
*Devin*
Karan dudaklarıma yumuşacık bir öpücük bıraktıktan sonra, “Çok geç kaldım,” dedi. Terden alnıma yapışmış saçlarımı geriye doğru iterek kaşımın yanından da öptü ve oradaki bene o kadar sıcak bir ifadeyle baktı ki, hayatım boyunca kimsenin bana onun kadar değer veremeyeceğinden emin oldum. Sevgisi güçlü, sarsılmaz ve şüphe götürmeyecek kadar somuttu.
“Yatak odasına hiç geçmemeliydik,” dedim gülümseyerek. Ben de Karan’ın alnına düşen saçları okşadım, ardından onu bıraktım. Gitmesi gerektiğini biliyordum.
“Hiçbir şey geçirdiğimiz saatlerden daha değerli değil. Gerekirse sıfırdan plan yaparım.”
“Yine de ne kadar çabuk biterse az önce yaşadıklarımıza o kadar kolay kavuşabiliriz.”
Bana hak veriyormuş gibi kafasını salladıktan sonra doğrularak oturdu. Sırtındaki biri kanatlarını açmış uçmaya hazır, diğeri de kapalı kanatlarıyla uçan kuşu seyreden, kanatlarının, yüzlerindeki ifadelerin inanılmaz derecede detaylı olduğu dövmelerine bakarken ayağa kalktı.
Karan dolabına gidip kendine temiz bir boxer çıkarırken, “Dövmelerini kim yaptı?” diye sordum. Bana anlatacağını söylemişti ve o gitmeden önce onu kimin ya da kimlerin bu şekilde görmüş olduğunu öğrenmek istiyordum. Kafamda kurmayacağım kadar onun sevgisine inanıyordum ama kırılgan bir yanım ona dair en ufak şeyi bile bir başkasıyla paylaşmış olmaktan hoşnutsuzluk duyuyordu.
“Birkaçını askerden bir arkadaşım yaptı, Mehmet.” Neden sorduğumu tahmin ederek, “Kuşlar onun eseri,” dedi. “Önce kalbimin altındaki kadını ve şarkı sözlerini, ardından bomba, kabile deseni ve babamın kullandığı pipoyu o yaptı. En son kuşları seçmiştim ki o da bu süre zarfında giderek daha iyi bir iş çıkarmaya başlamıştı.”
“Gerçekten güzeller ama evet, diğerleri daha güzel.”
Raftan siyah bir tişört alıp üzerine geçirirken kasları gözlerime ziyafet çektirecek kadar lezzetli bir şekilde dalgalandı.
“Burçin yaptı,” dediğinde hem şaşırdım hem de onun bunu yapabilecek kadar yetenekli olduğunu tahmin etmem gerektiğini düşündüm. “Mehmet de benim kadar olmasa da kötülüğe tanık olmuştu. Beni o halde görmesinden rahatsız olmamıştım. Zaten kafam karanlığın içine gömülmüştü, nasıl göründüğüm umurumda değildi. Burçin ise…”
“Onun kendi şeytanları var,” dedim. “Sanırım hepiniz gibi ama daha farklı.” Pantolonun düğmelerini ilikleyip fermuarını çektikten sonra dolaptaki raftan bir tane de kapüşonlu sweat çıkardı.
“Daha farklı,” dedi kendinden emin bir sesle. “Açıkçası neler yaşadığını bilen Bo-” dedikten hemen sonra kendini frenledi. Adamın adını anmak istemediği için onu suçluyor değildim. Gerekirse bana söylerdi, biliyordum. “Gölge ve Pars’tan başka kimsenin bildiğini sanmıyorum. Zaten beni ilgilendirmez. Burçin o gün bana baktı ve gördüğü şey sadece… nasıl anlatsam bilmiyorum. Ondan çekinmediğimi, istesem de saklanamayacağımı hissetmiştim.”
Burçin’i onun kadar tanımam mümkün değildi ama Karan’ı gören kişinin o olmasına sevinmiştim. Ve bunu anlamsızca içimde fokurdayan kıskançlıktan dolayı söylemiyordum. Karan’ı yargılamayacak, yaralarının ona bir yük olduğunu hissettirmeyecek, ona sıradan gözlerle bakabilecek biri olduğu için sevinmiştim.
