23. Bölüm

21. Bölüm

zeynep aslan
zeyneepaslann

Herkese selamlar, ben geldimmm.

 

Lütfen yıldıza dokunmayı unutmayalım.

 

İyi okumalar.

 

 

 

✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨

 

Yatağımda olmam gerekiyordu ama değildim.

 

Göz kapaklarımı yavaşça araladım. Bir odaya değil, boşluğa uyanmış gibiydim. Toprak yoktu. Gökyüzü yoktu. Ama ayakta duruyordum.

 

Her şeyin gri olduğu bir düzlemdeydim. Ses yoktu. Ama düşüncelerim yankılanıyordu, birinden değil kendimden kaçmaya çalışırken.

 

Sonra ayak sesleri duyuldu. Islak taşların üzerinde yürüyen biri gibi. Ama burası taştan değildi. Zemin bile yoktu.

 

"Hâlâ direniyor olman çok sevimli..."

 

Ses bir duvardan değil, birinin nefesinden gelmişti. Ama nefes yoktu.

 

"Kimsin sen?" dedim. Ama boğazımdan çıkan ses kendi sesime benzemedi. Yabancıydı. Boğuk. Yorgun.

 

"Ben? Ben senin karanlığınım, tatlım."

 

Kafamı çevirdim. Bir gölge vardı. Yürümüyor, süzülmüyordu bile. Sadece oradaydı. Ama gölgenin kendisi... insana ait değildi. Baktıkça şekil değiştiriyor, gözüm kaydıkça eski haline dönüyordu.

 

"Bu sadece bir rüya," dedim. "Bunun farkındayım."

 

"Rüyalar, bazı gerçekleri daha net gösterir."

 

Yaklaştı. Ama bedeni değil, sesi. Sanki omzuma dokunmuş gibi ürperdim. Ve sonra sıcaklık... Ama dışarıdan değil içimden yükselen bir sıcaklık.

 

"Seni tanımıyorum."

 

"Ama ben tanıyorum. Seni izledim. Sana dokunmadım henüz... ama yakınım."

 

O an gölgeden gelen bir şey omurgama değmiş gibi hissettim. Sırtımın tam ortasına saplanan ama fiziksel olmayan bir temas. Soğuktu. Ama içimdeki ısıyı ortaya çıkardı.

 

"İçindeki o kırılganlığın farkındayım. Sen her zaman iki tarafa birden ait oldun. Ben sadece senin karanlığını uyandırıyorum."

 

Bir adım attım. Toprak yoktu ama yürüdüm. Kaçmak istemedim.Belki de zaten kaçamazdım.

 

"Ne istiyorsun?"

 

"Uyanmanı." dedi sakin ama derinden gelen bir sesle. "Gerçekten uyanmanı."

 

Uyandım. Ama bir şey yanlış gitti. Oda... oda yerinde değildi. Gözlerim açık mıydı, yoksa rüyada mıydım, bilmiyorum. Yatağımın içinde doğrulamadım bile. Kaslarım kilitliydi. Sanki bedenim bana ait değildi. Ama her şeyin ortasındaydım ışığın olmadığı, zamanın işlemediği bir yerde.

 

Derin bir uğultu vardı. İçimdeydi. Kulağımda değil, damarlarımda duyuyordum. Bir ses değil, bir varlık konuşuyordu sanki.

 

"Yan tatlım."

 

İlk önce kalbim yandı. Birinin elleri içeriden bastırıyormuş gibiydi. Sonra o sıcaklık boğazıma yükseldi. Gözlerim karardı ama bayılmadım. Ben hâlâ oradaydım.

 

Elleri mi titriyordu? Hayır, titremiyordu.

Tutuşuyordu.

 

Yorganın kumaşı, parmaklarımın altında dalgalandı. Sanki aramızda statik bir bağ oluşmuştu. Ben nefes aldıkça yatak titredi. Ben nefes verdikçe içimdeki şey büyüdü.

 

"Durdur bunu..." Düşüncem bile net değildi. Çok geç kalmıştım.

 

Göğsümden yukarı yükselen o şey sanki bir başka ruh gibi içimde dolanıyordu. Kendi kalbime ait olmayan bir şey. Kendi bedenimde taşıdığım bir yabancı.

 

Yanaklarım yandı. Ama dışarıdan değil.

İçten. Derimin altından. Sanki biri beni içeriden kavrıyordu da yavaşça ateşe veriyordu. Boğazımdan yükselen bir ses çıktı. Benim sesimdi ama ben değildim.

 

"Hayır," dedim. Ama hayır derken bedenim kıvrıldı. Yatağın ayak ucundaki demir parmaklıklar çıt diye gerildi. Bir şey dışarı çıkmak istiyordu.

 

Benim olmayan bir parıltı, bir karanlık bir varlık.

Ve sonra patladı. Ama bu bir ışık değildi.

Aydınlatmadı. Yakmadı. Yuttu. Odanın içindeki hava çekildi. Bir anlık, sadece bir anlık, herkesin nefesi durmuş gibiydi.

 

Serena uykusunda irkildi. Freya gözlerini araladı. Ama kimse anlamadı. Sadece ben... ve o.

İçimde konuşan ses sustu. Ama izi kaldı.

 

"Seni seçtim çünkü sen zaten çatlaktın."

 

Ben bir şeyin ilk kıvılcımını taşımıştım.

 

O anın ardından her şey bulanık kaldı. Gözlerimi açtığımda tavanda çatlamış bir iz gördüm. Nefesim kısa ve düzensizdi. Göğsümde biri oturuyormuş gibi ağırlık vardı. Ellerim hâlâ titriyordu. Parmak uçlarım sanki yeni yanmış gibi hissizleşmişti. Ama en kötüsü o sıcaklık hâlâ içindeydi. O karıncalanan güç sanki hâlâ beni izliyordu.

 

Kıpırdamadım.Belki de öylece yatarsam, her şeyin geçeceğini sandım. Ama olmadı. Yatağın yanındaki küçük masada duran su bardağı paramparça olmuştu. Kırıklar sessizdi ama o kadar çok şey söylüyordu ki.

 

"Aly?"

 

Serana'nın sesiyle gözlerimi kapattım. Ama çok geçti. Yatak hışırtısıyla birlikte çöktü yan tarafıma.

Yüzü endişeyle doluydu.

 

"Görmemeliydin," demek istedim ama sesim çıkmadı.

 

"İyi misin? Az önce bir şey oldu değil mi? Bir ses duydum bir şey patladı."

 

Bir şey değil, ben patladım.

 

Yorganı üzerime daha sıkı çektim. Derimin altı hâlâ yanıyordu. İçimdeki güç yerli yerine oturmamıştı.

Sanki damarlarımda dolanıyor, bir çıkış yolu arıyordu.

 

Ylena'nın sesi geldi bu kez, sabırsız ve daha mantıklı.

 

"Duvar titredi. Sadece rüya falan olamaz. Neler oluyor?"

 

Yorganın altına gizlenmek istedim. Ama artık gizlenemiyordum. Gözlerim onlarınkine takıldı.

Serena'da saf bir kaygı vardı. Ylena'da panik. Freya uyku mahmuru gözleriyle ne olduğunu anlayabilmek için bizi izliyordu.

 

"Kabustu. Korktum sanırım. Biraz... biraz güç taşmış olabilir."

 

Ağzımdan dökülen kelimelere ben bile inanmıyordum. Ama inanırmış gibi söyledim. Çünkü sessizlik daha kötüydü.

 

Serena elimi tuttu. Damarlarımda hâlâ bir sıcaklık dolanıyordu.

 

"Bu artık sadece rüya değil, Aly. Belki biriyle konuşmalısın."

 

O cümle ateşin üzerine dökülen benzin gibiydi.

 

"Hayır."

 

Sesim gereğinden fazla yüksek ve sert çıktı. Serena'nın gözleri büyüdü. Geri çekildi. Ylena'nın kaşları çatıldı. Freya başını çevirdi. Ve ben boğuldum. Kelimelerim bile bana batıyordu artık.

 

"Sadece yorgunum. Lütfen... bir şey yok."

 

Tepkim, kızların benden geri çekilmesine neden oldu. Daha fazla üzerime gelmeyi göze alamadılar; kelimelerim onları durdurdu, bakışlarım uzaklaştırdı. Yataklarına döndüler ama gözlerinde kaybolan bir endişe değil, büyüyen bir tedirginlik vardı. Onları sakinleştirmek isterdim. Ama ben henüz kendimi bile susturamamıştım.

 

Kalbim, göğüs kafesimi kırmak istercesine çarpıyor, içime çektiğim her nefes diken olup ciğerlerime saplanıyordu. Korkuyordum. İnkâr edemeyeceğim kadar çok. Bütün kontrolümü yitirmiştim. Her şey paramparçaydı. Gözlerimi kapadım. Ama uyuyamadım. Çünkü artık rüyalarım bile bana ait değildi. Yatağımda bir yabancı gibi kıvrıldım.

Ve sessizce güneşin doğuşunu bekledim.

 

Gün aydınlandı ama bedenim hâlâ geceye sıkışmış gibiydi. Gözlerimi açtığımda içimde hâlâ yanmakta olan bir şey vardı. Derimin altında kıpırdayan o karanlık ısı, geceden kalma bir yankı gibi hâlâ benimleydi.

 

Parmak uçlarım uyuşuk, zihnimse paramparçaydı.

Ne tamamen uyanmıştım, ne de hâlâ rüyadaydım.

Sadece ağırdım.Var olmak bile zor geliyordu.

 

Sessizce hazırlandım. Kızlar bir şey demedi.

Ama bakışlarındaki gerginlik elle tutulacak kadar yüksek ve keskindi. Ben sustum. Onlar da sustu.

 

Kendimi rüzgarsız bir sabaha bırakır gibi, koridorlara attım. Adımlarımın sesi yankılanıyordu, her adımda içimdeki o tuhaf titreşim biraz daha büyüyordu. Sanki damarlarımda gezen güç, yönünü şaşırmıştı.

 

"Bugün kontrol edebilirim," dedim içimden.

Ama cümlem bitmeden iç sesim alay etti: Ya edemezsen?

 

Sınıfa vardığımızda hava boğucuydu. Taş duvarlar, yüksek tavan ve ortadaki büyü dairesi. Bir süredir sadece biz altı kişiyle yürütülen bu özel derse alışmıştım ama bugün havadaki enerji daha yoğun ve daha boğucuydu.

 

Serena, Ylena, Aaron, Magnus, Adrian ve ben.

Hepsinin yüzünde farklı bir ifade vardı. En dingin görünen her zamanki gibi Adrian'dı. Sanki dünya yansa, o yine aynı sakinlikle karşılayacaktı.

 

Profesör Damon sınıfa girerken konuşmadan sadece bizi süzdü. Bakışı bende biraz daha uzun durdu.

Kelimelere ihtiyacı yoktu. Zaten hepimizin nerede durduğunu biliyordu.

 

"Bugün, içsel enerjiyle temas kurmayı ve onu yönlendirmeyi çalışacağız," dedi. "Bir elementin size verdiği değil, sizin iç sesinizle bulduğunuz gücü. Sakinlik şart."

 

Sakinlik. Derin bir nefes verdim. İçimde hiçbir şey sakin değildi.

 

İlk Serena çağrıldı. Avuçlarını açtığında ince bir mor ışık kıvılcımı parladı. Büyü karmaşıktı, değişkendi, ama Serena'nın ellerinden şiir gibi akıyordu.

 

Sonra Ylena. Deniz sesi gibi yumuşak ama derin bir dalga onun bedeninden aktı. Okyanus ruhunu taşıyordu. Zarifti. Güçlüydü.

 

Magnus, her zamanki gibi sessizdi. Ellerini toprağa uzattığında yerin altından incecik bir sarmaşık çıktı, sonra soldu. Ona doğa sessizce cevap veriyordu.

 

Aaron'ın sırası geldiğinde dikkatle izledim.

Karanlık onun bedenine yakışıyordu. Gözleri bir anlık karardı, sonra etrafı gölgeyle kaplandı.

Ama sakin kaldı. Gücünü seviyordu.

 

Adrian son anda çağrıldı. O her zaman olduğu gibi istikrarlıydı. Işığı çok güzel yönlendiriyordu. Duru, sade ve çok netti.

 

Sonra sıra bana geldi. Ayakta durduğumda dizlerim titriyordu. Bedenim hafifti ama içim fazlasıyla doluydu.

 

Profesör Damon sadece başını salladı. "Hazırsan başla."

 

Değildim. Sadece başımı sallamakla yetindim.

 

Avuçlarımı açtım. Nefes aldım. Ve içimdeki güç, o an zıvanadan çıktı.

 

İlk önce avuç içlerim yandı. Sonra bileklerim.

Göğsüm. Başımın arkasına kadar bir alev yürüdü.

Işık değil ateş gibiydi. Beyaz, yanık, vahşi bir enerji.

 

"Aly?" Profesör Damon'ın sesi arkamdan geldi ama ulaşamadı.

 

O an gözlerimin önünden beyaz bir perde geçti.

Yalnızca tek bir şey düşündüm:"Yine başaramadım."

 

Ve sonra... patladım.

 

Enerji bedenimden dışarı fırladı. Ama kontrollü değil. Kusarak çıkan bir çığlık gibiydi. Sınıfın içindeki semboller yanıp söndü. Duvarlarda çatlaklar belirdi. Zemin kımıldadı. Serena yere düştü, Magnus savruldu. Aaron bir adım atmaya çalıştı ama onun gölgeleri bile beni tutamadı.

 

Bedenimden çıkan kör edici ışık bütün alanı kapladı. Sonra... hiçlik. Bir anlık boşluk.

 

"Bırak... böyle daha güzelsin."

 

Kim olduğunu bilmediğim o tanıdık ses konuştu. O sesi duyar duymaz bilincim kapandı.

 

🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌙🌙

 

Bir uğultu vardı. Derin, tiz, tanıdık olmayan bir frekans gibi beynimi titreten bir ses. Ne dışarıdan geliyordu, ne içeriden. Sadece vardı.

 

Gözlerimi açmak istedim ama başaramadım. Kirpiklerim ağır, göz kapaklarım taş gibiydi. Yalnızca nefes alabildiğimden emindim. Ama aldığım her nefes sanki ciğerlerime bıçak gibi saplanıyordu.

 

Sonunda gözlerimi hafifçe araladım. Görüntüler bulanıktı. Sınıfın tavanı çatlamış mıydı? Yoksa gözlerim mi yanılıyordu? Hava, ışıkla gölge arasında sıkışmış gibiydi. Ve yavaş yavaş sesler gelmeye başladı.

 

"Nefes alıyor... Damon, hâlâ sıcak." Bu Serena'nın sesiydi. Titrek ama tanıdıktı.

 

"Yaklaşmayın! O hâlâ—" Aaron. Net, sert, endişeli.

 

İşte o an fark ettim. Bedenim yere serilmişti ama içimde bir kıvılcım hâlâ yanıyordu. Sönmemişti.

Ve herkes bunu hissediyordu.

 

Bedenimin altındaki mermerin soğukluğunu, şakaklarımdan yanaklarıma doğru akan teri hissettim. Yavaşça doğrulmaya çalıştım ama ellerim titredi. Gücüm geri gelmemişti. Sadece öfkem geri dönüyordu.

 

Başımdaki uğultu yerini başka bir şeye bıraktı.

Fısıltıya. Alaycı, yumuşak, ürkütücü bir fısıltıya.

 

"Düştüğün yerden kalkacak kadar güçlüsün tatlım."

 

Donakaldım. Hâlâ içimdeydi. Ve beni izliyordu. Her anımı. Gözlerimi iyice açtım.

 

Serena bana bir adım uzakta diz çökmüştü.

Ylena, köşeye çekilmişti korkuyla bana bakıyordu.

Magnus, hâlâ yere çömelmiş haldeydi. Adrian ayakta, Profesör Damon'un yanında, dikkat kesilmişti.

 

Aaron doğrudan bana bakıyordu. Bakışında öfke yoktu. Ama güven de yoktu. Sanki beni ilk kez görüyormuş gibi, sanki bambaşka bir varlıkla yüzleşiyormuş gibi bakıyordu. O bakışı içime dokundu.

 

Sınıfta sadece bedenim değil, her şey kırılmıştı.

Ve bu sefer, hiçbiri sadece büyüyle tamir olmayacaktı.

 

Yavaşça ayağa kalktım. Titriyordum.

Bir şey söylemek istedim ama dilim dönmedi. Açıklama yoktu. Sadece kaos vardı.

 

Ve içimde, hâlâ gülümseyen bir fısıltı. "Harikaydın, tatlım."

 

Ayakta durduğumda ayaklarımın altı boş gibi geldi.

Sanki hâlâ yere bastığımdan emin olamıyordum.

Serena bana yaklaşmak istedi ama bir adım bile atamadı. Gözleri, benimkinde değildi artık.

Sanki içimde başka bir şeyi görüyordu.

 

"Aly... bir şey söyle lütfen."

 

Konuşamadım. Boğazım düğüm düğümdü.

Hâlâ içimde yankılanan o fısıltıyı bastıramamışken, nasıl cevap verebilirdim?

 

Arkamdan Damon'un sesi duyuldu. "Ders bitti. Siz çıkın." Sakin bir tondu ama arka planında metalik bir soğukluk vardı.

 

Ylena, Magnus ve Adrian sessizce sınıftan çıktılar.

Kimse bir şey demedi. Bakışlar kaçındı. Sanki bir kaza mahallinden uzaklaşıyorlardı.

 

Serena kalmak istedi ama profesör Damon başıyla "git" dedi. O an bir yalnızlık dalgası geçti üzerimden. İçimdeki sıcaklık değil, soğukluk artık baskındı.

 

Geriye sadece Aaron ve profesör Damon kalmıştı. Aaron hâlâ oradaydı. Yerinden kıpırdamamıştı.

Ama bakışında kırılmış bir şey vardı. Belki güven.

Belki anlamaya çalıştığı ama artık ulaşamadığı bir bağ. Çıkmak istemiyor gibiydi. Lakin bakışlarında ki sorgulamanın altında eziliyordum.

 

"Git, Aaron." Sadece bunu söyleyebildim.

 

Bir an durdu. Bakışları gözlerime değil, omzumun ardına kaydı. Sonra sessizce döndü ve çıktı.

 

Bir adım attım ama başım döndü. Profesör Damon sessizce bana yaklaştı. "Alyssa." Adımı ilk kez bu kadar dikkatli söyledi. "Bu, tekrar etmeye başlarsa konsey karar alır."

 

Konsey. O kelime beni anında diriltti. Tüm kemiklerim sızlasa da, gözlerim keskinleşti.

 

"Ben tehlike değilim." Ama sesim bile bana inanmıyordu.

 

Profesör Damon'ın cevabı kısa oldu. "Olmadığını kanıtla." Ve arkasını dönüp çıktı.

 

Kapı kapanınca, odada tek başıma kaldım.

Ama hâlâ yalnız değildim.

Çünkü o, içimde bir nefes gibi vardı.

 

"Hadi ama," dedi o alaycı ses. "Bunu birlikte kontrol edebiliriz. Yeter ki izin ver."

 

Dudaklarımın arasından sinirli bir tıslama döküldü. "Kes sesini!" Kendi kendime konuştuğumu fark ettiğimde elimi şakaklarıma götürerek bastırdım. Delirmeye başlıyordum. Derin bir nefes alarak sınıfın çıkışına doğru ilerledim.

 

Ders bitmişti ama üzerimdeki yük hâlâ azalmamıştı.

Tenimde hâlâ titreşim vardı. Sanki biraz önce patlayan güç, bedenimi değil benliğimi yakmıştı. Diğerleri gitmemiş, sınıfın çıkışında beni beklemişlerdi. Serena ve Ylena benden bir şeyler söylememi bekler gibiydi ama göz göze gelmemeye özen gösterdim. Konuşmayacağımı anlayan Aaron'da hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti.

 

Adımlarım beni akademinin taş döşeli yollarından uzaklaştırdı. Bilmeden, düşünmeden yürüdüm.

Güneş tam tepedeydi ama beni ısıtmıyordu.

Güçlüydüm, evet ama benliğim çatırdamaya başlamıştı.

 

Olrian'ın sert ama şefkatli sesi doldurdu bu kez zihnimi. "Seni almaya geliyorum, Işığım. Her zamanki yerimize gel."

 

Yüzüme yorgun, kırık bir gülümseme oturdu. Ormanın kenarını geçip ağaçların arasından süzülünce ışık açıldı. Toprağın kokusu değişti.

Kuşlar sustu. Hava titredi. Başımı kaldırıp yukarıya baktım.

 

Derin, tok, kükremesini duydum ilk önce ardından büyük bedeni belirdi gökyüzünde. Olrian.

 

Gövdesi siyahın her tonunda parlıyordu. Kanatları, göğü ikiye bölecek kadar büyüktü. Onun varlığı, nefesimi kesti.

 

Olrian'ın devasa gövdesi açıklığın tam ortasında havada asılı kaldı. Kanatları kıpırdamıyordu ama dünya onun etrafında dönüyor gibiydi. Sadece bana bakıyordu. Yine zihnimde konuştu.

 

"Işığım." Kalbim yerinden fırlayacak gibi attı.

Adım attım. Yerden yükselmedi yanına ulaşmamı bekledi. Kanatlarını usulca açtı. Dev gövdesini yere indirmeden, bir kıvrımını bana uzattı. Ben de sanki yıllardır yapıyormuşum gibi, tereddütsüz o siyah sert pullarla kaplı olan sırtına tırmandım.

 

Derisi soğuk değildi. Ama canlı da hissettirmedi.

Sanki taşlaşmış bir geceye dokunuyordum. Tutunacak yerler belliydi. Ben yerleştiğim anda, o tekrar yükseldi. Ve her şey sustu. Gökyüzü. Orman. Akademi. Benim parçalanmış ruhum bile.

 

Hızlı değildi. Ağırdı. Kararlıydı. Kudretliydi. Altımdan geçen dünya küçüldü. Akademi çatısı bir oyun kutusu gibi kaldı geride. Ağaçlar iğne kadar inceldi. Bulutların arasına karıştık.

 

Rüzgâr, gözlerimden yaşlar akıttı ama ağlamıyordum. Sadece açılıyordum. Uçtuk. Uzun süre. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Zaman o an anlamını yitirmişti.

 

Sonunda insanların görebildiği dağları aşarak evine giriş yaptık. Hiçbir haritaya işlenmemiş unutulmuş, gizlenmiş zirveler. Yüksek dağların her birinin içinde mağaralar vardı. Her bir mağara bir ejderhanın eviydi.

 

Ama bir dağ diğerlerinden büyüktü. Simsiyah.

Kanat izi gibi yarılmış. Onun kalbine doğru süzüldük. Olrian yavaşladı. Kanat çırpışı neredeyse sessizleşti. Karanlık bir boşluğun önünde durdu. İniş yapmadı. Sadece asılı kaldı.

 

Diğer ejderhaların gözlerini üzerimde hissettim. Bizi izliyorlardı. Ama Olrian umursamadı. Sırtından atladım. Ayaklarım mağaranın taş zeminine bastı. Olrian arkamdan geldi. Ve ilk kez konuştu.

 

"Burası artık senin de evin." Benim evim... kalbimde derin ama tatlı bir sızı hissettim.

 

"Olrian..."

 

Adını söylerken sesim çatladı. Güçlü olmak istemiyordum. Anlaşılmak istiyordum.

 

"Elimden geleni yapıyorum. Ama olan biteni anlamıyorum. İçimde bir şey var. Bir gölge.

Bazen bana bakıyor gibi hissediyorum. Bazen ben ona. Susmuyor. Sürekli bir şeyler söylüyor."

 

Olrian kımıldamadı. Ama varlığı çevremde daha da yoğunlaştı. Bir duvar gibi değildi. Bir sığınak gibiydi.

 

"Sana güveniyorum. Ama neyle savaştığımı bile bilmiyorum. Ben onu çağırmadım, Olrian. Yemin ederim çağırmadım. Rüyalarım onunla dolu.

Ellerim bazen bana ait gibi hissettirmiyor. Bir şey içeriden sızıyor."

 

Yutkundum. "Sanki içimde bir şey uyanıyor. Ve ben ona hazır değilim."

 

Olrian'ın parlak sarı gözleri kımıldadı. Sanki bakmıyordu da, görüyordu. Sesi mağaranın içinde yankılandı. "Hazır olman gerekmiyor. Yol, seni hazır olmadan çağırır zaten."

 

Olrian yaklaştı. Sıcak nefesini bedenimde hissettim.

 

"Senin çağırıp çağırmaman artık önemli değil. Her neyse uyanıyor. Artık kimse engelleyemez."

 

Gözlerimi kapattım. Zihnim sorularla doluydu ancak hiçbirinin cevabına ulaşamıyordum. Olrian'ın bile tam olarak bilmediğinin farkındaydım o yüzden sormadım. Ama başka bir şey söyledi:

 

"Bazı varlıklar adlarını kaybettiğinde, zincirlenir.

Ama adları tekrar hatırlandığında kilitler çözülür."

 

Bir titreme geçti içimden. Adı yoktu. Ama varlığı her yerdeydi.

 

"Senin içindeki çatlak, sadece bir zayıflık değil Alyssa. O, bir yol."

 

"Yol nereye çıkar?" diye sordum fısıltıyla.

 

Olrian'ın cevabı gecikmedi. "Bunu sen belirleyeceksin." Cevap vermedim.

 

Dakikalar saatleri kovaladı. Güneş gökyüzünde tatlı bir kızıllık bırakıp yavaşça dağların ardına çekildi.

Gölgeler uzadı, taş duvarlar mora çaldı. Ben ise başımı Olrian'ın sert ve sıcak gövdesine yaslamıştım.

Kalbim onun kalp atışlarıyla aynı ritmi bulmuş gibiydi. Uzun zaman sonra zihnim suskundu.

 

Sessizdik. Ama konuşmamız gerekmiyordu.

Olrian'ın yanında sessizlik bile bir kalkan gibiydi.

Yavaşça doğruldum. Gövdesinden ayrılmak istemedim. Ama içimde, usulca kıpırdayan bir his vardı. Geri dönmeliyim. Ejderhanın gözlerine baktım.

 

"Gitme vakti geldi sanırım," dedim alçak sesle.

"Hiç istemiyor olsam da..." Durakladım. "Geri dönmeliyim."

 

Olrian'ın yanıtı mağarayı doldurdu. Sesi kükreme gibi değil, rüzgâr gibi geldi. "Ne zaman gelmek istersen. Ben her zaman senin yanındayım, Işığım."

 

Birkaç adım geri çekildi. Başını eğdi sanki bana selam verir gibi. Ben de aynı ciddiyetle başımı salladım.

 

Tırmanarak sırtına çıktım. Taş duvarlardan yankılanan ayak seslerim önce dağları, sonra kaderimi uyandıracaktı.

 

Olrian'ın sırtındaki dikenlere sıkı sıkıya tutunmuştum. Rüzgâr tenimi döverken, içimdeki huzur yavaşça yerini yutkunması zor bir gerginliğe bırakıyordu. Gökyüzü kararmaya başlamıştı. Akademinin taş kuleleri uzaktan birer gölge gibi beliriyordu. Sessizdi Olrian. Her zamanki gibi.

 

Gözlerimi kapattım bir anlığına. Mağaradaki sessizlik, taş duvarların sarıp sarmalayan sıcaklığı hâlâ üzerimdeydi. Ama artık orada değildim.

Yeniden buradaydım. Gerçeğin tam ortasında.

 

Olrian akademinin kuzey avlusuna indiğinde içimde garip bir ürperti hissettim. Ayaklarım yere değer değmez beni karşılayan sesle irkildim.

 

"Alyssa!" Arden koşarak yanıma geldi. "Müdür Hall sizi bekliyor. Derhal."

 

Başımı hafifçe çevirip Olrian'a baktım.

Gözlerinde sadece bir kelime vardı. "Git."

 

Kendimi toparladım. Derin bir nefes aldım.

"Teşekkür ederim," diye fısıldadım ona.

 

Hızla akademiden içeri girdim. Koridorlar çok sessizdi. Yalnızca adımlarımın sesi yankılanıyordu taş duvarlarda. Ezberlediğim odanın kapısına ulaştım. Kapı açıldığında Müdür Hall içeride tek başına bekliyordu. Bakışları üzerime kilitlendi. Ne öfke, ne korku ama hiçliğin ortasında keskin bir bilinç gibi duruyordu karşımda.

 

"Sakin misin?" diye sordu.

 

"Sanırım," dedim. Emin değildim. Hiçbir şeyden emin değildim.

 

Oturmamı istedi ama oturmadım. Ayakta kalmak istedim. Sanki çökersem tekrar toparlayamayacaktım.

 

"Bugün yaşananları biliyorum, Alyssa. Bu patlamalar sıradan değil. Ayrıca konsey yolda."

Gözlerim büyüdü. "Konsey mi geliyor?"

 

Başımı çevirip yere baktım. Bu... bu kadar mı ciddiydi?

 

"Bu seni cezalandırmak için değil Alyssa," dedi Hall.

"Durumu anlamak için. Seni korumak için."

 

Ama cümlesi orada bitmedi. Ve ben en kötüsünü beklediğimde o kelimeler geldi.

 

"Bu gece başka bir odaya taşınacaksın."

 

Birkaç saniye hiçbir şey söyleyemedim. Kalbim göğsümden dışarı çıkacak gibiydi. "Beni yalnız bırakıyorlar." İlk düşüncem bu oldu.

Kendimi bile koruyamıyorken, şimdi kimseyi yanımda bulamayacaktım.

 

"Bu bir dışlama değil," dedi Hall. "Bu bir güvenlik önlemi. Arkadaşların artık aynı odada güvende değiller."

 

Yutkundum. Gözlerim dolmadı. Çünkü artık ağlayamıyordum. Sadece yorgundum. Başımı sallayarak onayladım. Konuşacak kadar bile halim kalmamıştı.

 

Müdür Hall'in odasından çıkarak eski odama doğru yürüdüm. Bugün yaşadığım patlamaların tehlikeli olduğunun elbette farkındaydım. Yinede kırılmıştım. Kendimi gittikçe daha yalnız hissediyordum. Sonunda odaya ulaştığımda kapıyı sessizce açtım. Kızlar içeride oturuyordu. Derin bir nefes alarak içeri girdim.

 

Gözleri beni buldu. Hepsinin gözleri merakla çevrelenmişti. Daha fazla onlara bakamayarak dolabıma doğru yürüdüm. Kapağı açıp valizi içinden çıkarırken sakince konuştum.

 

"Artık bu odada kalmayacağım. Müdür Hall odamı değiştirdi."

 

Hâlâ dolaba baktığım için tepkilerini göremesem de ilk önce Serena'nın yüksek sesini duydum.

 

"Anlamadım. Ne demek odam değişti?" Derin bir nefes alarak ona döndüm. Kaşları çatılmıştı.

 

"Serena ani patlamalar yaşıyorum. Size zarar verebilirim."

 

Dudaklarının arasından sinirli bir nida firar etti. "Hah!"

 

Valizi açıp eşyalarımı yerleştirmeye başladım.

Yavaşça. Sanki her katladığım kumaş parçası, içimden bir anıyı daha çekip alıyordu. Gömleğimi aldım, katladım, yerleştirdim. Sonra durdum.

Ellerim kucağımda kaldı. Bir anlığına sadece odayı dinledim.

 

Hiç kimse konuşmuyordu. Ama sessizlik, asla sessiz değildi. Bakışlar, kırık cümleler gibi üzerimdeydi.

 

Ylena yatağının ucunda oturuyordu, dizlerini kendine çekmiş. Serena aynaya bakar gibi yapıyordu ama aynaya değil, bana bakıyordu. Freya sırtını duvara yaslamıştı ama gözleri hep üzerimdeydi.

Dikkatli. Sakince. Nabzımı ölçer gibi.

 

Serena yanıma gelerek konuştu. "Neler olduğunu anlat bize, Aly. Kaçmaktansa paylaş artık."

 

Bunu inkâr edemezdim. Evet, kaçıyordum.

Evet, uzaklaşıyordum. Çünkü çok yakındım dağılmaya.

 

"Neler olduğunu ben bile bilmiyorum, Serena. Size neyi anlatayım? Her şeyi çözdüğümde, sorularıma cevap bulduğumda anlatacağım."

 

Serena çaresizce başını salladı. Ancak siniri elle tutulur vaziyetteydi. Freya konuşmadı. Ama onu hissettim. Sanki kelimelere gerek bile duymuyordu. Sanki beni izliyor, çözmeye çalışıyor gibiydi. Ylena ise gerçekten üzgün görünüyordu.

 

"Gitmek istemiyorum," dedim sessizce. Ama sesi duydular.

 

"Zorunda mısın?" diye sordu Serena.

 

Başımı salladım.

 

"Elimden gelmeyen şeyler var. Ve siz yanımda olursanız... bunun bedelini ödeyebilirsiniz. Artık buna izin veremem."

 

Ylena yaklaşmak ister gibi bir adım attı ama sonra durdu. "Aly. Biz seninle arkadaşız. Odanın değişiyor olması bizim arkadaşlığımızı etkilemeyecek."

 

Onaylarcasına başımı salladım. Kapıya yöneldiğimde Serena bir adım attı.

 

"Yeni odanın fazla sessiz olduğunu düşündüğünde bizi çağır."

 

Gülümsedim. İnce. Zoraki. Ama içimde bir parça kıpırdadı.

 

"Teşekkür ederim," dedim. Ve gittim.

 

Arkamdan kapı kapandı. Ama kapanan sadece o değildi. Bir devir, bir aidiyet duygusuna ait her şey ardımda kaldı.

 

Yeni odam kuzey kanadındaydı. Her zaman uzak, her zaman sessizdi. Koridor boyunca yürürken kendimi sanki bu dünyanın dışına itilmiş biri gibi hissettim. Her adım bir veda gibiydi.

 

Kapının önünde durdum. Kulbu yavaşça indirerek içeri girdim. Gözlerim odayı taradı. Bomboş değildi.

Ama tanıdık olan hiçbir şey yoktu.

 

Yatağa doğru yürüdüm. Küçük pencere, dar masa, geniş bir dolap, taş duvarlar... Ve ben. Sadece ben.

 

Yatağın ucuna oturdum. Gözüm raflara, tavana, pencereye takıldı. Sanki beni izliyorlardı. Derin bir nefes aldım. Ama nefes almak, içimi doldurmak gibi değil göğsümdeki boşluğu bastırmak içindi.

 

Kendime söyleyecek tek bir şeyim bile kalmamıştı.

Gözlerimi kapadım. Ama uykudan korktum. Çünkü artık biliyordum. Artık rüyalarımda bile yalnız değildim. Karanlık benimleydi.

 

 

✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨

 

Bir bölümün daha sonuna geldik. Ve ben gelecek bölümler için çok heyecanlıyıımmm.

 

Lütfen düşüncelerinizi benimle paylaşın.

 

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz.🩷

Bölüm : 01.07.2025 01:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...