58. Bölüm

58. BÖLÜM🪷

Zeynepizem
zeynepizem

Selamm, biz geldik😍

 

Geçiken bölüm için kusura bakmayın. Yaşanan olaylardan dolayı birçok şeye vakit ayıramadım. Sabrınız için teşekkür ederim♥️

 

Sizi çok özledim, o yüzden upuzun bir bölümle geldimm, yorumlarda buluşalımmm😘

 

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

58. BÖLÜM

 

🪷

 

NİL

 

Anlam veremediğim gürültü yerimde huzursuzca kımıldanmamı sağladı. Kaşlarım çatılırken yüzümü iyice yastığa bastırdım. Ses susmak yerine arttı. Gözlerimi açmadan mahmur bir sesle sordum. “Barış, ne oluyor?”

 

“Biri kepengi yumrukluyor.” Dediğinde o uykulu gözlerim anında açıldı. Barış çoktan yataktan kalkmıştı ve dün görmediğim silahı da elindeydi. Uyku benden uzaklaşırken uzandığım yerden doğruldum. Yataktan hızlıca kalkıp Barış’ın ardından gidecektim ki keskin sesiyle konuştu. “Yukarıda kal.”

 

Yutkunarak merdivenlerden inişini izledim. Kepenge vuran her kimse asla durmak bilmiyordu. Korku anında her zerremi sardı. Barış’la ne zaman güzel bir anım olsa arkasından felaketler geldiği için korkmamak elde değildi. Merdivenlere bir adım atmıştım ki duyduğum ikazla geri çektim ayağımı. “Nil! Yukarıda kal dedim!”

 

Adım attığımı nasıl görmüştü bilmiyordum ama dediğini yaparak geri çekildim. “Dikkatli ol.” Diye fısıldadım o sırada. Gözlerim etrafta dolaştı. Yatağın kenarında gözüme ilişen telefonu hemen elime alarak ekranı açtım. Belki de abimi aramalıydım.

 

Bana kızgın olsa da telefonu açardı. Anlık bir duraksama yaşadım o an. Genelde biri bana sinirliyse onu aramaya çekinirdim ama abimi aramak konusunda bir çekince yaşamıyordum. Şaşırmıştım çünkü aramız ne kadar kötü olursa olsun onu arayabileceğimi fark etmiştim. Barış tamamen aşağıya inmişti. Kapının olduğu tarafa doğru dikkatli bir şekilde ilerliyordu. Silahını karşı tarafın göremeyeceği şekilde arkasında tutuyordu. Daha beklemeden telaşla abimin üzerine tıkladım ve telefonu kulağıma götürdüm. Anında telefon açıldı ve abim benden önce konuştu. “Ne bok yiyorsunuz kızım içerde! Kapıyı açsanıza!”

 

“Abi…” diye soludum şaşkınlıkla. “Kepenge vuran sen misin?”

 

“Benim!”

 

Gözlerimi kırpıştırdım. Sonra rahat bir nefes verdim ve telefonu kapatarak merdivenlere yöneldim. “Abim gelmiş!” dediğimde Barış gözlerini devirmişti. “Güzel anlarımın katili!” Diye sitem ederek silahını beline yerleştirdi. Sonra yere doğru eğildi ve kepengin kilidini açtı. Barış’tan önce abim kepengi kaldırarak içeri girdiğinde istemsizce nefesimi tutmuştum.

 

Yine sinirliydi. Bu sefer neye sinirlenmişti acaba?

 

“Niye açmıyorsun oğlum sen telefonunu?!” diyerek önce Barış’a bir günaydın çaktı. Barış omuzlarını kaldırıp indirdi. “Kimse rahatsız etmesin diye telefonumu sessize almıştım kardeşim.” Abimi baştan sona süzdü. “Keşke seni de sessize alabilsem.”

 

“Kes lan.” Dedi abim, Barış’ın yanından geçerek bana doğru yürümeye başladı. Bu sefer de bana günaydını çaktı. “Sen niye açmıyorsun telefonunu?” konuşacaktı ki ondan önce Barış yanıt verdi. “Kimse rahatsız etmesin diye Nil’in telefonunu da sessize almıştım.”

 

Hiç haberim yoktu.

 

Abim dişlerini birbirine bastırdı. Sonra derin bir nefes alarak sinirine hakim olmayı başardı. O sırada göz göze geldiğimizde duraksamıştı. Gözlerinden bariz belli olan pişmanlığı yakaladım ama çok kısa sürdü. “Yürü, gidiyoruz.”

 

Nereye diye sormadım. Sadece kafamı salladım. “Tamam.” Sakince kabul ettiğim için şaşırmış olmalıydı ama çok üzerinde durmadım. Gözlerim ayaklarıma kaydı. “Ayakkabılarımı giyeyim.” Dedim ve yanıt vermesini beklemeden merdivenlere yönelip çatı katına çıktım. Yatağa oturdum ve yerde duran ayakkabılarımı eğilerek giymeye başladım.

 

Abimle Barış aşağıda birbirleriyle konuşuyorlardı ama dinlemiyordum. Barış’la deliksiz bir uyku uyuduğum için kendimi dinç hissediyordum sadece kahvaltı yaptığım saati kaçırmıştım ve şu an şekerim normalin altındaydı. Ölçmeden anlayabiliyordum çünkü bariz bir şekilde yan etkileri oluyordu. Öncelikle başım ağrıyordu ve her ne kadar saatlerce deliksiz uyusam da bedenim yavaşça uyuşmaya başlıyordu.

 

Ayakkabımın bağcıklarını çözerken titreyen ellerim gözüme battı. Az önce duyduğum korkudan dolayı olsa gerek adrenalinim son seviyedeydi. Derin derin birkaç nefes alarak hızla çarpan kalbimi dindirmeye çalıştım.

 

Merdivenlerden duyduğum sesle kafamı kaldırdım, Barış’la göz göze geldik. Bana minik bir tebessüm etti ve önüme doğru yürüyüp tam karşımda durdu. Bir dizini yere yaslayıp titreyen ellerimle bağcıklarını açmaya çalıştığım ayakkabıyı eline aldı. Kendi pratik bir şekilde bağcıkları açtı ve ayak bileğimi tutarak ayağıma giydirdi. Geniş bir gülümseme yayıldı dudaklarıma. Yaptığı kalbimi fethetmişti ama şu an önemli olan onun sağlığıydı. “Barış böyle eğilmen doğru değil.”

 

“Kim demiş?” diye umarsızca mırıldanıp diğer ayakkabımı giydirmeye koyuldu. “Barış, daha iyileşmedin.” Dedim beni dinlemesi umuduyla. Bana cevap vermedi. Ayakkabımı giydirip bağcıklarını bağlamakla uğraşıyordu. “Sen de bizimle gelecek misin?” diye sordum bu sefer konuyu değiştirerek.

 

Kafasını iki yana salladı. “Buradan karakola geçeceğim.” Dedi ve ayakkabımla işini bitirmiş olmalı ki yüzünü yüzüme doğru kaldırdı. Ondan önce davrandım. “Ama dinlenmen gerekmiyor mu? Hem bandajını da değiştirmedik. Yarana pansuman yapmalıyız.”

 

“Abinle işiniz bittiğinde beni ara.” Dedi benim söylediklerimi duymazdan gelerek. Yanaklarımı havayla doldurdum. Sonra oflayarak nefesimi dışarı verdim. “Oflama.” Yüzünde ki ciddiyete rağmen sesi yumuşacıktı. “İyiyim ben.”

 

Hiç inandırıcı değildi. Bu denli dayanıklı olması bence sorundu. Acısını benimle paylaşmıyordu. Onu anlayabiliyordum. Tek istediği yaşadığımız şeylerin bedelini ödetmekti ama hastaneden taburcu olalı ne kadar olmuştu ki… dinlemesi gerekiyordu. “Barış, kendini çok zorlamıyor musun?”

 

“Hayır.”

 

“Ama doktor dinlenmen gerektiğini söylemişti.”

 

Elleri ellerimi tuttu ve iki elimi de sırasıyla öptü. “Kocan için endişeleniyorsun demek.” Derin bir nefes çekti içine. “Bu günleri de mi görecektik be!” Güldüm. Ellerimi ellerinden çektim ve yanaklarına yerleştirdim. Yanaklarını sıktığımda kaşlarını çattı ama bir şey demedi. Yakışıklı yüzüne birkaç saniye baktım. Sonra ona doğru eğilip tam alnının ortasından öptüm. O sırada küçük bir kahkaha attı. “Bir de namusun olduğumu söyle, yoksa eksik kalır.” Dedi, gülerek geri çekildim ve gözlerinin içine baktım. “Seviyorum seni.”

 

“Ay deli!” Dedi sesini incelterek. Kahkaham odayı sardığı sırada dizlerinin üzerinden kalktı ve yanımdaki yatağa oturup beni kollarının arasına çekti. Sıkıca sarılıp saçlarımın üzerini öptü. “Gülüşüne yandığım.” Derin bir nefes aldı. “Aldığın nefese kurban olurum.”

 

Heyecanlandım ve az önce onun söylediğini söyledim. “Yaa deli!” Güldük. Konuyu değiştirmekte üstüne yoktu. Ne yapmaya çalıştığının farkındaydım ama bu sefer üzerine gitmedim. Çünkü ne söylersem söyleyeyim kendi bildiğini yapacaktı. Ayağa kalktı ve beni de kaldırdı. Gözleriyle aşağıyı işaret ettiğinde kafamı usulca salladım. “Dikkatli ol tamam mı?” diye sorduğumda beni kolunun altına doğru çekti ve konuştu. “Her zaman dikkatliyimdir.” Sesindeki muziplik beni güldürdü. Birlikte aşağıya doğru yürümeye başladık.

 

Abim burada değildi. Büyük ihtimalle dışarı çıkmıştı. Barış’la kapıya ilerlediğimizde tahmin ettiğim gibi abimi gördüm. Hemen Barış’ın arabasının arkasına arabasını park etmişti ve kaputuna yaslanmış sigara içiyordu. Sabah sabah hiç vakit kaybetmeden sigaraya sarılıyor olması dikkatimden kaçmadı. Son zamanlarda eskisinden daha çok sigara içtiğini gözlüyordum. Hiç hoşuma gitmiyordu.

 

Barış’a el sallayarak onunla vedalaştım. Abime doğru yürümeye başladığımda sigarasını söndürmüş ve arabaya geçmişti. Ben de bir şey söylemeden yanındaki yerimi aldım ve kemerimi taktım. Hiç beklemeden gaza bastı ve şu kurşun geçirmez büyülü olduğunu düşündüğüm canavar gibi olan arabası yola atıldı.

 

Derin bir nefes aldığımda ev gibi olan kokusu burnuma doldu. Yandan profiline baktım bir süre, gözleri ilerideydi. Ben yanında değilmişim gibi davranıyordu. Kafasından neler geçiyordu merak ediyordum. Şu durumda benim hakkımda neler düşünüyordu? Çok mu abartmıştım? Acaba bir daha benimle eskisi gibi konuşmaz mıydı? Önüme döndüm ve altımızda kayan yolu izlemeye başladım. Arabada oluşan gerginlik tüm tüylerimi diken diken etse de o konuşana kadar konuşmama kararı almıştım.

 

Anladığım kadarıyla bilmediğim bir yere gidiyorduk çünkü yollar hiç tanıdık değildi. Hâlâ titreyen ellerimi yumruk yaptım ve arkama yaslanarak gözlerimi kapattım. Yaklaşık on dakika sonra araba durdu. Gözlerimi açıp etrafa bakındığım sıra abim çoktan kapıyı açıp çıkmıştı. “Bekle.” Dedi ve kapıyı kapattı.

 

Gözlerimi kırpıştırdım. Bir caddenin kenarına park etmişti arabayı, işlek bir caddeydi burası. Sürekli arabalar gelip geçiyordu. Neden burada durduğumuzu anlamak için abimi camdan izledim. Arabadan uzaklaşarak ara bir sokağa girdi. Gözden kaybolduğunda kaşlarım çatıldı. “Nereye gidiyorsun?” diye fısıldadım kendi kendime.

 

İnip peşinden gidesim gelse de yapmadım çünkü bir kez daha sözünü dinlemezsem gerçekten kötü şeyler olabilirdi. Bir süre sabırla parmaklarımla oynadım. Aylar ve yıllar geçti ama abim gelmedi. Galiba beni unuttu. Tam ağlamaya hazırlanıyordum ki girdiği sokaktan çıktı. Karşıdan karşıya geçen bir kadın abimi baştan sona süzerken gözlerimi kıstım.

 

Üzerindeki deri ceket, uzun boy, benim kadar olan kaslarıyla gayet dikkat çekici bir adamdı ama bu abime bakabilecekleri anlamına gelmiyordu sonuçta. Kadına kötü kötü bakarken abim arabaya geldi ve kapıyı açarak yerine oturdu. O sırada kucağıma da bir poşet bırakmıştı. Dikkatimi tamamen boyuna posuna verdiğim için elinde bir poşet tuttuğunu fark etmemiştim.

 

Merakla poşeti açıp içine baktığımda iki tane poğaça ve bir şişe suyla karşılaştım. Poğaçalar fırından yeni çıkmışçasına sıcaktı ve mis gibi kokuyordu. Kahvaltı etmediğimi biliyordu. Büyük ihtimalle de titreyen ellerimi de fark etmişti.

 

İçime öküz oturmuş gibi hissettim. Abim, beni benden daha çok düşünüyordu. Bana bağırdığı için üzülmüştüm ama ona kızamıyordum çünkü haklıydı. Kendimi tehlikeye atmış, yanımda diğerlerini de sürüklemiştim. Bir daha abimin sözünden asla çıkmayacaktım.

 

Poğaçaları izlemeye devam ederken abim sessizliği bozarak konuştu. “Ye onları.” Dedi, sesi yine soğuktu ama hâlâ benim abimdi. Eskiden arkadaşlarım sürekli kardeşleriyle yaptıkları kavgaları anlatırdı. Onca kavgaya rağmen sonraki gün can ciğer kuzu sarması olurlardı. Bu duyguyu hep merak etmiştim, demek böyle bir şeydi.

 

“Teşekkür ederim.” Dedim, başka ne diyeceğimi bilemediğim için. Sonra poğaçalardan birini aldım ve poşette kalanı abime uzattım. “Aç değilim.” Dedi direkt. Poşeti yeniden kucağıma koyarken ona yandan kötü bir bakış atmayı da ihmal etmedim. Sinir bozucuydu.

 

Elimdeki poğaçamdan büyük bir ısırık aldım. Sonraki ısırığım da kocamandı. Tabi ondan sonraki de. Bu durum abimin dikkatini çekmiş olmalı ki sonunda bana baktı. Yanaklarım dolu doluyken göz göze geldiğimizde sabır çekerek önüne döndü. Ağzımdaki lokmayı yutmadan poğaçamdan yeniden ısırmak için hareketlendim.

 

“Nilüfer, atlı mı koşuyor arkandan?!” Abimin sert sesi kaşlarımı çatmamı sağladı. “Açım.” Dedim kısaca. Bir kez daha sabır dilendi. “Boğulacaksın, adam gibi ye!”

 

“Ben kadınım! Ve istediğim gibi yerim!” Dedikten sonra koca bir ısırık daha aldım ama ağzımda yer kalmadığı için çiğnemek zor oldu. O an bu yaptığımdan pişman olsam da geri adım atmadım. Dakikalarca ağzımdakileri yutmaya çalıştıktan sonra nihayetinde başardım ve ağrıyan çenemi tuttum. “Geri zekalı.” Diye fısıldadı o sırada abim.

 

Sinirleniyordum ama. Yaptığı hiç hoş değildi. Benimle sadece hakaret etmek için konuşuyordu resmen. “Bana hakaret edip durma!” Diye çıkıştım. Böyle davranması kalbimi kırıyordu. Yarısına kadar yediğim poğaçayı poşete geri koydum ve onun kucağına attım. “Al, yemiyorum!”

 

O an alıp kucağıma geri bıraktı. “Yiyorsun.” Dedi aksini söyleyemezmişim gibi. Söylerdim ve söyleyecektim de. Poşeti torpidoya koymak için gözü açmıştım ki gördüğüm silah beni duraksattı. O gece en baştan zihnime yüklenirken hızlıca poşeti koydum ve torpidoyu kapattım. Kollarımı birbirine dolayarak yüzümü cama çevirdim. Başımdaki ağrı arttı. Gözlerimi kapatmak zorunda kaldım bir süre ama karanlık hiç hoşuma gitmemişti.

 

Yaşanılan olaydan sonra uyuyamıyordum. Sürekli kabuslar görüyordum ve uykum bölünüyordu. Barış’la uyurken kabus görmemiş olsam da günlerin yorgunluğundan dolayı olsa gerek üzerime bir buhran çökmüştü.

 

Bazen düşünürdüm, neden hâlâ delirmediğimi… Belki de delirmiştim, yoksa bunca yaşanılan şeye rağmen nasıl gülebilirdim? Yine aynısı oldu; dudaklarım iki yana doğru büküldü. Alışkanlık içimde yaşadığım hiçbir şeyin dışarıya çıkmasına izin vermiyordu.

 

“Nilüfer.”

 

Bana seslenen abime dönmedim. Sadece cevap verdim. “Ne?”

 

Aldığı sert nefes arabasında yankılar oluşturdu. “Ellerini serbest bırak.” Kaşlarım anlamsızca yükseldi. Ne dediğini anlamak için ellerime baktığımda sımsıkı yumruk yaptığımı fark etmiştim. Parmaklarımı bollaştırarak avuçlarımın içine baktım. Tırnak izlerim o kadar belirgindi ki biraz daha zorlasam kanayabilirlerdi. Bir parmağımı avuç içimdeki izlerde gezdirdim.

 

Saklanan duyguların dışarıya kaçmak için her yolu denediğini görmek beni düşünmeye itti. Gülmek ağlamaktan daha zararlı bir karşı çıkıştı. Çünkü güldükçe acının boyutu küçülüyor etkisi büyüyordu. Bir gün gülmeyi bıraktığımda acıyan yerlerim gülmeye başlar mıydı?

 

Bilmiyordum. Hayat hakkında veya kendim hakkında ne zaman derin düşünsem canım sıkılırdı. Üzülürdüm ve mutsuz hissederdim. Bu yüzden düşünmemeye çalışıyordum de ana odaklanıyordum ama bu bir yerden sonra yormaya başlıyordu.

 

Gerçek kişiliğim kahkahalarımın altında eziliyordu.

 

Yol boyunca bir daha abime taraf dönmedim. O da bir şey demedi. Sessizce geçen bir saatin ardından araba yavaşlayarak durdu. Çiftliğe gelmiştik. Gelirken başka bir yol kullanmış olmalı ki tanıdık değildi. O arabadan indiğinde ben de bekleme gereği duymadan kemerimi çözdüm ve dışarı çıktım. Bana bakmadan yürümeye başladığı için yapabileceğim tek şeyi yaparak arkasında yürümeye başladım. Aramızda iki metrelik bir mesafe vardı ve abim bu mesafeyi açmıyordu. Yavaşladığım zaman o da yavaşlıyordu.

 

At ahırlarının ve kafenin önünden geçtikten sonra tavşanların olduğu kısma geldik. Uzun zamandır onları görmediğim için yüzüme bir gülümseme yayıldı. Adımlarımı hızlandırarak tavşanların yanında gittim ve dizlerimin üzerine çökerek yere oturdum.

 

Biri evinin içinde uyuyordu. Diğer ikisi ot yiyordu ve diğeri de sanırım intihar etmeye çalışıyordu. Abimin yanıma yaklaştığını hissettim. Çok geçmeden benim gibi yere oturdu ve tavşanlara baktı. Bir süre tavşanları izledik. Sevmek istesem de rahatsız olmasınlar diye uzak durmaya karar verdim. Gerçi intihar etmeye çalışan tavşan yuvanın üstünden yere atlayınca anlık bir kalp krizi geçirdim. Neyse ki bir şey olmadı. Yuvanın etrafında koşmaya başlayınca istemsizce kıkırdamıştım.

 

“Şunun adı Nilüfer olsun.” Dedi o sırada abim sessizliği bozarak. Kaşlarım çatıldı. Deli tavşandan bahsediyordu. Ters ters abime baktım. “Ne alaka ya?” diye sorduğum sırada bahsi geçen tavşan mama kabına çarptı ve kap bir tarafa kendi bir tarafa savruldu.

 

Abim bana imayla baktığında ofladım. “Olmasın.” Dedim memnun olmadığımı belli ederek. “Nilüfer olsun.” Dedi yeniden benim aksime. Kaşlarım biraz daha çatıldı. “Olmasın!”

 

“Lan!” İrkildim. Öyle ki sesinden tavşanlar bile korkmuş ve kaçışmıştılar. “Tamam o zaman Nilüfer olsun.” Dedim sesim bir taraflarıma kaçmış gibi. Burnundan sert bir nefes vererek güldü. Komik değildi. Sesi asker olduğundan mıdır erkek olduğundan mıdır bilinmez bazen aşırı sert ve gür çıkıyordu. İrkilmemek elde değildi.

 

“O geri zekalının adını Lotus koyacağım.” Dedi bu sefer normal ses tonunu kullanarak. Gözlerimi devirdim. Lotus, Nilüfer çiçeğinin diğer adıydı. Yani yine bendim. Bir de geri zekalı diyordu, bana laf çarpıyordu. Boyuma posuma bakmayacaktım dalacaktım şimdi.

 

Dizlerimi kendime çektim ve onu duymazdan gelmeye karar verdim. Tavşanları uzun uzun izlemeyi düşünüyordum ama abim yeniden konuştuğu için dikkatim dağıldı. “Diğerlerinin adını koy. Bu dünyada isimsiz olanlar çabuk unutulur.”

 

Omzumun üzerinden ona baktım. Söylediğini düşününce garip bir kırılma meydana geldi kalbimde. Asıl bahsini geçirdiği şeyin tavşanlar olmadığı belliydi. Tavşanlara yeniden baktım ve isim düşündüm. İlk aklıma gelenleri söyleyiverdim. “Yoğurt, Sarımsak ve Sütlaç olsun.”

 

Abim yüzünü yüzüme doğru çevirdi ve sorgulayarak gözlerime baktı. “Ne?” diye sordum bakışını anlamadığımdan. “Çınar mı deseydim?” Gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı ama çabuk toparlandı. “Çınar diyemezsin.”

 

“Neden diyemezmişim?”

 

“Çünkü bana abi demek zorundasın.”

 

“Sana demiyorum ki tavşana diyorum.”

 

“Fark etmez. Sonuçta ismimi kullanmış olacaksın.”

 

“Çınar adı yalnızca senin adın değil, bilmem anlatabiliyor muyum?”

 

“Umurumda değil, bilmem anlatabiliyor muyum?”

 

Ona bir süre boş boş baktıktan sonra tartışmak istemediğim için önüme döndüm. Gerçi konuşulacak çok şey vardı ama kimse şu an o topa girmeyi göze alamıyordu. Emin olduğum tek bir şey varsa o da abimle sürekli kavga halinde olacak olmamdı. Durumu yadırgamıyordum aksine alışmıştım. Biz kavga ederek tanışmıştık kavga ederek anlaşıyorduk.

 

“Asuman, nerede?” diye sordum, en son onu gelinlikle abimin eline teslim ettiğim için merak ediyordum.

 

“Evde.” Dediğinde kaşlarım kavislendi. Hangi evden bahsettiğini bilmiyor olsam da sormadım. Umuyordum ki benim yüzümden çok üzerine gitmemişti. Abimi birazcık tanıdığım için sinirliyken pek normal davranmadığına kanaat getirmiştim.

 

“Artık asıl meselemize gelelim mi?” diye sordu bedenini bana taraf çevirerek. Gözlerinin içine bakarak omuz silktim.

 

“Bana bir açıklama yapmanı bekliyorum.”

 

“Açıklanacak bir şey yok. Her şey ortada zaten.” Dedim, ki zaten diyecek başka bir şey yoktu. Söylediğim şeye sinirlenmiş olmalı ki kaşlarını çattı. “Nilüfer, bana yalan söyledin.” Dedi kelimelerine bastırarak.

 

“Avukatların en çok kullandığı şeydir yalan.” Dedim yine sakinliğimi bozmadan. “Hem sana gerçeği söyleseydim kabul etmeyecektin.”

 

“Elbette etmeyecektim, kendini tehlikeye attığının hâlâ farkında değil misin sen?”

 

“Farkındayım abi, ama ben hayatım boyunca kendimi hep tehlikeye attım ve şimdiye dek de kimseye hesap vermedim. Evet sürekli başımı derde soktuğum doğrudur ama çocukluğumdan beri alışkın olduğum şey bu.” Bu, çünkü düşünmemi engelliyor.

 

“Bencil davranıyorsun, yalan söylemeni geçtim şu an bana açıklama yaparken bile.” Dedi sert bir nefes vererek. “Ben alışkanlıklarımı dile getirerek yaptığım yanlışları telafi etmeye çalışmıyorum ama sen bunu yapmaktan asla vazgeçmiyorsun. Buna bir son ver.”

 

Söylediğini düşündükten sonra usulca kafamı salladım. “Tamam.” Dedim sabit bir ses tonuyla. Zaten yaptığım yanlışı kabul ediyor ve bunu bir daha tekrarlamayacağımı söylüyordum. Bunun adına kendime söz de vermiştim.

 

“Nilüfer-”

 

“Abi yanlış yaptığımın farkındayım ama pişman değilim. Sadece bir daha yapmayacağım.” Derin bir nefes aldım. “Seninle tartışmaktan yoruldum. Seninle tartıştıktan sonra teselliyi sürekli Barış da bulmaktan da yoruldum. Sana yalan söyledim ve hatamı kabul ediyorum. Özür dilerim.”

 

Her şey o kadar üst üste geliyordu ki bir de abimle aramızın açılmasını istemiyordum. Zaten kafam bir milyondu ve düşünmek istediklerimin arasında aramızda geçen tartışmalar olmasını istemiyordum.

 

Abim bir süre bana baktıktan sonra konuştu. “Neden bu kadar olgun davranıyorsun? Sen bu kadar olgun bir insan değilsin.”

 

Burnumdan sert bir nefes vererek güldüm. “Aslında ne kadar olgun bir insan olduğumu bilsen şaşarsın.” Dedim kendimden emin bir şekilde. Genelde kitaplarda sempatik karakterler yan karakterler olurdu. Saçma sapan davranır çok gülerlerdi. Kimse de çıkıp onların bu halini sorgulamazdı. Çünkü bahsi geçen karakterler yan karakterdi.

 

Bir de genelde asıl acıyı da hep onlar yaşar gülüşleriyle gerçekleri saklarlardı. Acılarını anlattıktan sonra da bu karakterler değişmezdi çünkü alışkanlık kazanmışlardı. Benim için de durum böyleydi. Hayatı ciddiye almıyordum çünkü ardından ölüm geldiğini biliyordum. Kendi gözlerimle görmüş hatta kendi ellerimle bir ölüme sebep olmuştum.

 

“Sana bağırdığım için özür dilerim.” Dedi abim. “Yanlış kelimeler kullandım.” Dudaklarım yukarıya doğru kıvrıldı. Abimin de bir alışkanlığı vardı. Hepimizde olduğu gibi. “Sorun değil.” Aslında sorundu ama abartmaya gerek yoktu. Bu sefer karşılıklı olarak birbirimizi kırmıştık. Ben onun güvenini yalan söyleyerek sarsmıştım ve o da bunun karşılığını vermişti.

 

“O adam başına dert olur mu?” diye sordum, asıl merak ettiğim şey buydu. Abimin başını yakmaktan korkuyordum. Mirza’yla mesajlaşmıştık, onların tarafında şu an için her şey normaldi çünkü kimsenin bilmediği bir yerdeydiler. Abim ise asıl hedef oluyordu bu durumda.

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Bir sikim yapamaz.” Dedi oldukça rahat bir şekilde. Oturduğum yerde bedenimi ona taraf çevirerek tam gözlerine baktım. “Keşke oraya hiç gelmeseydin, hem neden telefonuma takip cihazı yerleştirdin?”

 

“Böyle geri zekalılıklar yaptığında haberim olsun diye.” Dedi gayet normal bir şekilde. Kaşlarım çatıldı. Bu sefer dayanamadım ve üzerine atladım. Beklemediği bir şey olduğu için dengesini kaybederek geriye doğru düştü. Hiç umursamadan saçlarını çektim. “Bana geri zekalı deyip durma!”

 

“İn lan üstümden!”

 

İnmedim. Aksine daha çok saçlarını çektim. Ahladı ama umurumda değildi. “Lafını geri al!”

 

“Almıyorum!” derken ellerimi saçlarından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama öyle bir sarılmıştım ki zorladıkça canı daha çok yanıyor olmalıydı. “Lan bıraksana!”

 

“Hayır!”

 

“Nilüfer bak acımam fırlatırım seni! Bırak diyorum!”

 

Duraksadım. Fırlatırdı. O yüzden ellerimi hemen geri çekerek hiçbir şey yapmamış gibi az önceki konumuma geçip oturdum. Abim uzandığı yerden bana bir bakış attıktan sonra kolumdan tutarak kendine taraf çekti. Boşluğuma geldiği için birden üzerine yıkıldım. Beni kollarının arasına aldığında öncelikle boğuyor sandım ama sonra sarıldığını anladım. “Gerçekten geri zekalısın.” Dedi o sırada. Kabulleniş dolu bir nefes verdim.

 

Sevgi sözcüğü olarak kullandığı kelime inanılır gibi değildi. “Sen de salaksın o zaman!” dedim ters ters. Anında saçlarımı karıştırarak boynumdaki kolunu sıkılaştırdı. “Neyim ne?!” diye sordu tehditkar bir ses tonuyla.

 

Kurtulmak için ayıya dayı demekten başka şansımız yoktu. “Abimsin abim!” Boynumu rahat bıraktı ve saçlarımı karıştırdığı eliyle yaptığı dağınıklığı düzeltmeye başladı. Elini tarak gibi kullanarak karışık saçlarımla uğraşmaya devam etti.

 

Yerimi yadırgamadan başımı omzuna yasladım ve ayaklarımı ileriye doğru uzattım. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Hava kara bulutlarla doluydu ama soğuk değildi. Zaten ne kadar soğuk olursa olsun abim sarıldığı için hissetmezdim.

 

“Nilüfer.” Dedi abim. “Bir daha ne olursa olsun bana yalan söyleme.” Kafamı usulca salladım. Yüzümü yüzüne doğru kaldırarak gözlerine baktım. “Söylemem.” Dedim bana inanması için net bir şekilde. Bana inanmasını istiyordum çünkü ben bu konuda kendime inanıyordum.

 

“Biliyor musun annem de yalandan nefret ederdi.” Dedim birden aklıma gelen şeyle. Abimle annemin fazla benzer noktaları vardı. Kişilik olarak ben anneme pek benzemezdim ama abim benziyordu.

 

“Bilmem.” Dedi abim o sırada soğuk bir ses tonuyla. Bu ses tonu o kadar çok şey anlatıyordu ki. “Ona kırgınsın değil mi?” diye sordum fısıltıyla. Bir süre konuşmadı. Ardından derin bir nefes aldı. “Bana kırgınlığın ne olduğunu annemiz öğretti.” Dedi, burnumun ucu sızladı.

 

Annemin suçu yoktu, abim bunu bilmiyor değildi; biliyordu. Yine de yaşadığı her şeyin baş rolünde annem vardı. Abimin yerinde olsaydım hayat daha zor olurdu benim için. Çünkü her ne kadar zorluk çeksek de ben annemin arkamda olduğunu bilirdim. Abimin ise arkasında kimsesi olmamıştı. Aksine şiddet gören, ailesinden uzaklaştırılan, yalnızlığa terkedilen olmuştu.

 

“Annem, giderken geri döneceğine dair söz vermişti.” Dedi ondan genellikle duymadığım kırgın bir tonlamayla. “Sözünü tutmadı, Nilüfer. Dönmedi.”

 

Onu anlayabiliyordum ve kahretsin, bu çok canımı yakıyordu. “Bu yüzden yalandan da sözünden dönenden de nefret ederim.”

 

O an kalbim duracak sandım. “Benden artık nefret mi ediyorsun?” Ses tonum her nasılsa abimin bedeni kasıldı. “Ne yaparsan yap senden nefret etmem, Nilüfer. Sadece ince çizgilerimi bilmeni istiyorum. Bir şeyi yaparken iki kez düşün diye.”

 

Kafamı usulca salladım. O haklıydı ama gerçeği bilmek de hakkıydı. Sonra yine annemi kendine göre yargılayabilirdi. Gözlerim dolmaya başlasa da kendime engel oldum. “Abi, annem seni yanına almak için çok uğraştı. Seni hiç unutmadı.” Dedim hatırladığım şeyleri dile getirerek. “Avukata gittiğini hatırlıyorum ben. Seni yanına alacağına dair çok umutluydu ama sonra ne olduysa birden vazgeçti. O gece eve geldiğinde gözleri kıpkırmızıydı. Çok sordum ama hiç anlatmadı. Ben kavuşamasam da sen bir gün Emre’me kavuşacaksın, derdi.” Abimin kolları sıkılaştı.

 

“Nilüfer, o nasıl öldü?”

 

Gözlerimi sıkıca kapatma ihtiyacı duydum ama çabucak geri açtım. İnsan her şeye alışıyordu ama geçmişi omuzlarında taşıyamıyor oluşu bir kusurdu. “Ben on altı yaşındaydım.” dedim o anı anımsayarak. Sesimin bir kokusu olsa acı kokardı.

 

“Normalde annem her sabah ben uyanmadan kalkıp işe giderdi ama o sabah gitmemişti. Hatta bana kahvaltı bile hazırlamıştı.” Dudaklarımda buruk bir tebessüm oluştu. O sabahı hatırladım. O kadar mutlu olmuştum ki. Annem her ne kadar benim yanımda olsa da aslında bir o kadar da uzağımdaydı. Aynı evde yaşıyorduk ama ben yalnız büyüyordum. Uzun zaman sonra bana sarılarak evden uğurlamış bununla da yetinmemiş saçlarıma öpücükler kondurmuştu. Bu ayrıntıları abime söylemedim çünkü üzülmesinden korktum.

 

“Sonra ben o gün okula gittim. Normalde okulda her zaman hocaların aklını alan bir çocuktum ama bu sefer içimde garip bir duygu vardı. Bu yüzden ilk dersten sonra okuldan kaçıp eve gitme kararı almıştım.” Dişlerimi birbirine bastırdım. “Gittim. Evimizin kapısı aralıktı. Önce şaşırdım çünkü annem asla kapıyı kilitlemeden evden çıkmazdı… Evde olduğunu düşünerek mutlu olmuştum.” Yutkundum. “Seslenerek içeriye girdim.” Gözümden bir damla abimin göğsüne damladı. “Cevap vermedi.”

 

“Garipsedim çünkü holdeki halı kapının arkasına doğru toplanmış ve dağılmıştı. Üstelik garip bir koku vardı. Ayakkabılarımı çıkarttım ve içeriye girdikten sonra kapıyı kapattım. Çoraplarımı da çıkartıp bir kenara attım. Sonra ilk durağıma yani salona doğru yürüdüm. Annem oradaydı abi.”

 

Son kez benim için oradaydı… ya da abim için.

 

“Kalbinin tam ortasında bir bıçak saplıydı. Evi annemin kanının kokusu sarmıştı.” Kaskatı kesilmiş bedeni beni gördüğüm o manzaradan korumak ister gibi hareketlendi. Kollarını sıkılaştırdı. İşin kötü tarafı gözlerimden akan yaşlara rağmen dudaklarımda yer edinen gülümsemeydi. “Ben… ne yapacağımı bilemedim.” Hıçkırdım. “Yanına yaklaştım, ayaklarım kanıyla lekelendi. Sonra dizlerimin üzerine çöktüm ve anne dedim. Cevap vermedi. O kadar çok kanıyordu ki durdurmak istedim ama beceremedim. Sanki kalbindeki tüm acılar kırmızıya bulanmıştı, acısı öyle derindi ki kan durmak bilmiyordu.”

 

“Yüzüne dokundum. Uyansın diye yalvardım. O sırada gözlerini açar gibi oldu. Sesimi duymuştu. Tek bir kelime söyledi biliyor musun? Sonra bir daha yarı açık olan gözleri kapanmadı.”

 

Abimin yutkunduğunu duydum. “Ne söyledi?” diye sordu, sesi sesime benziyordu. Acı kokuyordu. “Emre.” Dedim. Annemin son sözü oğlunun adıydı. Yüzümde gözyaşlarımdan ayrı ıslaklık hissettiğimde gökyüzüne baktım.

 

Kar yağıyordu.

 

Tıpkı o günkü gibi.

 

“Kapının açılan sesini duydum abi. Annemin katili evdeydi.” Nefesim anlık olarak göğsümü ferahlatmaya yetmedi. “O an bunun farkında değildim ama düşününce dakikalar boyunca annemin katiliyle aynı evde olduğumu anladım.” Burnumu çektim. “Daha da kötüsü o katil şimdi elini kolunu sallayarak hayatını yaşıyor.” Hıçkırdım. “Annemden ne istedi ki?” diye sordum sanki bir cevap alabilecekmişim gibi. Yıllardır kendime sorduğum bir soruydu. Hiçbir zaman cevabını bulamadığım bir soruydu.

 

“Bilmiyorum, abicim.” Dedi abim. Başımı göğsünden kaldırarak yüzüne baktım. İlk gözüme çarpan şakaklarına doğru akmış gözyaşlarıydı. Sessizce kendine ağlıyordu. Bu manzara içimi kıyım kıyım ettiğinden elimi kaldırdım ve akan gözyaşlarını sildim. “Ağlama.” Dedim ama o sırada kendim ağlıyordum.

 

“Ağlamıyorum.” Dedi ama ağlıyordu, görüyordum. Görmemi istemiyor olacak ki yüzümü göğsüne yasladı. Geri çekilmedim. Burası iyiydi. Ağlamak için de gülmek için de hatta kızmak için de. “Ne yaptın?” diye sordu kısık bir tonlamayla. “Sonra ne yaptın?”

 

O haldeyken omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Ağladım.” dedim. “O kadar çok ağladım ki geride sadece gülüşler kaldı.” Yine gülümsedim tüm o gözyaşlarının içinde. Acı, gülüşlerde saklıydı. Ağlamak gelip geçiciydi ama gülüşlerimde sakladığım acı gelince gitmiyordu.

 

“Komşular sesime geldi. Sonra ambulans geldi. Annem ise gitti. Bir daha gelmedi.”

 

Üzerimize kar yağmaya devam etti. Karaya ait bir parçaymışız gibi kıpırdamadık. Kar da bizi kara sandı. Yağdı. Yağdıkça canımız kanadı.

 

Annem gitti. Geri gelmedi.

 

🪷 

 

“Eğer birlikte büyüseydik annem sürekli beni zorbaladığın için sana kızardı.” Dedim yağan kar tanelerini uzandığım yerden izlemeye devam ederken. “Seni zorbalamazdım.” Dedi abim ama hiç inanasım gelmedi.

 

“Tabi tabi.” Diye mırıldandığımda gülmüştü. Kendi bile söylediğine inanmamış olmalıydı. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum ama kalkmamıştık. Kar yağmaya devam ediyordu. Hatta üzerimizde ince bir örtü oluşmuştu. Hava soğuktu ama umurumda değildi. Abimle ortak olduğumuz tek konu annemdi ve annem ikimizin içinde de büyük bir yaraydı.

 

“Asker olmak istediğin için annem hiç memnun kalmazdı mesela ama hayalinin önüne de geçmezdi. Pencerelerin önünde sabahlayarak görevden dönmeni beklerdi.” Dedim olmayacak bir hayali zihnimde canlandırarak. Birlikte büyüseydik ne çok şey yaşardık. Birbirimize doyardık. “Bazen annemle ben de beklerdim ama uykusuzluğa dayanamadığım için kesin uyuyakalırdım. Uyandığımda eve çoktan gelmiş olurdun. Beraber kahvaltı yapardık. Kahvaltı yaparken bile sürekli birbirimizle didişirdik ama hiçbir şey mutlu olduğumuz gerçeğini değiştirmezdi.”

 

Abimin, derin bir nefes aldığı için, göğsü yükseldi. Bir kolu tamamen beni sarmışken diğerini kafasının altına yerleştirmişti. İçten içe titremeye başladığımdan ona biraz daha sokuldum. Sıcacıktı. Annem gibi.

 

“Bence birlikte büyüseydik şu anki halinden daha şımarık bir çocuk olurdun.” Kaşlarımı çattım. “Ben şımarık mıyım abi?”

 

“Evet.” Elimin tersiyle omzuna vurdum. “Değilim bir kere.” Dedim, tamam belki birazcık olabilirdim ama birazcık. Sonuçta bana verilen imkanları sonuna kadar kullanıyor olmam beni şımarık yapmazdı. Faydacı bir insan yapardı.

 

“Bence tam tersi olurdu. Sen beni her şeyde kısıtladığın için içime kapanık bir insan olurdum.”

 

“Kızım seni niye kısıtlayayım?”

 

“Kısıtlardın. Erkeklerle arkadaş olma derdin, akşam dışarı çıkma derdin ama sen gecenin körlerinde gelirdin, dersine çalış derdin ama sen çalışmayıp hep arkadaşlarınla takılırdın, beni arkadaşlarınla tanıştırmazdın. Bal gibi de kısıtlardın.”

 

“Ya sabır ya sabır.” Dedi kendi kendine. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Kısıtlamazdım Nilüfer. Şu an böyle davranıyor oluşumun sebebi düşmanın nerden çıkacağını bilmememden kaynaklanıyor. Seni korumaya çalışıyorum. Ama sen geri zekalı olduğun için anlamıyorsun.”

 

Göğsünden doğrularak yüzüne baktım. “Bak işte gördün mü? Şimdi bile beni zorbalıyorsun!”

 

“Geri zekalıya geri zekalı demek ne zamandan beri zorbalık oluyor?” Beni çıldırtacaktı. Yerden destek alarak ayağa kalktım ve üzerime yağmış olan kar birikintisini yüzüne doğru sildim. Elini kaldırarak kendine siper etti. Ben de daha fazla beklemeden arkamı döndüm ve hızlı adımlarla ondan uzaklaşmaya başladım. Çok geçmeden arkamdan seslenmişti. Beni yakalarsa yere yağan tüm karı yedireceğini düşündüğüm için koşmaya başladım.

 

“Kızım koşma! Düşeceksin!”

 

“Bir şey yapmayacağını söyle!” dedim bağırarak. Sessizlik oldu, cevap vermediğine göre bir şey yapacaktı. Of! Daha da hızlandım. Kar tüm yeri kaplamıştı ve ayağımda spor ayakkabı olduğu için koşmak zor oluyordu.

 

“Yapmayacağım! Kes koşmayı.” Durduğunu hissettiğimde omzumun üzerinden ona baktım. Hızlı adımlarla bana taraf gelmeye devam etse de koşmadığı için ben de yavaşlamayı tercih ettim. Aramızdaki çekişmeye son vererek hevesle sordum. “Atlara yem verelim mi?” Dudakları şefkatle kıvrıldı ve kafasını usulca salladı. Genişçe gülümsedim. Abimle vakit geçirmeyi seviyordum.

 

“O zaman ahıra ilk ulaşan diğerine istediğini yaptırır.” Dedim ve cevap vermesini beklemeden yeniden koşmaya başladım. “Sen bir düş bak ben o zaman sana neler yaptırıyorum!” diye gürleyerek koşmaya başladığında kahkahayla karışık bir çığlık attım. Tüm gücümü kullandım.

 

Ahır çok uzak değildi. Ağaçları döndükten sonra karşıma çıkacaktı. Ama abim asker olduğu için her an beni geçebilirdi. Bu yüzden koşarken çığlık çığlığa onu tehdit etmeyi de ihmal etmedim. “Eğer benden önce ahıra varırsan başına fena bela olurum ha!”

 

Arkamdan kahkahasını işittim. Beni geçmeyeceğini böylelikle anlayarak sevinçle yoluma devam ettim. Ağaçların etrafından döndüğüm an bir şeye çarpmamla geri savrulmam bir oldu. Dengemi sağlayamadığım için yere düşmüştüm. Önümde beliren ayaklar kafamı yukarıya kaldırmamı sağladı.

 

Kocaman iki adam yukarıdan bana bakıyordu. Buradaki çalışanlar gibi giyinmemişlerdi ve yüzleri de oldukça korkutucuydu. Sarışın olan adam üzerime doğru eğildiğinde hızlı bir şekilde sürünerek geriye gittim ve kocaman bir çığlık atarak ayağa kalkıp abimin olduğu tarafa koşmaya başladım.

 

“Abi!”

 

Ağaçlardan dolayı abim adamları fark etmemişti. Kendisine doğru koştuğumu gördüğünde kaşlarını çattı, daha bir şey diyemeden arkasına geçtim ve beline sıkıca sarıldım. “Ne oldu?” diye sordu merakla.

 

Nefes nefese kaldığım için hemen cevap veremedim. “Nilüfer, ne oldu?!”

 

Elimle ileriyi gösterdim. “Orada tanımadığım adamlar var.” Dedim, istemsizce korkmuştum çünkü artık kime veya neye güveneceğimi bilmiyordum. Bana yaklaşan her insanın zarar vereceğini düşünüyordum. Çünkü en büyük zararı ailesinden almış insanlar diğer insanları düşmanı sanırdı.

 

“Çalışanlardır.” Dedi abim beni sakinleştirmeye çalışır gibi. Kafamı hızla iki yana salladım. Gözlerim dolmuştu. “Düştüm.” Yutkunarak konuşmaya devam ettim. “Kocamandılar! Üstelik çalışanların giydiklerini giymiyorlardı.”

 

Ağaçların arasından çıkan iki bedeni gördüğümde yerimde korkuyla kıpırdandım. “Bak!”

 

Abim gösterdiğim yere döndü ve sert bir nefes aldı. Bunun dışında bize yaklaşan adamlara herhangi bir tepki göstermedi. Abim karnına doladığım ellerimin üzerine ellerini yerleştirdi ve beni arkasından önüne doğru çekip kolunun altına aldı. “Sakin ol, abicim. Yabancı değiller.” Kaşlarımı çattım ve gelenlere baktım.

 

Yüzlerini dikkatlice izlediğimde birisini hatırlar gibi oldum. Sarışın olanı. Nerede gördüğüme emin değildim ama gördüğüme emindim. Diğeri keldi ve pala bıyıkları vardı. İkisi de abim gibi kalıplıydı. Hatta pala bıyıklı olan abimden bile daha uzun ve kaslıydı.

 

Tam önümüze gelip durduklarında sarışın olanla göz göze geldik. “Affedersin.” Dedi. Sesi oldukça sertti. “Korkutmak istemedik.” Omuz silkerek abimin koluna koala gibi sarıldım. “Korkmadım bir kere.” Dedim, inanmalarını beklemiyordum ama kendimi hiç de olumsuz bir sıfatla tanımlayamazdım.

 

Abim benimle yeniden konuşmalarına müsaade etmeden araya girdi. “Ne işiniz var burada?”

 

“Size de merhaba komutanım!” dedi önümüzdeki iki adamdan ayrı arkadan gelen başka bir ses. Çok geçmeden onu da gördüm. Diğerlerine göre daha genç gözüküyordu. Muhtemelen aramızda pek bir yaş farkı yoktu. Gelip önümüzdeki adamların olduğu hizada durdu.

 

Abime, komutanım diye seslendiklerine göre bunlar askerdi. Sarışın adama yeniden baktım. Gözleri acayip sertti. Onu asker formasıyla düşününce nerede gördüğümü de anımsamıştım. Devrim yüzbaşının yanında olan askerlerden biriydi. Sivil gördüğüm için tanımamıştım büyük ihtimalle. Pala bıyıklı olanı hiç hatırlamıyordum. Genç duran çocuğu da öyle.

 

“Merhaba, İskender.” Dedi abim sadece demek için. “Şimdi, soruma cevap verin.”

 

Sarışın olan yüzündeki memnuniyetsizliği saklama gereği duymuyordu. “Konuşmamız gerek.” Derken gözleriyle beni işaret etti. Kaşlarımı çattım. “Ne?” diye sordum. “Gideyim mi?” Aramızda boş bir bakışma geçtikten sonra soruma yanıt verdi. “Evet. Mümkünse.”

 

“Değil.” dedim direkt. Onun dediği hiçbir şeyi yapmazdım o yüzden abime döndüm. “Gideyim mi?” diye sordum sadece onun duyacağı bir ses tonuyla. Gözlerini kısarak karşısındakileri kafasında tarttı. Sonra benim gözlerime baktı. “Ahıra ilk giden kazanacaktı.” Dediğinde gitmem gerektiğini anladım. Koluna sarılmayı keserek sarışın adama onun kadar kötü bir bakış atmaya çalışıp yanlarından ayrıldım.

 

Ahıra girdiğimde arkamdan biri daha girdi. Omzumun üzerinden baktığımda sonradan gelen genç adamı gördüm. Abimin İskender, diye seslendiği adamdı. Tek kaşımı sorguyla kaldırdığımda eliyle atları işaret etti. “Severim de.”

 

Daha çok seni oyalamaya geldim der gibiydi ama bir şey demeden usulca kafamı salladım. Atlara göz gezdirdiğimde dikkatimi Yadigar çekti. Bu abimin atıydı. Hızlı adımlarla yanına ilerledim. Bölmesinde olduğu için korkmuyordum. “Merhaba.” Diye seslendim ve sevmek için elimi kaldırdım ama anında kendini geri çekti. “Abim gibi trip atmayı bırak. Hiç hoş değil.”

 

Gerçekten değişik bir attı. Abimden başkasına kendini dokundurmuyor olması daha da değişikti. Ben de sonuçta yiyecek değildim kendisini. İki sevecektik. Bir kez daha denedim ama sonuç değişmedi. “Abimsel enfeksiyon mu var sen de? Ne bu tripler yani?” Sanki anlayacakmış gibi Yadigar’a kötü kötü baktıktan sonra onun yanındaki ata ilerledim. Neyse ki bu at kendini sevdiriyordu.

 

Genç asker yanıma gelerek benimle aynı hizada durdu. Gözlerimi ona doğru kaldırdım. “Adınız İskender mi?” diye soruduğumda kafasıyla beni onayladı. “Evet. Siz de Nilüfer olmalısınız.”

 

“Nil.” Dedim onu düzelterek. Kafasını anlayışla salladı. Derin bir nefes alıp verdim. “Kötü bir şey mi oldu?” Neden burada olduklarını merak etmiştim. “Kötü şeyler her zaman olur.” Dedi diğer bölmedeki atla ilgilenmeye başlayarak. “Biz olmaması için varız.”

 

“Abimin timinde misiniz hepiniz?”

 

“O bizim timimizde.”

 

Kaşlarımı çattım. Resmen abimi dışlamıştı şu an. “Sen abimi mi dışlıyorsun?” diye sorduğumda gözlerini büyüttü. “Hayır, sonradan gelen o olduğu için.” Dedi kendini açıklayarak. Ona kısık gözlerle baktım.

 

“Şu engellemeye çalıştığınız kötü olay nedir?”

 

Sessiz kaldı. Cevap vermeyeceğini anladığımda ahırın giriş kısmından dışarıya baktım. Abim ve diğer askerler birkaç metre uzakta birbirleriyle konuşuyordu. Daha çok sarışın olan konuşuyordu gerçi. “Sarışın olan adamın adı ne?”

 

“Sansar.” Dedi İskender. Kaşlarım kavislendi. Böyle isim mi olurdu? “Bu bir kod adı falan mı?” Güldüğünü duydum. Sonra konuştu. “Alışkanlık, asıl adı Sancar.” Çok da büyük bir fark yoktu sanki.

 

“Peki neden ona Sansar diyorsunuz?” İskender bir süre sarışın adama baktıktan sonra bana döndü. “Tam bir kan emicidir çünkü.” Söylediğiyle gözlerim büyürken öksürerek kendini düzeltti. “Şaka. Gül diye.”

 

Şaka olduğunu sanmıyordum. O sarışın adam da kan emici bir tip vardı zaten. İsmi gayet kendini tamamlıyordu. “Rütbesi ne peki?” Çok soru sormamdan rahatsız olmuş olmalı ki kafasını belli belirsiz salladı. “Üsteğmen.” Kendini yeniledi. “Kıdemli Üsteğmen.”

 

“O zaman abimden üst mü?”

 

“Evet. Tim komutan yardımcısıdır.” Dediğinde dudaklarımı büzdüm. “Bence abim komutan olmalıydı.” Söylediğime güldü. “O işler o kadar kolay olmuyor.” Ayrıntıyı bilmesem de zorluğunu tahmin edebiliyordum. “Biliyorum ama abim müthiş bir adam. Hem de müthiş işler başarmış müthiş bir adam.” Dedim tüm kalbimle buna inanarak. Aksini söylemedi ama söylediğimi de desteklemedi.

 

Yeni bir soru yönelttim. “Devrim abi de buralarda mı?” Onu sevmiştim. Bence çok cana yakın bir insandı. Gerçi yalnızca bir iki kez görebilmiştim ama ona ısınmam için yeterli olmuştu. “Yok, komutanım gelmedi.” Kafamla bir onay verdim. Gözlerim yine dışarıya kaydı. Ne konuştuklarını aşırı merak ediyordum. Birdenbire neden gelmiştiler ki? Abim konuşmasını sürdürürken bu tarafa doğru baktı ve göz göze geldik. Ona genişçe gülümsedim. Uzaklığa rağmen bana göz kırptığını görebildim.

 

Sinirli görünmüyordu. Demek ki çok da kötü bir şey yoktu. Yani umarım ki yoktu. Önüme geri dönerek atlarla ilgilenmeye devam ettim. Bir tanesinin önü boştu. Bu yüzden yerini bildiğim yemlerden kovayla alıp önünü doldurdum.

 

“Bu çiftlik sizin mi?” diye sordu İskender. En baştaki beyaz atı seviyordu. Yanlış hatırlamıyorsam o atın adı Safir’di. Abimle bindiğimiz attı. Cevap olarak kafamı belli belirsiz salladım. “Aslında benim sayılmaz, abimin. Tüm bunları o yapmış.” Elimle Yadigar’ı işaret ettim. “Bak o at abimin. Kendini başka kimseye dokundurmuyor.”

 

“Çok güzeller.” Dedi iç çekerek. “Küçükken bizim de bir atımız vardı.”

 

“Sonra ne oldu?”

 

“Öldü.”

 

“Üzüldüm.”

 

“Ölüm, üzülmesi gereken bir şey değil.” Kaşlarım kavislendi. “O ne demek?” Dudağının kenarı burukça yukarıya kıvrıldı. “Bu hayatta ölümden daha üzücü şeyler var. En azında diğer tarafta haksız bir tutum olmadığını bilmek bana iyi hissettiriyor.”

 

Sessiz kaldım. İnsanların her olaya bakış açısı farklıydı çünkü yaşadıkları farklıydı. Bence ölüm yıkıcı bir olaydı ama o eğer ölümden daha yıkıcı olaylarla karşılaştıysa elbette ölüme üzülmezdi. Hatta kurtuluş olarak da görebilirdi.

 

Adım sesleri duyduğumda ahırın giriş tarafına baktım. Sonunda konuşmaları bitmiş olmalı ki abim ve diğerleri yanımıza geliyordu. Bedenimi abime taraf çevirdiğimde göz göze geldik. “Hadi abim, gidiyoruz.” Dedi aceleci bir tonlamayla.

 

“Her şey yolunda mı?” diye sordum arkasından gelen adamlara kısaca baktıktan sonra. Abim kafasını usulca salladı. Sonra elini bana doğru uzattı. Harekete geçerek yanına gittim ve elini tuttum. Birlikte ahırdan çıktığımızda kar hâlâ yağıyordu hatta tipiye dönüştürmüştü kendini. Dakikalar önceki havanın yerine buz gibi bir hava yerleşmişti ve rüzgâr çok sert esiyordu.

 

Abim kolunu omzuma atarak beni kendine doğru çekti. Arabayı park ettiğimiz yere doğru ilerlerken sormuştum. “Neden gelmişler?” abim omzunun üzerinden arkasına baktı. Sonra bana geri döndü. “Güvenlik için.”

 

“Ama zaten korumalar arkamızdaydı hep.” Dedim sorgulayarak. Abimle de olsam ayarladığı korumaların peşimizden ayrılmadığını biliyordum. “Ne olur ne olmaz diye kardeşim.” Dediğinde derin bir nefes çektim içime. Söylemediği bir şeyler olduğunun farkındaydım ama zorlamak istemedim.

 

Arabasına yerleştiğimizde hiç beklemeden yola çıktık. Dikiz aynasından gördüğüm kadarıyla asker abiler de arkamızdan geliyordu. Abim kardan dolayı silecekleri çalıştırmışken konuştu. “Kemerini tak.”

 

Söylediğini yaparak kemerimi taktım. Arabayı normalden hızlı kullanıyordu. Üstelik tipiye rağmen yapıyordu bunu. “Abi, biraz hızlı değil misin?” diye sordum endişeli bir şekilde. Benim söylediğimi yok sayarak başka bir şey söyledi. “Barış’ı ara.”

 

“Abi, ne oluyor?”

 

“Nilüfer, dediğimi yap.” Ciddiyetinden dolayı şaşırsam da dediğini yaparak telefonumu çıkarttım ve Barış’ı aradım. Telefon ikinci çalışta açıldı. “Güzelim?” Sesi kendimi güvende hissettirse de abimin tepkisinden dolayı içselleştiremedim. “Abim seni aramamı istedi.” Dediğimde zaten kendisi elini bana taraf uzatmıştı.

 

Telefonu kulağımdan çekerek eline bıraktım. Kulağına yasladığı an konuştu. “Tüm ekipleri çiftliğe yönlendiriyorsun. Orospu çocukları burada.” Gözlerim de dudaklarım da aynı anda kocaman açıldı. Kalbim korkuyla teklerken arkaya dönerek camdan dışarı baktım. Görünen tek şey asker abilerin arabasından gelen far ışıklarıydı.

 

Abim telefonu bana uzattığında elinden aldım. “Abi.” Dediğim sıra beni duymazdan geldi ve kendi telefonundan birini arayıp kulağına yasladı. Telefon açıldığı an abim konuşmuştu. “Asuman, sakın evden çıkma.” Karşı tarafı dinledi. “Evet. Birazdan orada olacağız. Sakın tek başına iş yapayım deme. Duydun mu?”

 

Stresten dudaklarımı yerken abim Asuman’ın söylediklerini onayladı. Son olarak da “Dikkat et, yavrum.” Dedi ve telefonu kapattı.

 

“Abi!” dedim bu sefer daha sert bir şekilde. Ne olduğunu bana söylemeliydi çünkü bilinmezlik her zaman daha korkutucuydu. “Bana ne olduğunu anlatacak mısın?”

 

“Net bir şey yok.” Dedi abim kavşağı usta bir şekilde dönerken. “İstihbarata göre şu saniyelerde bize saldırıyor olmaları gerekiyordu.” Gözlerini düşünceli bir şekilde kıstı. Kendi düşüncelerimi dile getirdim. “O zaman çiftlikte kalmak daha mantıklı değil miydi? Hareket halindeyken dezavantajlı konuma düşmez miyiz?”

 

“Arabayı ben kullanıyorsam durum tam tersidir kardeşim.”

 

Derin bir iç çektim. Korkmuştum. Şu zamanlarda zaten korkmak için yer arıyordum. Her sokağın başından bir şey fırlayacak diye bekliyordum ve işte durum yine aynı tarafa doğru gidiyordu. Yanımda abim vardı fakat bu bir şeyi değiştirmiyordu. Mahir’in emir aldığı adam veya adamlar kimse elleri ve ayakları oldukça uzundu.

 

Aynı anda üçlü saldırı düzenleyip hâlâ bulunamamış olmaları bile bunun en büyük kanıtıydı.

 

“Şimdi ne olacak? Asker arkadaşların bu yüzden mi geldi?”

 

“Olası iki senaryo var, abim.” Dedi abim rahat rahat. “Saldırırlar ve ben üslerinden geçerim ya da eğer aralarında üstlerinden geçeceğimi bilen bir orospu çocuğu varsa götleri saldırmayı yemez ve vaz geçerler.”

 

“Ama ya çok kalabalık olursalar?”

 

Yola bakmayı keserek gözlerini bana çevirdi. “Kimsenin kılına dokunmasına izin vermem, Nilüfer.” Yutkundum ve sonra derin bir nefes aldım. Abim yalan söylemezdi.

 

🪷

 

Yol sorunsuz geçmişti. En azından benim için sorunsuz geçmişti. Çünkü abim durmadan birileriyle görüşme yapmıştı ve konuşmaları o kadar gizli saklıydı ki bir çıkarımda bulunamıyordum. Daha önce bilmediğim bir evin önünde arabayı durdurduğunda etrafa bakındım. Sokak da tanıdık değildi.

 

“İn bakalım.” Diyen abime bir onay verdim ve kemerimi çözerek aşağı indim. Arabanın hemen arkasına asker abiler kendi arabalarını park ediyordu. Arabayı kullanan sarışın olandı. İki katlı müstakil ve geneli beyaz olan evi incelemeye başladım. Küçük bir bahçesi vardı ve oldukça tatlıydı. “Neden buraya geldik?” diye sormuştum ki evin kapısında bir hareketlilik oldu.

 

Kapı açıldığında tanıdık bir sima gördüm. “Çınar.” Diye seslenerek dışarıya koşuşturdu Asuman. Hiç beklemeden abimin boynuna sıkıca sarıldığında abim durumdan gayet memnun bir şekilde ellerini Asuman’ın beline doladı.

 

Askerler kötü kötü Asuman ve abimi izlerken bakışlarının neden bu kadar sert olduğuna anlam veremedim. Asuman geri çekilerek abime sonra da bana baktı. “İyi misiniz?”

 

Kafamı sallayarak onay verdim. Ben ne olduğunu anlayamamıştım zaten. Fiilen bir saldırı da gerçekleşmemişti. Bunda abimin etkisi olduğuna emindim çünkü biz yoldayken çiftliğe doğru giden bir sürü polis arabası görmüştüm.

 

“Hadi, içeri geçin.” Dedi abim Asuman’la bana bakarak. Soru sormak istesem de yeri olmadığını fark ettiğim için kafamı aşağı yukarı salladım. Asuman tim arkadaşlarına bir kafa selamı verdikten sonra bana minik bir tebessüm etti ve bahçe kapısını gösterdi. Abime son kez baktıktan sonra bahçenin kapısından ilerleyip eve girdim.

 

İlk gözüme çarpan geniş ve ferah holdü. Vestiyerde birkaç tane mont asılıydı. Montlardan birinin abime ait olduğuna neredeyse emindim. Holün sonunda yukarıya çıkan merdivenler vardı ve bu katta dört farklı kapı yer alıyordu. Ayakkabılarımı çıkarttığım sıra Asuman önüme terlik bırakmıştı.

 

“Burası senin evin mi?” diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. “Benim değil.” dedi, kimin olduğunu söylemesini bekledim ama söylemedi bu yüzden sordum. “Kimin?”

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi. Çenesiyle dışarıyı gösterdi. “Abine sor, o daha iyi bilir.” Eğer içeriye gelirse sorardım. Yine şu sarışın askerle konuşuyordu. Sansar lakaplı olanla. Asuman, önden yürüyerek sağdaki kapıyı gösterdi. “Salon burası.”

 

Gösterdiği yere ilerledim. Krem rengi iki kanepe köşelere yerleştirilmişti. Yerde aynı tonlarda bir hali vardı. Koltukların karşısında altı kişilik yemek masası yer alıyordu. Pencereler kocamandı ve perdeler sandalyelerin ahşap rengiyle bütünleşmişti. Tam köşede, iki kanepenin arasında da tekli koltuk kendine yer edinmişti.

 

Bu ev kimindi bilmiyordum ama dekorasyon çok hoşuma gitmişti. Abartılacak hiçbir şey yoktu, sade ve oldukça tatlı bir salondu. İlerledim ve kanepelerden birine oturdum. Asuman da yanıma oturduğunda hiç beklemeden sordum. “Abim, sana çok kızdı mı?”

 

Belli belirsiz kafasını salladı. “Hallettik.” Dedikten sonra bana genişçe gülümsedi. Üstelik aklına bir şey gelmiş gibi de yüzü kızarmıştı. Her neyin etkisindeyse kurtulmak istiyor gibi sordu. “Bir şey içer misin?”

 

Kafamı iki yana salladım. Ona da bir özür borcum olduğu için geciktirmeden dile getirdim. “Seni işe bulaştırdığım için üzgünüm. Pek tahmin ettiğim gibi gitmedi.”

 

Elini boş ver der gibi salladı. “Gelmek isteyen bendim. Bana bir özür borcun yok. Hem bence eğlenceliydi.” Burnumdan sert bir nefes vererek güldüm. “Abimin seni gelinlikle gördüğü anı unutamıyorum.” Yüz ifadesini hatırladıkça gülüyordum. Gülmemeye çalışarak konuştu. “O an ne yaşadığım hakkında hiçbir fikrin yok.”

 

Elbette yoktu. Barış, bir başkasının gelinliğinde beni görecek olsaydı kriz falan geçirirdim. Asuman bence çok iyi üstesinden gelmişti. İçinde tam olarak ne yaşadığını bilemezdim ama dışarıdan gördüğüm kadarıyla benim kadar strese girmemişti.

 

Asker olduğu için duygularını başarıyla saklıyor olabilirdi.

 

“Yaran nasıl oldu?” diye sordum konuyu değiştirerek. Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Hangi yara?” diye sordu sanki hiç yarası yokmuş gibi. Böylelikle cevabımı almış oldum. İyileşiyor olduğunu görmek güzeldi. Sıkıntıyla ellerimi birbirine sürttüm. Ev soğuk değildi ama gerginlikten dolayı hâlâ tüylerim diken dikendi.

 

Ne olduğunu Asuman’a sorsam büyük ihtimalle cevap alamazdım. Abimi beklememi söylerdi. Barış ne durumda bilmediğim için onu da merak ediyordum. Telefonumu çıkarttım ve mesaj kısmına girerek ona mesaj gönderdim.

 

Barış🤍

 

Müsait olduğunda beni arar mısın?

 

Mesaj tek tikte kaldı. İletilmemişti bile. Eğer operasyondaysa telefonunu kapatmış olabilirdi. Ama sonuç olarak yaralıydı ve endişeleniyordum. İçimden iyi olması için dua ettim. Sonra pencerelerden dışarıya baktım. Tül perdeden abimleri görebiliyordum. Hâlâ bir konuşma içerisindeydiler.

 

“Nil?”

 

Asuman’a döndüm. Bana güven verici bir şekilde gülümsedi. “Her şey yolunda. Merak etme.” Dediğinde derin bir nefes aldım ve başımla onu onayladım. Benden daha çok bilgisi olduğuna emindim. Bir şeyler biliyor olmalıydı ve o yalan söyleyecek bir insan değildi. En azından Asuman’ı bu şekilde tanımıştım.

 

“Asker arkadaşlarınla tanıştım.” Dediğimde pencereden dışarıya baktı ve genişçe gülümsedi. “Ne düşünüyorsun?”

 

“Şey… Sansar Bey abi biraz korkunç. Onun dışında İskender samimi birisi ama diğeriyle tanışmadım.” Minik bir kıkırtı sundu. “Sansar, ters adamdır.”

 

“Bana göre abim de ters bir adamdı ama bu bir farklı geldi.”

 

“Abinde ego yok, bu herifte var.” Dedikten sonra duraksadı. “Emin ol boş bir ego değil ama.” Doğru kelimeyi bulduğu için onu başımla onayladım. Adam herkese üsten bakıyordu. Rahatsız edici bir bakışı vardı. Ne yaşadığını bilemezdim ancak bu şekilde insanları kendinden uzaklaştırıyor olmalıydı.

 

En azından ben uzaklaşmıştım.

 

“Genelde Leyal’le çok uğraşır. Bu yüzden Devrim komutanım da onunla uğraşıyor.” Dedi ve açıklamaya devam etti. “Normalde şu an Ankara’da olması gerekiyordu. Devrim komutanım ayak işlerine vermiş belli ki.” Ne yazık ki üzülemeyecektim. “Leyal’le neden uğraşıyor?”

 

Derin bir nefes aldı. “Leyal, abin gibi time sonradan katıldı. Hoş olmayan birkaç olay yaşandığı için kolay kolay benimseyemediler birbirlerini.” Kaşlarım kavislendi. “Bu yüzden kim kime giydirirse oyunu oynuyorlar şu sıralar.”

 

“Oldukça eğlenceli olmalı.” dedim sesimi tam eksini iddia eder gibi kullanarak. Söylediğim onu güldürdü. “Sorma. Sürekli diken üstündeyiz bu yüzden.”

 

“Abime de bulaşır mı?”

 

“Muhtemelen.”

 

“Neden?”

 

“Bir nedene ihtiyacı yoktur Sansar’ın.” Gözlerimi kısarak Sansar’a kötü kötü baktım. Gönderdiğim sinyalleri fark etmiş gibi pencereye çevirdi parlak mavi gözlerini. Göz göze geldiğimizde içimden dil uzatmak gelse de bunu yapmadım. Bakmaya devam ettiğimde o sert ve aşağılayıcı bakışlarında bir parlama oldu. Abime ne söylediyse abim de pencereye döndü ve o an Sansar’ın yakalarına yapıştı.

 

“Hih!” Ağzımdan kopan nidayla ayaklandım. “Ay eyvah hiçbir şey yapmazken yine bir şeyler yaptım!” Asuman gür bir kahkaha attı. “Sakin ol. Ferhat abi oradayken bir şey yapamazlar.”

 

“Ferhat kim?”

 

“Pala bıyıklı olan.” Tanışmadığım tek askerdi. Asuman’ın söylediği gibi abimle Sansar’ın arasına girmişti. İkisi birbirinden uzaklaştığında derin bir nefes alarak yerime geri oturdum. “Abim bu adamı öldürür bence. Onda sabır falan yoktur.”

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Şaşırmam.”

 

İçime su serpmişti resmen.

 

Sansar’ın ölmesinden değil abimin sonrasında alacağı cezaları düşünüyordum. Belki askerliği bile elinden giderdi. Olabilirdi yani. Abimdi bu, her şeyi bekliyordum. Sinir küpüydü. Durup düşünmüyordu ki sonra ne olur diye, dal düz girişiyordu.

 

“Ne konuşuyorlar öyle uzun uzun?”

 

Asuman bu kez susma hakkını kullandığı için kaşlarımı çattım ve kollarımı birbirine doladım. Telefonum çalmaya başladığında heyecanla alarak ekrana baktım. Barış değildi ama gördüğüm isim heyecanımı götürmemişti. Yeşil tuşa basarak telefonu kulağıma yasladım. “Kübra?”

 

“Neredesin?” diye sordu direkt. Duraksamış olsam da cevap verdim. “Bilmiyorum. Abim bir eve getirdi beni. Konum atmamı ister misin?”

 

“Olur.” Dedi ve sordu. “İyisin değil mi?”

 

“İyiyim. Her şey yolunda mı?”

 

“Yolunda. Sadece sesini duymak istedim. Ayrıca benden habersiz kız kaçırdığını da öğrendim. Artık operasyonları başka arkadaşlarınla yapıyorsun demek.”

 

“Böyle bir şeye bulaşmama asla izin vermezdin Kübra.” Dedim abartılı bir ses tonuyla. “Evet, vermezdim.” Diyerek beni onayladı. “Yaptığın şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun değil mi?”

 

“Biliyorum, günlerdir bir ton insandan nutuk yiyorum bu yüzden.”

 

“İyi oluyor sana.”

 

“Of Kübra.”

 

“Oflama. Git diğer arkadaşlarına derdini anlat.”

 

“Evet onlar benim arkadaşım ama sen ablamsın.” Sessizlik oldu. Aldığı derin nefesi duydum. “Her işin içinden sıyrılmayı nasıl başarıyorsun merak ediyorum.” Genişçe gülümsedim. “Sen öğrettin ya.”

 

“İyi halt yemişim.” Kıkırdadım. Onu çok seviyordum ve binlerce kez bu cümleyi dile getirsem de bıkmayacaktım. “Sen nasılsın? Kolun nasıl oldu?”

 

“İdare ediyorum.” Derken arkadan başka bir ses duyuldu. “Edemiyor! Yalan söylüyor.” Gözlerim büyüdü. Bu Eymen’in sesiydi. Hâlâ birlikte olmalarına mı şaşırsam yoksa Kübra’nın Eymen’i öldürmediğine mi şaşırsam bilemedim. “Konuşmama müdahil olmayı keser misin?” diye sordu Kübra ters ters. Bir kargaşa duyuldu o taraflardan. Kısa süre sonra Eymen’in sesini duydum yeniden.

 

“Bugün size gelelim mi Nil? Misafir kabul edersiniz diye düşünüyorum.” Gözlerimi kırpıştırdım. Telefonu kulağımdan uzaklaştırarak Asuman’a baktım. “Şey, eve misafir çağırabilir miyim?”

 

“Bunu bana sormana gerek yok.” Dedi gülümseyerek. Eymen yine telefondan konuştu. “Ooo! Asuman da mı orada? Süper süper akşam sizdeyiz! Kübra sana öpücük gönderiy- aa! Kızım bırak saçımı!” Telefon kapandı. Kafamı olumsuzca iki yana salladım.

 

Garip bir ilişkileri vardı. Gerçi çevremdeki herkesin garip bir ilişkisi vardı. Bir normal bizdik. Barış’la ben. Bizden bir tane daha yoktu. Derin bir iç çektim. Onu özlemiştim. Mesaj hâlâ tek tikteydi. Mirza veya Mesude’yi aramayı düşünsem de vazgeçtim. Barış bir polisti ve tüm bunlar normaldi. Yine de bu yaralı olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

 

Düşüncelere dalmışken dış kapının sesini duymamla oturduğum yerde dikleştim. Birkaç saniye sonra abim salona girdi. Hafiften sinirli gözüküyordu. Önüme doğru gelerek Asuman’la aramdaki boşluğa oturdu ve kolunu kanepenin arkasına doğru attı. Hiç geciktirmeden sordum.

 

“Neler oluyor?” Sesim kendimden emin ve netti. Abim rahat bir pozisyona geçerek ayaklarını ileriye doğru uzattı ve bir ayağını kaldırarak bacağına yasladı. Mafya babası gibi oturuyordu. “Örgütün amına koyuyoruz.” Dedi birden.

 

Gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. “Kimin yaptığını buldun mu?”

 

“Hayır, şimdilik adamlarını temizliyorum. Ama her kimse köşeye sıkıştı.” Dedi abim açıklayarak. O sırada Asuman ayağa kalktı. “Kendime kahve alacağım.”

 

“Bana da yavrum.” Dedi abim anında. Asuman abime onay verdikten sonra bana döndü. Kafamı istemediğimi belirtmek için iki yana salladım. Asuman, salondan çıktığında bedenimi abime taraf çevirdim. “Yani kurtuluyor muyuz?” diye sordum büyük bir umutla.

 

Gözlerimin içine bakarak gülümsedi. Koltuğun arkasına yasladığı kolunu omzuma sararak beni kendine taraf çekti. Kafam omzuna yaslandı. “Az kaldı.” Dedi o sırada. İçime rahat bir nefes çektim. Kalbim sanki günlerdir bir parmaklığın ardında nefes alıyormuş gibi özgürlüğüne kavuşmuştu. Belki erkendi ama abimden bunu duymak içimdeki sıkıntıların sineye çekilmesine neden olmuştu.

 

Sonunda, her şey bitiyordu.

 

Barış’la evlenebilecektik! Genişçe gülümsedim. İçimi birden mutluluk kaplamıştı. Olduğum yerde doğrularak abime kollarımı sardım. Ona sıkıca sarıldığımda beni geri çevirmedi. “Bu ne için?” diye sorduğunda kıkırdadım. “Hiç. İçimden geldi.”

 

Güldüğünü duydum. Yüzümdeki gülümseme büyüdü. Canım abim, iyi ki vardı. Geri çekilerek yüzüne baktım ve sordum. “Dışardakilerle kavga mı ediyordun?”

 

“Hayır.”

 

“Ama gördüm yakasına yapıştın.”

 

“Olur erkeklerin arasında öyle şeyler.”

 

“Bir garipsiniz yemin ederim.” Diye söylendiğimde tek kaşını kaldırmıştı. “O niyeymiş?”

 

“Ne bileyim, bugün ağzını burnunu kırdığın adamla yarın sarmaş dolaş oluyorsunuz.”

 

“Kiminle sarmaş dolaş olmuşum lan?” Tepkisine güldüm. “Yani mecazen.”

 

Omuz silkti. “Biz, siz kadınlar gibi ince düşünmüyoruz, güzelim. Düzüz.”

 

“Biliyorum.” Diye homurdandığımda saçlarımı karıştırdı. “Laflara bak. Büyümüş de abisine laf yetiştiriyormuş.” Diye dalga geçtiğinde kıkırdamıştım. Saçlarımı ellerinden kurtararak geri çekildim. “Bu ev senin mi?”

 

Aklına bir şey gelmiş gibi dikleşti. “Bir de o mesele var.” Dedi ve elini ceketinin cebine götürdü. Katlı bir kağıt çıkartıp bana uzattığında sorguyla ona baktım. Sonra elindeki kağıdı aldım ve açarak içine baktım.

 

O an gözlerim arşa kadar büyüdü. “Abi bu ne?!”

 

“Ne, ne? İmzayı atarsan…” Evi gözden geçirdi. “Burası senin olacak.”

 

Bir an ne diyeceğimi bilmedim. Şaşkınlık tüm vücudumu ele geçirdi. Sanırım ne dediğinin veya yaptığının farkında değildi. Kendimi bir dakikanın sonunda toparlayabildiğimde elimdeki kağıdı abime geri uzattım. “İstemiyorum.” Dedim. Kaşlarını çattı.

 

“Ne demek istemiyorum?”

 

“Abi, böyle bir şeyi kabul edemem.” Derin bir nefes çekti içine ve elimdeki kağıdı kendi eline aldı. “Edeceksin.” Dedikten sonra ceketinin cebinden bir de kalem çıkarttı ve kağıdı düzleştirerek koltuğun düz kısmına koydu. Kalemi de elime tutuşturdu o sırada. “İmzanı at.”

 

“Abi, saçmalama.” Dedim yerimde rahatsızca kıpırdanarak. “İstemiyorum.” Eli elimi uttuğu için kalemi zoraki bir şekilde bırakmayı başardım. “Neden?” diye sordu düz bir şekilde.

 

“Ne demek neden? Oyuncağını mı veriyorsun sanki, ev bu.”

 

“Evet ve bu ev senin.”

 

Benim için her şeyi yapabileceğini bir kez daha fark ettim ancak bu maddi anlamda benim boyumu çok aşardı. “Olmaz.” Dedim ikna etmeye çalışarak. “Ev üzerinde kalsın tamam mı? Ben benimmiş gibi davranırım.” Kaşlarını çattı. “Kızım sana sağdan bir vururum duvara boya niyetine yapışırsın ha!”

 

“Ya ne kızıyorsun?! İstemiyorum işte!”

 

“İstemiyorsun ha?” dedi trip atıyor gibi. “Ben günlerdir burayı boşuna mı diziyorum senin için? Boşuna mı uykusuz kalıyorum? Tamam isteme. İsteme!” Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Abim kollarını birbirine doladı ve benim olmadığım tarafa yüzünü çevirdi.

 

Bizim için uğraşmış.

 

Benim için hep uğraşıyor.

 

Elimi koluna koydum. “Abi?”

 

“Abin duymuyor şu an seni.”

 

“Teşekkür ederim.” Dedim, bir anda duygusallaşmıştım ama belli etmemeye çalıştım. “Gerçekten çok teşekkür ederim ama bu kadar büyük bir şeyi kabul edemem. Yıllardır kendi emeğinle kazandığın parayı benim için harcayamazsın.”

 

“Nilüfer, sen benim kardeşimsin.”

 

“Biliyorum abi ama bunu kabul edemem.” Yutkundum. “Hem… ben burada yaşamak da istemiyorum ki.” Kaşları kavislendi. Ciddiyetle yüzüme baktı. “O ne demek?”

 

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Sevmiyorum burayı.” Dedim açık açık. Hiç sevmiyordum hem de. “Sen ve Barış var diye katlanıyorum ama yemin ederim burayı hiç sevmiyorum.” Bakışı yerin dibine girmek istememe sebep oluyordu. Bence en başından beri o da bunun farkındaydı ama dile getirmemi beklemiyor olmalıydı.

 

“Bu konuyu Barış’la konuştunuz mu?”

 

“Hayır.”

 

“Peki güzel kardeşim memleketine aşık bir adamla evlenerek ne yapmayı planlıyorsun?”

 

Saçlarımı geriye doğru ittim ve ofladım. “Bilmiyorum. Bunu o zaman düşünürüm. Zamanla belki buraya alışırım ya da gideriz. Gerçi Barış’a gitme konusunu açamam. Ailesi ve benim aramda kalsın istemiyorum. Her şey çok karışık. Nasıl düzeleceği hakkında bir fikrim yok.”

 

Derin bir nefes aldı. “Burayı neden sevmiyorsun?”

 

Omuz silktim. “Alışamadım sanırım.” Dediğimde derin bir nefes aldı. “Alışmak için uğraşacak mısın?”

 

Yüzüne baktım. “Uğraşıyorum.”

 

“Geldiğin günden beri bir koşuşturmanın içindeyiz, Nilüfer. Böyle hissetmen çok normal. Ama az kaldı. Her şey bittiğinde seninle bir Antep turu yaparız.”

 

“Söz mü?”

 

“Söz.”

 

Gülümsedim. O ise ciddiyetini korudu. “Anlaştığımıza göre şimdi şu imzayı at.”

 

“Abi-”

 

“Abi değil imza.”

 

“Bu evi neden bana vermek istiyorsun ki?”

 

“Çünkü elinde buraya ait olduğunu kanıtlayacak bir şey olsun istiyorum. Sıkılmadan düşünmeden kendi evin olduğunu söyleyebilmeni istiyorum.” Ellerimi ellerinin içine aldı. “Nilüfer, kafanda hiçbir anlamda soru işareti kalsın istemiyorum. Tamam mı?”

 

Sol gözümden bir damla yaş yanağıma doğru süzüldü. Bir an benim için tüm kelimeler anlamını yitirdi. Göğsüme sıcak bir his yayıldı ama bir o kadar da ferahlatıcıydı. Abimin benim için yaptığı hiçbir şeyi unutmayacaktım. Kalbimi fethedenini de kıranını da. Biliyordum bir insan kusursuz olamazdı. İkimiz de kusursuz değildik. Buna rağmen birbirimizi kazanmak için uğraşıyorduk. Hatta en çok abim uğraşıyordu.

 

Akan gözyaşımı sildim ve abimin gözlerinin içine baktım. “Abi-” Ellerimi ellerinin içine aldığı için duraksadım. Bana devam etmemi söyler gibi gülümsedi. “Bir anlaşma yapalım.” Dedim, benim için en mantıklı olan yolu seçerek. Söylediğimden memnun kalmasa da kafasını salladı.

 

“Tapuyu yeniden düzenleyeceğim. Ve ev sadece benim değil ikimizin olacak. Diğer türlü kabul etmem.” Gözlerini devirmemek için kendini zor tuttuğunu gördüm. Sabırla bir nefes alıp verdi. Başka türlü kabul etmeyeceğimi anladığı için kafasıyla bana bir onay verdi. “Tamam, istediğin gibi olsun.”

 

Ona kocaman gülümsedim. O sırada Asuman elindeki kupayla salona girmişti. Gitmesinin asıl sebebinin abimle bizi yalnız bırakmak olduğunu biliyordum gerçi ama abimin kahvesini getirmekten geri kalmamıştı. Elindeki kupayı abime uzattığında abimin gözlerinin parladığına şahit oldum. Kupayı Asuman’ın elinden aldı. “Eyvallah.” Dedi.

 

🪷

 

“Yemek yapmayı biliyor musun?” diye fısıldadım Asuman’ın kulağına doğru. Dakikalardır süren sessizliği birden saçma sapan bir soruyla bozduğum için irkilmişti. Koltukta uyuyakalmış abime göz gezdirdikten sonra kafasını belli belirsiz salladı. “Şey bana yardım eder misin o zaman? Yemek yapmak için yani.”

 

Genişçe gülümsedi. “Olur.” Dedi kafa sallamayı da ihmal etmeden. Sessizce ayağa kalktık ve her adımımıza dikkat ederek salondan çıktık. Abim çıt sesine uyandığı için ikimizde onu uyandırmamak adına halden hale girmiştik.

 

Mutfağa vardığımızda kapısını kapattım. Büyük bir işin üstesinden gelmişiz gibi derince bir nefes verdim. “Evet! Akşam için ne yemek yapalım?” diye sordum heyecanla. Heyecanlıydım çünkü ilk kez kendime ait bir evde misafir ağırlayacaktım.

 

Asuman halime güldü. “Bence kıymalı bir şeyler yapabiliriz.”

 

“O zaman fırında köfte patates mi yapsak?”

 

“Yanına da pilav.”

 

“Ve kaşık salata!” diye yükseldim. Bunların arasında yapabileceğim tek şeydi çünkü bu. Aklıma gelen şeyle gözlerim büyüdü. “Ha, bir de tatlı yapalım!” Asuman bu önerimi pek beğenmemiş olmalı ki tek kaşını kaldırdı. “Sen yiyebilecek misin?”

 

“Evet yarım dilim yerim. Abimin en sevdiği tatlıyı yapacağım!” Açıklamamla birlikte kafasını salladı. “Hadi o zaman. Vakit kaybetmeyelim.”

 

Asuman köftenin harcını hazırlamaya koyulmuşken ben de patatesleri soydum. Elma dilimi gibi kestim. Asuman hazırladığı köfte toplarıyla patatesleri kızgın yağda kızartırken ben de pirinci bol suyla yıkadım. Böylelikle Asuman için başka yapabileceğim bir şey kalmamıştı.

 

Onu kendi başına bırakarak abimin en sevdiği tatlıyı yapmaya koyuldum. Annem abimin en sevdiği tatlının Saray sarması olduğunu söylerdi. Araya yıllar girmişti. Durum değişmiş miydi bilmiyordum ama değişmemesini umuyordum.

 

Tatlının muhallebisinin malzemelerini çıkarttıktan sonra sırasıyla tencereye malzemeleri ekledim ve karıştırmaya başladım. Barış, müsait olduğunda arayacağına dair mesaj atmıştı. Bu yüzden şu an içim rahattı ve kendimi işime verebiliyordum.

 

Muhallebiyi soğuması için dolaba attığım sırada Asuman da köfte patatesleri fırına yerleştirmişti. Fazla iyi bir ekip olduğumuzu düşünüyordum. “Yemek yapmayı kimden öğrendin?” diye sordum merakla. “Kendi başıma.”

 

“Nasıl?”

 

“Görev yerimiz çok değiştiği için bir yerden sonra zorunda kalıyorsun diyelim.” Kafamı, anladım, dercesine salladım. Görev yerleri hakkında soru sormak istesem de doğru olmadığını bildiğim için es geçtim. “Çok zor oluyor mu?”

 

“Yerine göre.” Dedi. “Çok zorlandığım zamanlar oldu. Ama bir şeyi severek yapıyorsan ne kadar zorlanırsan zorlan o şeyden vazgeçmiyorsun.”

 

“Ben her şeyden çabuk sıkılan bir insanım. Hiçbir şeyi bu denli sevmedim sanırım.” Dedim düşünceli bir şekilde. Mesleğimi severek yapıyordum ama zorlandığım zamanlarda ara veriyordum çünkü elimde olan bir şeydi bu. Lakin aynı şey abim veya Asuman için geçerli değildi. İstedikleri zaman bırakıp kenara geçemezdiler.

 

“Sen avukattın değil mi Nil?” diye sordu Asuman. Kafamı usulca salladım. “Aylardır hiçbir davaya girmedim ama evet avukatım.”

 

“Neden?”

 

“Burada herhangi bir büroda çalışmadığım için müvekkil bulmak zor. Gerçi zaten müvekkil bulmak için uğraştığım söylenemez. Ailemle uğraşmaktan başka bir şeye vakit kalmıyor.”

 

“Belki mesleğine devam edersen daha çabuk toparlarsın kafanı.” Dedi bir öneride bulunarak. “Yani, benim için genelde durum böyledir. Ailemle bir sorun yaşadığımda düşünmemek için kendimi mesleğime veririm.”

 

“İşe yarıyor mu?”

 

“Bazen. Eğer babam çalıştığım yerde değilse yarıyor.”

 

Ailevi sorunların bütün kadınlar adına ortadan kalkmasını diliyordum. Hatta erkekler için de geçerliydi dileğim. Bizi var eden şey aileydi ve yönelten de oydu. İyiye veya kötüye. Seçimleri biz değil ailemiz ve çevremiz yapıyordu. Buna karşıydım. Bir birey olarak kendimi kendim yaratmalıydım.

 

Su kaynadığı için Asuman hareketlendi. Ben de kendi işime döndüm. Krem şantiyi cam kaba dökerek üzerine süt ekledim. Makineyle kıvamı için karıştırmaya başladığım anda bırakmam da bir olmuştu. “Ay abim uyanır mı bunun sesine?”

 

Alt dudağını bilmiyorum der gibi büzdü. “Ama zaten gelir misafirlerin birazdan. Her türlü uynacak.” Doğru söylüyordu. Beklersek geç kalacaktık. Abimi uykusundan etmek istemezdim ama sonuçta bu tatlıyı da onun için yapıyordum. Uyanmamasını umarak işime geri döndüm.

 

Tereyağın kokusu tüm mutfağı sardı. Şehriyeyle olan karışım aşırı iştah açıcı kokuyordu. Asuman pirinci tencereye ekledikten sonra üzerine suyu da döktü. Canım çekmişti. Hem bugün hiç doğru düzgün beslendiğim söylenemezdi. Karnım guruldadı.

 

İşleri hızlandırarak dolaba soğuması için bıraktığım muhallebiyi aldım ve Hindistan cevizi tozu yaydığım tepsiye boşalttım. Düz ve orantılı olması için bir süre uğraştıktan sonra nihayet başarıya ulaşarak krem şantiyi de üzerine yaydım. En zor kısım olan sarma işlevine geçtiğimde her zamanki gibi ilk yaptığım hiç güzel olmadı ama sonradan yaptıklarım olması gerektiği gibi oldu. Yaptığım sarmaları güzel bir kaba aldıktan sonra bulaşıkları sudan geçirip makineye gönderdim.

 

Her şeyi bitirdiğimde oldukça derin bir nefes almıştım. Yemek yapmak gerçekten çok zor bir işti. İnsanın enerjisini sömürüyordu. Asuman fırındaki tepsiyi çıkartırken kapı çaldı. Gelmiş olmalıydılar. “Ben bakarım!” dedim hızlıca ve mutfaktan çıktım.

 

Kapının önünde dikilen abim benden önce davranarak kapıyı açmıştı ve gelenlere bakıyordu. Cüssesinden dolayı kimseyi görebildiğim söylenemezdi. “Sizin ne işiniz var burada?”

 

Kübra’ya dediğini düşünerek telaşlanmıştım ki başka birinin sesini duydum. “Oğlum, komutanına nasıl böyle bir soru sorarsın?” Kaşlarım çatıldı. Bu ses… “İki günde ne havaya girdin amına koyayım ya.” Diye söylendi abim. Kıkırdadım ve abimin yanına ilerledim.

 

Kapıda Devrim abi ve Leyal vardı. Hayır, sadece Leyal yoktu. Arkada bir ordu vardı. Onları gördüğüme şaşırmıştım. Hem de baya şaşırmıştım. Hastanede kamuflajla gördüğüm adamlar günlük kıyafetlerinin içinde bir garip duruyordu. Garipten kastım fazla kalıplı ve kaslı olmalarıydı. Bir de üzerlerinde kamuflaj olmayınca şey gibi hissettiriyordu; Koray beyin kardeşi Oray bey.

 

“Aa! Hoş geldiniz!” dedim artık bir şey söyleme gereği duyarak. Abim bana üsten bir bakış attı ve koluyla arkaya gitmemi sağladı. “Hoş falan gelmediler, şimdi gidiyorlar.” Demiş bir de üzerine kapıyı kapatmaya yeltenmişti ki Devrim abi kapının arasına ayağını yerleştirdi.

 

Abimi umursamadan içeriye girdi ve beni odağına aldı. “Hoş bulduk!” dedi samimi bir şekilde. Güldüm. Herkes yavaşça içeri geçerken Leyal’le sarıldık. O sırada kulağıma fısıldadı. “Kusura bakma, emir kuluyuz.” Büyük ihtimalle Devrim abi, abimi delirtmek için bütün time emir vermişti.

 

“İyi ki geldiniz.” Dedim neşeyle. Misafir ağırlamayı çok severdim ama şu an için tek endişelendiğim şey yemeğin bu kocaman abilere yetip yetmeyeceğiydi. Toplamda yedi kişiydiler. Sabah karşılaştığım İskender, Sansar ve pala bıyıklı olan Ferhat abi de buradaydı. Abim hepsinin sırasıyla önünden geçişine kilitlenmişti ve onlar salona geçtiğinde göz göze geldik.

 

“Bu adamlara tek lokma vermeyeceksin.”

 

“Derdin ne abi?” diye sordum bu tavrına karşılık. “Asıl onların derdi ne? Sırf Asuman burada diye geldiler.”

 

“Arkadaşlarını görmek istemiş olabilirler.”

 

“Lan ben onları görmek istiyor muyum peki?!”

 

Koluna vurdum. “Abi duyacaklar, ayıp.” Omuz silkti. Sonra da salona doğru ilerledi. Onu arkasından takip ettim. Hepsi koltuklara yerleşmişti. Hatta sığmadıkları için İskender yemek masasına ait olan sandalyelerden birini çekmişti ve ona oturmuştu.

 

Koltuklara oturanlardan biri, onunla tanışmamıştım, ayağa kalkarak abime yerini gösterdi. “Komutanım böyle oturun.” Abim daha yanıt veremeden Devrim abi araya girdi. “Otur, Tolga. Biz misafiriz. Ayakta kalamayız.”

 

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Adını yeni öğrendiğim Tolga emir büyük yerden geldiği için oturmak zorunda kaldı. Abim kendini zor tuttuğunu belli ederek zoraki bir gülümseme sundu. “Otur tabi Tolga.” Dedi, sesinde tehdit vardı. Tolga’nın yutkunduğunu gördüm.

 

Gergin ortamı yıkmak için araya girdim. “Yeniden hoş geldiniz! Bir şey içmek ister misiniz?” diye sorduğumda pala bıyıklı olan ve adının Ferhat olduğunu bildiğim abi ilk konuşmuştu. “Yok bacım, sağ ol. Çok kalmayacağız.” Devrim abi Feryat abiye ters ters baktı ve bacak bacak üstüne atarak abime delirtici bakışlar gönderdi. “Ben alırım, Nil.”

 

“Çay mı kahve mi Devrim abi?” diye sorduğumda abim hızlı bir şekilde bana döndü. “Ne dedin ne?!” Tepkisi beni korkuttuğu için söylediğim şeyi baştan sona düşündüm. Küfür falan mı etmiştim yanlışlıkla niye böyle bakıyordu bu adam?!

 

“Nerden abin oluyormuş senin?! Yok abi falan. Benim senin abin!”

 

Ay abim şaka mıydı?

 

“Yani benden büyük diye-”

 

“Anlamam ben! Demeyeceksin benden başka kimseye abi!”

 

Eyvahlar olsun, abimi çıldırtacak bir yol buldum. Neyse ki bir şey söylememe gerek kalmadı çünkü Asuman salona girdi. “Oo! Asuman hanım,” dedi Sansar Bey. “Time intikal etmeyi düşünüyor musunuz?”

 

Asuman, Sansar’a göz devirdi. “Özlediniz mi komutanım?” diye sorduğunda abim Sansar’a dönerek cevap vermesini bekledi. Verdiği cevaba göre saldıracaktı sanırım. Sansar sahte bir gülümsemeyle baktı abime. “Çok.” Dedi.

 

Abim hareketlenecekti ki beline sıkıca sarıldım. Devrim abi de boğazını temizleyerek Sansar’a uyarı dolu bir bakış attı. Asuman konuyu değiştirerek Devrim ve Leyal’e döndü. “Komutanım duyduğuma göre-” Leyal, Asuman’ın sorusunu yarıda kesti. “Sen bir gelsene canım benimle.” Dedi ve oturduğu yerden kalkarak Asuman’ı tuttuğu gibi salondan çıkarttı. Devrim abi onların arkasından kaşlarını çatarak baktığında bir şeyler karıştıranın yalnızca ben olmadığımı fark ettim.

 

“Nil, biz bir kahveni alırız.” Diyen Devrim abiye kafamı salladım. “Tamam.” Dedim ve abimin beline sardığım kollarımı çekerek salondan çıktım. Gerçi yanlarında durmak istiyordum ama yemekleri kontrol edecektim. Eğer yeterli yemek varsa kalmalarını isteyecektim. Mutfağa girdiğimde Leyal ve Asuman’ı fısıldaşırken yakaladım. “Bölüyor muyum?” diye sorduğum da ikisi de kafasını iki yana salladı.

 

Onların özeline karışmadan tezgaha göz gezdirdim. “Asuman, sence yemek herkese yeter mi?” Benim gibi yemeklere baktı. “O hayvanlara hiçbir şey yetmez.” Diye araya girdi Leyal. Timine olan sevgisi gözlerimi yaşartmıştı. “Ay niye öyle dedin ki?” diye sordum. Ev yemek kokuyordu ve canları çekmiş olabilirdi. “Kalıplarından belli değil mi?” Sorusuyla söylediğine hak verdim. “Hem zaten oturmaya gelmedik merak etme. Devrim’in birileriyle uğraşma saatine denk geldiniz yalnızca.”

 

Kıkırdadım. “Abimle özel olarak ilgilendiğini düşünüyorum.”

 

“Sorma, tanıştıkları günden beri ağzından düşmüyor.”

 

“Niye ki?”

 

Derin bir nefes aldı. “Niye olacak, uğraşmak için.”

 

“Şey acaba Devrim abi biraz… nasıl desem-”

 

“Otistik mi?” diye tamamladı beni Leyal. “Yani öyle değil de-”

 

“Öyle öyle.” Diyerek beni susturdu.

 

“Beni mi çekiştiriyorsunuz kızlar?” diyerek içeriye giren Devrim abiye baktım. Ay adam hakkında konuşurken yakalanmıştık. Skandal! Leyal, telaşlanır falan sandım ama oralı olmadı. Kalçasını yemek masasına yasladı ve kötü kötü Devrim abiye baktı. “Sizi çekiştirseydik emin olun ki anlardınız komutanım.”

 

Mutfakta soğuk yeller esti. İkisi birbirine kilitlendi. Kavga çıkacak diye beklerken Devrim abi genişçe gülümsedi. Sahte bir gülümseme olsa da samimi hissettiriyordu. “Hâlâ küs müyüz Leyal?”

 

Leyal, “Ne küseceğim sana ben ya?” diye sorguladı ve saçlarını savurarak Devrim’in yanından geçip mutfaktan çıktı. Devrim abi, Leyal’in yüzüne çarpan saçlarının etkisinde kalmış gibi derin bir nefes çekti içine. “Bu kadın var ya…” dedi bize bakarak ve sonrasını yüz ifadesiyle tamamladı. Anladığım kadarıyla bahsi geçen kadının kendini bitirdiğini söylüyordu. Her anlamda.

 

“Devrim abi.” Diye seslendiğimde gözlerini bana çevirdi. “Yemeğe kalır mısınız?” Şefkatle gülümsediğinde ben de gülümsedim. “Yok abicim, çıkıyoruz şimdi. Kahveleri yapma demeye geldim zaten.”

 

“Ama daha yeni geldiniz?” dedim gitmelerine üzüldüğümü de belli ederek. Göz kırptı. “Yine geliriz.” Dedi ve Asuman’a baktı. “Aile olacağız nasıl olsa.” Asuman beklemediği bu tepki karşısında gözlerini büyüttü. Hepimiz neyi ima ettiğini anlamıştık ve şu an Asuman kızarıyordu.

 

Onu kurtarmak istediğim için konuştum. “İşiniz yoksa kalın lütfen. En azından bir kahve içseniz?” Düşünmek için gözlerini kıstığı sırada abim de mutfağa girdi. “İçmezler içmezler.” Dediğinde gözlerimi büyüterek abime baktım. Komutanına karşı olan rahatlığı şaka mıydı?

 

Devrim abi bence kalmayacaktı ama sırf abime inat olsun diye fikrini değiştirdi. “Yemeğe de kalırız abicim.” Dedi bastıra bastıra. “Sonra kahveni değil çayını içeriz.”

 

Abimin kaşları çatıldı. “Nerden abisi oluyorsun sen benim kardeşimin?” diye ters ters sorduğunda güldüm. “Sen abimin kusuruna bakma Devrim abi.” Dedim ve abim delirmesin diye beline sarıldım. Devrim abi, sırıtarak beni başıyla onayladı. “Tamam abicim.” Dedi ve mutfaktan çıktı.

 

Abim arkasından gidiyordu ki zor tuttum. “Abi sakin olsana bir.”

 

“Nasıl sakin olayım? Duymuyor musun sana ne diyor?”

 

“Yahu iyiliğinden diyor adam.”

 

“Demesin!”

 

Abimle bu kavganın uzayacağına emindim ama neyse ki kapı çalmıştı. “Siz burada durun.” Diyerek Asuman’a bir işaret verdim. Abimi sakinleştirebilirdi bence. “Ben kapıya bakayım.” Onları mutfakta bırakarak çıktığımda kapıyı açmak üzere olan Devrim abiyi gördüm. Salona giderken zilin sesiyle geri dönmüş olmalıydı.

 

Kulpu büktü ve kapıyı açtı. Duraksadığını hissettim. Ortamı derin bir sessizlik esir alırken kimin geldiğine bakmak için yanına ilerledim.

 

“Siz…” sesin sahibini yakından tanıyordum. Kübra gelmişti. “Neden buradasınız?” Soruyu Devrim abiye sormuş olmalıydı. Beni görmediği için yanlış eve geldiğini düşünmüş olabilirdi. Beni görmesi için Devrim abinin arkasından seslendim. “Kübra?” Karşısındaki adama odakladığı siyah gözlerini bana çevirdi.

 

Gözlerinde gördüğüm ifade kaşlarımın kavislenmesini sağlamıştı. Devrim abiye baktığımda onun da siyah gözlerinde Kübra’nın ifadesini gördüm. Bakışları ne kadar da benziyordu. “Tanışıyor musunuz?” diye sorduğumda Kübra kendini toparladı ve kafasını iki yana salladı. “Hayır.”

 

“Öyleyse tanışın! Devrim abi, abimin tim komutanı.” Dedim ve sonra Devrim abiye elimle Kübra’yı gösterdim. “En yakın arkadaşım Kübra. Dünyanın en iyi savcısı olur kendisi.”

 

Kübra asaletini kaybetmeden minik bir kafa selamı verdi. Bunun dışında bir şey söylemedi. “Millet, buraya biraz yardım lazım da!” diye duyulan sese baktım. Bahçe kapısından elindeki bir ton poşetle girmeye çalışan Eymen’i gördüm. Kübra hiç oralı olmadan içeriye adım attığı sırada Devrim abi de dışarıya adım atmıştı. Yüz yüze geldiklerinde ikisinin de kaşları çatıldı.

 

“Önümden çekilin.” Dedi Kübra soğuk bir ses tonuyla. Devrim abinin kaşları alayla yükseldi ama bir şey demeden Kübra’ya yol vermek için kenara kaydı. Birbirlerinden hoşlanmadıklarını anlamak zor değildi. Kübra’yı kolundan tuttum ve kendime taraf çekip boynuna sıkıca sarıldım. “Hoş geldin!” Sarılışıma tek eliyle karşılık verdi. Diğeri hâlâ alçıdaydı. “Hoş buldum. Kimler var?”

 

“Abimin bütün timi burada. Geleceklerini bilmiyordum haber veremedim sana kusura bakma.” Gülümseyerek geri çekildi. “Önemli değil, seni görmek için geldim ben. Diğerleriyle ilgilenmiyorum.”

 

“Eymen de seninle gelmiş?” dedim sorguyla dışarı bakarak. Omuz silkti. “Peşimden ayrılmıyor ki.”

 

“Neden?”

 

“Resmi olarak korumalığımı yapıyor.” Ağzım bir karış açıldı. “Ne? Ne? Ne?” Omuz silkti. Umurunda değilmiş gibi davranıyordu ama umurundaydı. Onu bazen kendimden bile iyi tanırdım. “Ama Eymen pilot değil mi? Senin korumalığını neden yapsın ki?”

 

“Bilmiyorum, Nil. Sorduğumda konuyu dağıtıyor ve genelde kavgaya dönüşüyor olay. O yüzden takmamaya karar verdim.” Takıyordu.

 

“Yorgun görünüyorsun. Uyumuyor musun?”

 

“İşimi bitirmeden gözüme uyku girmediğini biliyorsun.” Biliyordum. Aldığı davanın kökünü kazıyana kadar uğraşırdı ve bunu yaparken nefes dahi almazdı. Saatlik uykularla ayakta olduğunu anladığımda kolundan tutarak onu merdivenlere doğru çekiştirdim.

 

Abim uyurken evi gezmiştim. Benim için geneli beyaz renkle dizayn edilmiş bir oda yapmıştı. Onun odası da benim odamın yanındaydı ve balkondan birbirimizin odasına geçebiliyorduk. Bu ayrıntı aynı odada kaldığımız günleri anımsattığı için hoşuma gitmişti. “Nereye gidiyoruz?” diye soran Kübra’yı duymazdan geldim ve onu odama çıkarttım.

 

Bana sorguyla baktığında elimle yatağı göstermiştim. “Hadi uyu!”

 

Gözlerini devirdi. “Saçmalama Nil. Buraya uyumaya değil seni görmeye geldim.”

 

“Uyanınca beni görürsün, çok yorgunsun. Lütfen biraz uyu, yalvarırım, noluurr!” Ne diyeceğini bilemediğine göre kabul etmek üzereydi. Ona biraz daha yalvardım ve kedi gözlerimle bakıp kendimi acındırdım. En sonunda derin bir nefes oldu. “Misafirlerine ayıp olmaz mı?” diye sorduğunda kafamı iki yana salladım. “Olmaz.” Dedim direkt.

 

“Ama Nil-”

 

“Beni birazcık seviyorsan şimdi burada uyursun!”

 

“Nil!” Onu duymazdan gelerek yatağa ittim. “Hadi hadi.” Dedim ve bir şey söylemesine izin vermeden yanaklarına sulu sulu öpücükler bırakıp odadan çıktım. Kapıyı da arkamdan kapattığımda zaferle gülümsedim. Bir saat bile olsa uyursa kendimi daha fazla zafere ulaşmış hissedecektim.

 

Burası benim evimdi, abimle bizim, o yüzden çekinmemeliydi. Çünkü benim olan her şey aynı zamanda Kübra’nın da sayılırdı. Zamanında, benim hiçbir şeyim yokken o benimle hayatını paylaşmıştı.

 

Merdivenlerden aşağıya inerken aşağıdan duyduğum seslerle yavaşladım. “Oğlum, ne diye dolaşıyorsun sen bu kadının etrafında?” Soruyu soran Devrim abiydi. Kime sorduğunu anlamak zor değildi. Muhatabı Eymen’di ve bahsi geçen kadın da Kübra’ydı.

 

“Görev komutanım.” Dedi Eymen. Kaşlarım kavislendi. Kübra’ya yapılan saldırıdan dolayı koruma vermeleri normaldi ama verdikleri kişi biraz anormaldi. Yani sonuçta Eymen normal bir asker değildi ki. Teğmen pilottu.

 

Ne zamandan beri pilotlar korumalık yapıyordu?

 

“Yeme lan beni! Halil İbrahim albayla bir işler çevirdiğinizi bilmiyor muyum sanıyorsun?! Dökül yoksa cesedini çiğnerim senin burada!” Zorlukla yutkundum. Devrim abinin ters tarafına asla denk gelmemeyi diledim ve Eymen’i elinden kurtarmak için merdivenleri sertçe inmeye başladım. Onları yeni görmüşüm gibi konuştum. “Hâlâ kapıda mı bekliyorsunuz? İçeriye geçsenize.” Devrim abi bana gülümseyerek Eymen’in ensesini bıraktı. “Geçelim tabi.” Dedi ve o an Eymen’e baktı. Bakışını göremedim ama Eymen’in gözlerindeki korkudan her şey anlaşılıyordu.

 

Devrim abi salona girdiğinde holde Eymen’le yalnız kaldık. “Her şey yolunda mı?” diye sorduğumda kafasını salladı. “Her zaman olduğu kadar.” Dedi. Üstelemedim. “Geçsene içeri.”

 

Kenara bıraktığı poşetleri eğilerek aldı. “Şunları mutfağa bırakayım. Neredeydi?” Poşetlere garip garip baktım. “Onlar nedir?”

 

“Yemek.”

 

“Yemek yapmıştık aslında…” dedim düşünceli bir şekilde. “Yanlış anlama ama yaptığınız yemeğin içerdekilere yeteceğini sanmıyorum.”

 

“Sen onların geleceğini biliyor muydun ki?”

 

“Onları ben buraya yönlendirmiş olabilirim.” Dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. “Değişik bir manipülasyon yeteneğin olduğunu düşünüyorum, yanılıyor muyum?” Ben bilmem, dercesine omuz silkti ve elindekilerle gösterdiğim mutfağa girdi. Garip bir insandı. Henüz onu çözümleyememiştim.

 

🪷

 

Asuman ve Leyal’in yardımıyla yemekleri ayarlamıştık. Abimler de yardım etmeyi teklif etmişlerdi ama onları şimdilik geri çevirmiştik. Mutfağımda kalabalık bir ordu istemiyordum. Benim mutfağım, bunu söylemek çok hoş hissettiriyordu.

 

“Bardaklar neredeydi?” diye soran Leyal’e kafamı kaldırarak baktım. “Bilmiyorum ki.” Dedim. Benim evim olabilirdi ama sonuçta ilk kez buraya bugün gelmiştim. Dolapların hepsini karıştırdıktan sonra en yukarıdaki rafta buldum. “Orada. Alabilir misin, benim boyum yetmiyor.” Dediğimde Leyal gülümseyerek onay verdi ve benim sandalye kullanmadan asla ulaşamayacağım bardakları rahatlıkla aldı.

 

Askerlerdeki bu boy kimin geninden geliyordu bilmiyordum ama benim de biraz o genlere ihtiyacım vardı. Her şey neredeyse hazır olduğunda içeriye seslendim. “Abi! Yardıma gel!”

 

Saniyeler içinde bir kargaşa duyuldu. Sonra abimin sesini duydum. “Size ne oluyor lan?! Bana diyor! Benim onun abisi! Yerinize oturun!”

 

Kendi kendime güldüm. Abim gerçekten aşırı kıskanç bir insandı. Asuman’a sabır diliyordum. Onca erkeğin arasında abimle çalışacaktı. Bence biraz kıyamet kopabilirdi. Kısa süre içinde mutfağın kapısından abim göründü. Bana genişçe gülümsedi ve konuştu. “Geldim, abicim.”

 

Yaa, yerdim ki.

 

İçim sıcacık olurken elimle masanın üstündeki yemekleri ve tabakları gösterdim. “İçeriye taşıyacağız da.” Kafasıyla beni onayladı ve Asuman’ın yanından iki elini dolduracak şekilde tabakları aldı. Sonra Asuman’a göz kırptı ve mutfaktan ayrıldı. O gittiği an içeriye Devrim abi ve Eymen girmişti.

 

Eymen zaten genelde mutfakta bizimle dedikodu yapmıştı, bir ara gözden kaybolmuştu ve sanırım o arada yukarıya çıkmıştı. Kübra’nın yanına. Devrim abi, “Bizde yardım edelim mi?” diye sorduğunda Leyal hemen eline tepsiyi yerleştirdi. Sonra genişçe gülümsedi. “Zahmet olacak komutanım ama bunların gitmesi lazımdı.”

 

Devrim abi, anlamadığım ve büyük ihtimalle yalnızca ikisinin anlayacağı bir bakışla Leyal’e baktı. “Götürürüm, üsteğmenim, götürürüm.”

 

“Sağ olun.”

 

Devrim abi bakışını bozmadan mutfaktan çıktığında Eymen’e dönerek sordum. “Kübra uyanmış mı?” Duraksadı. Ona böyle bir soru yöneltmemi asla beklemiyor olmalıydı ama çabuk toparladı. “Yok, uyuyordu.” Dedi gözlerini kaçırarak.

 

Gerçekten de Kübra’nın yanına gitmişti demek… genişçe sırıttım. “Onun için yemek ayırdım.” Dedim ve asıl konuya geçtim. “Durumlar nasıl, korumasıymışsın?”

 

“Ya, evet.”

 

Kaçamak cevaplar. Bir işler çeviriyordu ve çevirdiği içi komutanı bile bilmiyordu. Garip. Ona yanaştım ve duyabileceği bir ses tonuyla konuştum. “Eymen, Kübra’nın net sınırları vardır.” Dedim onu uyarmak için. “O sınırları aşarsan iki şey olur; ya seni çok benimser ya da bir daha yüzüne bakmaz. O yüzden lütfen Kübra’ya karşı olan tutumunda dikkatli ol. Arkadaşımı üzecek bir şey yapmanı istemiyorum.”

 

Kaşları çatılır gibi oldu. “Onu neden üzeyim?”

 

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Yanlış anlama, seni sevdim. İyi birisin. Ama her ne amaçla Kübra’nın yanında bulunuyorsan sonucunu düşünerek hareket et.”

 

Gözlerime bir süre baktıktan sonra usulca kafasını salladı. Ona gülümsedim ve masadaki tabaklardan birini elime alarak içeri götürdüm. Yavaş yavaş yemek masası kurulmaya başlamışken telefonumun zil sesi beni duraksattı. Elimdekileri masaya bıraktım ve cebimdeki telefonu alıp ekrana baktım.

 

Barış arıyordu. Açarak anında kulağıma yerleştirdim. “Barış!”

 

“Güzelim?” dedi her zamanki şefkatli sesiyle. Hemen lafa girdim. “Neredesin? Seni çok merak ettim. Sabahtan beri yazmıyorsun.”

 

“Gelmek üzereyim.” Gözlerim büyüdü. “Nereye gelmek üzeresin?”

 

“Senin eve.”

 

“Yaa, biliyor muydun?”

 

“Tabi ki.”

 

“Ama bak siz sürekli abimle arkamdan iş çeviriyorsunuz hiç hoş değil.” dedim ama aslında şikayetçi falan değildim. “Valla ben abin ne dediyse onu yaptım. Yapmazsam seni bana vermeyeceğini söyledi.”

 

“O tren çoktan kalktı yalnız.” Dedim kıkırdayarak. “Seni bana çoktan verdiler, alamazlar.” Bu sefer gülen oydu. Yani çünkü doğal olarak onu istemeye giden bendim. “Dışarı çık, geliyorum.” Dedi ve telefonu kapattı. Aptal aşık gibi telefonu yüzümden çektim ve bir süre telefonun ekranına baktım.

 

Bir boğaz temizleme duyduğumda kafamı kaldırdım ve asker abilerin hepsini bana bakarken buldum. Gözlerim kocaman açılırken ağzımdan saçma bir nida çıktı. “Ay!” Onlar halime gülerken ben çoktan salondan kaçarak çıkmıştım.

 

Rezalet resmen.

 

Neyse ki bu durumlara alışkın olduğum için çok etkilemedi. Vestiyerden üzerime bir hırka alarak dışarı çıktım. Kapıyı aralık bıraktığım sıra gözümü araba farları aldı. Tam zamanında çıkmıştım. Barış, kendi arabasıyla değil polis arabasıyla gelmişti. Arabadan indiği sırada beklemek yerine bahçe kapısına ilerledim.

 

Bana kollarını açtığında üzerine atlamam elbette en beklenilen şey oldu. Beni sıkıca kavradığında ayaklarım yerden kesilmişti. “Güzelim benim!” Kollarımı sıkıca boynuna doladım. “Nerelerdeydin? Seni çok merak ettim.” Saçlarımın üzerine bir öpücük kondurdu ve beni yere bıraktı. “Her zamanki şeyler,” dedi ayrıntı vermeden. “Koşuşturuyordum.”

 

Kafamı usulca salladım. “Biliyor musun yemek yaptım!” dedim hemen heyecanla. Gözlerimin içine bakarak gülümsedi. “Makarna mı?” diye sorduğunda tüm moralim bozulmuştu. “Of hayır! Çok kötüsün!”

 

Halimden zevk aldığı belliydi. “Patates köfte yaptım bir kere.” Dedim burnumu havaya dikerek. “Patatesleri falan ben soydum yani.”

 

“Oha!” dedi elini dudaklarına götürerek. “Muazzam bir işçilik.” Elimle omzuna geçirdim. “Ya uğraşmasana benimle! Bak yedirmem ha,”

 

“Aç mı kalayım?”

 

Omuz silktim. “Bana ne?”

 

Yüzünü yüzüme doğru eğdi. “Sana ne mi gerçekten?” Kendime mani olamayıp genişçe gülümsedim. “Hmm.” Diye mırıldandı ve burnunu burnuma değdirdi. “Yok, değil.” dediğimde elleriyle yanaklarımı kavramıştı. “Açım ve yemek istediğim sensin. Ne zaman giderler?”

 

Gözlerim büyüdü. “Barış…”

 

“Ne?”

 

Fenaydı. Felfena.

 

“Abimin arkadaşları ne zaman gider bilmiyorum ama abim gitmez.”

 

“O zaman biz gideriz?”

 

“Nereye?”

 

“Dükkana.”

 

“Dün gittiğimize mi?” Kafasını salladı. “Tamam! Gidelim.” Dedim hemen. Orayı sevmiştim. Yıldızlar çok güzel görünüyordu. “Hadi içeri girelim. Tam yemeğe oturacaktık beklemesinler.” Elimi tuttu ve beni onaylayarak yürümeye başladı. “Abinle barıştınız mı?” diye sordu bahçe kapısından içeri girerken.

 

“Evet, barıştık.”

 

“Güzel.”

 

“Bugün yaşanan kargaşaya kadar iyiydi her şey. Çiftliğe gitmiştik birden ayrılmak zorunda kaldık. Seni aradım ya o sıra.” Omzumun üzerinden ona baktım. “Sen o tarafa mı gittin?”

 

Önce cevap vermemeyi düşünmüş olmalı ki duraksadı ama sonra konuşmuştu. “Evet.” Yutkundum ve karnına baktım. “İyi misin peki? Yarana pansuman yaptırdın mı? Gün içinde alman gereken ilaçlar vardı aldın-” Susmamı sağlayan şey dudaklarıydı. Öpüp geri çekilmişti ama bu susmama yetmişti.

 

“İyiyim güzelim, her şey yolunda. Hadi yemek yiyelim.”

 

Yaptığı hiç hoş değildi. Aklımla oynuyordu ve dikkatimi dağıtıyordu.

 

🪷

 

Barış, abimin timiyle tanıştıktan sonra özellikle Devrim abiyle yakın olmuştu. Tahminimce Devrim abiyi abime karşı kullanmayı düşünüyordu. Yemekleri hep beraber yemiştik ve aşırı hoşuma gitmişti. Asker abilerin muhabbeti çok sarıyordu. Ayrıca sürekli birbirleriyle uğraşmalarını görmek komikti.

 

Tabi bu konuda abim biraz talihsizdi çünkü genelde diğerlerinin uğraşı abim oluyordu. Çok çekecekti. Yemekleri yemiş olsak da hâlâ masadan kalkmamıştık ve ben açıkçası doymamıştım. Abim kendi tabağımı ayarlayarak önüme bırakmıştı ve başka bir şey yememe de müsaade etmemişti. Hemen yanımda oturuyordu. Onun yanında da Asuman vardı ve dikkati Asuman’da olduğu için fırsatı kullanarak masanın ortasındaki sarmaya uzandım. Bunu Eymen getirmişti.

 

Çatalımı batırdığım an abimin sesi duyuldu. “Nilüfer.” Dedi uyararak. Ona kötü kötü baktım. “Of! Yemek istiyorum!” Elimdeki çatalı aldığında kaşlarım çatıldı. “Yiyemezsin. Fazlasıyla kalori aldın.” Dediğinde yumruklarla yüzüne dalasım geldi. “Hesaplamış olamazsın!”

 

“Hesapladım.” Dedi rahat rahat. O sırada kavgamıza biri dahil oldu.

 

“Oğlum bıraksana yesin kız, oturduğumuz andan beri lokmalarını sayıyorsun.” Dedi Devrim abi. Ona dönerek genişçe gülümsedim ve çatalı abimin elinden kurtararak geri aldım. “Bu bir emirdi değil mi Devrim abi?” diye sorduğumda Devrim abi kafasını salladı.

 

Zaferle gülümseyerek abime baktığımda abimin Devrim abiye kilitlendiğini gördüm. “Kardeşimle arama girmesene birader.” Dedi abim bastıra bastıra. “Komutanım haklı ama komutanım, Nil’e bir şey yedirmediniz.” Diyen kişi bu sefer Tolga’ydı.

 

Hepsi benim tarafımı tutuyordu. Yaşasın. Hatta Tolga abi masanın ortasında olan sarma tabağını benim önüme doğru uzattı. Abim yine benden önce davranarak tabağı aldı ve masanın diğer ucuna yerleştirdi. “Lan siz ne karışıyorsunuz oğlum, size ne?!”

 

“Abartma.” Dedi Sansar sert sesiyle. “Zaten bir deri bir kemik kız, derdin ne?” Sanırım abimin fazlasıyla üzerime düştüğünü ve bunun boyutunun normal olmadığını düşünüyorlardı. Görünen bence de o şekildeydi ama abim iyiliğim için yapıyordu.

 

Abimin yumruklarını sıktığını fark ettiğimde araya girdim. Ölse burada hasta olduğumu dile getirmeyecekti. Biliyordum. Onu tanıyordum. “Ben diyabet hastasıyım.” Dedim sesimi duyurmak için yükselterek. Hepsi bana baktığında gülümsedim. “O yüzden, her şeyi yiyemiyorum.”

 

Var olan gerginlik anlık olarak son buldu. Anlayışla kafa salladılar ve böylelikle olay son buldu. Elimin üzerinde hissettiğim elle Barış’a baktım. Diğer yanımda oturuyordu. Bana gözleriyle gurur dolu bir bakış attı. Eskiden hasta olduğumu dile getirirken çekinirdim. Söylemek zorunda olmadığım zamanlarda da insanlardan saklardım ama artık bu hastalığı kabullenmiştim.

 

Hayatım hastalığıma bağlıydı ve onu ne kadar görmezden gelirsem beni o kadar yoracaktı. Bu yüzden şu an olduğum konumu seviyordum. Kendim hakkında bir şeyleri açık açık dile getirmek beni rahatlatıyordu.

 

“Bu yaşta nasıl diyabet hastasısın, genetik mi?” diye sordu Ferhat abi. Kafamla onu onayladım. “Evet. Tip1.”

 

“Kusura bakma, bilmiyorduk.” Dedi Devrim abi. Omuzlarımı önemli olmadığını söylemek için kaldırıp indirdim. “Sorun yok. Bazen kendimi kaptırıyorum o yüzden abim engel oluyor.” Devrim abinin bakışları anlık olarak abime kaydı. Ortamdaki gerginliği tamamen yok etmek istediğim için ayağa kalktım. “Hadi o zaman çay vakti!”

 

Bunu söylememi bekliyormuş gibi herkes ayaklandı. Tüm tabakları kısa süre içinde mutfağa taşıdık. Hatta öyle ki ben yalnızca bir kez gidip geri gelmiştim. Sonra Barış beni koridorun karanlık tarafına çekmişti ve işleri diğerlerine yıkmıştı.

 

“Abime yakalanacağız.” Dedim yerimde huzursuzca kıpırdanarak. Omuz silkti ve ellerini belime yerleştirip beni kendine doğru çekti. “Nişanlıyız kızım yakalasa da bir şey yapamaz artık.” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

“O kadar emin olma birader!”

 

“Ay!” Abimin sesini aniden duyduğum için yüreğim ağzıma gelmişti. Nerden çıkmıştı bilmiyordum ama bir anda beni kendine taraf çekmişti. Barış sesli bir nefes alıp verdi. “Oğlum sen gidip biraz Asuman’a ilgi göstersene! Her anımızda tepemizde bitiyorsun!”

 

“Sus lan! Terbiyesiz.”

 

Gür bir kahkaha attım. Abim genelde küfür etmesine alışık olduğum için medeniyet üzerinde komik durmuştu. “Gülme sende. Her saniye ne diye yanaşıyorsun şu adama?”

 

“Çünkü o benim nişanlım.” Dedim bastırarak. “Evlenene kadar görüşmek yok size.” Dedi ve beni çekiştirerek Barış’tan uzaklaştırdı. Tabi, Barış saniyeler içinde abimin önüne geçmişti. “Ne diyorsun birader sen?”

 

Bu gidişle birbirlerine gireceklerdi. “Aşkım sen abime bakma, o bu sıralar iyi değil.” dediğimde abim bana ters ters baktı. Ona genişçe gülümsedim ve kolunu çekiştirdim. “Bak sana ne yaptım!” Onu mutfağa yönlendirdiğimde yalandan yaptığımı sanmış olmalı ki ofladı. Barış da bizimle birlikte mutfağa girdi.

 

Abimi bıraktım ve buzdolabının kapağını açıp saray sarmalarını yerleştirdiğim borcamı elime aldım. Abime taraf döndüm. “Ta da!”

 

Abim bir süre elimdeki tatlıya baktı. Sonra sordu. “Bu ne?”

 

“Saray sarması.” Dedim yerimde kıpırdanırken. “En sevdiğin tatlı değil mi?” bakışları gözlerime doğru yükseldi. Sonra yeniden elimde tuttuğum tatlıya baktı. Hatta o kadar uzun baktı ki borcamı tutmaktan ellerim ağrımaya başladı. Abim sonunda bakışlarını kaldırdığında beklemediğim bir ifade gördüğüm için sarsılmadan edemedim. “Hayır.” Dedi.

 

“Ama senin için yaptım…” Kafasını hızlıca iki yana salladı. Elini kolunu bir an nereye koyacağını şaşırmış gibi afalladı. “Hayır… eline sağlık ama hayır.” Ve birden mutfaktan çıkıp gitti.

 

Çıktığı kapıya öylece baktıktan sonra Barış’a döndüm. “Niye kızdı ki?” diye sordum ağlamaklı bir ses tonuyla. Barış elimdeki borcamı alarak tezgaha bıraktı. “Kızmadı.” Dedi iç çekerek. “Annenizi hatırladı.”

 

“Ben görünce sevinir diye düşünmüştüm.” Dedim omuzlarımı düşürerek. “Canını mı yaktım?” Barış yüzüme doğru eğilerek alnıma dudaklarını bastırdı. “Birazdan geri gelir.” Dedi yumuşattığı sesiyle. Ağlamıyor olsam da burnumu çekerek kafamla onu onayladım. “Yanına gitsen olur mu?” diye sorduğumda geri çekildi ve gözlerimin içine baktı. “Olur.” Dediğinde genişçe gülümsedim.

 

Yanına gitmesini istemiştim çünkü Barış abimi benden daha çok tanıyordu. Yani sonuçta onun çocukluğunu görmüştü. Annemle de annemsiz de nasıl olduğunu biliyordu. Hem ben bu tatlının tadına bakmasını çok istiyordum. Çocukluğumdan beri abim için sürekli deneyip deneyip yiyemediğim bir şeydi ve sonunda hayalime kavuşacaktım.

 

Tadına bakmasını istiyordum. Çok, çok istiyordum. “Abimi getir tamam mı?” dediğimde Barış halime gülümsedi. “Getireceğime emin olabilirsin.” Dedi ve yanağıma sulu bir öpücük bırakıp benden uzaklaştı. Barış mutfaktan çıktığında derin bir nefes aldım ve dolaptan tatlı için tabaklar çıkarttım.

 

Yalnızca bir tabağa tatlıyı koymuştum ki telefonum çaldı. Tabağı masaya bıraktıktan sonra telefonuma baktım. Kaşlarım kavislendi. Lavin, arıyordu. Açarak kulağıma yerleştirdim.

 

“Lavin?”

 

“Abla?” Kaşlarım çatıldı. “Ne oldu?” diye sordum hemen. Çünkü ağlıyordu. “Abla, dışarı çıkabilir misin? Lütfen yalnız gel!” Hıçkırıkları endişemi arttırırken sordum. “Neredesin sen?”

 

“Abimin senin için aldığı evin önündeyim.”

 

Saat geç olmuştu ve ağlayarak kapıya geldiyse çok önemli bir şey olmuş olmalıydı. Telefonumu kulağımdan çekmeden mutfaktan çıktım ve dış kapıya ilerledim. Ayakkabılarımı giymek için bile durmamıştım. “Neredesin, Lavin? Evin bahçesine gel.”

 

Bahçede durmuş etrafa bakınırken telefondan duyduğum hıçkırıkları arttı. Öyle ağlıyordu ki korkmamak elde değildi. Baran’la bir sorun mu yaşamıştılar acaba? “Abla…”

 

“Neredesin?!” dedim sertçe ve bahçe kapısından çıktım. Sokak karanlıktı ve kimse görünmüyordu. Lavin ise ağlamaya devam ediyordu. “Buradayım.” Dediği sırada bir arabanın arkasından çıkartarak kendini gösterdi.

 

Onu gördüğümde koşarak yanına gittim. Üstü başı yırtılmıştı ve dudağının kenarı kanıyordu. “Kim yaptı bunu sana?!” Gözyaşları yanaklarında dur duraksız akarken gözlerini kapatarak hıçkırıklara boğuldu. “Abla, özür dilerim…”

 

“Ne?”

 

Kötü bir his içime dolarken o an yalnız olmadığımızı fark ettim. Arkamdan biri boğazıma sarıldığında sesimi çıkartacak vaktim olmamıştı. Burnuma ve ağzıma yaslanan peçeteden dolayı nefes alışverişlerim yavaşladı. Göğsüm korkuyla çarpmaya başladı. Abime seslenmek istedim ama yapamadım.

 

Nefes alırsam bilincimi kaybedeceğimi biliyordum ve dayanabildiğim kadar dayanmaya çalışıyordum. Lavin, arkamdaki adama bakarak konuştu. “İstediğini yaptım! Kardeşimi bırak!”

 

Hayır, o benden bahsetmiyordu. Volkan’dan bahsediyordu.

 

Kalbim içinde barındırdığı tüm inancı kaybetti.

 

Gözlerim dolmaya başlamışken daha fazla nefessiz kalamadım. İçime çektiğim ilk nefes zihnime ok gibi saplanırken elimde sıkıca tuttuğum telefon kayıp yere düştü. Gözlerim karardı. Son kez evimize bakmak istedim ama olmadı.

 

Hayır.

 

Abim daha tatlının tadına bakacaktı. Lütfen, çöpe atmasındı. Çok emek vermiştim. Emekten çok umut vermiştim.

 

Ölecek miydim? Ölmek istemiyordum. Bir kez daha direnmeye çalıştım ama bu direnişin sonu bedenimin hakimiyetini kaybetmemle bitti.

 

Artık gülmüyordum. Zaten burası çok karanlıktı. Hep karanlıktı. Kurt, sonunda tavşanı avlamıştı.

 

🪷

 

BÖLÜM SONUU!

 

Nasıldı? Beğendiniz mi bölümü?

 

Çınar?

 

Nil'in annesini son kez görüşü?

 

Çınar'ın Nil'e ev alması?

 

Askerlerimiz?

(Onları kendi kitaplarında daha ayrıntılı göreceğiz.)

 

Veeee tabi ki

 

LAVİN?

 

Bölüm sonunu böyle bekliyor muydunuz?

 

Sizce neden yaptı?

 

.

 

Finale son 4 bölümümüz kaldı...

 

ŞAKA GİBİ AMA BİTİYORUZ🥹

 

.

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYINN

 

Gelecek bölümü ne zaman gönderirim bilmiyorum. Gündem böyleyken bölüm yazmak pek doğru değil. Bu bölümü de söz verdiğim için gönderdim.

 

Bizim için en güzelini diliyorum.🫂

 

 

 

🍭

 

İnstagram; Zeynepizem

WhatsApp kanal adı; Zeynepizem

 

 

Bölüm : 27.03.2025 20:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...