydum. Aynı adımlar. Her seferinde içime işleyen. Her gelişinde, kalbimin ritmini bozan.

 

Aaron. Yanıma geldiğinde konuşmadı.

 

Sadece yanımda durdu. Omzunu omzuma değdirmeden, ama varlığını hissettirecek kadar yakında.

 

Dakikalarca suskunluk içinde gökyüzüne baktık. Işık gözlerimizi kamaştırırken, Aaron konuştu.

 

"O göz hâlâ seni izliyor, değil mi?"

 

Başımı çevirmeden başımı salladım. Gözlerim hâlâ gökyüzündeydi.

 

"İçimde," dedim. "Gözümde değil. Kalbimde değil. Ama içimde bir yerde."

 

Aaron derin bir nefes aldı. "O semboller sanki seninle konuşuyor. Diğerlerinden farklısın. Belki en çok da bu yüzden seni suçlamaya bu kadar hazırlar."

 

"Ya gerçekten suçlu bensem?" diye fısıldadım. "Ya bilmeden çağırdığım bir şey başımıza gelen her şeyin sebebiyse?"

 

Aaron sonunda döndü. Gözlerini bana dikti. O sert, mesafeli, temkinli bakışın yerini bu kez açık bir kırgınlık ve yorgunluk almıştı.

 

"Hiçbir şey bilmezken mühürlü bir kapıyı aralayamazsın, Alyssa. Yapabilecek olsan bile yapmazdın. Sana hâlâ kızgınım, kırgınım. Ama senin bir suçun olmadığını biliyorum. Keşke sen de aynı güveni bize karşı hissedebilseydin."

 

Bir adım geri attım. "Yalnızdım." dedim. "Siz bir grupsunuz. Ben sadece aranızda bir yabancıydım."

 

"Sen hiçbir zaman yabancı değildin." dedi.

"Ama sen kendini uzak tuttun. Ve şimdi bu, bizi parçalamaya çalışıyor."

 

Aaron'un sesinde öfke yoktu. Suçlama da yoktu. Sadece kırgınlık. Hak edilmiş bir kırgınlık.

 

Ben gözlerimi yere indirdim. "Bilmiyordum nasıl yaklaşacağımı. Güçlerim yoktu. Sadece geçmişim vardı. O da bana bir yükten başka bir şey sunmadı."

 

Aaron elini uzattı. Omzuma değil, yanımda boşluğa.

"Biz hepimiz kırıldık. Ama bu savaş yalnız kalırsan seni yutar. Ve ben Aly senin yutulmanı istemiyorum."

 

İçimde bir şey kıpırdadı. Ağlamadım. Ama içimde biriken, kelime olamayan duygular kalbimi sıktı.

 

Birlikte gökyüzüne baktık yeniden.

 

Güneş hâlâ oradaydı. Tanıklık ediyordu her şeye. Ve ben onun ışığında kendimi ilk kez biraz daha net hissediyordum.

 

 

🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌙

 

Güneş, Daxerra'nın yüksek duvarlarının ardından çekilirken, taş arenanın yüzeyine kıpkızıl bir ışık dökülüyordu. Gölgeler uzamış, sessizlik ağırlaşmıştı. Ayak seslerimiz bile yankı yapmıyor, havadaki enerji her şeyin üzerine çökmüş gibiydi. Kalbim tam göğsümün ortasında, kaburgalarımı zorlayacak kadar hızlı atıyordu. Burnumun ucunda, gökyüzünde yankılanmaya hazırlanan bir çarpışmanın tınısı vardı.

 

Karşımda Aaron vardı. Gece kadar siyah, soğuk ve ulaşılmaz duruyordu. Üzerinde hiçbir zırh yoktu ama ben onun her zaman dikenlerle çevrili olduğunu biliyordum. Gözleri bana kilitlenmişti. Ne öfke vardı bakışında, ne affediş. Sadece... boşluk. Ve belki çok derinlerde gizlenmiş, bana bile göstermediği bir sarsıntı.

 

"Hazır mısınız?" diye sordu Profesör Damon. Sesi ciddiydi, hatta alışılmadık biçimde yumuşak. Belki aramızda kopacak şeyleri hissetmişti.

 

Hiçbirimiz cevap vermedik. Ama göz göze gelişimiz, suskun bir anlaşmanın damgasıydı.

 

İlk hareket ondan geldi.

 

Aaron'un gölgesi yere uzandı, sonra kıvrılarak şekil değiştirdi. Karşıma doğru yükselen siyah bir alev gibi geldi. Refleksle parmaklarımı ileri uzattım. Işık içimde titreşti, damarlarımda bir dalga gibi yayıldı. Elimden fırlayan parıltı, karanlıkla çarpıştı. Patlama olmadı. Sadece... sessiz bir savruluş. İkimiz de geri çekilmeden bir adım daha yaklaştık.

 

Bunu bir düello gibi görmek istiyordu. Hissetmeden, düşünmeden, sadece kontrolle savaşmak. Ama ben hâlâ düşünüyordum.

 

"Saldırmayacak mısın?" dedi alçak sesle. Dudakları kıpırdamamış gibiydi, ama sesi kulaklarımda çınladı.

 

Ben cevap vermedim. Ayaklarımı sabitledim, bedenimi saran ışığı daha da yoğunlaştırdım. Işık, gölgeleri kırmak için değil, onları içine almak için parlıyordu.

 

Aaron karanlığıyla büyüdü. Gövdesinden çıkan gölge uzantılar yılan gibi arenanın taş zemini boyunca ilerledi. Bazıları havalanıp üzerime yöneldi. Önce kaçınmaya çalıştım, sonra içimdeki bir sesle durdum.

 

Yalnızca ışıkla savundum kendimi. Gölgelere zarar vermeden, onlarla çatışmadan, iç içe geçerek...

 

İşte o anda ilk kez sendeledi. Aaron, gölgelerinin benim ışığıma zarar veremediğini fark ettiğinde duraksadı. Yüzünde ilk kez bir duygunun izi belirdi. Karışık bir hayranlık mıydı? Hayal kırıklığı mı?

 

"Beni öldürmek mi istiyorsun, Alyssa?" diye fısıldadı. Bu kez sesi kalbime kadar işledi.

 

"Hayır," dedim. "Ama kendimi korurum."

 

Aramızdaki mesafe kapanırken Aaron'un gözlerinde beliren şey sadece bir savaşçının öfkesi değildi. Karanlığı kabullenişi, yalnız kalmaya yemin edişi, ama bir yandan da içten içe ışığa tutunma arzusu vardı.

 

Işık patlaması ellerimden yayılırken, Aaron gölgelerini büküp bana doğru fırlattı. Havadaki enerji bir anlığına neredeyse görünür hâle geldi. Sıcak ve soğuk, parlak ve donuk, umut ve inkâr çarpıştı.

 

Ve sonra... Ben yere diz çöktüm.

 

Yorulmuştum. Gücüm tükenmiyordu ama içimdeki yük ağırlaşmıştı. Bu savaş ikimiz için de bir sınavdan fazlasıydı. Ruhlarımızın kanayan yerlerini açığa çıkarıyordu.

 

Aaron'da durdu. Bana bakıyordu. Elleri gevşemişti. Gölgesi titreşiyordu. Sanki içindeki bütün öfke bir dalga gibi çekilmişti.

 

Bir adım attı bana doğru.

 

"Sen..." dedi, sesi çatallıydı. "Beni durdurabilirdin. Ama yapmadın."

 

Gözlerimi kaldırdım. Gecenin karanlığı arkasında kıpırdanıyordu, ama onun içindeki savaş ondan büyüktü.

 

"Çünkü senin savaşın benimle değil," dedim. "Ben senin düşmanın değilim, Aaron."

 

Bir süre sessizlik oldu. Arenadaki herkes sessizdi. Ylena, Serena, Magnus, Adrian... hepsi bize bakıyordu. Ama o an, yalnızca biz vardık.

 

Aaron gözlerini yere indirdi.

 

"Belki." dedi yavaşça. "Ama benim içimdeki savaş seni bile yakabilir."

 

Ve sırtını dönüp yürümeye başladı. Ama bu bir yenilgi değildi. Bu, savaştan kaçış da değildi. Bu, kendi gölgesini sırtında taşımaya devam etme kararıydı.

 

Ben ise orada kaldım. Gözlerim yerdeki sembollerde. Işığım hâlâ sönmemişti. Ama içimde bir şey çatlamıştı.

 

O çatlakta ışık vardı. Ve belki... karanlıkta.

 

Profesör Damon giden Aaron'un arkasından bir süre baktıktan sonra bir şey demeden sırada ki eşleşmeye geçti. Ben de kendimi yanda duran oturma alanına bırakarak gözlerimi kapadım. Dünden beri her şey çok zordu. Daha yirmi dört saat dolmadan iki kişinin ölümüne şahit olmuştuk. Artık bedenimde ruhumda bu ölümlerin ağırlığı altında eziliyordu.

 

Serena'nın tepeme dikilmesiyle dersin bittiğini fark ettim. Hiçbir şey demeden ayağa kalkarak ilerlemeye başladım. Diğerleri aynı benim gibi sessiz bir şekilde ardımdan geldiler. Tek yorulan ben değildim. Yaşananların onları ne kadar yıprattığını net bir şekilde görebiliyordum. Akademinin girişinde bekleyen Aaron'u gördüğümde bize katılmaya karar verdiğini anladım.

 

Yemek alanına girdiğimizde, havadaki sessizlik tokmak gibi çarptı yüzüme. Normalde yüksek sesli kahkahaların ve sohbetlerin yankılandığı taş duvarlar bugün yalnızca bakışların uğultusunu taşıyordu.

 

Serena önümde yürüyordu. Ylena, Adrian, Magnus ve Aaron ise sağımızda, solumuzda... Ama biz ne kadar birlikte görünsek de, adımlarımız farklıydı. Hepimiz kendi düşüncemizde boğuluyorduk.

 

Bir an durduk. Salonun ortasına ulaştığımızda, masa başlarındaki birkaç grup sessizce bize döndü. Her zamanki gibi bir hayranlık, saygı, ya da tedirginlik değil... Bu kez daha derin, daha karışık bir şey vardı bakışlarında.

 

Şüphe.

 

Biz yemek tepsilerimizi aldık. Sıradan bir günmüş gibi davranmaya çalışıyorduk ama her adımımızı izleyen gözler vardı.

 

Tam masamıza geçecekken, bir öğrencinin sesi yükseldi.

 

"Bizi koruyor musunuz yoksa öldürüyor musunuz?"

 

Donup kaldım.

 

"Her ne kadar açıkça dile getirilmemiş olsa da, sizin varis olduğunuzu bütün akademi biliyor. Bir varis olarak göreviniz halkı korumak değil mi?"

 

Adrian başını çevirip sesin geldiği yöne baktı. İkinci sınıf öğrencilerinden biri, daha önce adını bildiğim ama şimdi unuttuğum kadar önemsizken, birden kalabalığın odağı haline gelmişti.

 

Serena'nın yüzü gerildi. Magnus hafifçe kıpırdadı. Aaron'un tepsiyi tutan parmakları sıkılaştı. Ama bakışları artık o çocukta değildi. Diğer masalardaydı. Çünkü o tek ses bir tetikleyici olmuştu.

 

İkinci ses duyuldu.

 

"Sembollerin ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyoruz. Ama her defasında oradaydınız."

 

Üçüncü bir ses daha...

 

"Bizi katilden koruyacak olan siz misiniz? Yoksa o katil sizden biri mi?"

 

Tüm alan sessizleşmişti. Nefes alışları bile duymak mümkündü. Herkes bekliyordu. Bizden bir açıklama, bir yanıt. Bir garanti. Bir rahatlama. Ama bizde o yoktu.

 

Ylena başını eğdi. Adrian'ın çenesi kasıldı. Serena konuşmak üzereydi ama Aaron ondan önce davranıp tepsisini yavaşça masaya bıraktı ve ileri bir adım attı.

 

"Kimse buraya masum kalmak için gelmedi. Burada olmanızın sebebi güçlü olmanız gerektiğiydi. Aynı şey bizim için de geçerli."

 

Bir uğultu yükseldi. Bir başka öğrenci ayağa kalktı.

 

"Ama biz buraya ölmek içinde gelmedik! Alyssa'nın sembolleri harakete geçirdiği konuşuluyor günlerdir! Neden o?"

 

Kalbim yerimden sökülüyor gibiydi. Mia'nın yüzü gözümde belirdi. Gözleri açık, kalbi sökülmüş haliyle. Rüyamda duyduğum o sesi hatırladığımda tüylerim ürperdi.

 

"Biz gerçekleri öğrenebilmek için elimizden geleni yap—" dedim, ama cümlem tamamlanmadan bir kahkaha duyuldu. Acı bir kahkaha.

 

"Kimin güvencesindeyiz biz? İçimizden biri bir gün daha göremeyebilir. Sizin gölgenizde yaşıyoruz ama o gölge kana bulandı!"

 

Bu kez Magnus konuştu. "Ne dediğinizin farkında mısınız?"

 

"Farkındayız!" dedi başka biri. "Katili arıyorsunuz, değil mi? Belki de katil sizi çoktan bulmuştur."

 

O anda içimde bir şey titredi. Ayakta durmak zorlaştı. Aaron'un bakışları bir kez bana döndü. Bir adım attı. Ama onu durdurdum.

 

"Hayır," dedim kısık ama net bir sesle. "Bunu duymam gerekiyordu."

 

Serena bana döndü. "Aly..."

 

"Hayır, gerçekten. Onlar haksız değil. Her şeyin merkezindeyim, ama hiçbir cevabım yok. Ve bu... bu korkular..."

 

Gözlerimi tüm salona çevirdim. "Haklısınız. Kimse size güvence veremez. Ne ben, ne onlar. Ama bildiğim tek bir şey var. Biz hâlâ buradayız. Ve pes etmeyeceğiz."

 

Bir sessizlik. Sonra başlar birer birer çevrildi. Bazı bakışlar hâlâ soğuk, bazıları kararsız. Ama bir şey değişmişti.

 

Gerçeği saklamamıştım.

 

Aaron yanımda durdu. Omzuma hafifçe dokundu. Bu bir destek değildi yalnızca. Bir kabuldü.

 

"Yemeği burada yiyemeyiz," dedi sessizce Serena. "Ama gitmek de zayıflık olur."

 

"O zaman kalalım," dedim. "Susarak değil, var olarak mücadele ederiz."

 

Ve öyle yaptık. Kendi sessizliğimizin içinde, suçlamaların gölgesinde oturduk. Yedik. Hayatta kalmanın ilk adımıydı bu. Korkudan kaçmamak. Yediğimiz her bir lokma taş olup boğazımıza otursada orada kaldık.

 

Odaya girdiğimde bacaklarım beni taşımakta zorlanıyordu. Parmak uçlarımdan omuzlarıma kadar yayılan bir uyuşukluk, her adımda içime işleyen bir sızı vardı. Kapı arkamdan kapanırken, dünya dışarıda kalmış gibi hissettirdi. İçeriye yalnızca yorgunluk ve sessizlik sızdı.

 

Işıklar yanmıyordu. Zaten gerek de yoktu. Gökyüzünde, perde aralığından sızan ay ışığı odayı loş bir maviye boyuyordu. Hava serin, ama o serinlik kemiklerimi üşüten cinsten değildi. İçimdeki savaş hâlâ devam ediyordu, derimin altındaki bir başka ritim gibi. Kızlar bunalmış biraz hava almak istemişlerdi. Ben ise onlara katılamayacak kadar yorgundum.

 

Üzerimdeki ceketi çıkarıp yere bıraktım. Olrian uzun süredir sessizdi. Sanki o da olanları anlamlandırmaya, sindirmeye çalışıyordu. O an yalnız kalmak ne kötüydü, ne de iyi. Sadece kaçınılmazdı.

 

Yatağın kenarına oturdum. Ellerim hâlâ titriyordu. Işıkla savrulmuş bir günün ardından, içimde karanlık büyüyordu. Sanki bu kadar aydınlıkla dokununca gölgeler bir yerden cevap veriyordu.

 

Yatağa uzandığımda, gözlerimi kapar kapamaz düşüş başladı. Uyumadım düşmeye başladım.

 

Ve rüya o her şeyden daha gerçekti.