“Sanırım ben de bir dövme istiyorum,” dedim kendimi tutamadan.
Karan kapüşonlusunun dağıttığı saçlarını düzeltirken bana şaşkınlıkla bakarak, “Ne istiyorsun?” diye sordu merakla.
Bir fikrim olsa da zihnimde henüz netleştirmemiştim. “Bilmiyorum ama Burçin’le konuşmak isterim. Sence bana dövme yapmayı kabul eder mi?”
“Edeceğinden eminim.”
Karan bir kez daha dolabına dönmeden önce bana göz ucuyla baktı, her ne düşünüyorsa hızlı bir karar aldıktan sonra dolaptan siyah bir çanta çıkarıp yatağın ucuna, ayaklarımı uzattığım yerin hemen önüne koydu. Fermuarını açıp içinden çıkardığı, kabzasında kabartmalı harflerle CANİK yazan bir silah çıkardı. Benimle göz teması kurmaktan kaçınarak silahın şarjörünü çıkarıp içindeki mermileri kontrol etti ve yeniden yerine yerleştirip pantolonun arkasına sıkıştırdı. Ardından iki tane bıçak çıkardı. Biri kılıfının içindeyken diğeri keskin, düz ve parlak hatlarıyla açıkta duruyordu. Birini cebine yerleştirdikten sonra kılıflı olanı çantanın üzerine bırakıp bana baktı.
Onu büyülenmiş gibi izlediğimi fark ettiğimde şaşırdım. Korkmayı, eskisi gibi yaptığı şeyden rahatsızlık duymayı bekledim; o duygulara dair içimde en ufak bir kırıntı bile bulamadım.
Çantanın içinden bu sefer çok daha küçük bir silah çıkardı.
“Bu senin için.” Kelimelerini anlamlandırana kadar yatağın etrafından dolaşıp hâlâ çıplak bir şekilde, üzerime çektiğim yorganla yatak başlığına yaslandığım yere geldi. “Bunu sana bırakmadan önce kullanmayı öğretmek için zamanımın olmasını istiyordum ama bugün Erdem aradığında hissettiğim korkudan sonra vazgeçtim. İhtiyacın olursa savunmasız, silahsız kaldığını bilmek her şeyden daha tehlikeli.”
Hiç düşünmeden, “Kullanamam,” dedim. “Ben… birini vuramam, Karan.”
“Gerekli şartlar oluştuğunda insanların neler yapabildiklerini bilsen şaşırırsın. Ve ben sana hayatın için savaşacağını bilecek kadar güveniyorum. Bana sunduğun, benim olan nefesini korumak için gerekirse o tetiği çekeceksin, Devin.”
“Hayır, Karan. Bunu benden isteme. İstersen eve başka birilerini getir. Tüm ekibi kapıya diz. Ne bileyim, eğer istersen sen gelene kadar odanın kapısını kilitli tutar ve dışarı asla çıkmam. Alarmları aktif et. Bir şey yap, başka bir şey ama bana silah verme. Benden onu kullanmamı isteyemezsin.”
Karan ağzımdan çıkan tek kelimeyi bile umursamadan anlatmaya başlarken silaha uzanmamı istememesi için çaresizce yorganın kenarlarını sıkıca kavramıştım. “Bu sana verebileceğim en güvenli silah. Üç ayrı emniyet sistemine sahip. Yani bana güven, kazayla ateş alması imkânsız. Yere düşürsen bile.”
“Anlamıyorsun.”
“Beni dinle,” dedi sertçe. Silahı hâlâ aramızda tutuyor, ölümcül ağırlığını görmezden gelmemi zorlaştırıyordu. “Kabzası eline tam oturacak, rahatça kavrayabilirsin. Diğerlerinden daha küçük, kolay bir tutuşu var. Bunu görüyor musun?” diye tetiğin ortasındaki küçük bir parçayı gösterdi. “Bu tetik emniyeti. Buna basmadığın sürece tetiğin tamamı hareket etmez. Her üç emniyet tertibatı da tetik çekildikçe birbiri ardına ayrılır. Tetiği serbest bıraktığında otomatik olarak yeniden bağlanır. Korkmana gerek yok.”
