40. Bölüm

FİNAL / EPİLOG

Zeynep Işıklar
zeynepisiklar

*Devin*

Hayatının gidişatını değiştiren bazı anlar vardır. Dönüm noktaları. Kimisi senin iradenle gerçekleşir kimisi iradenin dışında. Geriye dönüp baktığında bilirsin ki tam da o an yürüdüğün yolu değiştirmiş, inançlarını sarsmış, belki de seni baştan yaratmıştır. Belki sahip olduğunu bile bilmediğin kanatlarınla yükseklerde uçmuşsundur, belki de derinliğini göremediğin karanlık bir çukura düşmüşsündür.*

Karan’la tanışana kadar, kesinlikle kanatlarım yoktu. Beni aşkla tanıştıran oydu; geri dönülemez, karşı konulamaz, son derece sarsıcı, tutkunun anlamını fark etmeni sağlayan, kasıp kavuran, içten dışa yakarken aynı zamanda iyileştiren, hem nefesini kesen hem de aldığın bir sonraki nefesin nedenine dönüşen, uzak duramayacak kadar bağımlılık yapan ama sana özgür olabilmen için kanatlar takan türden bir aşktı bu.

Karan’la tanışana kadar, derinliğini göremediğim o karanlık çukura düştüğümü sanıyordum. Yanılmıştım. O karanlığın kol gezdiği bir dünyada yaşıyorduk ve o çukur öyle büyük, öyle derindi ki istesem bile dibini göremezdim.

Karan’la tanışana kadar, adım attığım yolun sadece beni ona ulaştırmaktan ibaret olduğunu bilmiyordum. Tüm o sağa ve sola dönüşler. Tüm o iniş ve çıkışlar. Tüm o dönüm noktaları. Anlam yüklediğim her bir seçim. Pişmanlık duyduğum her bir karar… Hepsi beni ona ulaştırmak içindi.

Karan’la tanışmak, inançlarımı sarsmış, beni baştan yaratmıştı. Geriye dönüp baktığımda görüyordum ki, kapıma dayandığı gün yürüdüğüm yol değişmişti ve ben buna minnettardım.

Bir sabah, hastane odasında uyandığımda o güne kadar bildiğim tüm dönüm noktalarından uzaklaştığımı, hiçbir şeyin eski anlamını taşımadığını fark etmiştim. Hayır, artık hepsinin yeni ve çok daha değerli bir anlamı vardı. Artık hepsi çok daha gerçekti. Hepsi bana aitti. Bize aitti.

Her şeyi hissediyordum.

Hem de daha önce hissedebileceğimi asla hayal etmediğim bir şekilde.

Bir zamanlar kaybolmuştum.

Kendimi nasıl bulacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.

Ama Karan beni bulmuştu ve bir daha kaybolmama asla izin vermeyecekti.

***

“Sana pencere önünde bir kadeh içki sözüm vardı.”

Salona girdiğimde Karan’ı yalnızca tek bir bardağa viski doldururken buldum. Üzerinde alışık olmadığım bir şekilde koyu renkli kot pantolon vardı ve ona o kadar yakışmıştı ki gözlerimi ondan alamadım. Kaslı bacaklarına tam oturmayacak ve kalçasından hafifçe düşecek kadar boldu. Gözlerim çıplak ayaklarının üzerine düşen paçasına ulaştığında karnım kasıldı. Onu böyle gördüğüm bir önceki seferde de nedense bu görüntü çok mahrem, çok özel hissettirmişti. Yine aynıydı.

Her zamanki siyah tişörtü değişmemişti, değişmesini de istemezdim. Kuzguni saçlarına, bardağa doldurduğu o sıcak sıvıyla çarpıcı olmak için yarışa girmiş gibi görünen kehribar gözlerine, ruhunun ve kalbinin en saklı yanlarının üzerine örtülmüş karanlıkla, daha fazla uyum sağlayan bir renk olamazdı.

Benden önce duşa girmiş olmasına rağmen saçları hâlâ hafifçe ıslaktı ve alnına dökülüşü o kadar çekiciydi ki, ayak parmaklarım yünlü çoraplarımın içinde kıvrıldı.

Tanrım. Onu çok özlemiştim.

Hastaneden çıkıp eve gelişimizin üzerinden bir buçuk ay geçmişti ve tüm bu süre boyunca soluksuz öpücükler ve şefkatli dokunuşlardan öteye gitmemiştik. Onun için deli oluyordum. Onu bir kez daha üzerimde hissetmek, iri elinin nazik dokunuşlardan öte vücudumda dolaşması ve en sonunda boynumu sertçe sarması için ölüyordum. Bunu istiyordum ve defalarca arzumu dile getirmiştim. Cevabı her zaman aynıydı. Henüz değil, ptičica.

“Buraya gel,” dedi ona olan soluksuz bakışımı bölerek.

Vücudumun onun talep ettiği herhangi bir şeye karşı koyması imkânsızdı. Yanına yürürken bacaklarım bu sefer güçsüzlükten değil, heyecandan titriyordu.

“Mumlar çok güzel görünüyor,” dedim çabasının farkında olduğumu bilmesi için. Uzattığı kadehi alırken hemen ardındaki geniş camların ötesinde bir şimşek çaktı. Karan’ı tam da olduğu kişi gibi aydınlattı; kimilerinin kâbusu ama benim rüyam, kimilerinin karanlığı ama benim ışığım. O tehlikeliydi, bir katildi, korkup kaçmama neden olması gereken bir dünyanın içindeki avcıydı. Ama benimdi.

Gök gürültüsü duvarların ardında yankılandı. Karan iki adımla gidip balkon kapısını kaydırarak açtı. İçeri dolan serin hava mis gibi yağmur kokusunu içeri taşıdı.

Onu takip ettim, tıpkı güvenli evdeki gibi pervazın bir ucuna yaslandım.

“Sigara yok mu?” diye sordum gülümseyerek. Katı bir hayır duyacağımı biliyordum.

“Bir tane hakkın var, paylaşacağız,” diyerek beni şaşırttı ve cebinden bir paket çıkarttı. Paketi açmasını, içinden bir sigara çıkarıp paketi sehpaya atmasını dikkatle izledim. Parmaklarının hareket ediş şeklini seviyordum. Onu seviyordum. Ona dair her şeyi seviyordum.

Bir çakmak çıkarıp sigarayı yakmasını seyrederken bu anın sonsuza dek hafızama kazılı olacağını biliyordum. Mumlarla aydınlatılmış, yarı karanlık dört duvarın içinde yüzünü aydınlatan minik bir ateş… Sigaranın parlayarak yanan ucu… Çakmağı saran eklem yerlerinin tüm girinti ve çıkıntılarının etkileyici görüntüsü… Hepsinin ardında bana sonsuz bir aşkla bakan gözlerindeki kavurucu sıcaklık…

Kalp atışlarım öyle hızlıydı ki, ciğerlerimin sigaradan alacağım bir nefese dayanabileceğinden emin değildim. Kendimi sakinleştirmek için viskiden bir yudum aldım.

“Benimle bir kadeh iç,” demiştin dedim. “Balkonun önünde. Yağmur yağacağını söylemiştin. Onu izleyecektik ve…”

“Senden bir müzik listesi istemiştim,” diye devam etti. Bir gerçeği dile getiriyordu. Dünyanın belki de en sıradan kelimelerinden oluşan bir cümleydi ama ses tonu, yüzümü, gözlerimi, araştıran bakışları, dudaklarının belli belirsiz kıvrımı çok daha fazlasını anlatıyordu.

O günün bizim dönüm noktalarımızdan biri olduğunu ikimiz de biliyorduk. O balkonun önünde, yağmur sesini dinlerken aynı kupadan kahve yudumlamış, bir sigarayı ve bazı gerçekleri paylaşmıştık. O gün bana kendini açmış, beni ne kadar süredir takip ettiğini söylemişti. O gün beni bırakmayacağını ve beni kendi evine götüreceğini söylemişti. O gün geleceğimizin birbirinden ayrılamaz şekilde kesiştiği bir anlayış ve kabulleniş yaşamıştık. Daha fazlası için bir nefes, bir dokunuş…

Kollarımın ona uzandığı anı hatırlıyordum. Parmaklarımın arasında saçlarının verdiği hissi, içimin korkuyla ve gördüklerimin şaşkınlığıyla dolu olduğunu, tüm bunlara rağmen sadece ona sığınmak istediğimi, sadece ona güvenebileceğimi hissettiğimi hatırlıyordum.

Her şey aynıydı ama değildi de.

Sigarayı uzatınca aldım. İçime çektiğim ilk nefes ciğerlerimi alışık olmadığım bir biçimde zorlarken, dumanı sakince dışarı üfleyip sigarayı ona geri uzattım. Viskiden bir yudum aldım. Dilimin keskin, yoğun tadın üzerinde gezinmesine izin verdim.

“Seni gördüğüm andan beri biliyordum,” dedi. Sigarayı söndürüp viskinin yarısını bitirdiğim bardağı elimden aldı. Kalanı tek dikişte içti. Elleri boş kaldığında ayaklarımız birbirine değene kadar bana yaklaştı. Avuçları yüzümü sararken eğilip burnunu burnuma sürttü. Viski, sigara ve ona has kokuların bir karışımı aldığım nefesle içimi doldurdu.

“Neyi?” diye fısıldadım dudaklarına doğru.

“Sadece bir takıntı olamayacak kadar kendimi sende kaptırdığımı.”

“Hmm…”

“Seni görmeden bir gün bile geçirmek istemediğimi.”

“Ve?” dedim sözlerinin ve dokunuşunun etkisiyle ayaklarımın üzerinde sallanırken.

“Ne olursa olsun seni benim yapmanın bir yolunu bulmam gerektiğini biliyordum. Ne olursa olsun, ptičica.”

“Sana karşı koyamazdım,” diye kabul ettim. “Ne yaparsan yap…”

Eymen’i öldürebileceğini, bunu istediğini, yeterince zamanımız olsaydı işlerin belki de çok daha karmaşık ve sert bir hal alacağını biliyordum. Bunu yapardı. Tereddüt edeceğini sanmıyordum. Bunu kabul etmiş olmak beni nasıl bir insan yapardı?

Kalpsiz? Karanlık? Kör? Acımasız? Saf? Âşık?

Üstü kapalı sözlerle yetinmedi. Dudakları usulca dudaklarıma sürtündü. Kokumu derin bir nefesle içine çekerken gözlerini yumarak alnını benimkine yasladı. Yüzümü saran tutuşu sıkılaşmıştı. Sanki hâlâ kaçıp gitmemden korkuyormuş gibiydi.

“Onu öldürecektim,” diye itiraf etti. Bunu daha önce de söylemişti.

“Biliyorum, söylemiştin.”

“Hayır,” dedi sertçe. “Onu sadece öldürmek istemedim, Devin. Bunu yapacaktım. Planım hazırdı.”

Ne diyeceğimi bilemeyerek adını mırıldandım. Adını dudaklarımdan içti, dili ağzımın içinde gezindi.

Dudağımın kenarına yumuşacık bir öpücük bırakırken, “Kendime takıntı yaptığımı söyledim,” diye devam etti. “Ulaşamadığım şeye duyduğum merak. Beni büyülemiştin ama bunu bastırabilirdim.” Hafif bir kahkaha attı. “Kendimi kandırmayı bile başaramadım, adım adım onun sonunu planlarken bunu nasıl yapabilirdim?”

“Bunların bir önemi yok.”

Yoktu. Umurumda değildi. Verdiğimiz her karar beni tam da bu ana getirmişti. Bundan nasıl pişmanlık duyabilirdim?

“Seni bırakacaktım. Evine adım attığımda karanlığımı sana bulaştırmamaya kararlıydım. Yaralıydın, zor şeyler yaşamıştın ama…”

“Beni bırakmana izin verebileceğimi sanmıyorum,” dedim uzanıp yüzümü kavrayan ellerinin üzerine benimkileri kaparken. “Ne o gün ne de şimdi.”

“Sana kaçarsan peşinden geleceğimi söyledim. Beni bırakmana asla izin vermezdim, vermem.”

Ellerinden biri yanağımdan aşağı doğru kayarken, başparmağı boynumu sıyırdı. Göğsümün üzerinden geçerek yoluna devam ederken belimi kavradı ve beni daha çok kendine çekti.

Dışarıda yağmur şiddetlenmişti. Bu gibi günler sanki bize özeldi, bizim için özeldi. Yağmurun yaydığı koku, gecenin karanlığı, ağaçların hışırtısına eşlik eden, her yüzeye çarpan damlaların senfonisi…

“Seni seviyorum.”

Tadını almak için çaresizce dudaklarına uzanırken defalarca mırıldandım. Bunu özgürce söyleyebileceğime inanmadığım dakikalar, saatler, hiçliğe karıştığımı düşündüğüm anlar olmuştu.

“Seni seviyorum, Karan. Verdiğin kararları, yaptığın her seçimi, seni bana getiren attığın her adımı, kafanın çalışma şeklini, beni takıntı yapmış olmanı, beni yanında tutmak için dünyayı ateşe vermeye hem gücünün hem de cesaretinin olmasını, karanlıkla kararmış olduğunu sandığın kalbinin daha iyi bir amaç uğruna atmaya devam etmesini, o kalbin aynı zamanda benim için çarpmasını, bana bakış ve dokunuş şeklini…”

“Seni seviyorum,” dedi. Sesi boğuk ve pürüzlüydü; içi bizi dünden bugüne kadar getiren tüm duygularla doluydu.

“Seni seviyorum. Beni kafese kapatacak kadar delice sevmeni ama bana dünyayı olduğu en gerçek haliyle gösterecek kadar güvenmeni seviyorum. Seninle uçuyorum, Karan. Seninle yaşıyorum. O kafesin içinde ya da dışında, sadece seninle nefes alıyorum.”

Bir anda sırtım sertçe serin camlara yapıştı. Göğsünün derinlerinden gelen bir hırıltıyla üzerime abandı. Beni sadece onun yapabileceği şekilde hapsederken, dudaklarıma açlıkla saldırdı. Dişleri etimi çiziyor, dili yaralar açtığı tenimi iyileştirmek ve acımın tadına varmak için o yaraların üzerinde geziniyordu. Ellerinden biri boğazıma sarılmış, diğeri kalçamı sıkıca kavramıştı; vücudumda gezinip anın, biriken arzumuzun, dinmeyen açlığımızın tadını çıkaramayacak kadar telaşlıydı. Kasları hem beni hem de kendini olduğumuz yerde tutmak için büyük bir çaba harcıyormuş gibi titriyordu.

“Seni hak edip etmemem umurumda bile değil, biliyor musun?” dedi dişleri çenemi sıyırıp geçerken. “Seni, saklayamayacağın kadar parlak bir ışıkla yanan ruhunu dünyadaki tüm pisliklerle, kendimle kirletiyor olmak umurumda değil.”

Böylesine sert ve acımasız bir itiraf nasıl olup da kanımın damarlarımda fokurdayarak dolaşmaya başlamasına sebep olabilirdi?

“Umurunda olmasını istemiyorum,” dedim zorlukla. Boğazımdaki tutuşu sıkılaştığında zevkle titredim. Oluyordu. Ona olan özlemim sonunda dinecekti. Bu andan, az sonra bana sunacağı sınırları sonsuz o dünyadan başka bir şey düşünemiyordum.

Bu sefer, “Çünkü…” diye çok daha sakince mırıldandı. Dudakları nabzımı hissedebileceği o noktada geziyordu; ıslak, sıcak ve yumuşak. Tüylerim diken diken olmuştu. Ellerim yakasına yapışmış, onu kendime katmak için çaresizce o anın gelmesini bekliyordu. “Senin tüm bunları göğüsleyebilecek kadar güçlü olduğunu biliyorum,” dedi. “Sen benim karanlığımı da göreceğin tüm o dipsiz kuyuları da aydınlatacak kadar parlaksın, ptičica. Tam tersini hissettiğin anlar gelecek olsa bile… sana başka bir yol sunmayacağım. Benden ötesini görmene, düşünmene, merak etmene asla izin vermeyeceğim.”

“Senden ötesi yok,” diye söz verdim. “Sadece sen, Karan. Her zaman sadece sen vardın.”

Altdudağımı dişleri arasına sıkıştırıp ısırırken bir diziyle bacaklarımı birbirinden ayırdı. Onun için açıldım. Belimi saran eli aşağı doğru ilerleyip taytımın yumuşak kumaşını çekiştirerek içine girdi. Külotumu da aşıp sıcak ve iri avucunu amıma yasladı. O kadar ıslaktım ki… bu ıslaklık hızla parmaklarına bulaştı.

“Tanrım… Devin, sen mükemmelsin. Deliliğim seni tahrik mi ediyor? Senin için her şeyi yapabilecek olmam? Sana zarar veren herkesin kanıyla yıkanacak olmam? Öldürmem, yakıp yıkmam, seni asla ama asla bırakamayacak olmam? Kaçsan bile seni yakalayıp sonsuza dek hapsedecek olmam?”

Ben umutsuz bir iniltiyle, “Evet,” derken, Karan beklemedi.

Oyun oynamadı. Beni hazırlamak, çileden çıkarmak, beklentiyi arttırmak için türlü adımlarla kaçınılmaz sonun etrafında dans etmedi. İki parmağını sertçe içime iterken, aynı sertlikle soludu. Dişlerinin saplandığı dudağımdan aldığım kan tadıyla ve yalnızca onun verebileceği bir doluluk hissiyle haykırdım.

Kendimi avucuna bastırıp arzuyu kovalarken bana karşı koymadı. Onu kullanmama, klitorisimi beceriksizce ona sürtmeme izin verdi.

“Daha fazla,” diye yalvardım. “Daha fazla, lütfen. Lütfen, Karan.”

Üçüncü ve sonra dördüncü parmağını da içime eklediğinde o kadar esnemiştim ki ölüyordum. Hareketleri ölçüsüz bir sertlikte ve düzensizlikteydi. İçeri dışarı. Defalarca bunu tekrarlarken dudakları bir an olsun benimkilerden ayrılmadı. Aramızdaki duygular o kadar güçlü, o kadar yoğundu ki dışarıda göğü delip geçen şimşeklerle yarışıyordu. Kalp atışlarımız öyle coşkuluydu ki gök gürültüsünü bile gölgede bırakıyordu.

Boğazımı saran parmakları tenimi okşuyor, dili ağzımın içinde asla yeterince tadımı alamıyormuş gibi coşkuyla dolaşıyordu. Onun dudaklarını emip, dişlerimi yumuşaklığına sapladıkça homurdanıyor, ona zarar vermem, kendimi kaybetmem için beni teşvik ediyordu.

İçimdeki parmaklarını sıkıca saran kadınlığımın duvarları kasıldı. Karnımın altında biriken, patlamaya hazır o zevk topu sınırlarını zorluyordu. Ama Karan geri çekildi. Boğazımı da hissettiği boşluk yüzünden çaresizce hiçliği sarmaya çalışan kadınlığımı da serbest bırakan parmaklarının yokluğuyla sızlandım. Ona uzanmak istediğimde gülümseyerek kafasını iki yana salladı.

“Soyun, ptičica,” dedi. “Bana benim için ne kadar ıslandığını göster.”

Benimle oynamayacağını düşünürken yanılıyordum. Acımasızlığıyla dudaklarımı ısırıp istediğim sona ulaşmak için aceleyle taytımı ve külotumu bacaklarımdan kaydırdım. Bir çırpıda ikisinden de kurtulup üzerimdeki kazağın eteğini tuttum ve onu da tek hamleyle çıkarıp yere attım. İşte. Şimdi olmuştu. Bizi ayıran en ufak bir şey olmadan, sahip olduğum her şeyle karşısında duruyordum.

Kot pantolonun düğmesine uzanmış eli çıplaklığımı gördüğü anda hareket etmeyi bıraktı. Üzerinden kaç gün kaç gece geçmiş olursa olsun gözlerindeki öfkeyi saklamayı başaramadı. Oysa her birine defalarca sevgiyle dokunmuş, her birini okşamış, öpmüştü. Yüzlerce özür dilemiş, onu affetmemi istemişti. Ne söylersem söyleyeyim ona acı veren bu derin yarayı iyileştiremiyordum.

“Soyun,” dedim onun sözlerini ona karşı kullanarak. Elimi bacaklarımın arasına uzatıp vajinamın dudaklarını araladım. İki parmağımı içime iterken inleyerek sırtımı cama yasladım. “Soyun ve gel. Yoksa sadece izlemek zorunda kalacaksın.”

Islaklığımın arasından kolayca kayan parmaklarıma dönen bakışları karardı. Düğmesin hızla açıp fermuarını indirdi. Kotunu aşağı indirip seri hareketlerle içinden çıktı. Boxerı kotunu takip etti ve en sonunda tişörtünü ikimizin oluşturduğu yığının üzerine attı.

Nefesimi kesen, kalbimin aşkla ağrımasına neden olan, yaşanmışlıkla dolu mükemmel vücuduyla bana doğru adım attı. Kalın siki göbeğine doğru yükselmiş, ucu hafif bir ıslaklıkla parlıyordu. Dudaklarımı yalayarak ona bakarken bir an önce içimde olmasından başka bir şey düşünemiyordum.

Elini kaldırıp bir parmağının tersini göğsümün üzerindeki kurşun yarasında gezdirdi.

“Onu öldürdüm,” dedi. Önce anlamadım. “Onları öldürdüm,” diye kendini düzelttiğinde zihnimdeki o ışık yandı.

“Nasıl?”

“Gölge hapisten çıkmalarına yardımcı oldu.” Şaşırarak gözlerine bakarken içlerinde hâlâ sönmemiş o ateşi görebiliyordum. “Yeter sandım,” diye devam etti. “Onların kanını akıtmak, tıpkı sana yaptıkları gibi kanlarının üzerinde sürünmelerini sağlamak yeter sandım.”

“Yetmedi,” dedim sessizce. “Ah, Karan… Ben böyle bir şey iste…”

“Senin için değildi, benim içindi. Yine de bir boka yaramadı. Bilmiyorum, Devin. Onları diriltip yüzlerce defa öldürürsem içim soğur mu? Bununla yaşamıyorum. Bununla nasıl yaşayacağımı bilmiyorum.”

Ellerini tutup avuçlarını öptüm; her bir parmağını. Kimilerine ölüm getiren kimilerini kurtarmak için uzanan her parçasını öptüm.

“Bunu nasıl yapabildiğine bazen inanamıyorum. Kalbinin nasıl bu kadar büyük olabildiğine ve beni içine sığdırabildiğine…”

“Kalbim sensin. İçinde değilsin, Karan. Tamamı senin, tamamı sen.”

Kelimelerim onun kendini affetmesini hiçbir zaman sağlamayacaktı. Her şeyde olduğu gibi bunun da tek ilacı zamandı ve bizim şimdilik zamanımız vardı.

Ellerini bıraktım. Uzanıp parmaklarımı saçlarına dolayarak onu kendime çektim ve dudaklarını daha fazla konuşmaması için esir aldım. Kendini bir kez daha bana teslim etmekte tereddüt etmedi. Beni bir kez daha ele geçirmekte tereddüt etmedi.

Yaralı olan bacağımı kavrayıp beline doğru kaldırırken kendimi girişime yasladı. Ucu inanılmaz tatlı bir şekilde açıklığıma ve klitorisime sürtünürken diğer eli yine boynumu kavradı.

“Yap hadi,” dedim. “İçimi doldurmana ihtiyacım var. Senin olduğumu hissetmeye ihtiyacım var.”

Tek hamlede kendini sertçe içime sapladı. İkimiz de haykırarak birbirimize tutunduk. Birbirine sürtünen dudaklarımızın arasından tükürüklerimiz aktı. Dişlerimiz birbirine çarptı. Kendini geri çekip bir kez daha iterken elim kıçını kavradı. Tırnaklarım tenine saplandı.

“İçinden daha güzel bir yer yok.”

“Seni seviyorum, ptičica.”

“Sonsuza kadar benimsin.”

“Baksana… sikimi nasıl da güzel kavrıyorsun.”

“Benim için yaratılmışsın…”

“Islaklığın bacaklarımdan akıyor, Devin. Tadına bakmak istiyorum.”

Hiç susmadı. Belki de bugüne kadar ki sevişmelerimizde en çok konuştuğu zamandı.

Boşalmaya çok yakındım. Göğsüm artık almakta zorlandığım nefeslerden ağrıyordu. Bacaklarım vücudumu taşımayı bırakalı çok olmuştu; beni tutan ondan başkası değildi. Boynumdaki parmakları sıkılaştı. İçimdeki hareketleri şiddetlendi. Her bir itişte teni tenime öyle sert, öyle güzel çarpıyordu ki her seferinde acı ve zevkle inliyordum. Ağzı ağzıma kapandı. Bana son nefesimi üflerken dili dilime sürtündü ve boğazımdaki parmakları olabilecek en sıkı şekilde kapandı.

Gözlerim önce sulandı, sonra görüşümü kaybetmeye başladım. Gözleri benimkilere içlerindeki kaosu görebileceğim kadar yakındı. Tamamen kararmışlardı, içlerindeki ışık ruhuna ait gölgelerle boğulmuştu.

“Senin nefesin bana ait,” dedi. “Sadece bana.”

Kafamı sallamak, en başından beri sadece ona ait olduğunu söylemek isterdim ama hareket edemiyordum. İçimdeki hareketleri deliliğin sınırında yüzüyordu. Sırtım cama sürtünmekten sızlıyor, göğsüm ve boğazım baskıyla acıyor, kadınlığım daha önce hiç doldurulmamış gibi ağrıyla kıvranıyordu.

Artık tanıdığım o uçurumun kenarına ulaştığımızda gözlerimi gözlerinden bir an olsun ayırmadım. Gözyaşlarımın serbestçe akmasına izin verdim ve kendimi onunla birlikte aşağı attım. Birlikte uçmak ve birlikte düşmek isteyeceğim başka hiç kimse yoktu, asla da olmayacaktı.

***

*Karan*

Bu andan daha güzel görünebileceği bir an var mıydı? Darmadağınık saçları omuzlarından sırtına doğru dalgalarla dökülüyordu. Gözleri acı ve zevk yaşlarıyla dolmuş, yanaklarına tuzlu izler bırakıyordu. Öpücüklerimle berelenmiş dudakları şişmiş, teni alamadığı nefeslerle kızarmıştı. Benim olduğunu haykırıyordu. Benim gibi kokuyordu.

Beni seviyordu.

Yaşadığımız bu Dünya üzerinde yürüyen benden daha şanslı tek bir insanoğlu yoktu. Ve bu şansı sonuna kadar kullanacak, elimden kaçmasına asla izin vermeyecektim.

İkimizin de sıvılarıyla dolu olan tatlı amından bacaklarımıza doğru sıcak bir ıslaklık yayıldı. Boğazındaki elimi gevşetip parmaklarımın izi çıkan tenini okşarken onu öptüm. Öptüm. Öptüm. Ve bir daha öptüm. Ağrıdığını bildiğim ciğerlerine çektiği her havayı dudaklarımda hissettim. Sızlanmalarını, küçük iniltilerini işittim. Ellerinin ezbere yara izlerimde dolaşmasının tadını çıkarırken tüylerimin ürpermesine ve en çok da göğsümü sıkıştırmasına engel olamadım.

Tanrım. Onu çok seviyordum.

“Kendimizi her seferinde bir camın önünde buluyoruz,” dedi dudaklarıma doğru sırıtarak.

“Gökyüzü, yağmur, doğa, sen ve benden başkası yokken çok güzelsin,” diye mırıldandım. Onu bir kez daha öptüm. Asla doyamıyordum. Asla yetmiyordu.

Vücudu bana doğru kıvrılırken içindeki sıcaklıkta gevşemeye başlayan sikim yeniden sertleşti.

“Bu kadar hızlı olmasını aklım almıyor.”

Güldüm. Onun için sınırlarımın ne kadar geniş olduğunu hâlâ bilmiyordu. Vücudumun bu ufacık tepkisi diğer her şeyin yanında hiçbir şeydi.

Yeniden kendimi içine ittiğimde inleyerek omuzlarımı kavradı. “Daha fazla böyle durabileceğimi sanmıyorum,” dedi yorgun bir sesle ama yapabilirdi. Onunla işim henüz bitmemişti. Onu cama yaslayacak, kıçının sikime oturmasının keyfini çıkaracak, o narin boynunu bu sefer dişlerimle kavrarken saçlarını yumruğuma dolayacak ve onu o kadar sertçe sikecektim ki iniltileri gökyüzüne karışıp yıldızlara ulaşacaktı.

İçinden çıkıp onu ters çevirdim ve şaşkınlıkla donup kaldım.

Siktir.

Siktir.

Ah, küçük kuşum…

Bunu ne zaman yapmıştı?

“Nasıl?” diye soludum merakla. “Ne zaman?”

Yanağını cama yaslarken gözleri gözlerimi buldu. Dudakları kendini beğenmiş, hoşnut bir sırıtışla şekillenmişti.

“Bugün, öğlen,” dedi. “Sen…”

“Aydemir’i ve adamlarını öldürürken…” diye tamamladım sözünü.

Vay canına.

Kürek kemiklerinin arasına olağanca gerçekliğiyle yerleşmiş bir kuş vardı. Kanatları genişçe iki yana açılmıştı. Detayları o kadar güzeldi ki… Tüm o gölgeler, her bir tüy…

Kuş gökyüzüne ya da ileriye değil, elinin üzerine konduğu elin sahibine doğru bakıyordu. Gözleri… Tanrım. Bunu nasıl başarmışlardı? Gözleri tıpkı Devin’inkiler gibi iki koyu kahve çekirdeğini andırıyor ve aynı sonsuz güven, anlayış ve aşkla bakıyordu. Hayal mi görüyordum? Uyduruyor muydum?

Bu elin sahibi olan adamın diğer elinde ise bir kafes vardı. Büyük, güçlü, sanat eserine benzeyen muhteşem bir hapishane. Her yanı karanlık ve gölgelerle sarılmıştı; kapısı açıktı.

“Kafes de sana ait, kuş da,” dedi. Başka hiçbir şey söylemesine gerek yoktu.

“Seni o kadar çok seviyorum ki…” diye mırıldandım parmaklarım usulca dövmesinin üzerinde gezerken. “İçimi sarıp dolduran, beni hem ayağa kaldıran hem de yere seren bu duyguyu hangi kelimelerle ifade edeceğimi bilmiyorum. Tanrım, Devin… bu… bu gördüğüm en muhteşem şey.”

“Burçin’e borçluyuz,” dedi. Kaşlarımı kaldırıp ona bakınca, “Evet, ikimiz,” diye onayladı. “Bu dövme benden çok senin içinmiş, o yüzden o ne zaman parmağını şaklatırsa orada olacakmışsın.”

Güldüm. Uzun zamandır kendimi bu kadar hafiflemiş hissettiğimi sanmıyordum. Eğilip içime sığdıramadığım coşkuyla dudaklarımı dövmesinde gezdirdim. “Canını acıttım mı? Bana söylemen gerekirdi. Seni cama o şekilde yaslamazdım. Siktir, ptičica. Neden söylemedin?”

“Canım acıdı ama seninle gelen acıyı seviyorum. Bunu şimdiye kadar anlamış olman gerekirdi.” Elini geriye uzatıp saçlarımı kavradı, yüzümü kendine doğru çekip dudaklarıma yapışırken, “Ve şimdi sakın durmaya kalkma,” dedi.

Benden ne isterse yapardım. Ne isterse.

“Cama tutun,” dedim. Parmaklarının camın yüzeyinde genişçe açılmasını, buğulu izler bırakmasını izledim. “Bacaklarını aç.”

Dolgun kıçına doğru uzanan bacakları güzelce iki yana açıldı. Uyluklarındaki zevk sularımız kurumuş olsa da ardında ince izler bırakmıştı. Parmak uçlarına yükseldiğini ama bacaklarının harcadığı çabayla titrediğini görünce belini kavradım, ona destek olarak sikimi kıçına yasladım.

“Her yerine sahip olacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sordum kulağını dişlerken. Hmm diye mırıldanarak kalçasını geriye doğru itti. “Kıçın da benim olacak. O daracık, daha önce el değmemiş deliğinin içine girip orayı da kendime ait kılacağım. Sikimin etrafındaki kasılmalarını hissedip beni dışarı itmek için çaresizce çabalamasının tadını çıkaracağım.”

“Karan… yap,” diye inledi. “Şimdi yap.”

Henüz gücünü toplamamıştı. Bu adımı attığımızda bundan çok daha özgür, rahat ve kendinde olmasını istiyordum ama ona ufacık bir ön gösterim sunabilirdim. İşaretparmağımı amının içine sokup ıslaklığıyla parmağımı kayganlaştırdım. İçeri dışarı, içeri dışarı. Son kez dışarı çıktığımda ıslaklığı kıçına kadar uzanan o daracık hat boyunca yaydım ve parmağımın ucunu yavaşça içine ittim. Kalçasındaki tüm kaslar sertleşerek kasıldı.

“Rahatla. Sadece nefes al, bunu yapabilirsin, güzelim.”

Omzunu öptüm, dilimi teninde gezdirirken seksle açığa çıkan kokusunu içime çektim. Sikimi bacaklarının arasına yerleştirip hafif hareketlerle ona sataşırken, “Kendine dokun,” dedim. “Klitorisini okşa, Devin. Vücudunun gevşemesine izin ver. Böylelikle hem sikimi hem de parmağımı o küçücük deliğin içine alabileceksin.”

İnleyerek elini camla vücudunun arasına soktu. Dışarıda peş peşe çakan şimşeklerin teninde bıraktığı yansımalar zihnime sonsuza dek kazınıyordu. Bundan daha mükemmel bir an, ondan daha mükemmel bir varlık olamazdı.

Belini tutan elimi sıkılaştırdım. Ağırlığını alabildiğim kadar üzerime alıp kendimi yavaşça içine girdim. Adımı fısıldayarak kendini okşamaya başladığında parmağımı da rahatlayarak kaslarını gevşeten kıçından içeri ittim. Bu delilikti. Onun her yerini, her zerresini hissediyordum. Parmağımı öyle sıkı kavrıyordu ki hareket edemiyordum.

“Beni öldüreceksin,” diye soludum kulağına. “Beni mahvediyorsun.”

“İyi,” dedi sızlanarak. “Ödeşmiş oluyoruz.”

Gülerek omzunu ısırdım ve kendimi de parmağımı da geri çekerek tek ve sert bir hareketle tüm deliklerini güzelce doldurdum. Homurdanarak omzundaki çenemi kilitledim. İnleyerek kafasını cama vurdu.

“Ah… bu çok fazla.”

“Çok güzel.”

“Çok doluyum.”

“Evet, güzelim. Çok güzel bir şekilde dolusun.”

Beline dolanmış elimi biraz yukarı çıkarıp camla vücudum arasında ezilen göğsünü kavradım ve sıktım. Memesinin sertleşip şişen ucunu parmaklarımın arasında sıkıştırdım. Boğuk bir hıçkırıkla sarsıldığında ısırdığım yeri öperek kulağına ulaştım. “Seni seviyorum,” dedim. “Dünya üzerinde hiçbir adamın bir kadını sevemeyeceği kadar çok seviyorum.”

Kalçamı ona sıkıca bastırıp ağırlığını vücudumla taşırken ağır ağır içine girip çıkıyordum. Hem kıçını hem de amını yavaşça dolduruyor, her yanımı sıkıca saran kaslarının giderek daha çok kasılmasının zevkiyle yanıyordum. Yanıyordum. İçimde öyle büyük bir yangın vardı ki aldığım her nefesle bu yangın körükleniyor, beni içten dışa yok etmekle tehdit ediyordu.

“Yeter,” diye sızlandı. “Dayanamıyorum.”

“İyi,” diye fısıldadım kulağına. “Ödemiş oluyoruz.”

Gülmekle haykırmak arasında bir ses çıkardı. Kendimi son kez içine öyle sert ittim ki cama sertçe yapıştık. Ve düştük. Uçurumlardan, dağların en yüksek tepelerinden, cennetin en yüksek katlarından. Ve yeryüzüne birbirimizin kollarında hayat bularak ulaştık.

İçine fışkırarak, haykırarak, hiç olmadığım kadar büyük bir coşkuyla gelirken Devin kollarıma yığıldı. Ağlıyordu. Vücudu hıçkırıklarla sarsılıyor, onu serbest bırakmaya zorladığım zevkle titriyordu.

İçinden çıkıp onu kollarıma aldım, güçsüz düşmüş kollarını boynuma dolayarak kafasını göğsüme yasladığında kanepeye yürüdüm. Gözyaşları göğsümü ıslatıyor, kontrolsüzce sarsılıyordu.

Kanepenin sırtına yaslı duran battaniyeyi alıp üzerimize örttüm. Dudaklarımı saçlarına yaslayıp kokusunu içime çekerken sırtını okşuyordum.

“Ağlamadığım bir sefer olacak mı?” diye mırıldandı göğsüme doğru. Kalbimin üzerindeki o noktayı öptü. Burnunu tenimde gezdirip kafasını hafifçe kaldırarak gözlerime baktı. Dayanamayıp kaşının kenarındaki beni öptüm ve gözlerine içime sığdıramadığım aşkla baktım.

Nasıl da güzeldi…

“Olmasını istediğimden emin değilim,” diye itiraf ettim. “Seninle her seferinde en yüksek noktadan yere çakılmak istiyorum.”

Gülümsedi. “Ben de seni seviyorum, Karan,” dedi. “Ve seninle o en yüksek tepelerde sonsuza dek uçmak istiyorum.”

Bu gerçekleşmesi için hayatımı ortaya koyacağım bir sözdü.

Onu kendime daha sıkıca bastırdım ve kokusunu içime çekerken, varlığının sıcaklığıyla ısınırken, artık içine düştüğüm karanlığın sandığım kadar kaybolmuş hissettirmediğini fark ettim.

Karanlığımın bir parçası oyken, yolumuzu daima bulacağımızı biliyordum.

 

 SON

***

Ağlamıyorum, sadece gözüme bir şey kaçtı. :( :( :(

Bu bölümü yazarken o kadar yoruldum, içim o kadar şişti ki anlatamam. Sanırım ettiğim en zor vedalardan biriyidi. Duygularla dolup dolup taştım. Hem veda etmek istemedim hem de uçmalarını izlemek istedim.

Karan ve Devin'i bir ayrı sevdim sanırım, nedeninden çok da emin değilim. Daha gerçek mi geldiler, diyeceğim ama benim tüm hikayelerim oldukça gerçek. Belki de tam tersi, gerçek olmadıklarını bilmek kalbimi bu kadar sızlatmış da olabilir.

Eski günlerde olduğu gibi çok daha kalabalık, dolu dolu ilerleyelim ve vedamız da aynı kalabalıkla olsun çok isterdim. Bence bu hikaye de bu karakterler de bunu hak etti ama inanıyorum ki onları hak ettikleri yerde göreceğiz. <3

Burada olduğunuz, okuduğunuz, onları sevdiğiniz ve benimle beraber ilerlediğiniz için teşekkür ederim. İyi ki varsınız.

Şimdi sırada Karanlığın Umudu, Burçin ve Pars'ın hikayesi var. Profilimden kolayca ulaşabilirsiniz. Bir iki hafta içerisinde sanıyorum ki bölümleri yüklemeye başlarım. O zamana kadar kendinize iyi bakın ve gelişmelerden haberdar olmak için instagrama gelin. zeynepinkitapligi_ hesabından tüm kanallara ve bana ulaşabilirsiniz.

Kocaman öpüldünüz. :*

 

Bölüm : 01.08.2025 20:41 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...