 

Zaman ve mekan yoktu. Yalnızca yankı ve görüntü.

 

Ayakta olduğum yeri tanımlayamıyordum. Bir zemin vardı, ama bastığımda ayaklarım iz bırakmıyordu. Gökyüzü yoktu, ama yukarıya baktığımda sonsuz bir karanlık dalgalanıyordu. Sis gibi, ama daha ağır. Daha bilinçli.

 

Bir fısıltı vardı. Başlangıçta kulağımın dibindeydi, sonra içimdeydi. Her nefes alışımda daha net duyuluyordu.

 

"Alyssa..."

 

Ses tanıdık değildi ama çağrı öyleydi. Kalbim tanımıştı bu sesi. Hatta daha önce duymuş gibi.

 

Etrafımda semboller belirdi. Havada, mavi ve morun arasında titreşen çizgiler. Bazıları Mia'nın bedeninde gördüğüm sembollere benziyordu. Ama daha fazlaydılar. Daha eskiydiler. Daha canlı.

 

Adım attım. Her adımda semboller çevremde dönmeye başladı. Sanki beni izliyorlardı. Her biri bir göz gibiydi. Her biri bir hafıza.

 

Sonra gölgelerin arasından biri belirdi.

 

Uzun, kıvrımlı bir şekli vardı. Net değil, ama varlığı inkar edilemezdi. Onun silueti bile içimi titretti. Olrian gibi değildi. Ne sıcak, ne güven verici. Bu bambaşka bir şeydi.

 

"Sen çağırdın," dedi ses. "Ve ben geldim."

 

Geri çekildim. "Ben hiçbir şey çağırmadım."

 

"Bilinçli olanın değil... ama içindeki yankının iradesiyle çağırıldım. Uyandırıldım. İkinci halka kırıldığında, ben gözlerimi açtım."

 

Boğazım kurudu. "Sen kimsin?"

 

"Ben unutturulmuş olandım. Şimdi hatırlanmaya başlanan."

 

İsmini, ne olduğunu hâlâ söylememişti ama ben içimin titremesine engel olamadım.

 

"Senin ışığın... bana dokundu. Karanlık, sadece düşmanın değil."

 

Semboller aniden değişmeye başladı. Kıvrıldı, büyüdü, iç içe geçti. İçlerinden biri avucuma düştü ama yakmadı. Üşüttü.

 

Kalbim atmadı o an. Atamadı.

 

"Ne istiyorsun benden?" diye sordum, dudaklarım titreyerek.

 

"İzlemeni. Dinlemeni. Unutulan her şeyin yeniden hatırlanacağı günler yaklaşıyor. Ve senin seçimin bir dünyayı doğurabilir ya da yok edebilir."

 

Bir adım attı bana. Gölgeler içimdeki ışığa temas etti. Birden geçmişe ait görüntüler gözümün önünden geçti.

 

Küçük bir kız. Yanmakta olan bir ev. Bir karanlık orman. Sırtını dönüp yürüyen bir adam.

 

"Bu... bunlar benim anılarım değil."

 

"Henüz değil," dedi. "Ama olacaklar. Çünkü ben sana yalnızca geçmişi değil, ihtimalleri de gösteririm."

 

Ve sonra, sesi son bir kez yankılandı.

 

"Üçüncü halka kırılıyor, Alyssa."

 

Gözlerimi açtığımda ter içindeydim. Soluklarım kesik kesikti. Yorganı ayağımla yere itmişim, alnımda damlalar vardı. İçimde ise hâlâ yankılanan bir ses "Üçüncü halka kırılıyor."

 

Odada sessizlik vardı. Ama artık eskisi gibi değildi.

 

Her şey başlamıştı. Artık uyamama izin yoktu.

 

 

 

 

✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨

 

 

Neden bilmiyorum ama yazmakta en zorlandığım bölüm oldu.

 

Karakterler hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

En sevdiğiniz karakter kim?

 

Aaron'un bütün kırgınlığına rağmen Aly'i savunması ve ona destek olmaya çalışması peki🥹

 

Lütfen düşüncelerinizi benimle paylaşın.

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz.🩷

Bölüm : 30.06.2025 21:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...