
Bölüm: 9
23.07.2018
Yazarın Anlatımıyla
İlsu, Baha ve Aktan’ın dikkatsizliğiyle maalesef ki onların peşlerinden ayrılamıyor, sürekli olarak onlara kolilerin içerisinde neler olduğundan bahsetmek zorunda kalıyordu. Haliyle işleri katbekat uzayıveriyordu. Peyda ara holde bulunan kutuları kapının hemen önüne taşımakla meşguldü. Herkes ellerinden geldiğince birbirlerine yardım etmeye çalışıyordu.
Üst üste üç koliyi araca doğru götüren Aktan, İlsu’nun sesiyle ürküp kolileri yere düşürdü. Gelen seslerden bir şeyin kırılmadığını anlayabiliyordu ve buna bile şükredebilirdi. Kolileri düşürdüğü için karısı tarafından çok sıkı bir azar yiyecekti. Şayet ki bir şey kırılmış olsaydı, yaşayacakları tüm o senaryolar gözünün önünden geçmeye çoktan başlamıştı. İçindeki tüm stresle hızlıca kolileri kaldırmak için yere eğildi. “Bir şeyi kırmasan için rahat etmeyecek, değil mi Aktan,” diye bağıran karısının sesini duyunca yutkundu. Kendini çok tetikte hissediyordu. Her an karısı boynuna bir bıçak dayayabilirdi. Bunu tabii ki de yapmazdı fakat şöyle bir düşününce Aktan buna kolaylıkla ihtimal verebiliyordu. “Alt tarafı bir koli taşıyacaktınız, onu da burnumdan getirdiniz. Hemen işten kaytarmak için kolilerin hepsini tek seferde taşıyorsunuz. Alnımda salak yazıyordu zaten benim de! İkinci hatanda affetmem. İçinde cam olan koliler tek tek taşınacak, ona göre.”
Aktan kolileri çoktan eline tekrardan almıştı ve aracın yanına gelmişti. Elindeki kolileri içeride duran işçilere uzattı. Koliler işçinin elindeydi fakat bir yardımı dokunmasa da Aref’de işin ucundan tutmak istediği için kolinin altından tuttu. Hemen yanındaki genç adam, Aref’e gülümseyerek kolileri diğerlerinin yanına yerleştirdi.
“Cinnet geçireceğim, vallahi cinnet geçireceğim!”
İlsu’nun sesi evin duvarlarında yankılanıyordu. Peyda elindeki koliyi hemen ikisinin arasına bıraktı. “Cam eşyalar olan kolileri işaretleyelim. Daha dikkatli davranırlar. Herhangi bir işaret bırakmadığın için karıştırmaları gayet doğal. Onları çok suçlama. Emin ol onlarda en az senin kadar stresli.” Cebinden mavi bir tükenmez kalem çıkardı. “Bununla çarpı atsak yeterli olur.”
“Bence işin içinde Baha da var diye bu kadar savunmacı yaklaşıyorsun,” diyerek olayı alaya aldı İlsu. “Sırf zorsundukları için tüm kolileri tek seferde götürmeye çalışıyorlar. Olan eşyalarıma olacak!”
Peyda bakışlarını kaçırınca İlsu onun elindeki kalemi aldı ve kutuya eğilip büyükçe bir çarpı attı. “Şimdi bahaneleri de görmedik falan olur. Aha böyle kocaman çarpı atıp gözlerine sokacaksın.”
“Artık sakin olur musun,” diye bağıran Peyda’yı umursamadı. Başka bir şehre taşınacaklardı ve üstünde inanılmaz bir baskı, bunun da beraberinde getirdiği büyük bir stres vardı. Peyda hızla İlsu’nun elindeki kalemi alıp onun yönünü dış kapıya doğru çevirdi. Bunun üzerine İlsu’nun öfke saçan bakışlarına maruz kalmıştı fakat tüm bunları kurtulmak ve başkalarını kurtarmak için yapıyordu. “Sen bir git çocuklara bak. Burayla ben ilgilenirim. Arel günlerdir oldukça agresifti zaten biliyorsun. Onları kontrol etmekten bir zarar gelmez.”
“Çok istiyorsan sen bak mesela?”
Peyda yan taraflarında ki koliyi işaretlemek için o tarafa doğru yöneldi. “Maalesef, görüyorsun ki oldukça meşgulüm.” Aklına bir şey gelmiş gibi sırıtıp ona baktı. “Sadece biz mi bir şeyler yapalım? Boş boş duracağına bir işe yara da şu çocuklara bak.”
“Çok komiksin. Gülmekten yarılacağım, Peyda,” diyerek göz deviren İlsu, Peyda’nın da dediği gibi çocuklara bakmak için dış kapıya yöneldi. Günlerdir tek yaptıkları lazım olan eşyalar için kolileri toparlamaktı. Buraya bir daha gelirler miydi bilmiyorlardı. Bunun için evde ki eşyaların neredeyse çoğunu yanlarında Ankara’ya götüreceklerdi.
Ankara’ya gitmeleri Aktan’ın işleri için her ne kadar önemliyse, İlsu ve diğerleri için o kadar kötü bir durumdu. Taşınmaları demek ayrılık demekti. Ve bu ayrılıktan en çok etkilenecek olanlar ise tabii ki de Arel ve Asel’di.
Arel bu haberi birkaç hafta öncesinde sohbete kulak misafiri olarak öğrenmişti. O gün bunun gerçek olma ihtimali onu derinden sarsmıştı. Onu etkileyen İlsu’nun ya da Aktan’ın, hatta Aref’in gitmesi değildi. Asel’in gitmesiydi. Asel’i öyle çok seviyordu ki biri ona “her şeyim diyebileceğin kişi kim” diye sorarsa hiç düşünmeden “Asel” derdi. Asel, Arel için çok ayrı bir meseleydi.
Son haftalarda günleri hep beraber geçmişti. Arel, Peyda’ya Asel ile ayrılmamak için adeta yalvarıyordu fakat nafileydi. Peyda’nın elinden hiçbir şey gelmiyordu. O da İlsu’dan, kardeşinden ayrılmak istemiyordu ama bu konuda onların mecbur olduğunu biliyordu. Arel, annesinin onu oyaladığını düşünse de buna rağmen umut doluydu. Asel’le tekrardan yan yana geleceklerine inanıyordu. Son günlerde olan agresif davranışları sadece çevresindeki insanlara karşıydı. Asel’in yanında duygusal bir çocuğa dönüşüyordu.
İlsu dışarı çıktığı ilk an Aktan’la göz göze geldi. Aktan her ne kadar bunalmış da olsa karısına ister istemez gülümsedi. Ona olan sevgisi o kadar büyüktü ki, karısı uğruna canını bile verebilirdi. İlsu, Aktan’ın yüzüne çok kısa bir süre bakıp bahçeye doğru yürüdü. Arel ve Asel, en son orada olacaklarını söylemişti. Gözleri etrafta gezinirken hedefi belliydi fakat tek sorunu hedefine ulaşamamasıydı. Çardak boştu ve çevresinde de hiç kimseden herhangi bir iz yoktu. Nerede olabileceklerini düşünüp arkasını döneceği esnada, ağaçların arkasında duran yarım bir bedeni fark etti. Adımları oraya doğru ilerleyince sırtlarını ağaca veren iki çocuğu ayırt edebildi. Asel bakışlarını Arel’den ayırıp annesinin olduğu tarafa doğru baktı. Annesinin varlığını hemen hissetmişti.
Yanlarına vardığında Arel’in yüz ifadesindeki değişimi hemen yakaladı. Bu sürecin onları ne kadar etkilediğinin bilincindeydi ve bunu bilmek ona acı veriyordu. “Ne yapıyorsunuz,” diye sordu ne diyeceğini bilemeyerek.
Asel başını Arel’in omzuna yaslayıp gözlerini kapatınca, Arel de derin bir nefes alıp kollarını Asel’in beline sardı. Bunu yaparken başını da onun başına yaslamıştı. Asel’in konuşmak istemediğini anladığı için İlsu’ya baktı. “Vedalaşıyorduk.”
“Nasıl olduğunuza bakmak istedim,” diye açıklama yapan İlsu’yu Arel böldü. “İyiyiz.”
Yalnız kalmak istediklerini anlayacak kadar onları tanıyordu. Son kez kızına ve oğlu gibi gördüğü çocuğa baktıktan sonra arkasını döndü ve diğerlerine yardımcı olmak için eve doğru ilerledi. Bu sırada Asel ve Arel hâlâ aynı pozisyonda duruyorlardı.
Asel gözlerini açmadı ve sessizliğin nedenini öğrenmek isteyerek Arel’e hitaben sorusunu sordu. “Gitti mi?”
Arel’in parmakları Asel’in saçlarındaydı. “Gitti.” Asel’in yüzüne düşen saçlarını parmakları arasına alıp kulağının arkasına doğru itekledi. Bunu yaparken son olmamasını dilese de, son kez yapar gibi ağır ağır hareket ediyordu. Geleceği bilemezdi. Bu yüzden olabildiğince bu dakikalarını iyi değerlendirmeye çalışıyordu. Asel’in saçlarına bakarken aklına gelen şeyle duraksadı ve “Asel” diye mırıldandı.
“Efendim?”
“Ben,” dedikten sonra derin bir nefes aldı ve devam etti. “Biliyorsun saçlarıma dokunulmasını pek sevmiyorum.” Asel gözlerini açmadan başını hafifçe salladı. “Sadece senin dokunmanı dert etmiyorum çünkü diğerleri gibi hissettirmiyor. Dayım bana bir hikâye anlatmıştı. Belki bu hikâyeyi ben de sana bir gün anlatırım,” dedikten sonra asıl noktaya değineceği için durdu ve hazır hissetmeyi bekledi. “Saçlarına,” dedi usulca. “Benden başka kimse dokunmasa olur mu?”
Asel gözlerini araladı ve başını Arel’in omzuna sürterek hafifçe kaldırdı. Onun bu hareketiyle göz göze gelmişlerdi. “Olur, ama ya dokunurlarsa?”
“İzin verme.”
“Ben uyurken haberim olmadan dokunurlarsa?”
Arel nefesini tuttuğunu fark edince tuttuğu nefesi hemen verdi. “Beni unutma.” Hafifçe başını salladı. “Her şartta beni unutma. Ben senin kadar kimseyi sevmedim.”
“Ve ben de öyle.” Asel başını Arel’den uzaklaştırmadan elini havaya kaldırdı ve avucunu sıktı. Baha amcası ona kalbinin o kadar olduğunu söylemişti. “Bu küçük kalbim senden başkasını asla sevmedi.” Arel’in gözleri, bunun bir veda olduğunu hatırlamasıyla dolmaya başlamıştı. Dudaklarında küçük bir tebessüm peyda olurken Asel’in elini tuttu ve dudaklarına yaklaştırdı. “Yerim senin o küçük kalbini.” Asel’in elinin tersini hafifçe öptü.
“Senden başka kimse saçıma dokunamayacak, Arel,” dedikten sonra Arel’in az önce öptüğü eline baktı. “Ve senden başka kimse beni öpemeyecek, kalbime dokunamayacak.”
“Olması gereken o.”
Aradan en az yarım saat geçmişti. Son dakikalarını beraber geçiriyor, araya gitmesine izin vermiyorlardı. Gelen korna sesiyle ikisi de irkildi ve ardından Peyda ve İlsu görüş açılarına girdi. Beraber geçirecekleri dakikalar tükenmişti, bunun farkına varmak ise bambaşka bir acıydı.
“Gelin artık,” diye seslenen Peyda’nın sesini işittiklerinde Arel’in canı çok yanmaya başlamıştı. Bir parçasını, hayır, her şeyini kaybediyormuş gibi hissediyordu ve öyleydi de. Bunun olmaması, yaşanmaması gerekiyordu. Asel’i kaybetmek istemiyordu fakat onu ellerinden almak zorunda olduklarını söylüyorlardı. Bunu kabullenmek istemese de olması gereken buydu.
Şimdi ikisi de gerçekten birbirlerine bir veda ediyormuş gibi hissediyordu.
Artık veda vakti gelmişti.
“Asel… Gidecek misin,” diye içini burkan bir ses duyduğunda Asel gözyaşlarına engel olamadı. Gökyüzü güneşliydi fakat onun içini kocaman bir sis kaplamıştı. Yakında yağmurun fırtınaları getireceğini hissedebiliyordu. “Arel, ben gitmek istemiyorum,” diye bağırdı hıçkırıklarının arasından. Gözlerini kapattığında onu bir beden sıkıca sardı. Gitmek istemiyordu.
“Lütfen gitme,” dedi Arel. Asel’in gitmekten başka şansı olmadığını biliyordu fakat dudaklarından çıkan sözler kendi iradesiyle söylediği şeyler değildi. “Lütfen, lütfen, lütfen! Gitme Asel. Ben gitmeni istemiyorum. Sensiz ne yaparım?”
Şayet ki Asel, şimdi kendini yere düşmek için serbest bırakmış olsa asla yere düşmezdi.
Çünkü Arel onu sıkıca sarıyordu.
Arkalarından gelen sesleri ikisi de duyabiliyordu. Arel burnunu çekip Asel’den ayrıldı ve ellerini onun yanaklarına yerleştirdi. Asel ağlamaktan oldukça halsiz düşmüştü. Bilmiyordu ki bundan sonra günleri sıklıkla bu şekilde geçecekti.
“Yine de konuşacağız değil mi, Asel? Bu şekilde bitmeyelim. Bitmemeliyiz biz.”