Söylediklerini anlamakta hem zorlanıyor hem de onu hayal kırıklığına uğratmamak için ezberlemeye çalışıyordum.
“Korktuğumun bu olduğunu mu sanıyorsun?” dedim sinirle. “Kendimi ya da bir başkasını kaza eseri tehlikeye atacağımdan mı korkuyorum? Karan bana bir kalem verip gerekirse onu birine saplamamı söylesen bile ben yapamam. Sen bana silah vermeye kalkıyorsun!”
Dudaklarının kıvrılışını, ifadesi yumuşarken yara izinin gerilmesini izlemeye bayılıyordum. Onu öpmek, ona sokulmak ve bana bakışıyla kalbimi eritip neredeyse sıvı hale getiren viski rengi gözlerine bakmak, yüzleşmek zorunda olduğumuz her şeyi unutmak istiyordum.
“Öbür evde, balkonun önünde bir konuşma yapmıştık hatırlıyor musun?”
“O balkonun önünde bolca zaman geçirdik,” dedim homurdanarak. Ne derse desin beni ikna etmesine izin veremezdim.
“Sana istersen yapamayacağın hiçbir şey olmadığını söylemiştim, ciddiydim. Sen güçlüsün, ptičica. Sandığından çok daha güçlüsün ve gerek kendini gerek ise sevdiklerini korumak için elinden geleni yapağını biliyorum, bu gerçeğe güveniyorum.”
Beni nasıl ele geçireceğini çok iyi biliyordu. Beni nasıl olup da bu kadar iyi tanıyabildiğini anlamakta hâlâ zorlanıyordum. Sırf bir insanı aylarca uzaktan takip ettin diye onu tanıyamazdın. İnsan aynı evin içine girip senelerce yaşadığı insanı tanıyamıyordu.
Geciktiğini, halletmesi gereken bir işi olduğunu bildiğim için yenilgiyle iç çektim ve ellerimin titrememesi için vücudumdaki tüm kasları sıkarak uzanıp elinden silahı aldım. Beklediğimden çok daha hafif olsa da sebep olabileceği yıkımın gücünü hissedebiliyordum. Soğuktu, ölümcüldü. Yine de… elime daha önce hiç sahip olmadığım bir güç geçmişti. Yarattığı çarpık güven hissinin üzerinde durmamak için çabaladım.
“Bir adı var mı bari? Silahlarına ve arabalarına isim veriyor musun?”
Boğuk ama sıcacık bir kahkahayla göğsü sarsıldığında uzanıp başımın üstünü öptü.
“O bir Glock45. Ve hayır, onlara isim vermiyorum. Bugüne kadar isim verdiğim tek şey sensin.”
“Piçita,” dedim gözlerine bakarak.
“Babam anneme böyle seslenirdi. Annem şarkı söylemeyi, konuşmayı, kendi kendine mırıldanmayı çok severdi ve babama seslendiği her seferinde babam bir kuşun cıvıldadığını duyduğunu iddia ederdi.” Dudakları bu sefer hüzünlü bir gülümsemeyle kıvrıldığında dayanamadım ve uzanıp onu öptüm. Dudakları hâlâ benimkilere dokunurken, “Benim düşüncelerim bu kadar masum değil,” diye mırıldandı. “Sen benim asla yakalayacağımı ummadığım ve olur da bir gün uçup gitmek isterse yokluğuna asla dayanamayacağım ve tam da bu yüzden kafese kapatıp bir daha gitmesine izin vermeyeceğim küçük kuşumsun.”
Beni son bir kez öptükten sonra silahın nasıl çalıştığını en baştan gösterdi, panik butonunu yanımdan asla ayırmamamı tembihledi ve beni odada hem bedenen hem de ruhen çırılçıplak bırakıp gitti.
***
Karan gittikten sonra kalkıp geniş banyosunda duş alarak kendime gelmem belki bir yarım saatimi almıştı. Ağaçlara bakan sıcak suyla buğulanmış camdan puslu ağaçların siluetini izleyerek geçirdiğim süre boyunca bazı şeyleri konuşmadığımızı fark etmiştim; Pelin’e kimin mesaj attığını ya da Erdem’in neden harekete geçmediğini bilmiyordum.
Banyodan çıkıp son bir haftamı geçirdiğim Karan’ın odasına döndüğümde yağmur yağmaya başladığını gördüm. Hava çoktan kararmıştı ve gökyüzü giderek sıklaşan şimşeklerle parlayıp, bizim küçük ormanımızı aydınlatıyordu.
Gelir gelmez kendi dolabında benim eşyalarım için yer açtığı kısma gidip pamuklu, yumuşak bir iç çamaşırı seçtikten sonra içi tüylü gri eşofmanımı hâlâ nemli olan bacaklarımdan geçirdim. Karan’ın rafına uzanıp onun siyah tişörtlerinden birini alırken ikinci kere düşünmedim. Eteğini bir yanından tutup kıvırarak küçük bir düğüm yaparak boyunu kısalttım ve üzerime bol, kalın, iri düğmeli hırkalarımdan birini giydim. Kokularımız birbirine karışırken rahatlayarak iç çektim.
Saçlarımı kurutmak için banyoya döndüğümde yağmur şiddetini arttırmıştı. Karan’ın şu anda nerede, ne şartlar altında olduğunu düşünüp duruyordum. Eymen’le alakalı olan, beni ve sevdiklerimi tehlikeye atan tüm bu gizem çözüldüğünde bize ne olacağını merak ediyordum. O her gün hayatını ortaya koyarken evde oturup onun tek parça eve dönmesini nasıl bekleyecektim?
Üstelik, yanımda bu endişelerimi konuşabileceğim tek bir kişi bile olmayacaktı. O bir polis ya da artık bir asker değildi. Sahte kimliğiyle paravan bir şirkette çalışan, dikkat çekmemesi gereken kanun önünde bir suçlu ve bir katildi.
Ünlü biri değildim ama hatırı sayılır takipçim ve yıllardır sürdürdüğüm programımla az çok tanınıyordum. Babam tanınıyordu. Soyadımız zaman zaman insanların ulaşabileceği birçok mecrada yer alıyordu. Eymen’in hayatımdaki varlığıyla eşi olarak da tanınıyordum. Kimse onun yaptığı boktan işleri bilmiyormuş gibi, genç yaşta cinayete kurban gitmiş başarılı avukatın karısıydım.
Sıklıkla olmasa da haber kanallarında Eymen’in adı hâlâ gündeme geliyordu. Gazeteciler ara sıra beni arıyor, daha fazla bilgi almak istiyorlardı. Açmıyordum. Kimseyle konuşmuyordum. Sanki hayatımda hiçbir şey değişmemiş gibi radyo programımı sunuyordum. Neyse ki kapıma dayanmıyorlardı. Benden onlara bir malzeme çıkmayacağını çözmüş olmalılardı.
Tuhaf olan Eymen’in ihanetinden kimsenin haberinin olmamasıydı. Basına bilgi sızdırılmamış, Bahar’dan ya da diğer kadınlardan bahseden olmamıştı. Yaptığı karanlık işlerin konusu açılmıyordu. Sanki yok yere öldürülmüş gibi ortalık gerçekçi olmaktan oldukça uzak bir şekilde sessizdi. Belki de cidden kimse ona ne olduğunu umursamıyordu. Sonuçta her gün sokaklarda onlarca insan kasıtlı veya kasıtsız öldürülüyor, hayatlarını bir şekilde kaybediyorlardı.
Yine de polisin beni nasıl olup da aramadığını anlayamıyordum. Ailesi mi engel oluyordu? Bunu yapabilirler miydi? Ya ailesi beni neden hiç aramamışlardı? Babam bile bildiklerini saklarken başkalarının ne bok yediğini düşünmem anlamsızdı.
Sonunda saçlarımı kurutmayı bitirdiğimde kendimi hiç olmadığı kadar yorgun hissediyordum. Karan’ın ısrarla yanımdan ayırmamamı söylediği panik butonunu ve telefonumu komodinin üzerinden alıp hırkamın cebine attım. Banyoya götürmeyi unutmuştum ve hayır, bana bunun için kızamazdı. Zaten ev hapsindeydim. Zavallı Erdem, beni korumak için aşağıda bir yerlerde iliklerine kadar yağmur soğuğunu yiyerek muhtemelen can çekişiyordu.
Odadan çıkmadan önce çekmeceye kaldırdığım silahı düşünerek duraksadım. Onu da yanıma almalı mıydım? Sahiden bu eve birileri girebilir miydi? Hiç sanmıyordum. Onu olduğu yerde bırakarak salona geçtim. Üçümüz için yaptığım kahvelerin hâlâ masanın üzerinde olduğunu gördüm. Pelin’in onu içecek kadar bu evin içinde kalmadığına seviniyordum. Tepsiyi alıp mutfağa taşıdım. Hepsini lavaboya dökerken evin içi gök gürültüsünün güçlü sesiyle doldu. Bu havaları her zaman severdim ve tam da bu havalara göre bir müzik listem vardı.
Dolaptan bir sigara çıkarıp bulaşık sepetinden küllüğü aldıktan sonra mutfak penceresini açtım. Yağmurun sesi bu yükseklikte kulağa farklı geliyordu ve etrafa mis gibi bir koku yayılmaya başlamıştı. Pencerenin pervazına yaslanırken telefonumu çıkarıp babamı aramayı düşündüm. Karan’a onu mümkün olduğunca habersiz bırakacağıma dair söz vermiştim ama ona karşı hissettiğim kızgınlığı ve hayal kırıklığını içimde tutmak özellikle bugünden, Karan’ın geçmişinden biriyle yüzleştikten sonra zor gelmeye başlamıştı.
Ancak ben karar verip de babamı arayana kadar baktığım karanlık ekran tanımadığım bir numaradan gelen aramayla aydınlandı. Gerilerek arkama, mutfağın girişine baktım. Gözlerim etrafı tarayıp evin sessizliğini dinlerken sanki arayan kişi beni izliyor olabilirmiş gibi bu sefer pencereden, yedi kat aşağıya, karanlık zemine baktım. Telefon elimde titremeye devam ediyordu. Açmadan önce sigaramdan bir nefes aldım. Belki de açmamalıydım. Karan’a ya da Erdem’e numarayı gönderebilir, kim olduğunu öğrendikten sonra arayan kişiye geri dönebilirdim. Arama sonlandı ve ekranım birkaç saniye daha cevapsız aramayı gösterdikten sonra karardı.
Karan’ın ne yaptığını bilmediğim için Erdem’e mesaj atmaya karar verdiğimde telefonum titreyerek bir kez daha canlandı. Tabii ki de aynı numaraydı.
Düşünmeden açtım, telefonu kulağıma götürürken elim titriyordu.
Sesimi bulamadan önce karşı taraf, “Devin,” dedi. Kesinlikle tanımadığım biriydi. “Uzun zamandır seninle konuşmak istiyordum.”
“Sen kimsin?” diye sordum. Sigaranın külünün düşmek üzere olduğunu görünce yarısı bile bitmemiş sigarayı küllüğe basarak söndürdüm.
“Organize İşler’den Komiser İsmet Dağdeviren,” dediğinde anlık olarak rahatladım. Polis. O bir polisti, Eymen’in katili değildi. Hemen ardından aptallığıma şaşırarak, nasıl olup da bu kesin yargıya vardığıma inanamadım. İçinde bulunduğum dünya alışık olduğumdan çok ama çok uzaktı ve ben bu adamın adını daha önce görmüş, yakın zamanda Karan’dan duymuştum. Suç örgütlerinin birinin başındaki adamın kızıyla beraberdi. Adı neydi…
Sibel! Evet, Sibel Topaz’la beraberdi.
Sesimi oldukça sakin tutmaya çalışarak, “Bu saat aramak için sizce de çok geç değil mi?” diye sordum.
“Neden aradığımı biliyorsun,” dedi. “Beni tanımamışsın gibi yapmayalım.”
“Seni tanımıyorum.”
“Belki yüz yüze tanışmadık ama varlığımdan haberdar olduğunu biliyorum. Lafı uzatmayalım. Eğer Eymen’in sakladığı bilgilerin yer aldığı bilgisayarı getirmezsen aileni bir daha göremezsin.”
Panikle içime çektiğim nefesi duyduğundan emindim. Telefonu tutan elim de panik butonunu az önce kavrayan elim de hissettiğim gerginlikle terden nemlenmişti, titriyorlardı.
Zaman kazanmalıydım. Bir şey yapmalıydım ama ne?
“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum. Bana polis olduğunuzu söylemediniz mi? Şimdi de ailemi mi tehdit ediyorsunuz?”
Annemle babamın bu saatte evlerinin güvenli sınırlarının içinde olduğunu düşünerek korkuya kapılmamaya çalıştım. 112’yi arayarak evlerine İsmet’ten daha güvenilir olacağını umduğum polisleri yollayabilirdim. Karan’a ya da Erdem’e ulaşabilirdim.
“Benimle oynama, Devin. O dosyaları istiyorum. Ailen şu anda mutlu mesut Develi’de yemek yiyorlar. Oradan çıktıklarında tek parça halinde evlerine ulaşmalarını istiyorsan dediğimi yaparsın. Kimin başına ne zaman bir kaza geleceği belli olmaz değil mi?”
Ona inanmak istemiyordum ama şüphe duyma şansım var mıydı?
“Ah,” dedi sesinde bariz bir heyecanla. “Söylemeyi unuttum. Evime girmek için günlerdir götümden ayrılmayan arkadaşına da ulaşmaya çalışma.”
“Sen ne…”
“Kameralar, Devin. Kameralar her yerde ve siz aptalların bunun ne anlama geldiğinden haberiniz yok. Yol yakınken kaçmalı, buralardan gitmeliydin.”
Çaresizce, “Yapma,” diye itiraz ettim.
“Polis yok, arkadaş yok. Aileni ya da kimliği oldukça şaibeli arkadaşını aramak yok.”
“Beni aradığının kayıtları var,” dedim somut bir gerçeğe tutunmaya çalışarak.
Güldü. “Polis olduğumu unutuyorsun galiba. Ayrıca onların güvende olmasını istiyorsan sessiz kalmak zorundasın. Gözüm üzerinde. Yarım saatin var.”
Telefonu kapattığında dizlerimin üzerine çöktüm. Karan’a zarar vermesine izin veremezdim. Bunu ona yapamazdım. Hepsi Eymen yüzündendi.
***
Erdem’i atlatmak için attığım ilk adım sandığımdan kolay oldu. Ana kapıdaki her daim aktif olan alarmı kısa süreliğine kapatmak zorunda kalmış, asansöre binmeden önce arayacağı anın gelmesi için birkaç saniye beklemiştim ancak o arama gelmemişti. Bu, çöp çıkarmak zorunda kaldığım zamanlarda unutarak alarmı çalıştırdığım bir iki seferin şanslı yansımasıydı.
Asansörle garaj katına kadar süren yolculuğum o kadar uzun gelmişti ki, gerginlikten montumun içinde terlemeye başlamıştım. Ya kapılar açılırsa ve Erdem bir anda karşıma çıkarsa? Daha da kötüsü İsmet ya da tanıdığı birileri Karan’ın evinin izini sürmüşse ve aptalca ona kandığım için kucaklarına düşmem için beni bekliyorlarsa? Neyse ki iki kâbusumda gerçekleşmemişti. Ancak aşmam gereken engeller de bitmemişti.
Siteden görünmeden nasıl çıkacağıma dair plan yapacak zamanım olmasını isterdim. Taksi ya da Uber çağıramazdım; en azından sitenin içine. Erdem eminim ki giren çıkan herkesi takip ediyordu.
Evden çıkmadan aceleyle üstümü değiştirmiştim; tamamen siyahlara bürünürken Karan gibi karanlığa ve gölgelere karışabileceğim yanılgısında değildim. Sadece azıcık da olsa dikkat çekmek istemiyordum. Dolaptan siyah montumu alıp fermuarını çekerken komodinden Karan’ın verdiği silahı yanıma almaya karar vermiştim. Panik butonu hâlâ benimleydi. Cebimdeki varlığını hissetmiyordum bile ama silahı montumun cebine sığdıramadığım için tıpkı Karan gibi belime yerleştirmek zorunda kalmıştım. O kadar tuhaf o kadar rahatsız edici bir histi ki, attığım her adımda düşecek ya da bir yerlerime saplanacak diye geriliyordum. Tişörtüme rağmen soğukluğu tenime sızıyordu ve kesinlikle elime aldığım ilk seferden daha ağırmış gibi geliyordu. Ondan bir an önce kurtulmak istiyordum.
Dizüstü bilgisayarımı ise sahip olduğum tek sırt çantasına yerleştirmiştim. Üniversite zamanından kalma, yıkanmaktan yıpranarak mavisi solmuş, aslında oldukça çirkin bir şeydi. Karan evimde kalan eşyaları topladığı son seferde getirmişti. Silahı da içine koymayı düşünmüştüm ama fermuarını açıp içinden çıkarmak gibi bir zamanımın olacağından şüpheliydim. Gerçi acil bir durumda belimden çıkarabileceğimi de hiç sanmıyordum. Korkunun keskin tadı ağzımın içini çamura çevirirken sıra sıra ağaçların dizildiği kaldırımı takip ettim. Kapalı hava saklanmama yardım ediyor, sitenin loş ışıklarının gücünü azaltıyordu.
Garajdan çıktıktan sonra sitenin tek giriş çıkışının olduğu kapıya doğru yürümeye başlamıştım. Tek şansım yağmurun birkaç dakika önce dinmiş olmasıydı. Yerdeki tek tük çakıllar spor ayakkabılarımın altında eziliyor, çıkan azıcık ses bile dikkat çekmekten korktuğum için fazla geliyordu. Bir açıklık arıyordum ve çok geçmeden aradığımı buldum. Sitenin basket sahasının ardında siteyle yolu ayıran bir duvar vardı. Duvarın boyu burada daha alçaktı. Neredeyse göğsüme ulaşıyordu, kolayca üzerine çıkabilirdim ama üzerine sabitlenmiş çitle beraber tahminen iki metreye ulaşıyordu. Bu da işimi zorlaştırıyordu.
Hızlı adımlarla yürürken Erdem’in ya da bir başkasının etrafta gezinmediğinden emin olmaya çalıştım. Sitenin bir tane girişteki kabinde bir tane de akşam sekizde vardiyası başlayan iki güvenliği olduğunu biliyordum. Şehirdeki çoğu siteye göre, ki annemlerinki de buna dahildi, burası daha küçük ve izoleydi. Şanslıydım; ikinci güvenlik ortalıkta görünmüyordu.
Duvara tırmanmak beklediğimden kolay oldu. Bulduğum dut ağacının alt kısımlarında kalan ince dalları, ellerimle duvardan ve teli tutan kalın profilden destek aldığım için beni taşıyabilmişti. Telin üzerinden atlamak ise biraz daha zor oldu. Kotum takıldı, delindiğini ve uyluğumu az da olsa keserek derimi kanattığını hissedince sızlandım. Ben acıya dayanaklı biri değildim. Ancak şu anda başka çarem yoktu.
Öbür tarafa geçip sonunda ayaklarımı kaldırıma basabildiğimde içimden geçen ilk düşünce yarama bakmak olsa da bunu yapmadan koşar adımlarla site sınırlarından uzaklaşmaya başladım. Ellerimdeki ıslaklığı üzerime silerken, her adımda zamanımın daraldığını biliyordum. Konumdaki adrese dediği sürede ulaşmam mümkün değildi.
Işıkların daha yoğun olduğu ve arabaların daha sık geçmeye başladığı bir noktada uygulama üzerinden taksi çağırdım. Üç dakika sonra arabanın sıcak arka koltuğuna oturmuş ve aracın, beni neyin beklediğini bilmediğim o noktaya götürmesine izin vermiştim.
***
Eveeet. Artık gerçek anlamda sona geliyoruz. Sevdiniz mi?
Eymen'in katili kim? Tahminleri buraya alayım. :D
Bundan sonraki bölümlerde her şey parça parça açığa çıkacak ve bir takım olaylar yaşanacak. Alıntılar paylaşmaya devam edeceğim ama detay vermeyeceğim ki sürprizi kaçmasın. :D
İnstagram hesabıma gelin. Kanallara katılıp gelişmelerden haberdar olun. O zamana dek öpüldünüz. :*
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.19k Okunma |
303 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |