
*Karan*
Siktiğimin MİT’inde çalıştığımı düşünüyordu. Ona, bunun olabilecek en yanlış tahmin olduğunu nasıl anlatabilirdim?
Hayır, Devin. MİT için çalışmıyorum. Ben bir tetikçiyim. Bir katilim. Birilerinin para vererek ortadan kalkmasını istedikleri insanları takip edip, öldürüyorum.
Gerektiği kadar korkmadığını söylediğinde ona inanmıştım. Ona gerçekleri zaten söyleyemezdim ama onu yalanlayıp şüphe içinde de bırakamazdım. Devin’in ‘gerektiği’ kadar korkmasını ve işimi zorlaştırmasını istemiyordum.
Buzdolabını aldıklarımla doldururken, “Bu işi ücretsiz yapacağının farkındasın, değil mi? Çünkü ortada böyle bir iş yok, Karan,” dedi Boyga.
“Senden ne zaman para istedim?”
“Ayrıca güvenli evlerden birini kullanacağın için senden kesinti bile yapabilirim.”
“Al paralarını yaşlı kıçına sok, Gölge. Senden bir sikim istemiyorum.”
“Yaptığın kurallara aykırı.”
“Eymen’in işini kapatamadık. Neyin peşinde olduğunu anlamak için onu takip etmemizi istediler, o kadar. Şimdi bilgiler Devin’in elinde. O güvende olana kadar yanından ayrılmayacağım.”
“Senin için çoktan bir işim var. Bu dediğin mümkün değil.”
“Başka birini bul.”
“Karan!”
“Başka birini bul,” dedikten sonra telefonu, bu gece ikinci defa yüzüne kapadım.
Ne para ne de diğer işler şu anda sikimde bile değildi. Telefonum çaldı.
“Bir gece için sesine çok fazla maruz kaldım,” dedim sinirle. Buzdolabını kapadım. Birkaç gün için yeterliydi. Sonrasına bakacaktık.
“Çalışmaya devam edeceksin, Karan. Çiftlik işletmiyoruz,” dedikten sonra bu sefer telefonu o suratıma kapadı.
Siktirsin!
Boyga’yla daha sonra uğraşacaktım.
***
Devin’in yüzüne dökülen saçlarını, dikkatle geriye doğru çektim. Onu ne zaman görsem saçları hep bir karmaşa içerisinde oluyordu. Bazen elektriklenmiş, sıklıkla tutamları sağa sola savrulmuş, hiçbir zaman onları zapt etmeyi başaramıyormuş gibi asi görünüyorlardı. Bu görüntüyü seviyordum, ona yakışıyordu. Çabasız güzelliği beni büyülüyordu.
İşte, yine aynı düşünce.
Devin, beni büyülüyordu.
Özgürce kokusunu solurken, göz kapakları hareketlendi. Çiçek gibi kokuyordu. Yasemin gibi. Uyanacağını düşünerek geriye doğru bir adım attım ama uyumaya devam etti. Elleri, üzerine örttüğü battaniyenin kenarını kavradı. Dizlerini karnına doğru çekti. Belli ki kötü bir rüyanın içine düşmüştü. Savunmasızdı. Burada olduğumu hissetmemişti. İçgüdüleri çalışmıyordu. Biri ona kolayca zarar verebilirdi ve bu benim canımı çok sıkıyordu. Onu sarıp sarmalamak, gelebilecek en ufak bir tehlikeden onu korumak istiyordum. Nedenini bilmiyor ya da sorgulamakla uğraşmıyordum. Duygularınızı analiz edin saçmalıklarıyla uğraşamayacak kadar bokun içindeydim.
İçimde bir yerlerde en son buna benzer bir şefkat duygusu hissettiğimde yirmi yaşındaydım. Aradan on dört sene geçmişti. Pelin’le annesinin cenazesinde tanışmıştık. Babamın babasıyla yıllardır arkadaş olduğunu bilmeme rağmen onu bir kere bile görmemiştim.
O gün, hava o kadar sıcaktı ki zor nefes alıyorduk. Babamın isteğiyle orada bulunmam gerekiyordu. Oysa hiç istemiyordum. Ayda bir kere kendimi zorlayıp annemin yanına gidiyor, mezarının temiz olduğundan emin oluyordum, o kadar. Ama oradaydım. Üzerime yapışmış siyah tişörtüm, gözlerimi kapatan güneş gözlüklerim ve babamın yanındaki saygılı duruşumla adını o gün öğrendiğim bir kadının açık mezarının kenarında duruyordum.
Hâlâ nedenini bilmiyorum, Pelin, mezarlığa en son gelen kişiydi. Taksiden can havliyle indiğini ve ağlaya ağlaya kalabalığa doğru koşarken acısını etrafa saçtığını çok net hatırlıyordum. Annemin yarattığı boşluğun içinde süzülmeye devam eden acım, acısını tanımıştı. Annesini dakikalar önce mezarının içine koymuşlardı ve babası ilk toprağı üzerine atmıştı. Pelin, açık mezarın yanına kendini attı. Dizlerinin kuru toprağa saplandığını gördüm. Ağlaması daha da şiddetlendi. Hıçkırıklardan o kadar çok sarsılıyordu ki küçük bedenini kontrol edemiyordu. Avuçları toprağı kavradı.
Annecim, diye haykırdı.
Kalabalığın bir kısmı onaylamaz mırıltılarla yerlerinde kıpırdandı. Babası tipik asker duruşunu bozmadan kızına yerden kalkmasını söyledi. Zamanı gelmişti. Birkaç akrabası ona ulaşıp onu yerden zorlukla kaldırdı. Toprak atmaya devam ettiler. Hoca dualar okudu. Kalabalık dualara eşlik etti. Pelin, annesi için gelen insanların arkasında bir yerde göz yaşlarını kontrol edemeden ağlamaya devam etti.
Bir süre sonra kendimi onun yanında buldum. Beni gören akrabalarının neden uzaklaştığından emin değildim ama bizi yalnız bırakmışlardı. Pelin’e dokunmadım. Gözlüğümü çıkardım. Beni tanımadığını gösteren bakışları üzerime sabitlenene kadar bekledim. Sonra ona, acısının geçmeyeceğini ama bir süre sonra bu acıyı taşımaya alışacağını söyledim. Bana sarıldı. Kafasını göğsüme yasladı ve Ankara’nın ağustos sıcağında üzerimi, kederinin yaşlarıyla yıkadı.
Acıyı yalnız taşımak zorunda değilsin, dediğimi hatırlıyorum. Sana yardım edebilirim.
O küçük kız için kalbim yumuşamıştı. Herkesin yüzleşmek zorunda kaldığı acıları olduğunu görmüştüm. Yalnız olmadığımı görmüştüm. Orada, bize tuhaf tuhaf bakan insanların arasında sırtını okşamıştım ve hissettiğim şefkatin yaralı kalbimi iyileştirdiğini fark etmiştim.
Şimdi Devin’i uyurken izliyor ve kalbimin hızla ısındığını hissediyordum. Yaşadıklarını hak etmemişti. Sevdiği birinin onu aldatmasını, pis işlerini ilişkisinden üstün tutmasını ve korumakla yükümlü olduğu tek kadını tehlikeye atmasını hak etmiyordu.
“Buradayım,” dedim fısıltıyla. “Seni koruyacağım.” Söz veriyorum.
Bu hayatta yapacağım son şey olsa bile Devin’i koruyacaktım ve onun güvende olduğundan emin olduğum gün, siktir olup gidecektim. Hissettiğim tüm bu aşırı duyguları taşımaya devam etmek gibi bir niyetim yoktu.
***
*Devin*
Gözlerimi açtığımda sabah olduğunu biliyordum. Uyumak istememiştim ama bir noktada sızmış olmalıydım. Tek sorun, uyuya kaldığımda salondaydım. Şimdiyse, kendi yatağımda yatıyordum. Üzerime ince battaniyem örtülmüştü.
Bana dokunmuş olduğunu düşünerek, birbirinden bağımsız düşüncelerle gerildim. Ona nasıl olup da güvenebiliyordum? Karan bile dün akşam, bunu duyduğunda şoka uğramış gibi görünüyordu.
Hissettiğim güvenle, annem aradığında, ona herhangi bir sorun olmadığını söylemiştim. Sadece bu evde rahat edemediğimi, belki başka bir ev bakabileceğimi ima etmiş, beni aramadan bu eve gelmesinin önüne geçmeye çalışmıştım. Çünkü Karan, planına sadık kalırsa bu evde kalamayacaktım.
Odadan çıkıp salona gittiğimde Karan’ı kanepede, kucağında benim bilgisayarımla otururken buldum.
Yanına resmen uçarak giderken, “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye bağırdım.
Laptopu tutuşumdan uzaklaştırdı.
“Senin güvenliğini sağlamaya çalışıyorum.”
“Onu bana ver!”
“İçinde neler olduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun?” dediğinde duraksadım. Dün de bunu ima etmişti ama unutmuştum.
“Bana kimin için çalıştığını söyle!” dedim sinirle. “Orada neler olduğunu bilebilmenin bir yolu yok.”
Güldü. Gülüşü boğuk, kısa, alaycı ama yine de istemeyeceğim kadar çekiciydi.
“İnsanlar ve güvenlik algıları beni her seferinde şaşırtıyor,” dedi sırıtışını kaybetmeden. Dudaklarının yukarı doğru ilerleyen bu ufak hareketi, yüzündeki diğer hiçbir kası harekete geçirmemişti. Yara izi gerilmiş, gözlerine ulaşmayan gülüşünü daha korkutucu bir hale getirmişti.
“Emin ol, kendimi hiç de güvende hissetmiyorum.”
İçeri vuran güneş ışıklarının altında ela gözleri, daha önce görmediğim kadar parlak ve açıktı. Ona bakarken, kalbim adeta bir atışını kaçırdı. Göz göze durduğumuz bu kısacık anda, bana bir şey oldu. Adını bir süre daha koyamayacağım bir şey.
Bakışlarımı kaçırdığımda, “Dün akşam aksini söylüyordun,” dedi sesine yerleşmiş bir hoşnutsuzlukla.
“Elinde bir bomba tutuyorsun,” dedim, onu duymazdan gelerek.
“Daha önce elimde bomba tuttum ve emin ol, şu anda elimde tuttuğum şey o bombalardan daha ağır.”
MİT için çalışmıyorsa orduda görev yapıyor olabilirdi. Saçları, asker olmak için biraz uzun ve fazla şekilliydi. Sakalları da vardı. Askerler de polisler gibi sivil görevlere çıkıyorlar mıydı? Polis olmadığını söylemişti ama...
“Bak,” dedim mantıklı davranmaya çalışarak. “Ben, boynuna tasma takıp oradan oraya sürükleyebileceğin bir köpek değilim. Yanlış anlama, köpekleri çok severim ama dediğim gibi onlardan biri değilim.”
Laptopu kapattı. Çantasının içine koyup ayağa kalktı. Karşıma geçip, “Sana her şeyi anlatamam,” dedi. Bu sözleri, dünden beri defalarca tekrar etmişti. Gözlerine bakmaya devam edebilmek için kafamı geriye doğru yatırmak zorunda kaldım. “Sadece bombayı, elimizde patlamadan imha etmenin bir yolunu bulacağıma söz verebilirim.”
Saçımı tutan toka, uyku sonrası çözülmüştü. Kısa tutamlarım, her zamanki gibi başına buyruk davranıyordu. Karan, o tutamlardan birini yakalayıp diğerlerinin üzerine doğru süpürdü. Bu o kadar samimi bir hareketti ki şokla donup kaldım.
“Çantanı hazırla ve bir an önce bu evden gidelim.”
Onu onaylamak için kafamı salladığımda, az önce dokunduğu saç tutamı yeniden yüzüme düştü. Gözleri, saçlarımda ve yüzümde uzun uzun gezindi. Arkasını dönmeden önce iç çektiğini duydum. Bense nefesimi tutmuştum ve bunun farkında bile değildim. Bakışlarının temas ettiği yerlerde sanki tenim karıncalanıyor gibiydi.
Bana neler oluyordu?
***
Uzaklaşacağımızı düşünmüştüm ama Acıbadem’in yukarılarında, sık ağaçların dizili olduğu, açık bir alana bakan, eski bir apartmanın önünde taksiden indiğimizde sevindim. İş yerim karşıdaydı. Mecidiyeköy’e hâlâ metrobüsle gidebilirdim.
“Pazartesi işe başlıyorum,” dedim apartmanın kapısını açmasını beklerken. Bina eski de olsa, kapılar ve şifreli sistem yeniydi.
“Güvenli olmadığını söyledim.”
“Umurumda değil. İşe gitmezsem daha çok dikkat çekerim. Mustafa Bey’e ve Laçin’e karşı sorumluluklarım var.”
Kapı arkamızdan kapandı. Karan, elinde çantalarımla merdivenlere yöneldi.
“Hayatta kalmak en büyük sorumluluğun,” diye homurdandı.
“Görünüşe göre piyangodan ne idüğü belirsiz bir koruma kazanmışım gibi duruyor. İzin vereyim de işini yapsın.”
Son basamağı çıkan adımı atmıştı ki bir anda durdu. Onu kızdırmış mıydım? Gerildim. Ama Karan, beni şaşırtıp kahkaha attı. Karnım, bu dolu dizgin ses karşısında kasıldı. Yüzünü görmek istedim. O kahkahanın bakışlarını değiştirip değiştirmediğini... Göremedim. Sanki o an hiç yaşanmamış gibi yürümeye devam etti.
Merdivenlere en yakın konumda olan ilk kapıya doğru ilerledi. Kapıyı açtıktan sonra içeri girmem için geri çekilirken, yüzüne baktım.
“Haklısın,” dedi gözlerinde izi kalmış neşeyle ama o neşe de kalıcı olmadı. “Merak etme, işimde iyiyim,” derken yüzü eski ifadesizliğine bürünmüştü.
Ona bakınca yaptığı her şeyde iyi olduğunu görebilirdiniz. Her şeyde...
Tanrım... Kafayı yiyordum.
Antrede ayakkabılarımızı çıkardık. Benim spor ayakkabılarım, onunkilerinin yanında küçücük kalmışlardı. Bu adam kaç numara ayakkabı giyiyordu? Kırk beş? Kırk altı?
Çantaları yere bıraktı. Üzerindeki siyah montu çıkardığında tüm dikkatim kaslı kollarına kaydı. Uzun kollu, siyah tişörtü, vücudunu ikinci bir deri gibi sarmıştı. Montunu, duvardaki iki sıra ahşap askılıktan birine asarken kol kasları şişti ve indi. Elleri de kocamandı. Parmakları uzun ve güçlüydü. Sanki onlar da kaslıydı. Bu mümkün müydü? Ve bir dakika... Elleri yaralı mıydı? Yakından bakınca derisinin üzerindeki belli belirsiz tuhaflıklar seçiliyordu.
Onu incelediğimi fark edince tek kaşını kaldırdı. Kendimi daha fazla rezil etmeden kafamı çevirip montumu çıkardım, onunkinin yanına astım.
“Sen nerede kalacaksın?” diye sordum.
Gayet doğal bir şeymiş gibi, “Burada,” dedi.
“Saçmalama.”
“Seni uzaktan nasıl koruyabilirim?” Yanımdan geçip giderken, “Sana evi gezdireyim,” dedi.
“Üç odadan fazla büyük olamayacak bir evi gezdirmene ihtiyacım yok. Seninle aynı evde kalamam. Gerçekte ne iş yapıyorsun, bilmiyorum ama bir anda hayatımın ortasına düşüp, peşimde gezmeni normal karşılamamı bekleme benden.”
Bunalmış gibi ellerini saçlarında gezdirdikten sonra, “Evinde üç adamı öldürdüğümü hatırlatıp durmamı mı istiyorsun?” diye sordu. “Seni korumak için?”
“Bunu söylemek bana aşırı tuhaf geliyor, yine de haklısın. Teşekkür ederim.”
“Ne için?”
Bunu bilerek yapmıyorsa bende bir şey bilmiyordum.
“O adamları etkisiz hale getirdiğin için.”
“Öldürdüğüm için.”
“Bunu sesli dile getirmek bir güvenlik açığı oluşturmuyor mu?”
Benden bir kez daha yüzünü sakladı. Onu yumuşatıyor muydum? Soğukkanlı bir şekilde üç adamı dakikalar içinde öldürebilen bir adamın yumuşaması mümkün müydü?
Koridora yöneldi. “Telefonundaki ve laptopundaki gerekli güvenlik açıklarını kapattım. Bu evde bizi duyabilecek ya da bize erişebilecek kimse yok,” dedi.
Ne?
“Telefonumu mu karıştırdın?”
“Senin güvenliğini sağlamaya çalıştığımı unutuyorsun.”
“Polise gitmem gerekiyormuş gibi hissediyorum,” dedim rahatsızlıkla. Bilmediğim bir çemberin içine hapsolmuş gibiydim.
“Kime güveneceğimizi henüz bilmiyoruz.”
Bir odanın içine girdi ve bana ait iki çantayı yatağın yanına, yere bıraktı.
Oda temiz ve düzenliydi. Çift kişilik, ahşap karyolalı yatağın üzerindeki yorgan, yeni gibi görünen, beyaz çizgili, yeşil bir nevresimle örtülmüştü. Eskimiş parke zeminlerin üzerinde, oldukça büyük, neredeyse tüm odayı kaplayan, kalın bir kilim duruyordu. Geleneksel desene sahip olsa da eskiymiş gibi görünmüyordu. Duvarların birleştiği köşede bir boy aynası vardı. Koyu kahverengi, üç kapaklı bir gardırop, aynı renkte iki komodin, iki minik gece lambası...
“Burada kim yaşıyor?” diye sordum. Çünkü beklediğimden daha konforlu görünüyordu.
“Değişiyor.”
“Airbnb gibi mi?”
“Gibi.”
“Her zaman böyle kısa cevaplar mı vereceksin?” dedim sıkıntıyla. “Bu durumun benim için ne kadar zor olduğunun farkında mısın?”
Yatağa gidip kenarına oturdum. Karan, sanki dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı beni koruyormuş gibi iri vücuduyla, kapı eşiğinde duruyordu.
“Bana biraz zaman ver,” dedi.
“Ne için veriyorum bu zamanı?”
“Yaşamak için,” derken, sesi her zamankinden yüksek çıkmıştı. “Bak, burada seni korumaya çalışıyorum. O yüzden sürekli söylenip durmayı bırak ve işimi yapmama izin ver.”
“Oldu olacak ağzımı da bantla!” dedim sinirle. “Soru sormayıp ne istiyorsan yapmamı mı bekliyorsun? Sana oradan geri zekalı gibi mi görünüyorum?”
“Devin!” diye bağırdı bu sefer. “Seni alıp, siktiğimin bir deliğine tıkmayı ve çok daha kısa sürede bu işi çözmeyi seçebilirdim. Sırf sana yardım edebilmek için suları gereğinden fazla bulandırıyorum zaten. O yüzden, yapma. Lütfen, yapma.”
Arkasını dönüp gittiğinde ona seslenecek enerjiyi kendimde bulamadım. Abartıyor muydum? Bana yardım etmeye çalıştığından bile tam olarak nasıl emin olabilirdim? Hayatımda, hiç suç dizisi ya da filmi izlememiş, bir kere bile polisiye roman okumamış olsam, ona kanmam daha kolay olabilirdi. Oysa şimdi, onun için bir yem olabileceğimi fark ediyordum. Belki laptoptaki verileri kullanacaktı. Beni ortadan kaldırmadan, benim başka neler bilip bilmediğimi anlamaya çalışıyordu?
Ne zaman bir soru soracak olsam beni cevapsız bırakıyordu. Üstüne sessizce oturup dediklerini uygulamamı bekliyordu.
Hadi oradan!
Ayağa kalkıp peşinden gittim. Tam tahmin ettiğim gibi iki ayrı oda daha vardı. Güvenlik nedeniyle benimkine en yakın olanı seçmiş olacağını düşünüp, o odanın kapısını itip açarken, “Beni başından savmayı bırak,” diye bağırdım.
Ancak odanın içine girdiğimde sözlerim resmen boğazıma dizildi, çünkü Karan, tişörtünü çıkarmıştı. Karan’ın üstü çıplaktı. Aslında, kısmen çıplaktı demek doğru olurdu, çünkü tüm üst gövdesi, kolları da dahil olmak üzere dövmelerle kaplıydı. Tüm o koyu mürekkep, tenini bir kıyafet gibi sarıyordu. Ağzımın şokla açıldığını hissettim. Gözlerim de yerinden fırlayacakmış gibi görünüyor olabilirdi.
Siktir.
Vay canına.
Adamın vücudu adeta bir sanat eseriydi. Vücudunun bir kısmını anca görüyordum. Bana değil, duvara dönük duruyordu. Sırtının ve göğsünün bazı parçalarını seçebiliyordum. O kadar çok şey vardı ki... Hepsi de iç içe geçmişti. Güller ve dikenler omuzlarından boynuna doğru ilerliyordu. Ateşlenmiş bir silah sağ kaburgasının üzerindeydi. Sırtında iki farklı kuş vardı. Görebildiğim kadarıyla birinin kanatları açık, diğerinin kapalıydı. Kolunda, kabile desenlerinin yanı sıra alevler vardı. Çok fazla alev... Sanki tüm şekil ve desenler, o alevlerle birbirilerine kavuşuyorlardı.
Yanına gidip daha fazlasını görebilmek istiyordum. En ufacık bir detayı bile atlamadan incelemek istiyordum. Meraktan ve heyecandan karnım kasılıyordu.
Bir ses çıkarmış olmalıyım, -hızlanan kalp atışlarımı duymuş olabilirdi, Karan’ın vücudu, bakışlarıyla beraber bana doğru döndü.
Yüzüne bakmadan ve bu anı sonlandırmadan önce gözlerim arsızca vücudunun geri kalanında gezinmeye devam etti.
Karın kaslarını belirginleştiren V şekline yerleştirilmiş iki balık vardı. Yin ve yang gibi. Etrafını saran deniz dalgaları ve alevler iç içe geçmişti. Kalbinin altında büyük bir melek duruyordu. Kanatsızdı ama yine de uçuyormuş gibi resmedilmişti. Meleğin altında okuyamadığım bir yazı vardı. Sonra güller ve dikenler başlıyordu. Göğsünün üst kısmından boynuna ve omuzlarına doğru yayılıyordu. Tişörtünün yakasından taştığını gördüğüm dikenlerdi bunlar.
Böyle özgürce bakınca dövmelerin, teninin her santimini kaplamadığını görebiliyordum. Boşluklar vardı ama hepsi bütünün parçasına uyum sağlayacak şekilde boş bırakılmıştı. Kopuk ve uygunsuz görünen hiçbir şey yoktu.
Çok güzeldi.
Ona doğru istemsizce bir adım attığımda, Karan, hızla üzerine az önce çıkardığı tişörtü geçirdi.
Bakışlarımız buluştuğunda, “Ne istiyorsun?” diye sordu. Gergin ve rahatsızdı.
Ne istiyordum?
Hayatımda gördüğüm en güzel gözlere sahip bu korkutucu adam, dilimin tutulmasına, az önce var olan tüm düşüncelerimin eriyip gitmesine neden olmuştu.
“Hiç,” dedim çabucak. Ona bu kadar yakın olmak ve mahremiyetine bir adım atmış olmak, beni istemediğim kadar çok sarsmıştı.
Arkamı dönüp odasından çıktım. Odama girdiğimde kapımı ardımdan kapatıp kendimi yatağa bıraktım. Gözlerimi kapadım ve az önce zihnime kazıdığım görüntülerle düşüncelerimin arasına saklandım.
***
Aralarındaki enerjiyi ben çok seviyorum ama tabii sizden biraz ileride gidiyorum. :D
Yarın bir bölüm daha gelecek ve sonra pazartesi bir bölüm daha. Yılbaşı hediyem olsun benden size. <3
Yarın görüşürüz. :*
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.19k Okunma |
303 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |