
*Devin*
Aradan geçen saatlerin sonunda Karan, aramızdaki sessizliği bozmaya karar vererek bana seslendi. O ana kadar odamdan çıkmaya cesaret edememiştim. Kısa süreli kestirmiş, telefonda takılmış, kulaklıkla müzik dinlemiştim. Sadece birkaç temiz çarşaf, havlu, pike ve battaniye olan dolabın boş kalan kısımlarına eşyalarımı yerleştirmiş, önümüzdeki programda hangi sorulara değinebileceğime dair kısa notlar almıştım.
Sıkıntıdan çatlamak üzereydim ama bir daha onun o ağız sulandıran vücudunu düşünmeden, gözlerine nasıl bakabileceğimi bilmiyordum. O bir katildi. Ondan korkmalıydım. Şu anda hissettiklerim neresinden bakarsan bak yanlıştı.
Eymen öleli iki ayı geçmişti. Onunla geçirdiğimiz senelerle kıyaslarsak iki ay hiçbir şeydi. Yasta olmam gerekiyordu. Acımda boğulmalı belki de gözyaşlarımın içinde yüzmeliydim. Oysa ben, benden uzun, tüm vücudu kaslarla ve acayip seksi dövmelerle kaplı, karanlığa karışacak kadar koyu saçlara ve aksi gibi parlak, ela gözlere sahip bir adamla ilgili hayaller kuruyordum.
Kafam karışmıştı. Şu son birkaç ayda içime beklemediğim o kadar çok duygu sığdırmıştım ki sağlıklı düşünemiyordum. Bu akşamı atlattıktan sonra yarın sabah oturup düşünecek daha mantıklı adımlar atmak için plan yapacaktım.
Hareketsizlikten uyuşmuş bacaklarımı yataktan sallandırıp ayağa kalktım. Belimi geriye doğru esnettim. Parmak uçlarımda yükselip bileklerimi açtım. Tüm bunları kafamı toplamak, kendimi mümkünse daha normal hissetmek için yaptım.
Karan’ın gözlerine bakabilir ve onun vücudunu düşünememeyi başarabilirdim. Aklımda yer etmesi gereken çok daha önemli konular vardı. Hem en başta neden odasına dalmıştım? Ondan bir şeyler öğrenebilmek içindi, değil mi? Beni kandırmasına izin vermeyeceğimi göstermek içindi.
Odamdan çıktım. Karan’a ait olduğunu öğrendiğim odanın önünden geçtim. Hemen karşısında tuvalet vardı. Çişimi yapmak için bile odamdan çıkmayacak kadar ödlektim. Tuvalete girip hızlıca işimi hallettim. Elimi yüzümü yıkayıp dağınık saçlarıma çekidüzen vermeye çalıştım.
Karan bu sefer, “Yemek yemen lazım,” diye seslendi.
Sipariş verdiyse eğer kapının çaldığını duymamıştım. Bize yemek mi yapmıştı?
Tuvaletten çıkıp, kullanılmayan diğer odanın önünden geçerek salona doğru ilerledim. Tek ışık kaynağı oradan yayılıyordu. Salon genişti. Altı kişilik bir yemek masası, koltuk takımı, orta boylarda bir televizyon rahatça sığmıştı. Ben içeri girdiğimde Karan, masadaki yerine oturuyordu. İki servis açılmıştı. Otellerde görebileceğiniz sıradan, beyaz tabaklar doluydu. Bir kadehin içini dolduran kırmızı sıvının şarap olmasını umdum.
Masaya yürüdüm, karşısındaki sandalyeye oturdum ve hemen kadehe uzandım. Kokusu güzeldi. Ağzıma yayılan buruk tat ise tam istediğim şeydi.
“Sen içmiyor musun?”
“Hayır.”
“Neden?”
“Çalışmam lazım.”
“Nasıl bir iş, içmemeni gerektiriyor?”
Ağzından laf almanın çok güçsüz bir yoluydu. Beklediğim gibi, “Tüm işler ayık olmayı gerektirmiyor mu?” diye sorarak, beni yanıtsız bıraktı.
Çatalla bıçağına uzandı. Tabaklarımızda ızgara tavuk, domates soslu makarna ve salata vardı. Hepsi hem lezzetli görünüyor hem de güzel kokuyordu.
“Benim işimde hafif çakırkeyif olmak sorun olmaz. Tabii burada içtiğimi itiraf ediyor değilim. Belki bazen,” derken omuz silktim. Ben de çatalımla bıçağımı aldım ve iyi piştiği belli olan tavuktan bir parça kestim. Çiğnerken ağzıma çeşitli baharatların tadı doldu. “Mmm...” diye mırıldanmadan edemedim. “Yemek yapmayı biliyorsun.”
“Sen bilmiyor musun?”
Sorusu eleştirel değildi, merak içeriyordu.
“Biliyorum ama sadece karın doyurmaya yeter. Tatları böyle güzel olmuyor.”
Kafasını sallarken çatalını birkaç penne makarnaya batırdı.
“Evde yemek yemeye zamanım olmuyor,” diyerek kendisi hakkındaki bir gerçeği gönüllü olarak paylaştı. Çiğnemeyi bıraktım. “Zamanımın çoğu dışarıda geçiyor. Saatlerce yemek yemiyorum ya da hızlıca tüketebileceğim şeyler seçmek zorunda kalıyorum.”
“Beni takip ettiğin zamanlardaki gibi mi?”
Bu ne cevabını beklediğim bir soru ne de bir şakaydı. Bir gerçeği dile getirmek istemiştim. Beni hem ürküten hem de yersiz bir şekilde güvende hissettiren bir gerçekti.
Ağzındaki lokma bitene kadar bakışlarını üzerimden ayırmadı. Gözlerine bakmayı o kadar çok seviyordum ki utancımı bastırmaya bile yetiyordu. Ona baktım. Salonun loş ışığında daha sıcak görünen gözleri, şimdi daha çok buzlu bir kadeh viskiyi andırıyordu. Evet. İşte, bulmuştum! Gözlerinin rengi viski gibiydi.
Çatalını bıraktı ve sandalyesinde geriye yaslandı.
“Benim işim Eymen’i takip etmekti,” dedi. “Nereye gidiyor, kimlerle görüşüyor, hangi işlerin peşinde...” Biraz duraksadıktan sonra devam etti. Sesimi hiç çıkarmıyordum ki anlatmaktan vazgeçmesin. “Sende onun hayatının bir parçası olduğun için seni de izlediğim zamanlar oluyordu. Sonra Eymen’in tehlikeli işler karıştırdığını fark ettim ve bu işlerin seni tehlikeye atabileceğini gördüm.”
“Ne zamandır?” diye sordum. “Beni ne kadar zamandır takip ediyorsun?”
“Bunun bir önemi yok, Devin.”
“Eymen öldü.”
“Biliyorum.”
“Ama sen beni takip etmeye devam ettin.”
“Evet.”
“Neden? Ben de işinin bir parçası mıyım? Bu ne siktiri boktan bir iş ki insanları bir sapık gibi takip ediyorsun?”
Hayatımın kontrolü her zaman benim ellerimdeydi. Annemle babam, bu gücü barındırabilmem için çok çaba göstermişlerdi. Müzik, spor, sanat. Beni hepsiyle tanıştırmışlar, hayatıma yön verirken seçeneklerimin neredeyse sınırsız olduğunu görmemi istemişlerdi.
İyi bir sporcu olamayacak kadar tembeldim. Müziği sadece dinlemeyi seviyordum. Sanattan anladığımda pek söylenemezdi. Evde başından beri maruz kaldığım tek şey, annemin her sabah açtığı radyoyu dinlemekti ve farkında olmadan tüm o yayınlarla aramda bir bağ gelişmişti.
Dinlemeyi seviyordum. İnsanların, yaşadıkları hayat doğrultusunda düşüncelerinin ve duygularının nasıl da farklı gelişebildiğine tanık olmanın etkileyici bir yanı vardı.
Bir aşk müziği çaldığında kadının biri tüm erkeklere lanet okurken, bir diğeri basit sözlere büyük anlamlar yüklemeyi başarabiliyordu. Yüzleri görünmeyen tüm o insanlar özgürce konuşuyorlardı. Öfkelilerdi. Aşıklardı. Mutsuzlardı ya da çok mutlulardı. Sıkılmışlardı. Yalnızlardı.
En çok fark ettiğim şey, buydu. İnsanlar kalabalığın, ailelerinin, akrabalarının ve arkadaşlarının arasında bile çoğunlukla yalnızdı. Kimse onları gerçek anlamda anlamayı başaramıyordu çünkü aslında, kimse kendini özgürce ifade etmeye cesaret edemiyordu.
Önce dinlemek sonra da konuşmak istediğime karar verdiğimde orta okulu yeni bitiriyordum. Yolumu çizmiştim. Sonrasında da seçimlerimi büyük ölçüde hep kendim yaptım. Aşklarımı ve arkadaşlarımı seçtim. Mutluluğumu seçtim. Ve bir gün uyandığımda seçimlerimden birisi, yüzüme tokat gibi çarptı. Bir yalanın içinde yaşadığımı fark ettim.
Muhtemelen sandığımdan uzunca bir zamandır takip ediliyordum. Kocam ölmüş ve bana, kendi başıma toparlayamayacağım kadar büyük bir pislik bırakmıştı. Evimde kalamıyordum. Kendi seçtiğim herhangi bir yerde kalamıyordum. Bildiklerimle nasıl yaşayacağımı bilmiyordum. Kime güveneceğimi bilmiyordum. Tehlike altındaydım ve bu tehlikenin nereden geldiğini dahi bilmiyordum. Onları da tehlikeye atmadan aileme sığınamıyordum. Siktir. Onlarla özgürce konuşamıyordum bile. Seçimlerim elimden alınıyordu. Boğulduğumu hissediyordum.
Burada, Karan’ın karşısında daha fazla oturmaya tahammül edemeyeceğimi düşünürken, Karan sandalyesinden kalktı.
“Evin alarmını aktif hale getireceğim,” dedi. Pencereler de kapı da kapalı kalmak zorunda. O yüzden lütfen ikisini de açma.” Cebinden küçük, yuvarlak bir şey çıkardı. Bana uzatırken ortasında duran tek tuşu gösterdi. “Buraya sadece gerçekten tehlikede olduğunda basmanı istiyorum. Nerede olursan ol yanında taşıyacaksın.”
“Panik butonu mu?”
“Polise bağlı değil.”
“Sana mı bağlı?”
“Sayılır.” O da ne demekti? Butonu almadığımı görünce tabağımın yanına koydu. “Sana en hızlı şekilde yardım geleceğini bil, yeter. Tamam mı? Şimdi, gitmem lazım.”
“Konuşmamız bitmedi,” dedim peşinden kalkarak.
Salonun çıkışında durdu. Masaya bakıp, “Al onu,” dedi sinirle. “Yanından ayrıma dedim. Ciddiyim. Tuvalete bile gitsen yanında olacak.”
“Oldu olacak bana çip falan tak.”
“Bir şeyler düşüneceğim,” diye homurdandı.
Daha fazla tartışmak istemediğim için butonu alıp cebime attım.
“Eeee,” dedim. “Şimdi konuşabilir miyiz?”
“Hayır. İşim var.” Odasına doğru yürüdü. Peşinden gitmek yerine koridorun başında bekleyip, “Burada ne kadar kalacağız?” diye sordum. “Benim bir ailem var. Onları habersiz bırakamam. Nerede yaşadığımı bilmeleri lazım.”
Odasından büyük, siyah bir spor çantasıyla çıktı. Yanımdan geçerken kenara çekildim.
“Ailen bu eve gelemez ama sen onların evine gitmek istediğinde bir plan yaparız.”
Neler yaşadığıma hâlâ adapte olamadığımın farkındaydım. İstediğim gibi hareket etmeme izin vermeyecekti. Bir yanım haklı olabileceğini düşünüyordu. O, olan her şeye benden daha aşina gibi görünüyordu.
“İşe gideceğim.” Tepkisini izledim. Sıkıntıyla iç çekip küfür etti. Küfürleri hep ağzının içinde geveliyordu. Sanki duyabileceğim en kötü şeymiş gibi. “Sesli söyleyebilirsin. Daha önce de fazlasıyla küfür duydum.”
“Neler yapabileceğimize bakacağım,” dedi sadece. Ayakkabılarını giyip çantasını omzuna astı. Kapıyı açtıktan sonra kapının yanında duran bir kutudaki birkaç tuşa basıp üç kere yüksek sesle ötmesini sağladı. “Benden sonra bir kez daha ötecek ve alarm aktif olacak. Dediklerimi unutma. Telefonuna numaramı kaydettim. Herhangi bir şey için arayabilirsin ama her zaman açamayabilirim. Önemli değilse mesaj at ve dediğim gibi acil bir durumsa da butona bas.”
Yüzüme son bir kez, beklediğimden daha uzun ve derin bir şekilde baktı. Ne diyeceğimi ya da ne yapacağımı bilmiyordum.
“Kolay gelsin,” derken düşünmemiştim. Saçmalıyordum ama çıkmadan önce gülümsediğinden emindim.
***
*Karan*
Bundan beş yıl önce Boyga için çalışmaya başladığımda benden beklenenin doğru zamanda tetiği çekebilmek olduğunu biliyordum. Tereddütte ve pişmanlığa yer yoktu. Bende bu duyguların hiçbirini bulamayacağını bildiği için bana ulaşmıştı. Boyga, ekibini özenerek seçiyordu. Çoğunlukla birbirimizi tanımıyorduk ama bazı işlerde yollarımız kesişebiliyordu. Ailemiz ya yoktu ya da onlarla bağımız yoktu. Ölüme tanık olmuş ve muhtemelen birkaçımız o karanlık yoldan dönmüştük.
Kaç kişiydik, bilmiyordum. Hayat hikayelerini, bilmiyordum. Ama beni neden seçtiğini biliyordum.
Ordudayken midemi kaldıracak kadar çok kötülük görmüştüm. 1. Komando Tugayı birliklerinin arasındayken sınıra gitmiş, ülkem için benden beklenen neyse hepsini yapmak için çabalamıştım. Onlarca arkadaşımı toprağa vermiş, kana susamış örgütlerin acımasızca, çok daha fazla kan için üzerimize yağmaya devam edeceklerine ilk elden tanık olmuştum.
Genel seçimlerden sonra PKK militanlarının sık sık yol kesip araçları yaktığını, okulları ateşe verdiğini, masum insanları ateş hattında bıraktıklarını görmüş, polislerin ve askerlerin bu uğurda şehit edildiğini ve sonunda Suruç Katliamı’nın sonuçlarını deneyimlemiştim. İnsanlar kötüydü ve bu kötülük sadece duyup görebildiklerimizle sınırlı kalmıyordu. Hendek Operasyon’una katılıp yeniden görevlendirme için Kayseri’deki birliğime geri döndükten kısa bir süre sonra da bir başka kötülüğün yarattığı enkazın altında kalmıştım. O gün, o patlamada on beş arkadaşımı kaybetmiş ve benden geriye kalan, insancıl olan tüm parçalarımı da onlarla beraber toprağa vermiştim.
Tam da bu yüzden Boyga’nın verdiği işlerin çoğunu zevkle yapıyordum. Bana karanlığın ülkeyle ve terörle sınırlı olmadığını, aramızda insan görünümlü katıksız orospu çocuklarının rahatça kol gezdiğini göstermişti. Bilmediğimden değildi ama artık bunun için bir şeyler yapabiliyordum.
Saniyeler sonra evine sızacağım it de o, orospu çocuklarından biriydi. Dört ayrı genç kıza yönelik taciz ve tecavüz suçlamalarından, yeterli kanıt bulunamadığı için dört defa aklanmıştı. Biri de kalkıp o kadınların doğrudan gözlerinin içine bakmamış mıydı? Baktılarsa ne görmüşlerdi de adamı gönül rahatlığıyla salıvermişlerdi?
Onların da sırası gelecekti. Sistemin bozuk olduğunu belki bilmeyen yoktu ama bunu değiştirmek için kaç kişi adım atabiliyordu?
Mesela, bu şerefsizin öldürülmesi için Boyga’ya kimsenin ulaşmadığından emindim. Bazen bana öyle adamlar yönlendiriyordu ki herhangi birinin bırak ölmeleri için para vermesini, o adamların nefes aldıklarından bile haberleri olduğu şüpheliydi. Boyga’nın bedava işler yaptığını fark ettiğimde, içine girdiğim işe bakış açım değişmişti. Köklü bir değişim sağlayamayabilirdik ama olduğu gibi kalmasına da izin veremezdik. Bu hareketin bir parçası olabilirdim. Biri olabilirdim. Kanları yerde kalan arkadaşlarımın boşa savaşmadıklarını kanıtlayabilirdim. Babamın boşa ölmediğine kendimi inandırabilirdim.
Öldüm ama beraberimde hak edenleri de götürüyorum, baba.
Başıma gelenleri kaldıramamıştı. Patlamadan belki sağ çıkmıştım ama uzun çok uzun bir süre boyunca kendimde değildim. Ne bedenim sağlamdı ne de ruhum. Kayıptım. Ölmek istiyordum ve babamın gün be gün karşımda öldüğünü göremedim. Ona bakabilirdim. Kendime acımayı bırakıp ona yardım edebilirdim.
Sinirle yumruklarımı sıkarken iş için bu sokakta durduğumu kendime hatırlattım. Onca zaman sonra neden geçmişi düşünüyordum? Devin’in içimde yarattığı fırtına beni alt üst ediyordu.
Temizlik ekibinin hazır olması için bildirim gönderdikten sonra apartmana giriş yaptım. Burada yaşayan hiç kimsenin Yusuf Varol’un ölümünü umursayacağını sanmıyordum. Herifi evinden çıkarıp mahallenin ortasında kafasına bir kurşun sıksam herkes tarafından ayakta alkışlanmalıydım. Tabii dikkat çekmek işimizi aksatırdı.
Sonraki dakikalar içerisinde kot altındaki, bir göz odası olan bok çukuruna kolaylıkla ulaştım. İçerisi iğrenç kokuyordu. Tavana yakın pencereler kapalıydı. Salonla birleşik mutfağın içinden bir inek sürüsü geçmiş gibiydi. Yemek artıkları, yıkanmamış bulaşıklar, günler önce asılsa da toplanmayıp sırf kokudan yine leş gibi olmuş çamaşırlar. Herhangi bir hayvan bundan daha temiz şartlar altında yaşamak isterdi. Değil sokağa çıkıp genç kızlara sarkmak, birinin yüzüne bakıp da selam vermeye utanması gerekirdi. Nefes almayı da toplum içine karışmayı da hak etmiyordu.
Odasına girdiğimde kapısından çıkan gıcırtı sesiyle uyandı. Neler olduğunu anlaması için birkaç saniye yetti.
“Sen de kimsin?” derken eli kendini savunacak bir şeyler aradı. Yastığın altında bulamadığı korumayı komodinin çekmecesinde buldu ama bir işe yaramayacağını biliyor olmalıydı. Gözlerinde korkuyu görmek güzeldi ama tatmin edici değildi. Tek, temiz bir atıştan daha fazlasını hak ediyordu.
Onunla konuşmadım. Kimseyle kolay kolay konuşmazdım. Bilgi yoksa sohbette yoktu.
Daha kolay temizleneceğini bildiğim için bana doğru uzattığı elini bir tokatla savuşturdum. Bıçak elinden havalanıp radyatörün altına doğru uçtu. Yatak başlığına doğru gerilerken küfürler ediyor, ağlıyordu. Ona uzandım, yakasından kavrayıp yataktan sürükleyerek çıkardım.
Yağlı saçları şimdi terden iyice boktan bir hal almış, alnına ve ensesine yapışmıştı. Gözyaşları yüzünü ıslatıyor, ağzından çıkan tükürüklerle elimin altında debeleniyordu.
Dur. Lütfen. Bırak. Orospu çocuğu. Seni kim gönderdi? Kimsin sen?
Yusuf’u eşyalardan biraz uzak bir noktaya taşıdıktan sonra silahımı kalbine dayadım. Bir. Bam! İki. Bam! İlk atışta gözlerindeki hayat yitip gitse de üç ve dördüncü kurşunları da ateşledim. Vücudunun aldığı darbeyle sarsılmasının tadını çıkarttım ve onu yere tıpkı gerçekte olduğu bir bok parçasıymış gibi bıraktım.
Evin kokusunu daha fazla solumamak için dışarı çıkarken Boyga’ya işin tamamlandığını bildiren mesajı attım.
Bir bok ve bir tane de mezar emojisi. Eminim anlardı.
***
Karan hakkında ne düşünüyorsunuz, merak ediyorum. Onu en az benim kadar sevmenizi istiyorum. :D <3
Arka arkaya iki bölüm atmak beni eski günlere götürdü. Bir dönem haftada üç dört bölüm atıyordum. Ah o eski ve rahat günler! :D
Pazartesi gününe bölüm yetişmezse artık yılbaşından sonraki gün atmaya çalışırım hediye olan bir diğer bölümü.
Şimdiden hepinize iyi seneler. :*
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.19k Okunma |
303 Oy |
0 Takip |
41 Bölümlü Kitap |