Asel başını hızla salladı. “Konuşacağız tabii ki Arel,” derken nefeslerini kontrol edemediği için zorlandı. Arel, gözü buğulandığı için Asel’in yüzünü net göremiyordu. Dudakları, Asel’in burnunun ucuna değdiğinde o an sadece buna sevinebildi. Asel’in yüzünü gerçekten de ezbere biliyordu.
“Neredeler?”
Aktan’ın sesi duyulunca Arel Asel’in yüzünden ellerini çekti. Kendinden uzaklaşan elleri gören Asel ise acıyla o ellere tutundu.
Aktan’la göz göze geldiklerinde hiçbir şey demeden arabaya doğru ilerlediler. Orada son bir kez daha vedalaştıklarında artık gerçekten de gitme zamanları gelmişti. En az çocuklar kadar, İlsu ve Peyda’da ağlamıştı. Asel gittikçe uzaklaşırken Arel sadece arkasından baktı. Ellerini çok boş hissediyordu. Kollarının arasına birini almak istiyordu fakat bu sadece tek bir kişiydi ve o kişi de artık gitmişti.
Günümüz
Asel Miray Algın
“Bir sorun çıkartmayın ama sakın!”
“Tamam anne! Hadi sen git.”
Annem, Peyda teyzeme gideceğini söylemişti ve bunun üzerinden yaklaşık yarım saat geçmişti. Yarım saatinin on dakikası hazırlanmasıyla, kalan yirmi dakikası ise bizi tembihlemesi ve azarlamasıyla geçmişti. Artık ne düşünüyordu hiçbir fikrim yoktu çünkü Aref’le bir şeyler yapmamızdan korkuyordu. Hâlbuki Aref’le aramız oldukça iyiydi. Yani bence.
Annem üzerine bir ceket giydikten hemen sonra ayakkabısına yöneldi ve onu da giyerken gözleri bizim üzerimizdeydi. Beklediğimin aksine hiçbir şey söylemeden dışarı çıkmış, kapıyı arkasından kapatmıştı. Sonunda annemi gönderebilmiştik.
“Evet,” derken v harfini uzatan kardeşime başımı çevirdim. Omzundan büyük bir yük kalkmış gibi iyice gevşemişti. “Şimdi ne yapıyoruz?”
Bilmiyorum dercesine omzumu silkmekle yetindim. Ne yapacağımız hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu fakat bunun da pek bir önemi yoktu. Nasılsa zamanı geçirmenin bir yolunu elbet bulurduk. Bu benim dert edeceğim son şeylerdendi.
Adımlarım salona, oradan da koltuklara doğru ilerlemişti. Aref ise yanıma gelmeden hemen önce mutfağa girmişti. Bunu da salona girmeden önce görmüştüm. Kendimi koltuğa bıraktığımda, yastıklardan birisine yaslanırken öbürünü de kucağıma almıştım. Dirseklerimi kucağımdaki yastığa yasladığım esnada, içeriye elindeki cips paketiyle Aref girdi. O da benim gibi kendisini koltuğa bıraktığında terk fark kucağına bir yastık almamış olmasıydı. “Doğruluk mu cesaret mi oynayalım.”
Söylediği şeyle yüzümü buruşturdum. “Iy, Aref, saçmalama.” Doğruluk mu cesaret mi oyununu en son yıllar önce oynamıştım. Bir daha da oynamayı istemiyordum çünkü bana çok klişe gelen bir oyundu. Klişe şeyleri genelde sevmeyen biri olarak, bu klişe oyunu da oynamak istemiyordum fakat Aref oldukça diretmişti ve bu kabul etmeme sebep olmuştu. Onu üzmek istememiştim ve teklifini uzun baskıları sonucu kabul etmiştim.
“Ben sorayım mı,” diye sorduğunda başımı hızla iki yana salladım. “Hayır.”
“Miray mızıkçılık yapma işte,” diye direttiğinde kaşları çatılmıştı. “Hevesimi iyice kursağımda bırakıyorsun. Oynamayacaksak söyle, boşuna heveslenmek istemiyorum, duygularımla oynuyorsun.”
“Duygularınla hiç oynanmadığını bu kadar belli etme. Bu duygularınla oynamaksa, gerçekten oynasam ne yaparsın inan çok merak ediyorum.”
“Yaptığın umutlandırıp o umudu elimden almak.” Birkaç saniye durdu. “Ve bu hoş bir şey değil.”
“Sor,” dediğimde bıkkınca bir nefes verdim. Onun yaptığı da hoş bir şey değildi. Zorla güzellik olmazdı.
“Doğruluk mu cesaret mi,” diye sorar sormaz ekledi. “Üç kere ardı ardına doğruluk diyebilirsin. Cesaretten kaçmak yok.”
“Üç kere oynadıktan sonra oyunu bırakırsam?”
Bana gözlerini diktiğinde güldüm ve az önceki sorusunu cevapladım. “Doğruluk.”
Ağzına bir cips attığında cipsin varlığını hatırlamıştım ve onun ardından ben de cips almıştım. Aref, ağzındaki cipsi çiğnerken bana ne soracağını düşünüyor, ben de gerilerek en fazla ne sorabileceğini hesaplamaya çalışıyordum. Genel olarak her şeyimi biliyordu fakat bunların aralarında illaki istisnalar olabiliyordu. Soracağı soruyu bu yüzden merakla bekliyordum.
Bakışları yavaşça bana kayınca sorusunu soracağını anladım. İçime bir his doğmuştu, bana çok kritik bir soru soracaktı. “Doğru cevap vermek zorundasın,” diyerek beni uyardı. Başımı salladığımda nihayet sorusunu sordu. Aslında bunca zaman düşünmesine gerek yoktu çünkü bu doğruluk mu cesaret mi oyununun klişe sorularındandı. “Hoşlandığın birisi var mı?”
Başımı hiç düşünmeden iki yana salladım. Düşünme ihtiyacı hissetmemiştim çünkü şu ana kadar kimseden ciddi manada hoşlanmamıştım. Düşünsem bir yerlere varır mıydım bilmiyordum fakat hislerimin aynı olacağını düşünerekten bu soruya yanıt vermiştim.
Aref’in sorma nedeni ise bana karşı olan sevgisi ve bunun da beraberinde getirdiği koruma içgüdüsüydü. Hızlı verdiğim bu yanıt onu tatmin etmişe benzemiyordu. Tahmin ettiğim gibi bu yüzden sadece birkaç saniye sonra bana teyit etmek istercesine sordu. “Emin miyiz?”
İşte o bunu sorunca gerçekten sorusunu düşündüm. Hoşlandığım biri var mıydı? Etkilendiğim, sevdiğim ve belki de aşık olduğum?
Hiçbir cevaba ulaşamadım.
Herhangi birinden hoşlanmıyordum. Birinden hoşlanacak kadar sosyal değildim ve zamanım da yoktu. Buraya daha yeni yeni dönmüştük. Bu kadar kısa sürede kimseyle doğru düzgün tanışamamış, çevremdeki insanları tanıyamamıştım bile. Herkes yıllar önceki gibi değildi ve yeni gördüğüm yüzler de oldukça fazlaydı.
Başımı salladığımda Aref şansını biraz daha zorlamaya karar vermişti. Ona doğru bir cevap vermiştim fakat o diretmeye devam ediyordu. “Arel?”
Arel?
“Arel ne alaka tam olarak?”
“Ona karşı hislerin var mı?”
Arel’e karşı tabii ki de hislerim yoktu. Hatta şu an Aref’in ağzından bu soruyu duymak beni afallatmıştı. Bunu düşünmesine sebep olan şeyi her ne kadar çok merak etsem de, saçmaladığını düşünüyordum. Ayrıca bırakın beni, Arel’in de bana karşı hisleri olmadığına emindim. Bir an o da burada olsaydı ne yapardı diye düşünmeden edemedim. Davranışları yeri gelince çok dengesiz oluyordu. Muhtemelen o da Aref’in saçmaladığını düşünür, sorusuyla dalga geçerdi.
“Arel’i bu tarz şeylere dahil etme. Ona karşı hislerim elbette yok, saçmalıyorsun!”
Ağzına bir cips daha atıp arkasına yaslandı. “Peki Erdal?”
“Mal mı seçiyorsun ben anlamadım,” diyerek sinirlenmeye başladığımı belli ettim. “Ayrıca tek bir soru hakkın vardı. Neden hâlâ cevaplıyorsam bende.” Az önce aldığı cipsten, aynı anda üç tane alıp ağzıma attım. Bakışlarını yakaladığımda ise aynısını tekrar yaptım ve sorumu sordum. “Doğruluk mu cesaret mi?”
Hiç düşünmeden “cesaret” deyip göz kırptığında sırıttım. Bu konuda felaket şeyler yaptırabilirdim. Gözlerimi telefonuna çevirdiğimde sessizce almasını işaret ettim. Telefonunu eline alınca tuş kilidini açtı ve ne yapacağını söylemem için tekrardan bana baktı. “Galerindeki son beş fotoğrafı hikâyende paylaş.”
Aref başını telefonuna eğip galerisine girdiğinde fotoğraflara bakmak istediğini anlamıştım. Hemen yanına yaklaşıp fotoğrafları onun gibi ben de görmek istedim. Son beş fotoğrafın ikisi beni geçen Aref’in sevgilisi sanan çocuğun ifşalarından, birisi alışveriş sitesinden alınan bir ekran görüntüsünden ve sonuncuları ise Aref’in fotoğraflarından oluşuyordu. Gülmeye başladığım sırada Aref inkâr ediyordu. “Kaan bunları paylaşmayı bırak, birine göndermemem için iki saat başımın etini yedi! Birde gidip playstation fotoğrafı mı paylaşayım? Kendimi öylesine çekmiştim, bilsem çekmezdim. Tipime bir bakar mısın?”
“Mızıkçılık yapma, Aref,” diye dalga geçtiğimde, telefonunu alıp en çok aktif olduğu sosyal medya uygulamasına girdim. Son beş fotoğrafı seçmemle ekranı ona çevirdim. “Etiket falan atmak ister misin? Belki şarkı koymak istersin ya da bir şeyler yazmak istersin. Hm?”
Başını iki yana salladığında kafasında türlü senaryolar kurduğuna adım kadar emindim. Parmağım paylaş seçeneğine dokununca gülümseyip telefonunu bir kenara bıraktım. İçinde azıcık cips kalan pakete elimi uzatıp biraz aldım ve yavaşça yemeye başlarken ona baktım. “Sormayı düşünüyor musun?”
“Doğruluk mu cesaret mi?”
Otuz iki diş sırıttım. Evet, ciddi manada otuz iki diş sırıtmıştım. “Doğruluk.”
“Başına gelen en utanç verici şeyi söyle mesela,” dedi ikinci kez doğruluk dememi takmayarak.
Hangi birini sayacaktım ki…
“Derste parmak kaldırmıştım. Hoca beni seçti sanıp soruya cevap vermiştim fakat meğersem arkamda oturan kişiyi kaldırmış.”
Aref gözlerini devirdi. “Başına gelen en utanç verici şey, diyorum,” dedi. Sonra yine tekrarladı, sadece tek fark şimdi heceleyerek söylemiş olmasıydı. “En utanç verici şey.”
“Çok var desem?”
Otuz iki diş sırıtma sırası Aref’e geçmiş olmalıydı. “Hepsini anlatsana, gülelim biraz.” Hemen ardından telefonunu çıkardı ve önümüzdeki orta sehpayı bize doğru yaklaştırıp yastıklardan birisine yasladı.
“Ne yapıyorsun?”
“Video çekeceğim. Sıkıldıkça izlerim.”
Telefonunu almak için uzanmıştım ki hızla bileğimi tuttu. Sinirlerime hâkim olamayarak gözlerimi ona diktim. “Bırak.”
“Bırakmam,” diyerek karşılık verdiğinde, aklımdan telefonunu alıp duvardan duvara fırlatmak geçiyordu. “Bırak dedim!”
“Bırakmam dedim.”
Tam o sırada benim telefonumdan gelen bildirim sesiyle elimi hızla kendime çekip Aref’e ters bir bakış attım. Zafer elde etmiş gibi kendi telefonuna uzanırken, ben de hemen yanımdaki telefonumu elime aldım. Çiğdem’den mesaj almıştım. Sohbete girdiğimde kısa bir süre yazdığı mesajla bakıştım.
“Asel.”
“Müsait misin?”
Parmaklarım hızla klavyenin üzerinde oyalandı.
“Evet.”
Çevrimdışı olduğunu görmemle, telefonumu kapatıp yanıma koydum. Aref’le ilgileneceğim esnada telefonum çalmaya başladı ve ekrana baktığımda arayanın Çiğdem olduğunu gördüm. Aramayı cevaplarken ayaklandım ve biraz uzaklaştım. “Alo?”
“Nasılsın?”
“İyiyim,” diye mırıldanırken gerçekten iyi miyim diye düşündüm. “Sen nasılsın?”
“Ben de aynı şekilde ama sadece canım fazla sıkıldı.” Nefesini alıp verdiğini duydum. “Bana gelsene.”
“Nereye,” diye sorarken seçenekleri gözden geçirdim. “Evine mi?”
“E herhalde. Hatta gelirken yanına kıyafetlerini falan da al. Bugün bende kalabilirsin. İkimizde eğlenir, güzel vakitler geçiririz. Ne dersin?”
Aslında gerçekten söylediği gibi güzel olabilirdi. “Konumu at, geliyorum.”
Odamda kendime bir çanta hazırlarken olabildiğince hızlı olmaya çalışıyordum. Çiğdem bana belli bir saat vermemişti fakat geç gitmek de istemiyordum. Çiğdem’le konuştuktan hemen sonra anneme haber vermiştim ve o da onu düzenli olarak haberdar etmemi istemişti. Şimdi ise çantama son olarak okul formamı koyuyordum.
Aynanın başına geçtiğimde yüzüme çok hafif bir makyaj yaptım. Kıyafetimi hiç değiştirme gereksinimi duymadım çünkü sabah giydiğim ve şu an üstümde olan kıyafet oldukça güzeldi. Ve saçlarımı serbest bırakma kararı almıştım. Bu yüzden tamamen hazır olmam istediğim gibi çok kısa sürmüştü.
Çantamı omzuma taktıktan sonra odamdan çıkıp Aref’e veda etmek için salona uğradım. Telefonuyla ilgileniyordu ve varlığımı henüz fark etmemişti. “Ben gidiyorum.”
Başını telefonundan kaldırıp kısa bir süre bana baktı. “Okulda görüşürüz o zaman. Arada bizi de ara, iyi olduğunu bilelim.” Başımı salladığımda tekrardan telefonuna döndü. “Herkes hikâyeme yanıt vermiş. Yemin ederim sohbetlere girmekten korkuyorum. Özellikle de Kaan’ınkinden. Birde birkaç kez beni aradı fakat cevapsız bıraktım.”
Sırıtarak gitmeden önce ona son bir cümle kurdum. “Kolay gelsin.”
Aref’in bana attığı bakışın ardından evden çıkmam saniyelerimi almıştı. Henüz evdeyken kendime bir taksi çağırmıştım ve şu an kapımın önünde beni bekliyordu. Adımlarım taksiye hızla ilerledi ve kapıyı da aynı hızla açtım. “Merhaba.”
Taksinin şoförü kırklı yaşlarında duran bir amcaydı. Arka koltuğa geçtiğimde dikiz aynasından bana baktı. “Merhaba kızım.”
Telefonumdan Çiğdem’in bana dakikalar önce atmış olduğu konumu açıp öne doğru uzattım. Şoför, konuma kısa bir süre baktıktan sonra yerini bildiğini söyleyip aracı sürmeye başladı. Bununla birlikte bende derin bir nefes alıp arkama yaslandım. Gözlerim camdan dışarıyı izlerken bir an önce varmayı diliyordum.
Geçen birkaç dakikanın ardından telefonumu elime almış, sosyal medyada geziniyordum. Önüme çıkan videolar ilk defa gözüme çok sıkıcı gelmeye başlıyordu. Her ne kadar kaydırıp yenilerine geçmiş olsam da, içimde oluşan sıkıntı yüzünden buna devam edemedim. Videoların olduğu kısımdan çıkıp, sayfayı yenilediğimde uygulamadan çıkacaktım fakat Arel’in atmış olduğu bir hikâye olduğunu fark etmemle duraksadım. Genelde pek bir şey paylaşmazdı, duraksamama sebep olan da buydu. Parmağım profil fotoğrafının üzerine baskı uyguladığında paylaştığı fotoğraf açıldı. Bir sehpanın üzerinde duran iki kupa kahvenin fotoğrafıydı bu. Biriyle beraber şu an takılıp kahve içiyor olmalıydı. Fotoğrafa ne kadar bakınmış olsam da başka bir şey göremedim. Kiminleydi bilmiyordum fakat içimde daha da oluşan sıkıntıya bir anlam veremiyordum. Bana böyle hissettiren şey sanırım onunla olan ortak geçmişimizdi. Birbirimize yakın olduğumuz zamanları aramış, özlemiştim. İçten içe o günlere ne kadar çok dönmek istediğimi fark ettim.
“Geldik kızım,” diyen şoförün sesiyle camdan önümüzdeki siteye baktım. Kat sayısı oldukça fazlaydı ve birkaç bloktan oluşuyordu. Vermem gereken miktarı ödediğimde taksiden indim. Çiğdem’in dediği üzere A bloğuna girmem ve daire 16’nın, yani Çiğdem’in evinin zilini çalmam gerekiyordu. Fakat bunun öncesinde, kapıda bekleyen güvenlik aracılığıyla da onunla bir görüşme sağlamıştım.
Apartmana girdiğimde bir kapı ziliyle daha karşılaştım. Az öncekiyle beraber bu iki oluyordu. Güvenliğe haklı olarak çok önem veriliyordu fakat bu misafir olacak kişiye de bir eziyetti. 16 numarayı tuşlayıp çaldırdığımda, birkaç saniyenin ardından Çiğdem’in sesi bulunduğum küçük alanda yankılandı. “Sende bir gelemedin.”
“Gelebilsem geleceğim zaten. Neyse, aç şu kapıyı.”
“Zili daha fazla çalma diye seni kapıda bekliyor olacağım.”
Elimi kilitli olan kapıya yaslayıp kameraya baktım. “En iyisi o olur. Hadi aç artık şurayı!”
Kapının kilidinin açıldığına dair duyduğum sesle, kapıyı açmak adına yavaşça ittim. Hareketlerimle sensörlü ışıklar yanmış, gözlerim hemen ileride duran asansöre kaymıştı. Bu apartmanı birde merdivenlerle çıkamazdım. Asansör ikinci kattaydı ve bulunduğum kata çağırmak adına düğmeye bastıktan hemen sonra bakışlarımı etrafta gezdirdim. Olduğum katta dört daire vardı ve muhtemelen bu durum diğer katlar için de geçerli olmalıydı. Burası zemin kat, yani sıfır numara olduğuna göre benim üçüncü kata çıkmam gerekiyordu.
Kapısı açılan asansöre bindiğimde üç numaralı düğmeye bastım ve sadece geçen birkaç saniyenin ardından kata ulaştım. Kata adımımı atmamla sensörlü ışıklar yandı ve sağ tarafımda, açık olan kapısının önünde bana sırıtarak bakan Çiğdem ile karşılaştım.
Adımlarım onun olduğu yöne doğru yönelirken onun yüzünde olan sırıtış benim yüzüme de yansıdı. Kollarımı iki yana açtığımda karşılık verdi ve attığım son birkaç adımın ardından kollarım nihayetinde ona sarıldı. Ondan ayrılmadan kulağına doğru mırıldandım. “Yalnız çok güzel bir karşılamaydı bu.”
“Sen hep gel, hep böyle karşılayayım seni.”
Ayrıldığımızda ikimizin de yüzünde bir tebessüm kalmıştı. Çiğdem benim aksime oldukça kıpır kıpırdı. Heyecanını anlayabiliyordum, onun kadar olmasa da ben de çok heyecanlıydım. Ayakkabımı çıkardığımda eliyle içeriyi işaret etti. “E önden buyurun, leydim.”
Hafifçe kıkırdadığımda elini indirdi ve kaşlarını çattı. “Niye gülüyorsun ki, yanlış mıyım? Beyzade ya da asilzade falan mı demeliydim?”
“Yok, boşluğuma geldi ya,” derken içeriye girdim. Çiğdem kapıyı arkamdan kapattı. “Sen neden benim dediklerimi çok ciddiye alıyorsun? Şaka yapıyoruz alt tarafı canım.”
“Herkesin bir kusuru vardır diyelim,” dediğimde göz devirip önüme geçti ve geri geri yürürken, kollarını iki yana açıp bana baktı. “Şey vardır ya hani, ‘evinde gibi hisset.’”
Güldüğümde o da güldü ve kolunda duran tokasıyla saçlarını havadan bağladı. Salondaki koltuklardan birisine eşyalarımı bırakıp gözlerimi etrafta gezdirdim. “Çiğdem,” diye seslendiğimde merakla yüzüme baktı. “Sende epey zevk varmış.” Salonunun renk uyumu oldukça hoşuma gitmişti. Kiremit rengi ve krem rengi arasında bir düzen oluşturmuştu. Evini özene bözene dizayn ettiğini daha şimdiden tahmin edebiliyordum.
“E tabii canım, var bizde de bir şeyler.” Kendisi de salonuna biraz bakındıktan sonra aklına bir şey gelmiş gibi gülümsedi. “Sana aldığımız elbiseyi de ben seçmiştim, unuttun mu? Mükemmel bir şeyim ya ben.”
“Evet, öylesin,” deyip gülümsediğimde salonundan çıktım ve o da peşime takıldı. Yanımda yürürken sağ eli, sol kolunun dirseğine yöneldi. “Bu arada mutfağım biraz sıkıntılı olabilir. Dağınıklık açısından yani… Sen geleceksin diye bir şeyler hazırlamıştım, bulaşıkları falan var. Birde un dökülmüştü, temizlemeye zamanım olmadı; yiyeceklerle uğraşıyordum.”
Benim açımdan dağınıklığın hiçbir önemi yoktu. Özellikle de o, beni düşünüp bu kadar uğraşmışken. “Hiç sorun değil, beraber toparlarız hatta.”
Mutfağın kapısını açtığımda sadece birkaç saniye etrafa bakındım.
Çiğdem bir daha mutfağa girmesin.
“Evde birileri yok değil mi,” deyip kendi etrafımda anlamsızca dönüp bakındığımda, Çiğdem ne yaptığımı anlamayıp başını iki yana salladı. Onunla göz göze geldiğimizde devam ettim. “Çiğdem, bana dürüst olmanı istiyorum,” dediğimde iyice gerildi. “Şizofren misin, yoksa değil misin? Bu nasıl sorulur bilmiyorum ama sormam gerekiyordu.”
“Asel, iyi misin,” dediğinde derin bir nefes aldı. “Of, çok gerildim bir şey oldu diye.” Ona bakarkenki ciddiyetimi görünce afallayarak devam etti. “Ya değilim tabii ki de, saçmalama! O ne alaka?”
“Biriyle burada kartopu savaşı yapıyormuş gibi un savaşı mı yaptın? Kafamda birkaç şekil canlanmıştı mutfağının dağınıklığıyla ilgili fakat bunu da beklemiyordum.” Elimle dolaplardan birinin kapağını gösterdim. “Çiğdem gözünü seveyim, bu ne?”
“Ya sandalyenin üstündeydim o sırada. Unun yeri yukarıdaki dolap normalde. Geri yerine koyayım derken ayağım kayınca sağa sola döküldü hepsi.”
“Hiç inandırıcı gelmedi.”
“Öyle ama.”
Gözlerim masada duran ama Çiğdem’in üstlerini kapatmış olduğu yiyeceklere kaydı. “Sen nasıl yemek yapıyorsun, çok merak ediyorum.”
“Genellikle dışarıdan yiyorum fakat kendi kendime basit şeyler de yaptığım oluyor. Bazen babam gelirken yanında yaptığı yemeklerden getiriyor. Ama bak,” derken sağ elindeki parmaklarını birleştirip aşağı yukarı salladı. “Babamın yaptığı yemekler çok lezzetli oluyor.”
“Bir gün ondan da yeriz belki.”
“Yeriz yeriz,” dediğinde masaya yöneldi. Halının bir kısmı un içinde kaldığı için kenardan yürüyerek peşinden ilerledim. Eli ilk, geniş bir tabağın üstünde duran kapağa yöneldi ve gülerek bana baktı. “Sence içinde ne var?”
Ortamda hamur işi kokusu vardı ve poğaça yapmış olabileceğini düşünüyordum. Bir diğer tabağa baktığımda, boyu Çiğdem’in şu an tutmuş olduğu tabaktan daha küçük olduğu için onun poğaça olduğuna ihtimal veremedim. Bakışlarım tekrardan Çiğdem’e döndü. “Yanmış poğaça.”
“Ne?”
“Yanmış poğaça işte. Üstü falan siyah böyle.” Gülmeye başladım. “Hiç görmedin mi diyeceğim ama illaki görmüşsündür. Sürekli görüyor olmalısın. Hatta birazdan yine bir örnek göreceğiz.”
Çiğdem, kapağı açıp bir kenara koydu ve elini masaya yasladı. “Sana da ‘her şeyi ciddiye alıyorsun’ dediğimizde, içine nasıl oturuyorsa artık, mizah yapmaya çalışırken evrim geçiriyorsun.”
Kapağını açmış olduğu tabağa baktığımda tahmin etmiş olduğum gibi poğaça yaptığını gördüm. “Oha yanmamış bu.”
“E tabii canım, ne sandın sen beni?”
“Ben şu un faciasını gördükten sonra bu poğaçaların yanmış olduğuna çok emindim. Sakarlıkta çığır açmış olduğunu düşünüyordum.”
“İnsanları ters köşelemekte üstüme yoktur.”
Bu sefer hiç sormadan öbür kapağı açtığında ise kısır yapmış olduğunu gördüm. Poğaça sayısı ne kadar azsa, kısır sayısı bir o kadar çoktu. “Ordu mu doyuracaksın?”
“Senide bir memnun edemiyoruz!”
“Yok ya, bir şey demedim ben.”
Bana dik dik baktığı birkaç saniyeden sonra tekrardan seslendi. “Bu arada tatlıya zaman kalmamıştı, onu yapamadım. İnternetten sipariş edebiliriz.”
“Poğaçalarımız yanmadığı için ve kısırımızda birkaç günlüğüne bizi idare edebileceği için boş ver, tek eksiğimiz o olsun.”
“Ya ağlayacağım!”
Kahkaha attım. “Ağlama be, şaka yaptım.”
“Çok zorbasın.”
“Aşk olsun. Alındım, gücendim.”
Çiğdem etrafa kısaca bir göz gezdirdi. “İstersen ilk etrafı toparlayalım. Malum…”
“Bence de,” dediğimde unun bulaştığı yerlere kısaca bir göz gezdirdim. Odanın neredeyse üçte biri unla kaplıydı. Burası bu hale gelmişken Çiğdem nasıl işine devam edebilmişti aklım almıyordu. “Şu halıyı bir kaldırıp yere silkeleyelim. Oda vasat halde, etrafa bir bakar mısın?”
“Sözde hiç sorun değildi hani?”
Gözlerimin kocaman açıldığını hissedebiliyordum. “Çiğdem, ben buranın bu halde olduğunu biliyor muydum sence?” Kısa bir duraksama yaşadım. “Yoksa sen beni buraya temizlik yapmam için mi çağırdın? Günün yarısı şimdi işe başlamazsak burayı temizlemekle geçecek çünkü.”
“Ya tamam, uzatmayalım. Ben temizlik malzemelerini getireyim. Sonra da halıyı kaldırırız zaten dediğin gibi. Sen girişin oradan ayağına bir terlik al da gel.”
Başımı sallayıp onunla beraber odadan çıktım. O, koridorun sol tarafına doğru giderken, ben dümdüz ilerleyip ayakkabılıktan kendime göre bir çift terlik aldım. Mutfağa geri döndüğümde tezgahta duran temizlik malzemelerini ve Çiğdem’in elindeki ses bombasını gördüm. “Şarkı mı açacağız?”
Çiğdem heyecanla yüzüme baktı. Ne olursa olsun motivasyonu elbet yerine geliyordu. “Evet, güzel olmaz mı? Hem yine eğleniriz.”
“Olur, ne açacaksın,” diye sorarken yanına yaklaştım. Ses bombasını telefonuna bağlayıp başını kaldırdı. “Ne açmamı istersin?”
“Mesela maNga çok severim.”
“Rastgele bir şarkısını açıyorum o zaman.” Çiğdem şarkıyı açarken bana sürpriz olsun istediğim için ekrana bakmadım. Az sonra ses bombasında Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile’nin müziği çalmaya başladı. Bu şarkıyı çok severdim. Çiğdem sesini kısmaya kalkıştığında elini tuttum. “Kısma sesini. Yüksek sesle dinleyelim işte, çok güzel oluyor.”
“Apartmanda oturuyoruz ama.”
Omzumu silktim. “Aman salla! Zaten birkaç dakikaya kalmaz müziği de kapatırız belki. En azından şimdi tadını çıkaralım. Hep bu kadar eğlenemeyeceğiz.”
Çiğdem ses bombasını bana uyarak masaya koydu ve şarkının sözleri de bu sırada çalmaya başladı. Beklediğimden daha yüksekti sesi. Ve belki de Çiğdem haklı olabilirdi, kıssak çok daha iyi olurdu. Fakat bunu ona şu an söyleyemezdim.
“Her sabah uyandığında
Beni farz et yanında
Böylece kolaylaşır her şey birden
Bakarsın gelirim aniden”
“Manga dinliyor musun,” diyerek Çiğdem’e döndüm. Şarkıya biraz eşlik etmiştim fakat bu soru aklıma takılmıştı ve Çiğdem’e sormak istemiştim. Başını hafifçe sallayıp dolabın üstünü hafifçe sildiğinde başka bir soru sordum. “En sevdiğin şarkısı hangisi peki?”
Hiç düşünmeden cevap verdi. “Cevapsız Sorular.”
“Haykıracak nefesim kalmasa bile
Ellerim uzanır olduğun yere
Gözlerim görmese ben bulurum yine
Kalbim durmuşsa inan çarpar seninle”
Şarkının nakaratını Çiğdem’le beraber bağıra bağıra söylemiş, hatta yerdeki unu üstümüze istemeden de olsa bulaştırmıştık. Çiğdem elinde olan unu yüzüme bulaştırdığında kahkaha attım ve bende yere eğilip elime gelen unları ona doğru fırlattım. Havada unlar uçuşuyor, arkada durmadan eşlik ettiğimiz şarkı çalıyordu. Ortam gerçekten çok güzeldi.
Şarkı bittiğinde Çiğdem yeni bir şeyler açmadan önce kalçasını tezgaha yaslayıp derin bir nefes aldı. Ben de onun aksine yerde unların üzerinde oturuyordum ve hâlâ az önce yaşanan şeylerin etkisinde olduğum için gülüyordum.
Çiğdem’in telefonuna gelen birkaç bildirim anı bozan etmen olmuştu. Elini cebine attığında en az onun kadar ben de ne olduğunu merak ediyordum. Ekrana birkaç kez bastıktan sonra yalnızca gözleri hareket etti, uzun uzun bir şeyleri okudu. Muhtemelen ona birkaç mesaj gelmiş olmalıydı. Kaşları çatılmaya başladığında olanları bir an önce öğrenmek için sordum. “Bir şey mi oldu?”
“Evet, alt komşum yapmış yapacağını.”
Ayaklanıp onun yanında durdum. Telefonun ekranına baktığımda bu apartmanın grubu olduğunu görmemle tedirginliğim arttı. “Ne olmuş?”
“Ya Asel bak şimdi” derken oldukça huzursuz görünüyordu. “Bu apartmanın, hatta bu sitenin sahibi Kutay aslına bakarsan. Kutay da bu arada geçen Pamir ve Arel’in arabada konuştukları kişi. Her neyse işte, benim alt komşum ise bu Kutaydan hoşlanıyor ve Kutay’la benim bir dönem ilişkim vardı.”
“Ne,” diye sorduğumda hazırlıksız yakalanmıştım. Böyle bir şey beklemiyordum. “Oha!”
“Alt komşum yani Lizge, sürekli Kutay’la aramı açmaya çalışıyor. Açıkçası aramız zaten iyi değil ama yaptıkları şeyleri görmen lazım. Beni rezil etmek için tabiri caizse resmen götünü yırtıyor! Cidden sinir bozucu. Kutay umurumda bile değil fakat bir noktadan sonra bayıyor işte.” Telefonuna kısa bir bakış attı. “Hanımefendi şimdi de grupta beni Kutay’a şikâyet etmiş. Gerizekalı cidden.”
Çiğdem’in telefonunu elime alıp mesajlara kısa bir bakış attım.
Daire 12: Bu apartmanda gerçekten artık huzur yok mu?
Daire 12: Daha geçen bu mevzular konuşulmuştu fakat bazıları bunları gerçekten sallamıyor.
Daire 12: Kutay, üst komşum evinde ne yapıyor bilmiyorum fakat artık sabrım kalmadı. Sürekli bu mevzuları konuşuyoruz fakat bir sonuca hâlâ varamadık. Gerçekten sabrımı sınıyorsunuz.
Daire 12: Son ses şarkı dinliyorlar, üstelik apartmanda.
Kutay: Ben bu sorunu halledeceğim.
Daire 12: Söyler misin, kaçıncı kez? Yakında şikâyetçi olmayı düşünüyorum.
Kutay: Söyledim ya, bu sorunu halledeceğim, Lizge Hanım.
Daire 12: Teessüf ederim, Lizge diyecektiniz bana.
Kutay: @ÇiğdemÇağıl bu ve benzer sorunları artık daha fazla yaşamak istemiyorum. Davranışlarınıza artık bir çeki düzen verin yoksa apartmanımızda maalesef ki size bir yer veremeyeceğim. Aynı uyarıları sürekli yapıyoruz, sıktı artık.
Siz: Olanlardan tek rahatsızlık duyan bizzat alt komşum. Söyler misiniz, hakkımda size gelip durmadan ileri geri konuşan başka ahlaksız var mı? Aklınca şikâyetleriyle burnu havaya kalkıyor ve sizi de tebrik ederim, sorup soruşturmadan saçma sapan hareket ediyorsunuz. Ben de şikâyetçi olabilirim. Tabii Lizge Hanım’ın aksine ben bu durumu egom için değil, ciddi olduğum için yaparım. Evet, şu an bir hata yapmış olabilirim fakat apartmandaki herkes biliyor ki geçen sene beni size şikâyet eden kişi, evinde parti düzenleyip apartmanın huzurunu tamamen bozmuştu. Siz ne yaptınız? Gidip rencide mi ettiniz yoksa ona katılıp kafayı mı buldunuz?
Siz: Haksızsam biri beni düzeltsin.
Mesajlar şu an buraya kadardı. Başlarda mesajları okurken her ne kadar sinir olsam da, Çiğdem’in yazdıklarını okuyunca rahatlamıştım. “İyi demişsin bu arada.”
“E tabii canım, niye susayım? Keyfine göre daireden atarım triplerine giriyor fakat bu site aslında tam olarak onun değil de, babasının. Babası da beni tanıyor ve seviyor fakat Kutay bunu pek bilmiyor. Artı olarak babamla babası da arkadaş. Yani benim buradaki yerim sabit. Sadece Lizge’ye katlanmak eziyetten farksız.”
Mesajlara kısaca bir kez daha baktım. “Cevap niye vermiyorlar?”
Çiğdem telefonunu elimden alıp cevapladı. “Lizge’yi bilemem ama Kutay özelden bir şeyler yazdı, bildirimi gelmişti. Sana mesajları göstermek için henüz ben de yazdıklarına bakmadım.” Sohbeti açtığında okumadan önce ekranı ikimizin ortasında tuttu. Böylece ikimizde aynı anda mesajları okumaya başladık.
“Benimle olan kişisel meselelerini kendine sakla.”
“Orası bir apartman grubu farkındaysan.”
“Ve apartmanda bana ait olduğuna göre ağzına geleni söyleme hakkını sana sunmuyorum.”
Bunları yaklaşık altı dakika önce yazmıştı ve Çiğdem’in elinden telefonu almam da saniyelerimi almıştı. “Aslında zaten bende konuşabilecek gibi hissetmiyordum.” Çiğdem titreyen ellerini gösterdi. “Bak, sinirden ellerim titriyor.”
“İyi işte, ben konuşmak istiyordum zaten. Benim de içimdeki siniri atmam lazım.”
Mesajları tekrardan okuduktan sonra parmaklarım hızla klavyenin üzerinde gezindi. Klavyeyi her zaman hızlı kullananlardan olmuşumdur fakat bu sefer içimdeki duyguların baskınlığı sayesinde hızım resmen daha da katlanıyordu.
“Ağzına geleni ben değil ama başkaları söyleyebilir yani?”
“Artı olarak, apartman grubu diye bahsettiğin yerde tutumunuz keşke bahsettiğin gibi olsa.”
“Seninle olan kişisel meselelerimden ben utanıyorum. Beni, bunu düşündürecek hale getirdin ya, teşekkür ederim, Kutay.”
“Yine de söylemeden edemeyeceğim, şimdiden benim de sinirlerim bozuldu. Daha ne boksun bunları bilmiyorum fakat gözümde bir yerin varsa da bu iyice dibi boyladı. Evet, ben Çiğdem değilim ve ne bok olduğunu sana ben söylüyorum.”
Kutay mesajlarımı okuyup yazmaya başladı. Uzun bir süre yazıp yazıp sildi fakat en sonunda gönderdiği cümle sadece iki kelimelikti.
“Sen kimsin?”
Bakışlarımı Çiğdem’e çevirdiğimde, o da başını telefondan kaldırıp bana çevirdi. Ne diyeceğimi bilmiyordum fakat o da başka bir şeyden kuşkulanıyor gibiydi. “Bu Kutay olmayabilir. O gerizekalı şimdiye sövmeye başlardı.”
“E bu kim o zaman?”
“Bilmiyorum.” Ekrandaki mesajlara tekrar ve tekrardan kısaca bir göz attı. “Kim olduğunu söylemek istiyorsan söyle. Ne yapsak bilemedim açıkçası.”
Kendimi hemen ortaya atmak istemiyordum. Ayrıca Çiğdem sayesinde benim de kafama bu kişinin kim olduğu takılmıştı. Bu yüzden bana sorduğu sorunun aynısını ona sordum.
“Asıl sen kimsin?”
“Ben sanırım senin kim olduğunu biliyorum.”
“Kimim ben?”
“Çiğdem’in arkadaşı…”
“Ben de senin kim olduğunu biliyorum sanırım. Kutay’ın arkadaşı?”
Sinirle güldüğümde Çiğdem sorgularcasına bana baktı. “İyi misin?”
“Evet. Sadece bu her kimse mal mal konuşması sinirimi çok bozuyor. Harbi Çiğdem sen neden tüm ruh hastalarının olduğu bir apartmana taşınma gereği duydun ki?”
“Aslında birkaç kişi haricinde buradaki herkes çok tatlı insanlardır. Sen şu an sadece iki kişiyi gördün. Hemen diğerlerine karşı bir ön yargın olmasın.”
“Bilemiyorum. Eğer taşınacak olsam, burası taşınmak isteyeceğim son yerlerden olurdu sanırım.”
“Diyorsun?”
“Diyorum.”
Telefon titrediğinde gelen mesaja bakmak için başımı eğdim.
“Şaka yapıyorum. Asel Miray?”
Başımı hızla Çiğdem’e çevirdiğimde onun da dudakları çoktan arlanmıştı. “Oha! Bu kim lan? Beni nereden tanıyor?”
“Kızım, tanımayı bırak kim olduğunu bile sadece birkaç mesajdan hemen çözdü!”
“Sen kimsin?”
“Kutay’ın bir arkadaşı.”
Bir mesaj daha yazdı.
“Ayrıca eşek herif sizden özür diliyormuş. Bugün yarın bir çiçekle gelir kapınıza. O denli pişman yani anlayacağınız.”
“Arkadaş seçimine dikkat etmeni öneririm.”
“Önerini gözden geçireceğim.”
Telefonu Çiğdem’in kucağına bıraktım. “Of, çok bunaldım. Senin komşuların kafadan kontak!”
“Eh, bazıları.”
Gözümü ovuşturmak için elimi yüzüme yaklaştırdığımda, un lekelerini görmemle aklıma yarım kalan temizliğimiz geldi. Etrafa kısaca bir bakış atıp ayaklandım. “Temizlik de yalan oldu. Şurayı yapalım, sonra da bir şeyler yiyelim; ben çok acıktım.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |