
Pamuk eller oy ve yorumlaraa🥰
🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭
ZEHİRLİ ŞEKER
BÖLÜM 59
🪷
Yazarın anlatımıyla;
İki katlı müstakil evin ışıkları sokağı aydınlatırken içerideki sohbet havası gittikçe artıyordu. Çınar, salonun önünden geçerken sohbetin bir kısmını duymuştu ama adımlarını durdurmamıştı. “Nilüfer!” diye seslendiğinde tüm ev onun sesiyle gürledi. Muhabbet yüksek sesten dolayı kesilirken herkes ne olduğunu anlamak için salonun kapısına döndü.
O sırada merdivenlerden inen Barış telaşlıydı. “Yukarıda yok!” dediğinde Çınar içten bir küfür savurarak dış kapıya ilerledi. Sakin olması gerekiyordu, kardeşi hava almak için dışarıya çıkmış olabilirdi, ama bu düşünceye rağmen içi huzursuzdu.
Bahçeye çıktığında arkasından Barış da gelmişti. En son sevdiği kadını mutfakta bıraktığına emindi. Sadece 5 dakika yanından ayrılmıştı ve geri döndüğünde onu bulamamıştı. “Nil!” dedi etrafa bakarak. Hiçbir ses duyulmadı. Evdekiler bir bir dışarıya çıkarken seslere uyanan Kübra kalabalığa katılmıştı. Çatık kaşlarla dışarıya çıktığında anlamsız kalabalık daha da kaşlarını çatmasını sağladı.
Devrim, Çınar ve Barış’a bakarak sordu. “Ne oluyor?” Çınar cevap verme gereği duymadan bahçe kapısından dışarı çıktı. Barış ise yardımları dokunabilir diye kısaca yanıt vermişti. “Nil, yok.”
Kübra duyduğu şeyle beyninden vurulmuşa dönerken adımlarını hızlandırdı ve Barış’ın önüne dikildi. “Ne demek Nil yok?!”
“Yok işte! Beş dakika önce mutfaktaydı. Geri döndüğümde yoktu.” Kübra, gözlerini kısaca kapatıp açtı. “Aradınız mı?” diye sordu net bir şekilde. “Evet, açmıyor.” Aldığı cevapla dişlerini birbirine bastırdı. Kafasını üşüşen kötü düşünceleri iteleyerek bahçede bekleyen adamlara döndü. Hepsinin asker olduğunu biliyordu. Üstelik onlar normal asker de değildi. Bunca askerin ve polisin arasında eğer Nil’e bir şey olduysa düşüncesi ironi olurdu. “Evin etrafına bakalım. Uzaklaşmış olamaz.” Kalabalık olumlu yanıtlarla karşılık verirken hep birlikte harekete geçtiler.
Herkes Nil’i aramak için etrafa dağılırken Kübra sol yola doğru ilerledi. Arkasından Eymen de geliyordu. O zaten bir an olsun Kübra’yı yalnız bırakmadığı için Kübra bu durumu artık umursamıyordu. Her ne söylerse söylesin adam bir an olsun kadını yalnız bırakmıyordu. Bu yaptığının altındaki nedeni henüz çözemese de ona da sıra gelecekti. Ama şu an önceliği Nil’di. Gece Nil’in ismiyle adeta canlandı. Herkes Nil’e sesleniyor onu bulmak için her tarafa bakıyordu.
Ancak, hiçbir yanıt yoktu.
Çınar, elindeki sıkmaktan kırmak üzere olduğu telefona baktı. Yeniden Nilüfer’i aradı ancak hat anında boşa düşüyordu. “Sikeceğim böyle işi! Nereye gittin?!” Göğsünü şişirten bir nefes aldı. “Nilüfer!” Sesi karanlıkta yayıldı. Adımları durmadan sağa sola gidiyor her köşeyi kontrol ediyordu. Park edilmiş arabaların arkasına ve içlerine bakıyordu. Hatta arabaların altını bile kontrol ediyordu.
O, şeker hastasıydı. Bir yerde düşmüş olabilirdi.
Park edilmiş arabaların sonuncusunu kontrol etmek için ilerledi. O an duyduğu hıçkırık sesi umutlanarak adımlarını hızlandırmasını sağladı. Siyah arabanın arkasını döndüğünde karşılaştığı görmeyi beklemediği birisiydi.
Lavin, olduğu yerde dizlerinin üzerine çökmüş, kendi dizlerine sarılmış hıçkırarak ağlıyordu. Çınar, ne olduğunu anlamaya çalışırken yerde gözünü alan şeye baktı. Bu, kardeşinin telefonuydu. Nilüfer’in. Eğilerek yerden aldı. Telefonun ekranı çatlamış ve kapanmıştı.
“Lavin?” Dedi keskin bir tonlamayla. Lavin abisinin sesini duyduğunda irkilerek yukarıya kaldırdı yüzünü. Böylelikle darp edilmiş çehresi göründü. Çınar’ın kaşları derinlemesine çatılırken dizlerinin üzerinde kardeşinin yanına çöktü. “Ne oldu sana!? Ne işin var senin burada?”
Lavin hıçkırdı. Durmak bilmeyen gözyaşlarıyla konuştu. “Abi.” Dedi. Sesi titriyordu. Korku sesini ele geçirmişti ve durmak bilmiyordu. Bunun yanında içine kocaman bir pişmanlık vardı. Pişmandı çünkü abla diye bildiği kadına ihanet etmek zorunda kalmıştı. “Abi, yapmak zorundaydım.”
“Neyi yapmak zorundaydın Lavin?!” Çınar ne olduğunu çözemediği her saniye daha da çok sinirleniyordu. Herhangi bir cevap alamadığı için kardeşine daha sert bir şekilde seslendi. “Lavin! Nilüfer, nerede?!” bastırarak sorduğu soruya alacağı cevaptan korkuyordu. Lavin yutkunarak derin bir nefes almaya çalıştı. Ama sanki aldığı her nefes boğazına batıyor, yaptığı ihanetin bedelini ödetmeye çalışıyordu. “O… adamlar götürdü.” Diyebildi. Çınar, yanlış duymayı diledi. “Hangi adamlar?” diye sordu az öncekine oranla korku ve endişe dolu bir tınıyla.
“Bilmiyorum. Hepsinin yüzünde kar maskesi vardı.”
Çınar bir an eli ayağı boşalmış gibi hissetti. Yanlışlık olmalıydı. Lavin, böyle bir şeyi yapmış olamazdı. Yapmazdı. Kızın kollarından tutarak kendisine bakmasını sağladı.“Lavin. Yapmazsın. Sen, ihanet etmezsin.” Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. Kızın gözyaşları daha fazla arttı. “Volkan’ı öldüreceklerdi.” Dedi hıçkırıklar içinde. “Abi, direnmeye çalıştım yemin ederim!”
Bu kelimeleri duyan yalnızca Çınar değildi. Kübra giydiği topuklu ayakkabıları umursamadan yere çökmüş ikiliye doğru hızla ilerledi ve Lavin’in kolundan tuttuğu gibi onu ayağa kaldırdı. Gözlerinden ateş çıkıyordu. “Sen kendi kardeşin için benim kardeşimi mi harcadın?!” Bu sefer sesi yankılanan Kübra olmuştu.
Lavin, korkuyla kadına bakarken daha fazla ağlamaktan başka bir şey yapamadı. Kendisini savunabilecek herhangi bir kelimesi yoktu. Zaten savunulacak bir şey yapmadığını da biliyordu. Sadece kardeşi için yapmak zorunda kalmıştı. Öldüreceklerini söylemişlerdi, gözünün önünde işkence etmişlerdi, kabullenmeseydi kendi büyüttüğü kardeşini döve döve öldüreceklerdi.
“Başka çarem yoktu.” diyebildi. Bu cevap halihazırda saldırmak için yer arayan Kübra’nın fırsatı olmuştu. Kendini zor tutmayı başarsa da Lavin’in kolunda bir süre geçmeyecek bir morluk bırakmıştı. Kızın yüzüne doğru yaklaştı ve gözlerinin içine bakarak konuştu. “Eğer.” Dedi dişlerinin arasından. “Eğer Nil’e bir şey olursa seni kendi ellerimle gebertirim!”
Eymen, Kübra’nın belinden kavrayarak kendisine yaslamış ve Lavin’in kolunu bırakmasını sağlamıştı. “Sakin ol. Zorunda kalmış.” Dedi, sesi de sakinleştirmek ister gibi yumuşak çıkıyordu ancak Kübra için pek bir anlamı yoktu. Aklı almıyordu. Nasıl olurdu da kız kardeşi onca askerin içindeyken kaçırılırdı.
“Ne yapıyordunuz!?” diyerek Eymen’e doğru döndü ve onu göğsünden sertçe itti. “Tüm bunlar olurken siz ne yapıyordunuz?!” Öfkeyle adamı bir kez daha itti. Eymen, karşı koymak yerine Kübra’nın üzerinde öfkesini atmasına izin verdi. Kendisine zarar vermesindense bana zarar vermeli, diye düşünüyordu. Kübra, “Hepiniz!” derken sesi sokakta yankılanıyordu. “Hepiniz bir avuç beceriksizsiniz! Utanın kendinizden!”
Sert bit nefes vererek gözlerinin önüne doğru dağılmış saçlarını geriye itti. Şu hayatta korktuğu tek şey Nil’i kaybetmekti ve bunda kendinin de hatası vardı. Uyumamalıydı. Nil’i dinlememeliydi. Günlerdir girdiği sorgular, davalar şimdi ne işe yarayacaktı? “Kahretsin!” dedi dişlerinin arasından saçlarını çekiştirerek.
“Kübra, yapma.” Deyip ellerini tutmaya çalışan Eymen’den kolayca kurtularak geri adım attı. “Sakın dokunma bana! Nil’i bulacağım! Her ne iş çeviriyorsan onu da bulacağım! Anladın mı?!” Eymen, derin bir nefes alarak gözlerini birkaç saniye için kapattı. Bu işe girerken bu denli zorlanacağını bilseydi ölse de Albay’ın teklifini kabul etmezdi.
Çınar, çöktüğü yerden yavaşça ayağa kalktı. Dimdik durdu. İki yanda yumruk yaptığı elleri ve geceyi bile ikiye bölebilecek olan keskin gözleri hissettiklerini açıkça belli ediyordu. Kafasını önce sağa sonra da sola yatırdı. Bu bir hazırlanıştı.
“İşte şimdi hepinizin amına koyacağım orospu çocukları!” Ettiği küfür kulaklarda yankılanırken bir diğer tarafta olup biten her şeyi duyan Barış dişlerini sertçe birbirine bastırdı. Sakinliğini korusa da içinde yanmaya başlayan ateş çakır gözlerinden okunuyordu.
Nil’e, sevdiği kadına, zarar vermelerine izin vermeyecekti. Onu herkesten koruyacağına dair söz vermişti. Kalbine dem vuran ateşi dindirmek zorundaydı çünkü şu saniyelerde Nil’in çok korktuğunu biliyordu. Hızlı adımları Lavin’in önünde durdu. Yaptığı şeyi sindirememişti ancak olan olmuştu ve Nil yoktu. Önceliği her zaman Nil’di. Öfkesi, korkusu veya kırgınlıkları değildi. “Ne tarafa gittiler?!” diye sordu ayar veremediği gür sesiyle. Lavin eliyle arabanın gittiği yönü gösterdi. “Plakayı aldın mı!? Arabayı tarif edebilir misin?”
Lavin hıçkırıklarının arasından sorulan sorulara cevap verdi. Barış için yeterli olan bu bilgiler harekete geçmesini sağladı. Toplasan on dakika olmuştu. On dakikada uzaklaşamazlardı. Canını bulacaktı. Polis aracına doğru koştu ve yerine yerleştiği an tüm ekiplere anons geçti. Araba jet gibi geride kalanların yanından geçip gitti.
Çınar, belindeki silahını çıkartarak şarjörü kontrol etti. Madem, onlar bu kadar onursuz hareket edebiliyordu öyleyse kendisi de aynı şekilde karşılık verecekti. İlk önce de Seyfi’nin kızıyla başlayacaktı. Sonra da karısına geçecekti. Gerekirse damarlarında akan kanı kurutacaktı. Kısasa kısastı.
“Bir şey buldum.” Diyerek ortama giren Devrim bir erkeği ensesinden yakalamış ve sürüklüyordu. Kirli sakallı cılız adamı herkesin ayaklarının önüne doğru adeta savurdu. Çınar elinde tuttuğu silahı yerdeki adama doğrulttu. Bunu yaparken düşünmedi bile. “Kardeşim nerede?” dedi ve yavaşça adamın üzerine doğru ilerledi.
Yerde sürünerek geriye doğru giden adam Çınar’ın elindeki silaha baktıktan sonra zorlukla yutkundu. Korkusu gözlerinden okunuyordu. Dudakları açılıp kapandı ama bir şey söyleyemedi. Bu sessizlik Çınar için kabul edilemezdi. Silahının sürgüsünü çektiği an Devrim kolunu yakalamış ve sıktığı mermi böylelikle boşa gitmişti. Patlayan silahın gür sesi gecede yankı bırakmıştı. “Ne yapıyorsun lan?!”
Çınar dönmüş gözlerini Devrim’in gözlerine sapladı. “Karışma!” dedi dişlerinin arasından. “Benim kardeşim o! Benim!” Tüm dünyaya bu gerçeği duyurmak istiyordu. “Eğer kardeşime bir şey olacak olursa buna sebep olan herkesin cesedini çiğnerim!”
Devrim, bu tepkiyi anlıyor olsa da alttan alamazdı. Yıllardır askerlik yapıyordu. Eğer bir askerseniz en kritik durumlarda bile sakin kalmayı başarmak zorundaydınız. Elini Çınar’ın ensesine yerleştirdi ve sıkıca kavradı. Boyları neredeyse birbirine eşitti. “Kardeşini kurtaracağız.” Dedi. “Yemin ederim ben de dahil timimle ne gerekiyorsa yapacağız ama böyle olmaz aslanım! Böyle olmaz!”
Kübra, bu manzarayı daha fazla izlemek istemiyordu. Gözlerini birbirine kenetlenmiş iki adamdan çekti ve yerdeki adama çevirdi. Dikkatler üzerinde değilken kaçmaya çalışmaya girişmişti ama Eymen adamın yüzüne attığı tekmeyle buna engel olmuştu. Şimdi ise yine gözleri Kübra’daydı.
Genç kadın omuzlarını dikleştirdi ve yerdekine doğru birkaç adım attı. Eymen, hemen arkasındaki yerini aldı. Yerdeki şerefsiz tekin birine benzemiyordu ve Kübra’ya herhangi bir zarar verme durumunda elini kolunu kırmayı düşünüyordu.
Kübra, adama doğru eğildi ve eğildiği gibi pis saçlarından sıkıca tutarak kendisine bakmasını sağladı. “Konuş.” Dedi, gözünü bile kırpmıyordu. “Eğer elime sağlam bir bilgi vermezsen soyunu sopunu suçlu suçsuz demem bir daha gün ışığı görmemesini sağlarım! KONUŞ!”
Adamın gözleri titredi. Kübra’nın arkasında duran Eymen ceketini kenara çekerek silahının varlığını hatırlattığında yutkundu. “Arabayı değişecekler.” Dedi titreyen sesiyle. Çınar, duyduğu kelimelerle Devrim’in elinden kurtulmuş ve adamın yakalarına yapışmıştı. “Nerede?” dedi boğazını sıkarak. “Ki…kilis yolunda.”
“Plakayı ver!”
“Bilmiyor-” Çınar ellerini sıkılaştırdı. Ya ölecekti ya da söyleyecekti. Ölüm korkusuna dayanamayan adam bildiklerini söylediğinde Çınar yumruğunu yüzüne geçirmişti. Adamın ağzından çıkan haykırışı kimse umursamadı. “Seni daha sonra sikeceğim!” diye gürledikten sonra adamın karnına sert bir tekme attı. Yerde iki büklüm olan şerefsize arkasını dönerek jeepine doğru sert adımlarla ilerlemeye başladı. Devrim, Eymen’e gözleriyle bir işaret verdi. Bu işaret etrafa göz kulak alması için verilmişti.
Çınar’ın arkasından ilerlerken önünü Leyal kesti. “Geleyim mi, komutanım?” diye sormuştu kadın. Devrim kafasını iki yana salladı. “Asuman’la karargaha geçin, orada size ihtiyacımız olacak. Barış’a da haber ver, bizden önce hareket etti. Bir şansımız olabilir.” Leyal, komutanına baş selamı verdi. “Emredersiniz.” Devrim, Leyal’in yanından geçerken derin bir nefes aldı ve böylelikle kokusuyla kendini ödüllendirdi. Şimdi ise sıra timine yeni girmiş olan delinin teki adamı zapt etmekteydi. Kolay olmayacaktı, kardeş kaybetmenin ne demek olduğunu iyi bilirdi. Jeep hareket etmeden kendini sağ koltuğa atmayı başardı.
Her şeyi sulu gözlerle izleyen Lavin kollarını birbirine sardı. Kalbi delicesine atıyor, korku tüm zerrelerine karışıyordu ve içinden sürekli aynı şeyi tekrar ediyordu. “Özür dilerim.” Bu özür ablasınaydı ama artık ablası onu duyamayacak kadar uzaklıktaydı.
O sırada Kübra neler yapabileceğini düşünüyordu. Hiçbir şey yapmadan öylece bekleyemezdi. Sınırlarını aşacak belki de asla yapmam dediği şeyleri bile göze alacaktı. İlk aklına gelen üniversiteden tanıdığı ve şu an Antep’te savcılık yapan Emir oldu. Telefonunu çıkartarak numarasını tuşladı ve kulağına yasladı. Telefon ikinci çalışta açıldı. “Kübra Hanım?” diye sorguladı karşı taraf.
“Seyfi Ilgazoğlu’yla görüşeceğim.”
“Ne?” Emir söylenilenleri algılayamamıştı çünkü o adamın fiilen dosyası kapanmıştı ve özel bir hücreye gönderilmişti. “Şu an bu mümkün değil, Kübra.” Dedi resmiyeti bırakarak. Ki zaten resmiyeti bırakmak için can atıyordu. Kübra’nın kendine karşı olan uzaklığı her defasında canını sıkıyordu. Eskiden de şimdi de.
Kalbi ağzında atan kadın kaşlarını çattı. “Eğer beni o adamla görüştürmezsen yaptığın tüm pislikleri ortaya dökerim ve yemin ederim hiçbir bok yapamazsın.” Normalde asla kullanmayacağı bir üsluptu bu ancak umurunda değildi. Hangi yolu denemek zorunda kalırsa kalsın o yolun sonunu görmeden durmayacaktı.
“Ne yapmışım kızım ben?!” diye sordu karşı taraf panikle. Kübra’nın dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. “Eğer beni Seyfi’yle görüştürmezsen yapmış bulunacaksın.”
“Beni tehdit mi ediyorsun?”
Genişçe gülümsedi ve eski haline döndü. “Nasıl anlamak isterseniz, Emir Bey.” Dedi. Emir, sert bir nefes verdi. Kübra’yı üniversite yıllarından tanıyordu ve ne kadar zeki olduğunu çok iyi biliyordu. Eğer bir şeyi yaparım derse yapardı. Kimsenin de gözünün yaşına bakmazdı. Suçlu veya suçsuz fark etmezdi.
“Ayarlamaya çalışacağım.”
“Çalışma! Ayarla!”
“Kübra bak-” Gereksiz kelimeye gelemezdi. “Gönderdiğim konuma bir ekip istiyorum. Ayrıca bir saat içinde bende karakolda olacağım. Anladınız mı Emir bey?”
“Anla-” Telefonu kulağından çekerek kapattı. Asuman, Leyal’e gitmeden önce Kübra’nın yanına yaklaştı. “Bir şey öğrenirsen bize de haber ver.” Dediğinde Kübra kafasıyla kadını onayladı. “Albayınızla iletişime geçeceğim.” Dediğinde Asuman Kübra’yı onayladı ve Leyal’le arabaya geçtiler. Diğer askerler Barış’la birlikte yola çoktan koyulmuştu. Kübra, topuklu ayakkabılarının üzerinden dönerek Lavin’e odaklandı. İki adımda kızın önünde durdu ve yüzünü baştan sona inceledi.
“Suça yardım ve yataklıktan seni gözaltına aldıracağım.” Dedi acımasız bir tonlamayla. Lavin, hıçkırdı ama karşı gelecek bir şey söylemedi. Cezayı hak ettiğini biliyordu. Yaptığını kendi bile affetmeyecekti. Burnunu çekerek Kübra’nın gözlerinin içine baktı. “Tek bir şey istiyorum.” Dedi, sesi hâlâ titriyordu. “İstediğiniz her şeyi yapacağım ama lütfen Volkan’ı da bulun. Durumu çok kötüydü.” Hıçkırdı. “Ölebilir. Lütfen onu da bulun. İstediğinizi yaparım.”
Kübra burnundan sert bir nefes verdi. “Nil, için bu kadar endişelenmiyorsun.” Dedi ve karşısındakine küçümseyici bir bakış attı. İçten içe Lavin’in durumuna üzülse de onun için önemli olan Nil’di. Bu dünya böyle bir yerdi. Herkes kendi için önemli olanı düşünürdü. “Ve ne var biliyor musun? Nil, böyle bir durumda kalsaydı kendini harcardı ama seni harcamazdı.” Kızın bir şey söylemesine izin vermeden sırtını döndü ve boş sokakta birkaç adım ilerledi.
Şimdi arayabileceği her yeri arayacak, yardım edebileceği herkesle görüşecekti. Üstelik bu işte parmağı olan herkesin de parmağını kıracaktı. Yeni bir telefon görüşmesi için parmağını numaraların üzerinde gezindirdi. Telefon anında açıldı.
“Sayın Savcım?” dedi karşı taraf. “Gönderdiğim adrese gelmeni istiyorum. Tüm kamera kayıtlarını ve görgü tanıklarını da iki saat içinde önümde istiyorum.”
“Ekiple mi çıkayım Savcım yoksa-”
“Yazılı izin birkaç saate çıkar ama o kadar bekleyemem. Yapman gerekeni yap, sonrası ben halledeceğim.”
“Emredersiniz.” Telefonunu kulağından çekti. O an gözleri yerdeki şerefsizin başında bekleyen Eymen’le buluştu. Zaten arkasına ne zaman dönse Eymen ve gözleriyle karşılaşıyordu. Bu durumu artık kabullenmişti ve garip hissettiriyordu. Her zaman adamın arkasında olduğunu bilmek alışmaması gereken bir şeydi. Eymen’in kadını çok tanıdığı söylenemezdi. Görev için yanındaydı ama zaman geçtikçe kadına karşı duyduğu hayranlık artıyordu. Belki de bu hayranlık değildi. Daha başka bir şeydi.
Ve eğer düşündüğü şeyse başına büyük bir dert açılırdı.
🪷
NİL
Soğuktu. En küçük zerreme kadar üşüdüğümü hissediyordum. Bedenim titriyordu. O kadar titriyordu ki sanki bir nöbet geçiriyordum. Gözlerimi daha sıkı kapattım. Kollarımı kendime doladım ve dizlerimi göğsüme doğru çektim.
Soğuk bir betonun üzerinde uzanıyordum. Eklemlerim tutulmuştu, ne kadardır burada uzandığımı bilmiyordum ama gözlerimi açmaya korkuyordum. Karşılaşacağım manzaradan korkuyordum. Bilimcimi bulalı çok olmamıştı ve o andan itibaren hissettiğim tek şey soğuktu. Derin bir nefes çektim içime. Zihnimden olup bitenler geçti. Abim, yaptığım tatlıyı yememişti. Yine. Ve yine yükseldiğim yerden dibi çakılmıştım.
Lavin.
Dişlerimi birbirine bastırdım. Zorunda kalmıştı, bunu anlamıştım ama kendime yediremiyordum. Tek umduğum şey abimlere haber vermesiydi. Vermiş olmalıydı. Olmuş olsundu. Ben ona hiçbir şey yapmamıştım. O bana niye bunu yapıyordu?
Düşüncelerimi abime yoğunlaştırmaya çalıştım. Ben, abimin kardeşiydim. Bu yerden kurtulmayı başarırdım. Başaramasam bile abim beni kurtarırdı. Gelirdi. Bu sefer o gelirdi. Biliyordum. Beni burada bırakmazdı.
Göğsüm kuş gibi çırpınırken kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Kendimi bırakamazdım. Dik durmam gerekiyordu. Benim ölümcül bir hastalığım vardı ve ölmek istemiyordum. Her ne kadar bunu belli etmesem de 24 yaşında bir avukattım. Başım bir sürü kez derde girmişti, bu da onlardan birisiydi. Evet, kurtulabilirdim.
Sıkıca kapatmış olduğum gözlerimi açtım. İlk karşılaştığım şey kirli ve graffitilerle dolu bir duvar oldu. Ellerimle soğuk betondan destek alarak yavaşça bedenimi doğrulttum. Kimse yoktu. Hücre gibi küçük bir odadaydım. Pencereler sağ taraftaydı ama onlara pencere denmezdi. Tavanın hemen altında duvarla bütünleşen yerde kafamın dahi girmeyeceği bir büyüklüktelerdi. Baştan sona yatay bir şekilde tüm duvarı kaplıyordu. Sabah olduğunu oradan içeriye giren ışıktan anlayabilmiştim.
Kaç saattir uyuyordum acaba? En son hatırladığım kadarıyla saat gecenin on birini geçiyordu. Sonra her şey karanlığa gömülmüştü. Barış, Kübra ve diğer asker abiler, hepsi oradaydı. Yokluğumu fark etmiş ve beni arıyor olmalıydılar. Evet, burada ölüme terk edilmeyecektim. Yalnız değildim. Abim vardı, Barış vardı, Kübra vardı. Asuman, Mesude, Mirza hatta Devrim abi bile vardı. Kurtulacaktım.
Biraz daha destek aldım ve tamamen ayağa kalkmaya çalıştım. Bunu yaptığım an dudaklarımdan minik bir inleme peyda olmuştu. Saatlerdir hareketsiz kalan bedenim direnç gösteriyordu.
Kendimi zorlamadan daha yavaş bir şekilde ayağa kalkmayı başardığımda gözlerimin önü karardı. Çok uzun sürmedi ama burada fazla savunmasız hissettiğim için tekrar bayılacağımı sandım. Bilincim yerinde değilken bana her şeyi yapabilirlerdi. Güçlü durmak zorundaydım. Bedenen de zihnen de.
Üzerimi kontrol ettiğimde en son giydiğim kıyafetlerimle olduğumu fark etmiştim. Siyah tayt ve siyah hoodie kazak vardı. Evden çıkarken üzerime ceket alamamıştım ve sadece terlik giyebilmiştim. Burası çok soğuktu. Kollarımı birbirine dolayarak üşümemi gidermeye çalıştım ama nafileydi.
Herhangi bir ses duymaya çalıştım fakat bu konuda da başarılı olduğum söylenemezdi. Kapının olduğu tarafa ilerleyerek kulağımı kapıya yasladım. Tek çık çıkmıyordu. Beni nereye getirmişlerdi böyle? Daha da önemlisi benden ne istiyorlardı?
Demirden eski kapının kulpuna uzanarak açmaya çalıştım ama kilitliydi. Zaten açık olduğunu da düşünmüyordum ama denemek zorundaydım. Her yolu. Birkaç dakika olasılıkları düşündüm. Abim benim yerimde olsaydı ne yapardı? Muhtemelen kapıyı omzuyla kırar dışarda gördüğü her adamı da zorlanmadan indirirdi ama benim böyle bir şansım ne yazık ki yoktu.
Yüzleşmekten başka çaremin olmadığını fark ettiğimde kalbimin atışı hızlandı. “Hadi, Nil. Yapabilirsin.” Yumruğumu kaldırdım ve önünde durduğum kapıya birkaç kez vurdum. Sessizlikte yayılan tok ses yüzümü buruşturmamı sağladı ama durmadım. “Ne istiyorsunuz benden?!” diye bağırdım herhangi bir tepki alabilirim umuduyla. Kapıya yumruğumu vurmaya devam ettin. “Çıkarın beni buradan! Kimse yok mu?!”
Kapıdan benden bağımsız bir ses duyulduğunda adımlarım hızlı bir şekilde geri çekildi. Gidebileceğim yere kadar geriledim. Sırtımı duvara yasladığım sırada kilit sesi duyuldu ve menteşelerden çıkan cızırtı kulaklarımı acıttı.
Karşılaştığım yüz gözlerimin kocaman açılmasını sağladı. “Sen…” diyebildim şaşkınlıkla, sonrasına dilim dönmedi. Bana genişçe gülümsedi, içeriye girdi ve kapıyı ardından kapattı. Nefeslerimi kontrol altına almaya çalıştım ve omuzlarımı dik tuttum. “Ne yapmaya çalışıyorsun sen?!” dedim gür bir ses tonuyla. “Ne istiyorsun benden?!”
Karşımdaki adam Cahit’ti. En küçük amcam olan. Çocuğu Mahir’i öldürdüğüm Cahit’ti. “Günaydın yeğenim.” Dedi mutlu bir şekilde. Gözlerimi kırpıştırdım. “Ben de uyanacağın anı dört gözle bekliyordum.” Kelimelerinin üstüne bir kahkaha patlattı.
Onun bu tavrına aldırış etmedim. “Böyle bir şeye nasıl cüret edersin?” dedim hâlâ inanamayarak. Onlardan defalarca ifade alınmıştı ve sonrasında serbest bırakılmıştılar. Olaylarla hiçbir alakaları görünmüyordu. Belki de Mahir’i öldürdüğümü öğrenmişti ve intikam istiyordu. Bu da bir seçenekti.
“Uzun zamandır planladığım bir şeydi.” Dedi pişkinliğine devam ederken. “Baya uğraştırıcı oldu gerçi ama sonuçta oldu.”
“Bu yaptığın yanına kalmaz! Bırak beni yoksa-” Gür sesiyle sözümü kesti. “Daha yeni buluştuk yeğenim nereye bırakıyorum? Hem uzun uzun sohbet edeceğiz seninle.” Kaşlarımı çattım. En başından beri bu adamda beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Ses tonu öylesine içimi rahatsız ediyordu ki o konuştuğunda yüzümü buruşturmak istiyordum.
Tüm öfkemle bağırdım. “Ne istiyorsun benden manyak herif?! Kimsin sen?!”
“Sana tavsiyem yeğenim, bana sesini yükseltmemen. Aksi takdirde ilerleyen saatlerde çıkarabileceğin bir sesin olmayacak.” Dedi. Bu kelimelerde ne kadar ciddi olduğunu gözündeki dönmüş bakıştan anlayabiliyordum. Üzerine gidersem ters teperdi, mantıklı olmalıydım. Gerçi böyle bir durumda nasıl mantıklı davranılırdı?
Amcam beni kaçırmıştı.
Kolunu kaldırdı ve saati kontrol etti. “Yemek yemen gerekiyor sanırım.” Kafasını kaldırmadan gözlerini gözlerime sabitledi. “Zavallı abimin zavallı hastalığına sahipsin. Krize girip ölebilirsin, değil mi yeğenim?” Sert bir nefes verdim ve dişlerimin arasından konuştum. “Ben senin hiçbir şeyin değilim! Soyunuz sopunuz kurusun! Şerefsizler!”
Genişçe gülümsedi. “Sen de benim soyumsun.” Dedi, iğrendim o an kendimden. Böyle iffetsiz bir kanı taşıdığım için iğrendim. “Sizin soyunuz kuruyacaksa ölmeye razıyım.” Dediğimde güldü. “Bu gidişle zaten öleceksin.” Dedi ve arkasını dönerek kapattığı kapıyı açtı. “Hey!” diye seslendim. “Bana bir açıklama yapmadan nereye gidiyorsun?! Söylesene, ne istiyorsun?!” Duymazdan geldi ve kapıyı sertçe çekerek hücreden çıktı.
Çıktığı kapıyı birkaç kez yumrukladım ama bir faydası olmadı. Delirecektim şimdi. Ben neyin içine düşmüştüm böyle? Bunlar nasıl insanlardı? Oflayarak saçlarımı geriye doğru itti. Titreyişlerim artıyordu ve bu titreyişlerin artık yalnızca soğuktan olmadığını biliyordum. Buradan çıkmak zorundaydım ama nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum. Beynim duracaktı şimdi stresten.
“Çıkar beni buradan!!” diye bağırdım gür bir ses tonuyla. “Abim bu yaptığını yanına bırakmaz! Duydun mu?! Yol yakınken vazgeç! Derdin ne bilmiyorum ama bu yolun sonu çıkmaz Cahit! Adam kaçırmak kaç yıldan başlıyor biliyor musun?! Seyfi’nin yanında sonsuza dek ışık görmeyecek bir hücrede mi yaşamak istiyorsun kalan ömrünü!?” Kapıyı tekmeledim. “Sana diyorum! Akıl hastası!”
Nabzım gittikçe yükseliyordu ve bu tehlikeliydi. Şu an bir sinir krizi geçiremezdim. Sakin olmalıydım, sakin olmalıydım. Derin derin nefesler alıp verdim. Bu adamın insafına kaldığıma inanamıyordum. Uzun zamandır planladığım bir şeydi, demişti. Ne kadar uzun zamandan bahsediyordu? Oğlunu benim öldürdüğünü bildiğini sanmıyordum çünkü eğer öyle olsaydı beni bence çoktan öldürmüş olurdu. Amacının başka bir şey olduğuna emindim ve o amaçta Mahir de vardı. Evlilik teklifi aldığım gece beni götürmeye çalışmıştı bu da demek oluyordu ki Mahir Seyfi’ye değil Cahit’e çalışıyordu. Ya da ikisi de Seyfi’ye çalışıyordu.
Birkaç kez odada sağa sola yürüyüp durdum ama en sonunda yine soluğu kapının önünde aldım. “Cahit! Sen var ya sen, beş para etmez adamın tekisin! Senin sonun oğlunun yanı orospu çocuğu!” Sert bir nefes verdim. Anlık bir rahatlama gelmişti ama kapıdan duyduğum sesle bu çok uzun sürmemişti.
Sertçe açılan kapıyla geriledim. İçeri gelen Cahit değildi. Daha önce hiç görmediğim bir adamdı. Üstü başı pisti, değişik bol bir pantolon giyiyordu ve koluna bir tüfek asmıştı. Adam üzerime doğru yürüdü ve daha ne olduğunu anlayamadan kendimi yerde buldum. Acı sonradan geldi. Bana vurmuştu. Elimi yanan yanağıma yasladım. Acımıştı. Of, çok acımıştı.
“Dilen hakim gelmezsen seni susturmasını bilirik he.” Dedi adam ve bir şey söylememi beklemeden hücreden çıktı. Kilit sesini duydum. Dolmaya başlamış gözlerimi kırpıştırdım ve yerden destek alarak oturur pozisyona geldim. Bir elim hâlâ acıyan yanağımdaydı. Duvarın köşesine doğru sindim ve dizlerimi kendime doğru çektim.
Acımıştı.
Ağlamamak için kendimi zor tuttum. İçimden bir ses bunun daha başlangıç olduğunu söylüyordu. Buradan gitmek istiyordum. Gözlerim parmağımdaki nilüfer motifli yüzüğe kaydı. Bu bataklıktan çıkabilecek miydim?
Dakikalar hatta saatler geçti. Hava kararmaya başlıyordu. İçeri aydınlatan küçük pencerelerden bunu görebiliyordum. Geçen zaman boyunca yerimden kıpırdamamıştım. Zaten kıpırdayacak halim de kalmamıştı. Terleyen alnımı elimin tersiyle sildim. Başım ağrıyordu, durmadan terliyordum ve bu daha çok üşümemi sağlıyordu. Şekerim düşüyordu. Kısa süre içinde bilincimin kaybolacağına emindim. Bu yerde uyumak bile istemiyordum ve eğer bilincim giderse geri gelmeyeceğinden korkuyordum.
Bu şerefsizler benim için uğraşmazdı. Burada zaten resmen ölüme terk edilmiştim. Ölmek istemiyordum ama o köpeklere yiyecek bir şeyler için de yalvarmaya gönlüm razı gelmiyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım. “Abi…” kelimesi döküldü dudaklarımdan. “Ne olur bana geç kalma abi.”
Kafamı dizlerime yasladım. O sırada duyduğum adım sesleri kaşlarımı çatmamı sağladı. Saatlerdir ses çıkartmadığım için öldüğümü düşünmüş olabilirlerdi. Kapının kilidi açıldı ve bana tokat atan herif içeri girdi. İçimde muazzam bir kin büyüdü. Bana attığı tokadın hesabını ona soracaktım. Nasıl sorardım bir fikrim yoktu ama yanına kalmayacaktı.
Üzerime doğru yürüdü. Önümde durduğu an eğilerek kolumu tutmasıyla yerimde debelendim. “Bırak beni!” Söylediklerim bir işe yaramadı. Zorla ayağa kaldırıldım. “Yürü.” Dedi sadece. Normalde direncim kolay kırılmazdı ama şu an direnecek halimin olduğunu söyleyemeyecektim. O kadar yorgun ve bitkin hissediyordum ki bu yüzden bu hastalıktan bir kez daha nefret ettim.
Adam tuttuğum kolumu bırakmadan yürüme başladı. Adeta beni sürüklüyordu. Kolumu bıraksa yere düşerdim. Yürüyecek halim bile kalmamıştı. “Nereye götürüyorsun beni?” diye sordum zar zor. Cevap vermedi ama odadan çıktığımız için içten içe sevinmiştim.
Kaldığım hücre depoyu andıran bir yere inşa edilmişti. Orta alanda kocaman bir alan vardı ve bir soba yanıyordu. Cahit, sobanın yanına yerleştirilmiş koltuğa oturmuş önündeki sehpadaki yemeklerden yiyordu. Beni sürükleyen adam tam onun önünde durduğunda zorlukla yutkundum. Burnuma dolan yemek kokusu gözlerimi kısaca kapatmamı sağladı. Şerefsiz, bilerek yapıyordu.
“Ağam, getirmişem.” Dedi yanımdaki herif. Ağası adama eliyle bir işaret verdiğinde kolumu bırakmış ve geri çekilmişti. Bu alanda arkamdaki herif gibi olan sekiz adam sayabilmiştim. Hepsinde tüfek vardı. İki tanesi çıkış olduğunu düşündüğüm demir kapının önünde bekliyordu. Diğerleri gelişigüzel dağılmıştı.
“Yeğenim iyi dinlenebildin mi?” Yumruklarımı sıktım. Bedenimi ayakta tutmak o kadar zordu ki ama bu adamın karşında eğilmeyecektim. “Sana yemek hazırlattım.” Dedi ve gözlerimin içine baktı. “Bilirsin bizde misafire hürmet adettendir.”
Abimin söylediği bir şey geldi aklıma. Senin gelmişini geçmişini sikeyim. Evet, tam olarak karşımdaki adama duyduğum hisler bunlardı. “Ne istiyorsun benden?” diye sordum dişlerimin arasından. Artık neden burada olduğumun cevabını almak istiyordum. “Önce bir otur, karnını doyur yeğenim. Ölmeni istemem ya da zavallı abim gibi felç kalmanı.” Karşısındaki koltuğu gösterdi. İçimden ortalığa yakıp yıkmak geçse de bunca silahlı adamın içinde hiçbir şansım yoktu. Üstelik o hücre çok soğuktu ve buradaki soba cayır cayır yanıyordu. Birazcık ısınmaktan zarar gelmezdi.
Cansız adımlarla Cahit’in karşısındaki koltuğa oturdum. Saatlerdir betona maruz kalan bedenim yumuşak koltuğu yadırgadı. “Korkma.” Dedi gözlerimin içine bakarak Cahit. Sonra ortadaki yemekleri gösterdi. “İçinde zehir yok.”
Dudaklarım şaşkınlıkla birbirinden ayrıldı. “Sen…” gözlerimi kırpıştırarak fark ettiğim olayı sindirmeye çalıştım. “İlacımı zehir katan sendin!” Söylediğimle genişçe gülümsedi. Nasıl anlamamıştım ki? Zaten ne olduysa bu uğursuz herif ve ailesi geldiği günden sonra olmaya başlamıştı. “Zekisin.” Derken yüzünde bir beğeni vardı. “Bana çekmişsin.”
“Allah korusun.” Dedim o an yüzüne bakarak. Söylediğimden hoşlanmasa üzerinde durmadı. Bu adamın benimle derdi başkaydı. Mahir’i benim öldürdüğümü bilmediğine artık emindim. “Neden yapıyorsun bunu?” diye sordum büyük bir merakla. “Ne istiyorsun sen benden?”
İçine derin bir nefes çekti. Onunla aynı havayı solumak bile midemi bulandırırken karşı karşıya oturmak nasıl dayanılmaz bir şeydi anlatamazdım. “Konuşulacak çok meselemiz var yeğenim ama bu gidişle senin vaktin kalmayacak.” Ortadaki içinde yemek dolu olan tabağı önüme doğru itti. “Yemeğini ye.”
Yutkundum ve tabağın içine baktım. Ne olduğunu bile bilmiyordum bu şeyin. Hem içine zehir koymuş olabilirdi. Yine ayaklarımı hissetmeyecek olma düşüncesi katlanılamazdı. “Yemem ben bunu!” dedim yüzümü buruşturarak. Omuzlarını kaldırıp indirdi. “O zaman geberip gidersin.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Ayağa kalkarak yukardan yüzüme baktı. “Seçim senin.”
Bana arkasını döndü ve adamlarına doğru gitti. Orada onlarla girdiği muhabbeti duyamasam da üç tane adamın etrafımı çevrelemesiyle tahmin etmek zor değildi. Kapıdan çıkarken yüksek sesle konuştu. Arkası dönüktü. “Geri döndüğümde seni sağlam bulmak istiyorum. Sonuçta meselemize taa annenden başlayacağız.”
Ayağa kalktım. “Ne diyorsun sen be?!” diye bağırdım ve ona doğru ilerlemeye kalktım ama önümü kestiler. Cahit de zaten kapıdan çıkmış ve gözden kaybolmuştu. Yine de duyduklarım içimi kemirmişti. Bir lağım faresi atmıştı sanki kurduğu tek cümleyle içime. Şimdi o fare ben tükenene kadar içimdeki her şeyi kemirecekti. “Senin annemle alakan ne?! Bana bir açıklama yapmak zorundasın! Buraya gel!” Sesim depoda yankılandı. Arkasından gitmeye yeniden kalkıştım ama önümde duran adamlardan biri kolumdan tutmuş ve beni az önce oturduğum koltuğa resmen savurmuştu. “Yavaş ol hayvan!” diye bağırdım önüme gelen saçlarımı geriye iterek. “Yemeğini yiyesen.” Dedi.
Yumruklarımı sıktım. Çıldırmak üzereydim. Gerçekten. Çevremde bir sürü tanımadığım silahlı ve tehlikeli adam vardı. Bakışları hiç normal değildi, sanki hepsi beni gözüyle soyuyordu. Ürperdim. Hiçbiriyle göz göze gelmemeye çalışarak önümdeki tabağa baktım.
Midem bulanıyordu.
Midem çok bulanıyordu.
Terleyen alnımı elimin tersiyle sildim. Genzimde hissettiğim yanma çaresizliğimin bir işaretiydi. Ölmek istemiyordum. Ölmek istemiyordum! Abim ve Barış beni bulana kadar vakit kazanmam gerekiyordu. Tabakta duran o şeyi yemekten başka şansım yoktu.
Avuçlarımla yüzümü kapattım. Tanrı’m nasıl bir sınavdan geçiyordum ben böyle? Yemem hastalığım açısından doğru olandı ama o şizofren manyak yemeğin içine zehir katmış olabilirdi. Bir kez yapmıştı yine yapardı.
Kendimi sakinleştirmeye çalıştım ama olmadı. Yüzümdeki ellerimi indirdim ve tabağa yeniden göz attım. Ben buraya gelirken o adam bu şeyden yiyordu. Her neyse kendi tabağına bundan koyduğunu görmüştüm. Zehir olsaydı bunu yapmazdı değil mi?
Burnumu çektim. Kendimi daha önce hiç bu kadar kötü hissettiğim bir an olmamıştı. Aslında olmuştu, o da abimin bana ben senin abin değilim dediği zamandı ama çok başka bir meseleydi. Şimdi, o herife muhtaçtım ve çaresizliğim her geçen saniye daha çok titreyen ellerimle kendini gösteriyordu.
Elimi kaldırdım ve sehpanın üzerindeki çatala uzandım. Lakin bunu yapmak midemi daha çok bulandırdı. Çatal pisti. İğrenerek çatalı geri bıraktım. Ağlamamak için kendimi sıktım. Yemek yemek zorundaydım ve bu durumdan nefret ediyordum. Şu an her şeyden herkesten o kadar nefret ediyordum ki ölmeyi umursamadım.
Sonra abimle yaşayamadığımız yıllar geldi gözümün önüne. Daha yeni birbirimizi bulmuştuk biz. Bu kadar çabuk mu ayrılacaktık? Barış'la evlenecektim... bir ailem olacaktı. Kafamı hızlıca iki yana salladım.
Ölmek istemiyordum.
Yemeği elimle yesem midem daha çok bulanırdı bu yüzden kafamı kaldırdım ve bana yakın olan adamlardan birine baktım. "Bana temiz çatal verin." Dedim aksini iddia edemeyecekleri bir tonlamayla. "Eğer ölürsem beni aylardır ele geçirmeye çalışan o adama hesap vermek zorunda kalırsınız! Temiz çatal istiyorum!"
Yüzsüz herif yüzüme baktıktan sonra kafasıyla bir başkasına işaret verdi. İşaret verdiği adam bir kapıdan çıktı, birkaç saniye sonra elinde getirdiği çatalı masama sertçe bıraktı. Umursamadım ve elime alıp çatalı kontrol ettim.
Tamam, temizdi. Adam kenara doğru çekilirken ona kötü kötü bakarak önüme döndüm. Yeterince derdim yokmuş gibi bir de bu biçimsizlerin bakışlarına katlanmak zorunda kalıyordum. Çatalla tabaktaki yemekle biraz oynadım ve içinde ne olduğunu anlamaya çalıştım ama lapa gibi bir şeydi. Üzerinde yoğurt ve kıyma vardı. Bu yemeği sanki fotoğraflarda görmüştüm. Küçül bir lokma aldım ve ağzıma götürdüm. Bismillah çekerek yediğimde yüzüm buruştu.
Zoraki bir şekilde birkaç çatal daha yedim ama devam edemedim. Midem bulanıyordu. Yemek belki de kötü değildi ama bu yemeği yapan kişiyi hayal etmek yeterli oluyordu. Dolan gözlerimle burnumu çektim. Yapamıyordum. Yiyemiyordum. Çok kötüydü. Tadını aldığım yoktu ama çok kötüydü işte. Çok, çok kötüydü.
Çatalı bıraktım ve yüzümü kaldırdım. "Ekmek istiyorum!"
"Çok oluyorsun. Yiyeceksen yiyesin yoksa başka bir şey yoktur!" Oturduğum yerde ayaklarımı yere vurdum. "Yiyemiyorum!" Diye bağırdığımda sesim depoda yankılanmıştı. "Ekmek verin işte!" Adamlar birbirine baktı. "Bu son isteğin olsun!" Dedi ve diyen kişi az önceki kapıya girdi. Geri geldiğinde elinde somon ekmeği vardı. Gözlerimden resmen kalpler çıkacaktı.
Ekmeği aldım ve hiç bölme gereği duymadan ucundan kocaman ısırdım. En azından bildiğim bir şeydi. Hem bu ekmeklerin içinde şeker vardı. Düşen şekerimi yükseltmeye yeterdi. Her an elimden alacaklarmış gibi hızlıca bir lokma daha ısırdım. Normalde somon ekmek tüketmiyordum çünkü benim için sağlıklı değildi ancak şu an ihtiyacım olan tek şeydi.
Birkaç lokma daha ısırdım. Fazla yersem benim için yine sorun olacaktı. Yanımda şeker ölçer de olmadığı için canım yine tehlikeye girecekti. Neyse ki kolumda pompa takılıydı. Beni 2 gün idare ederdi ama sonrasında ne yapardım bilmiyordum.
Duraksadım. O zamana kadar beni bulmuş olurlardı. Evet, bulurlardı. Sorun etmeme hiç gerek yoktu. Derin bir nefes aldım ve son kez ekmekten ısırdım. Daha fazla yemeyecektim. Yine de bir parça kopartarak çaktırmadan ekmeğin parçasını cebime koydum. Ne olacağı belli olmazdı. İki adam birbiriyle konuşuyordu. Diğer ikisi büyük kapının önündeydi. Biri ise beni kontrol ediyordu. Ekmekten yiyor gibi yaparken bakmadığına emin olduğum bir anda çatallardan birini kazağımın koluna sokuşturdum.
O sırada bir hareketlilik oldu. Kafamı kaldırarak ne olduğuna baktığımda büyük kapıdan içeriye giren adamları gördüm. En öndeki tanıdıktı. Hem de çok tanıdıktı. Kuzenim, Mustafa'ydı. Bu işlerin içinde olduğunu düşünmezdim. Mahir beni şaşırtmazdı ama kardeşi Mustafa şaşırtmıştı. Kaşlarım derince çatıldı. Oturduğum yerden kalktım. "Derdiniz ne sizin be?!" Diye çıkıştım Mustafa'ya. Benimle göz göze geldi ve arkasından gelen 3 adama bir işaret verdi. Adamlar geri çekildi ve Mustafa önüme doğru geldi.
"İyi misin?" Diye sorduğunda alayla güldüm. "O kadar iyiyim ki anlatamam! Düştüğüm duruma bak! Ne istiyorsunuz benden?! Derdiniz ne sizin!?"
"Sakin ol, Nil." Dedi, sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla konuşuyordu. "Tek yapman gereken sordukları sorulara cevap vermek. Canının yanmasını istemiyorsan bunu yapmalısın."
"Ne sorusundan bahsediyorsun, Mustafa?" Derin bir nefes çekti içine. "Sana zarar gelsin istemiyorum."
"O zaman bırakın da gideyim!" Derin bir nefes aldım. "Bak derdiniz ne bilmiyorum, anlamıyorum ama bunun doğru olmadığının sende farkındasın. Abim durumu öğrendiğinde ne olacak sanıyorsun? Ne seni ne de babanı canlı bırakır mı?"
"Kendini boşuna yorma. Otur oraya bekle." Dedi az önce oturduğum yeri göstererek. Kafamı iki yana salladım. Üzerinde manipülasyon kurabileceğimi düşünüyordum. En azından deneyecektim. "Bak ben şeker hastasıyım. Böyle yerlerde kalamam, her öğünümü saatinde yemem içmem gerekiyor yoksa ölürüm. Beni öldürmek mi istiyorsunuz?"
"Nil-" lafını kestim.
"Mustafa, ne iş yapıyorsunuz siz? Bu adamlar kim? Bursa'da işiniz yok muydu? Neden kendini bataklığa sokuyorsun, genceciksin, abin gibi mi olmak istiyorsun?" Son kelimeyi dile getirmemeliydim çünkü sinirlendi. Kolumu sertçe tuttu ve konuştu. "Abim senin sevgilin yüzünden öldü!" Diye ağırdı suratıma. Daha yüksek bir sesle karşılık verdim. "Abin yaptıkları yüzünden öldü! Bize saldırdı! Barış'ı öldürüyordu! Sadece kendimizi savunduk, öldürmek istemedik!"
Bu bir gerçekti. Barış'ı korumaya çalışıyordum. Bilerek isteyerek yapmamıştım. İçim hâlâ bu yaptığım yüzünden yanıp tutuşuyordu ama artık her şey için çok geçti.
"Nil. Sus artık." Dedi ve zorla az önce oturduğum koltuğa oturmamı sağladı. Sonra yüzüme doğru eğildi. "Birazdan buraya bir adam gelecek. Ne soruyorsa cevap vereceksin. Anladın mı?" Kafamı iki yana salladım. "Hiçbir şey söylemeyeceğim!"
"Nil!" Dedi dişlerinin arasından. "Bak o adam ne bana ne amcama ne de babama benzemez. Ölmek için yalvartır seni ama öldürmez. Eğer canının biraz kıymeti varsa dediğimi yaparsın." Yutkundum. Kimden bahsettiğine dair bir fikrim yoktu ama tehlikeli birisi olmalıydı. Hatta büyük ihtimalle emirleri o adamdan alıyorlardı. "Ona mı çalışıyorsunuz?" Diye sorduğumda sessiz kaldı. Tekrar sordum. "Ondan korkuyor musun? Bu yüzden mi her dediğini yapıyorsun?"
"Kes sesini artık." Dedi ve doğruldu. Bana uyarı dolu bir bakış attıktan sonra çevremizdeki adamlara döndü. "Kuş uçurtmayın!" Diye bağırdı. "Şehmuz, dışardaki adamların başına git. Siz karşılayacaksınız." Şehmuz denilen adam kafa onayı verdi. "Emredersin ağam." Dedi ve koşar adımlarla kapıya ilerledi.
Korkuyordum ve artık daha çok korkmaya başlamıştım. Bulunduğum depoda herhangi bir pencere yoktu. Sarı, göz yoran ışıklandırmalarla aydınlanıyordu etraf. Oldukça eski bir yer olmalıydı burası. Tavandaki birçok lamba patlamıştı. İnşaat malzemeleri bir köşeye üst üste yığılmıştı. İşime yarayabilecek hiçbir şey yoktu. Kaçmaya çalışmak saçma olurdu çünkü kapıya varamadan yakalanırdım. Başka bir şey düşünmeliydim.
Bütün adamları dikkatlice gözden geçirdim. Onlardan bana bir çıkış yolu olmazdı ama Mustafa... evet şu an ondan başka şansım yoktu.
⚖️
KÜBRA KARACA
Önümdeki arabayı takip ederek sağa döndüm. Arkamdan da iki araç geliyordu. Dünden beri Nil’den haber alamıyorduk ve içim içimi yiyordu. Kafayı sıyıracağım netti ama öncelikle işimi yapacaktım. Sonra bana olanlarla ilgilenebilirdim.
Polis araçlarından duyulan siren sesleri tüm Antep’i inletirken yanımda bir hareketlilik hissederek sağ tarafıma baktım. Oradaydı; Eymen.
Siyah bir motor kullanıyordu ve eğer gerçekçi olmak gerekirse motoru çok iyiydi. Taktığı kask yüzünden yüzünü göremesem de artık ezbere bildiğim için sorun etmiyordum. Her zamanki gibi yine yanımdan ayrılmamıştı. Dört bir taraftan Nil’i bulmaya çalışıyorduk ve ramak kalmıştı. Çınar Bey bu konuda beni şaşırtmıştı. Nil’de takılı olan pompanın sinyalini yakalamaya çalışıyorlardı ve bunun çok zaman almayacağına emindim.
Nil’i bulacaktık ve ben istiyordum ki o geri geldiğinde canını yakan herkesin bedel ödemiş olduğunu görmesiydi. Bu yüzden asla durmayacaktım. Seyfi’yle görüşmüştüm ve o şerefsiz kafamı karıştırmıştı. Söylediklerini sonra düşünme kararı alarak önüme odaklandım. Çok fazla yolumuz kalmamıştı.
Eymen, motorunu hızlandırdı ve önüme geçerek gözden kısa bir süre içinde kayboldu. Her nereye gitsem böyle bir şey yapıyordu. Benden önce varıyordu ve oranın güvenliğini kontrol ediyordu. Koruma kararını çıkartan kişiye ulaşmıştım. Kendisi Albaydı ve hayatımın hiçbir yerinde o adamla rast gelmediğime emindim. Benden tam olarak ne istediğini bilmiyordum ancak şu işi hallettikten sonraki ki ilk hedefim albay olacaktı.
İki sokağı daha geçtikten sonra arabayı yavaşlatarak park etme gereği durmadan yolun ortasında bırakarak indim. Bu araba benim değildi. Kendi arabam sanayideydi ve uzun bir süre çıkabileceğini sanmıyordum. Kolumdaki alçı çıkmıştı ama hâlâ sargıdaydı. Tamamen iyileşmesi için en az bir aya ihtiyacım vardı. Ağır şeyleri kaldıramıyor veya çok hızlı hareket ettiremiyordum ama basit şeyleri yapabiliyordum. Araba kullanmak gibi.
Arkamdaki araçlar durduğu sırada kapımı açarak dışarıya çıktım. Siyah bir takım elbise vardı üzerimde. Ceket ve siyah bileklerime kadar uzanan kumaş pantolon. Kırmızı stilettolarımla kaldırımda ilerledim ve gözlerimi karşımdaki üç katlı konağa diktim. Yapılan her şeyin misliyle bedelini ödeyecektiler. Suçlu suçlu demeyecektim ve hepsini karanlığa hapsedecektim.
Arkamda hissettiğim hareketlilikle omzumun üzerinden arkama baktım. Eymen’le göz göze geldik. Topuklu ayakkabılarıma rağmen uzundu boyu benden. Mavi gözleri siyah gözlerimle buluştuğunda garip bir his yükseliyordu göğsümden. “Kontrol ettiniz mi etrafı?” diye sordum dalga geçerek. “Biri bomba falan koymamıştır, umarım.” Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. Yüzünü hafifçe yüzüme eğdi ve konuştu. “Bu durumdan hoşlandığını biliyorum.” Dedi. Kaşlarım anında çatıldı. “Ne münasebet.”
Bu durumdan hoşlandığım falan yoktu aksine sinirlerim bozuluyordu. Altındaki işi çözemedikçe de bu şekilde hissetmeye devam edecektim. “Siz öyle diyorsanız sayın savcım.” Dedi Eymen resmiyeti önüne çekerek. Gözlerimi devirdim ve önüme dönerek konağın kapısına doğru yürümeye başladım.
Polis memurları harekete geçmek için beni bekliyordu. Önceden konuşmuş olduğum Mirza da buradaydı. İsmen Berzan’ı da tanıyordum ama şu an görünürlerde yoktu. Kafamla bir işaret verdiğimde önde duran memurlardan biri yumruğunu kaldırarak kapıya vurdu. Derin bir nefes alarak omuzlarımı dikleştirdim.
“Aç kapıyı, polis!” Gözlerim kısıldı ve kapıdan gelen hareketi bekledim. Birkaç saniye sonra yaşlı bir kadın kapıyı açmıştı. Saçları ağarmış, yüzünde yaşının getirdiği çizgiler belirmişti. Polislere bir süre baktıktan sonra genişçe gülümsedi. “Oynamaya mı geldiz?”
Kaşlarım kavislendi. Bu kadın Berivan olmalıydı. Nil’in anlattığına göre Alzheimer hastasıydı. “Kimse yok mu evde teyzecim?” diye sordu memurlardan birisi. Kadın hızlıca kafasını salladı. “Var.” Dedi uzatarak. Çocuk gibi konuşuyordu. “Var, var. Olmaz olur mu? Hepsiyle oynayacaksız?”
“Oynayacağız.” Dedim ve ileriye doğru adım attım. “Müsaadenizle.” Kadın geri çekilerek bana yol verdi. Konağın içine girdiğimde ilk olarak etrafa bakındım. Taştan ve tarihi bir havası vardı. Buraya nice para akıttıkları belliydi. Avlu boştu. Kimseyi görmemek canımı sıksa da bu çok uzun sürmedi.
“Ne oluyor?” dedi bir kadın merdivenlerden aşağıya inerken. “Ne işiniz var evimizde?” Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. İşte bana zevk verecek bir şey bulmuştum. Polislerden birisi kadına kimliğini gösterdi. “Evi arama emrimiz var.” Dedi, kadının kaşları çatıldı. “Arayamazsınız!” Diye bağırdı. Seslerden dolayı içerdekiler dışarıya çıkıyordu. Önümdeki kadın Berivan Hanıma kötü kötü baktı. “Sen mi açtın kapıyı?!” sert tonlaması kaşlarımın iyice çatılmasını sağladı. Berivan hanım ise başını eğdi.
“Kapı açılmasaydı kırardık.” Dedim kadına dik dik bakarak. “Hangi cüretle?” diye sordu üstlenerek. Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. “Devletimin bana verdiği cüretle.” Dedim ve kafamla polis memurlarına bir işaret verdi. Eve girmek için hareketlendiklerinde önümüzdeki kadın yeniden bağırdı. “Giremezsiniz!”
“Zorluk çıkartırsanız sizi tutuklamak zorunda kalırız hanımefendi.” Dedi Mirza. Bu söylenilenden korkmuş olmalı ki az önceki cesareti kırıldı. Ama yine de direnmeye devam etti. “Arama izninizi görmeden içeriye sokmam sizi!”
Sabrımı sınamak için hiç doğru bir zaman değildi. Ceketimin iç cebine katlayarak yerleştirdiğim kağıdı çıkarttım ve açarak yüzüne doğru tuttum. Kadın birkaç saniye kağıda baktı. Bir şey anlamamış olmalı ki içeriye seslendi. “Şirin! Gel şu kağıda bak!”
Zemin kattaki kapıdan genç bir kız çıktı. Kıvırcık siyah saçlı, orta boyu bir kadındı. Ki onu görünce kim olduğunu anlamıştım. Barış’a yan baktığını Nil’den öğrenmiştim ve bu da daha büyük bir nefret demekti. Profesyonelliğimi kaybetmeden elimdeki kağıdı kıza uzattım. Bir dakika boyunca kağıdı okuduktan sonra gözlerini kaldırarak bana baktı.
“Neymiş?” diye sordu yanındaki kadın, az önce bize karşı gelen kişiydi ki bu kişinin de Nuran olduğunu biliyordum. Onlar hakkında her şeyi araştırmıştım. En ince ayrıntısına kadar biliyordum ve bildiklerimi şimdi karşımda görmek kafamda her şeyin oturmasını sağlıyordu.
“Savcılıktan arama izinleri var, anne. Evimizi arayacaklar.” Nuran’ın kaşları çatıldı. Gözlerinde gördüğüm panik ilgimi çekti. Bu da bu evde sakladıkları net bir şey olduğu anlamına geliyordu. “Neye dayanarak arıyorsunuz evimizi? Kimsiniz siz?!”
“Karşınızda Cumhuriyet Savcısı var.” Dedi Mirza beni göstererek. Kadının çatık kaşları kavislendi. Bana bir süre baktıktan sonra konuştu. “Savcım biz ne yapmışız da evimizi aratıyorsunuz?”
“Öncelikle.” Dedim ve hafifçe yüzüne yaklaştım. “Sayın Savcım, diyeceksin.” Nutku tutulmuş gibi yüzüme baktı. Bir şey söylemesine izin vermeden dikleştim ve memurlara bir işaret verdim. “Bakmadığınız tek delik kalmayacak.” Dediğimde hepsi harekete geçti.
Birkaç tanesi yukarıya çıkarken diğerleri de zemin kattaki kapıya ilerledi. Merdivenlerdeki memurlara bakarken terastaki adam dikkatimi çekti. Gözlerimi kıstım ve dikilmeyi keserek yürümeye başladım. Yürürken yanımdaki polise bakmayı da ihmal etmedim. “Kapının önünde dur, kimse dışarıya çıkmayacak.” Kafasını salladı. “Emredersiniz savcım.” Dedi. Ben de odağıma geri döndüm. Merdivenleri hızlıca aşarak ilk katın terasına vardım.
Karşımda duran adam Korkut Ilgazoğlu’ydu. Yani, Nil’in babası. Üzerine doğru yürümeye başladığımda kafasını kaldırarak yüzüme baktı. “Tanıdım seni.” Dedi hafifçe tebessüm ederek. “Kızımın yanındaydın.”
“Siz neden kızınızın yanında değildiniz?” diye sordum direkt. Bu kadar açık olmamı beklemiyor olmalı ki duraksadı. “Yaptık bir cahillik.” Dedi yüzünü yere eğerek. Yaptığının cahillik olduğunu sanmıyordum, her ne yapıldıysa kasten yapılmıştı. “Pişmansınız yani?” dedim sorgulayarak.
Kafasını biraz daha yere eğdi. Elinde olsa yerin dibine sokacaktı sanki. “Allah canımı alsaydı da yapmasaydım.” Dedi beklemediğim bir tonlamayla. Sesi acı çekiyor gibi çıkmıştı. Ama ona acımıyordum aksine şu tavrı iyice sinirlerimi oynatıyordu. “Keşke.” Dedim söylediğini baz alarak. Kafasını kaldırarak bana baktı.
“Herkes yanlış yapar.” Dedi, gözleri dolu doluydu. Benden bir onay almak için can atıyor gibiydi. Sanki hayatındaki her şey buna bağlıydı. “Sizin yaptığınız bir yanlış değildi, Korkut Bey. Bir seçimdi.” Kafasını iki yana salladı. Konuşmak için dudaklarını araladı ama izin vermedim. “Masum olmadığınızı biliyorum. En az abiniz kadar suçlusunuz ve ben bunu zevkle ortaya çıkartacağım.”
“İsteyerek olmadı!” Dedi ağlamaya devam ederken. Onu zavallı bir mahlukattan başka bir şey olarak görünmüyordum. Nil’in babası olması bile bunu değiştirmiyordu. Zaten baba denilen şeyin ne zaman doğrusunu görmüştük ki şimdi görelim? Şansımız yoktu bu konuda. Ne Nil’in ne de benim.
“İsteyerek yapmadığınız her şeyin bedelini ödeyeceksiniz ve inanın bana hapse girmenize felçli olmanız da engel olamayacak.” Dedim ve ona son kez iğrenir gibi bakarak arkama döndüm. Döner dönmez Eymen’le burun buruna geldiğim için anlık duraksamıştım.
Bir de bu huyu vardı. Varlığını bazen belli ediyordu ama bazen karda yürüse izi çıkmaz dedikleri şeyi yapıyordu. Onunla şimdi kavga edemeyeceğim için bakışlarımla sinyallerimi gönderdim ve yukarıdaki kata çıkmak için yanından geçtim. Ardımdan gelmeye başladı. Onu yok saymaya çalışarak işime odaklandım.
Yukarıya çıktığımda tek bir kapı karşıladı beni. Polisler henüz bu kata gelmemişti. Kapıya uzanarak açtım ve içeri girdik. Klasik bir odaydı ama dikkatimi bir şey çekti. Yatağın üzerinde duran polis şapkası. Kaşlarım kavislendi. Bu oda Çınar beyin olmalıydı. Yani Nil zamanında bu odada kalıyordu. Eğildim ve polis şapkasını elime aldım.
Bunun fotoğrafını Nil farklı açılarla çekerek bana atmıştı. Barış Bey’in verdiğini biliyordum. Normalde Nil böyle özel şeyleri unutmazdı ama bunu unutmuş olmalıydı. Bu da demek oluyordu ki göründüğünden daha kötü bir haldeydi. Nil’i tanıyordum. Tanıdığım senelerde ona bir sürü hediye alma fırsatım doğmuştu ve o hepsini saklıyordu. Çocukken verdiklerimi bile.
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kısaca kapattım. Kim bilir ne haldeydi şimdi?
Dişlerimi birbirine bastırdım. İşimde duygusallığa yer yoktu. Bunu Nil’e geri götürecektim. Çantamı açarak içine koyacağım sıra Eymen sordu. “Neden yanına alıyorsun?” Normalde delilleri bulgu poşetine koyardık. Bu bir delil değildi ve direkt çantama yerleştirdiğim için merak etmiş olması normaldi. “Nil’indi.” Dedim.
“Onu bulacağız.” Dedi önüme doğru gelerek. Gözlerimi kaldırarak gözlerinin içine baktım. Bu söylediğine inanıyordum. “Biliyorum.” Dedim net bir şekilde. Beni korkutan şey bu değildi. “Ama nasıl bulacağımız önemli.” İç çektim. “Her geçen saniye onun için daha da tehlikeli bir hal alıyor.”
Lanet bir hastalığı vardı ve dünden beri bir şey yememişse krize girmiş olabilirdi. Bu çok kötü olurdu çünkü o şerefsizlerin Nil’i hastaneye götürmeyeceğine emindim. Eymen kollarımdan nazikçe kavrayarak yatağa oturmamı sağladığında ona merakla baktım. “Bak,” dedi yüzünü yüzüme yaklaştırarak. Nefesini hissediyordum. “Akkızıl, görüp görebileceğin en iyi timlerden birisidir. Timdeki herkes profesyonel bir eğitime sahip. Hepsinin şu an tek hedefi Nil. Ve onu bulacağız. Eğer, Nil’i öldürmek isteseydiler bunca zahmete girmezdiler. Tamam mı?”
Mantıklı düşünürsem doğru söylüyordu. Amaçları farklı olmalıydı. Ama o amaç Nil’in canını yakıyorsa, onu korkutuyorsa, bizden ayrı düşürüyorsa tüm dünyayı karşıma alabilirim demekti. “Nil’i bulduğumuzda ona destek olmak istiyorsan biraz nefes almak zorundasın.” Kafamı iki yana salladım ve beni oturttuğu yataktan kalktım. “Yapabileceğim her şeyi yapmak zorundayım.” Diyerek yanından geçtim ki kolumdan tuttuğu için durdum.
“Kübra, dünden beri uyumuyorsun.”
Omuzlarımı kaldırıp indirdim ve gözlerine baktım. “Sen de uyumuyorsun.”
“Neden acaba?” Benim yüzümdendi, biliyordum. Dün doğru düzgün bir yere oturduğum bile söylenemezdi. Karakoldan adliyeye, adliyeden karakola, oradan karargaha derken zamanım olmamıştı. “Madem bu durumdan şikâyetçisin öyleyse beni takip etmekten vazgeç.” Dedim dik dik yüzüne bakarak. “Mümkün dahilinde değil.”
“Nedenmiş?”
Yüzüme eğildi. Neredeyse burnu burnuma değecekti. “Çünkü sen benim emanetimsin.” Söylediği gözlerimi kırpıştırmamı sağladı. İlk kez böyle bir şey söylüyordu ve ses tonu içimi çepeçevre sarmıştı. “Bu…” duraksadım. “Bu da ne demek oluyor?”
Sustu.
Her zaman olduğu gibi.
Sustu.
Gözlerinin içine birkaç saniye daha baktım ve kolumu elinden kurtararak yanından geçtim. Susmasından nefret ediyordum. Asıl nefret ettiğim ise her şey hakkında konuşabilecek bir mizacı olup sorduğum sorulara sessiz kalmasıydı.
Kapıdan çıktım. Bu kapı girdiğim kapı değildi ve evin iç tarafına bağlıydı. Karşımdaki kapının önünde bekleyen iki polise baktım. “Ne oluyor?” diye sorduğumda ikisi de bana taraf döndü. “Savcım, bu kapı kilitli.” Tek kaşım kavislendi. “Anahtar?”
“Anahtar yokmuş.”
Kaşlarımı çattım ve kapıya baktım. “Kırın.” Dedim net bir şekilde. Beni kafalarıyla onayladılar. “Koç başını getireyim.” Dedi polislerden birisi merdivenlere yönelerek. O sırada arkamdan bir ses yükseldi. “Gerek yok.” Demişti. Ona çıkışmak için hareketleniyordum ki yanımdan geçip kapıya ulaşmasıyla susmak zorunda kaldım. Eymen, geri çekildi ve kapıya omzuyla vurdu. Başarılı değildi ama bunu bir kez daha yatığında kapı geriye doğru resmen savrulmuştu.
Yanımda asker taşıdığım için kendimi şanslı hissettim. Eymen, eliyle içeriyi gösterdiğinde ona kötü bakışlar atarak içeriye girdim. İşimi kolaylaştırdığı için belki teşekkür etmeliydim ama yapmayacaktım. Beni ilk karşılayan tavandan asılan boks standıydı. Üzerinde baya çalışılmış olmalıydı ki derisi her yerden yıpranmıştı. Gözlerimi biraz daha etrafta gezdirdim. Genel anlamda boştu. Bir tane kıyafet dolabı vardı yalnızca.
Oraya doğru ilerledim ve kulpların iki tarafından tutarak açtım. Açtığım an yüzüme bir koku çarptı. Zihnim yıllar önceye gitti. Bu koku… Ferda teyzenindi. Nil’in annesinindi. Kendi annemin kokusunu bilmiyordum ama bana bir annenin nasıl koktuğunu sorsaydılar bu kokuyu dile getirirdim. Zorlukla yutkundum.
Birkaç tane çiçekli elbise asılmıştı askılıklara. Alt tarafta eski, fazlaca giyildiğinden dolayı yıpranmış bir kadın ayakkabısı vardı. Ferda teyzenin kendi yazdığı günlüğünden birkaç cümle geldi gözümün önüne. “Beni beş parasız, kimsesiz çıkarttılar o konaktan. Üzerimdeki kıyafetlerimden ve kimliğimden başka hiçbir şeyim yoktu. Gerçi hiçbiri önemli değildi de oğlumu aldılar. Canımı alsalardı da oğlumu almasalardı.” Aldığım nefesin canıma kast edeceğini sandım. Öyle ki o an boğazıma bir hançer bastırılmış gibi hissettim.
Bunlar, Ferda teyzenin eşyalarıydı. Onu tanıdığım günden beri ağzından düşürmediği tek şey oğluydu. Belli ki oğlu da onu kalbinden düşürmemişti. Dolabın kapaklarını yavaşça kapattım. Hızlı kapatırsam ruhu incinir diye korktum. Eğilerek alt çekmeceyi açtığımda bu sefer beni eski oyuncaklar karşıladı. Çok değil, üç taneydi. Bir tanesi bir arabaydı ve çokça oynanmış olmalıydı. Tıpkı boks standı gibi bunda da eskimeler vardı. Diğer iki oyuncaktan biri peluş bir tavşandı. Nil’in tavşanına benziyordu ama bir avuca sığacak kadar küçüktü. Öteki oyuncak ise bir bez bebekti.
Çekmeceyi kapattım ve doğrularak yönümü pencereye doğru çevirdim. Pencere boş bir arsaya bakıyordu. Kocaman arazide yalnızca bir tane ağaç vardı. O ağacın türünü biliyordum. Uzaktan bile anlaşılacak bir görkeme sahipti. O ağaç bir çınar ağacıydı.
“Savcım, her yeri aradık.” Dedi memurlardan biri. Çınar ağacına bakmaya devam ederken sordum. “Bir şey çıktı mı?”
“Çıkmadı savcım.” Gözlerim kısıldı. Bu evden bir şey almadan gidersem kendime yediremezdim. Üstelik bir şeyler sakladıklarını biliyordum. Bu mesleğimden dolayı edinmiş olduğum bir histi. İnsanları iyi tanırdım ve gözlemlerim diyordu ki bu evde saklanılan bir şey vardı. “Her yere tekrar bakın.” Dedim ve kapıya doğru dönerek yürüdüm. “Mahremiyet dedikleri şeyle ilgilenmiyorum. Her deliği kontrol edeceksiniz.”
“Emredersiniz savcım.”
Odadan çıktığımda Eymen de ardımdan geldi. Alt kata indik. Memurlarla birlikte var olan tüm odalara girdim. Görmem gerekiyordu ve gördüğüm kadarıyla her şey olması gerektiği gibiydi. Kaşlarım derince çatıldı. İçinde olduğum mutfaktan da bir şey çıkmamıştı.
“Biz temiz insanlarız. Boşuna zahmet çektiniz. Bizim devletimize karşı bir kusurumuz yoktur.” Bakışlarımı dırdır eden kadına yani Nuran’a çevirdim. “Devlet neyi kusurlu kusursuz bulacağına kendi karar verir.” Dedim ve yanından geçerek evin girişindeki hole çıktım. Polis memurları bir bir girdikleri odalardan çıkarken ellerimi belime yasladım ve ele avuca sığacak bir şey söylemelerini bekledim.
“Temiz, savcım.” Dedi birisi. Diğerleri de onu onayladı. Yukarıdan inen memurlarla birlikte evi baştan sona iki kez aramış olduk ama bir şey bulamadık. “Gidin artık evimizden!” dedi Nuran bizi bir an önce göndermek istediğini dile getirerek.
Bu acele niyeydi ama? Madem devlete karşı bir kusurları yoktu o zaman bu kadar endişelenmemeliydi. “Kübra.” Diye seslenen Eymen’e baktım. Gözleriyle kapıyı işaret etti. Bu, yeterince kendine eziyet ettin, yeter artık, bakışıydı. Bakışlarıyla ne anlatmak istediğini anlıyor olmama şaşırsam da belli etmedim.
Polis memurları benim emrimi bekliyordu. Normalde gitmemiz gerekiyordu ama içime sinmeyen kafamda oturmayan şeyler vardı. Bu ev nasıl olurdu da temiz çıkardı? Hayır, kabul etmiyordum. “Bu yaptığınız kanuna aykırı!” Diye çıkıştı Nuran. Ona dik dik baktım. “Kanunu sizden öğrenecek değilim.” Dedim, Nuran’ın arkasında bekleyen Şirin gözlerini yere dikmişti. Koridorun ortasındaki sabit noktaya bakıyordu. Madem bir işe girişmiştim o zaman duvarların içini bile kontrol edecektim.
“Mirza.” Diye seslendiğimde Mirza bana yaklaştı. “Efendim Savcım.”
Gözlerimle yerdeki halıyı gösterdim. “Şunu kaldırın.” Kaşları çatılır gibi oldu, sonra sorgulamak yerine söylediğimi yapmak için yere eğildi. Bir polis memuru daha ona yardım etti ve böylelikle ortadaki halıyı kaldırdılar.
“Sizi şikayet edeceğim!” dedi Nuran. Bu kadının ağzını kapatamıyor muyduk? “O halı kaç yıllık biliyor musunuz? Malımıza zarar veriyorsunuz!” Duymazdan geldim ve yerde göz gezdirdim. Görünürde hiçbir şey yoktu. Parkeler olması gerektiği gibi sıralanmıştı.
Sert bir nefes verdim. Koridorun sonuna doğru yürümeye başladığımda topuklu ayakkabılarımın sesi evde yankılanıyordu. Bir saatin tik takları gibi işlev görüyorlardı. Bu sesi seviyordum. Bana çözüme kavuşturduğum her davanın ninnisini anlatıyorlardı. Attığım altıncı adımda normalden farklı tok bir ses çıktı. Bu yüzden olduğum yerde durdum ve yere baktım.
“Gidin artık evimizden!”
Ayağımı kaldırdım ve olduğum yerde topuğunu birkaç kez yere vurdum. Buranın altı boştu. Dudaklarıma zafer dolu bir gülümseme yerleşti. Nuran’a doğru döndüm ve sakince sordum. “Evin altında ne var?”
Kafasını hızlıca iki yana salladı. “Hiçbir şey yok!” Gözündeki panik tam tersini söylüyordu. Eymen’in üzerimdeki gözlerine çevirdim bakışlarımı. Göz göze geldik. “Eymen.” Dediğimde dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. Ne istediğimi biliyordu. Gözlerini gözlerimden çekmeden bana doğru yürümeye başladığında birkaç adım geriledim ve ona alan tanıdım. Bir dizinin üzerine çöktüğünde Nuran engel olmak adına birkaç girişimde bulundu ama polis memurları ona engel oldu.
Eymen, cebince çıkarttığı bıçakla önündeki birkaç parkeyi söktü. Sonuç olarak parkelerin altında bir kapı olduğunu gördük. Kaşlarım iyice çatılırken Eymen demir halkadan tutarak kapıyı kendine taraf çekti. Aşağıya doğru inen karanlık kuyuya baktım.
“Kiler olarak mı kullanıyorsunuz burayı?” diye sordum Nuran’a dalga geçerek. “Yedikleriniz bir hayli değerli olmalı ki saklıyorsunuz.” Ne diyeceğini bilemediği için sessiz kaldı. Gözlerimi kıstım. Aldıkları nefeste boğulacaklardı. Nefretim diriydi. Devletime yapılan her yanlış şansıma yapılmıştı. İki devlet tanırdım; birisi içinde yaşadığım, suyundan toprağından faydalandığımdı biri de Nil’di. Bu hayatta sığındığım iki liman vardı ve ikisine de zarar vermelerine göz yummazdım.
Yere çevirdim siyah gözlerimi. Bir kişinin zor sığacağı bu yerde yerin altına giden bir merdiven vardı. İnmek için hareketleniyordum ki kolumdan tutularak geri çekildim. “Bekle.” Dedi Eymen ve benden önce merdivenleri inmeye başladı. Attığım her adımı kontrol ediyor olması artık sinirlerimi bozuyordu. Gözlerimi devirdim ve arkasından ilerledim. Fazlaca dik olan merdiven topuklu ayakkabılarım için tasarlanmamıştı. Üstelik indikçe ışık azalıyordu.
Düşmemeye özen göstererek inemeye devam ederken topuklu ayakkabılarımdan biri çıkıntıya takıldı. Düşmemek için duvara tutundum. Düşmemiştim ama ayakkabım sıkışmıştı. “Kahretsin.” Diye kendi kendime söylenirken belimde hissettiğim ellerle gözlerim büyüdü. Saniyeler içinde çuval gibi alınıp yere konulduğumda şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. “Ne yapıyorsun?” dedim fısıltılı ama sitemli bir ses tonuyla. “Yardım ediyorum.” Dedi rahatça. Bir anda basan sıcakla geriledim ve böylelikle belimdeki ellerini çekti. İçeriye göz attığımda karanlık dışında hiçbir şey görmedim. “Burası ne böyle?”
Eymen benden uzaklaştı. Onun tarafından duyduğum birkaç adım sesi hareket halinde olduğunu gösteriyordu. Saniyeler sonra tok bir ses duyuldu ve karanlık alan aydınlandı. Eymen ışığı yakmıştı.
Önüme döndüm ve ileriye baktım. Gördüğüm şeyi zihnim şöyle telaffuz etti; “Has siktir.”
Eymen yürürken konuştu. “Bu söylediğinize katılıyorum sayın savcım.” Dedi ama şu an onun dalgasıyla ilgilenebilecek durumda değildim. Burada metrelerce uzanan bir alan vardı ve duvarlar iki taraf boyunca silahlarla ve cephaneyle kaplanmıştı. “Ağır silah bunlar, karargaha haber edeceğim.”
Kafamı usulca salladım.
Bir şeyler bulmayı bekliyordum ama bu denli sağlamını beklemiyordum. “İşte şimdi hepinize dünya kaç bucakmış göstereceğim.” Dedim kendi kendime fısıldayarak. Bu silahlar buraya nasıl gelmişti ve nereye gidecekti… her şeyi öğrenmem gerekiyordu! Arkamı dönerek dik merdivenlere ilerledim ve yukarıya çıktım. Polis memurları beni bekliyordu. Gözlerim Mirza’yı buldu. “Evdeki herkesi tutuklayın ve gerekli mecralara haber verin! Geniş bir inceleme istiyorum.”
“Emredersiniz savcım!”
🪷
NİL
Neredeyse yarım saat kadar bir zaman sonra çevremdeki adamların hepsi hazır ola geçmişti. Ki buna Mustafa da dahildi. Sanırım bahsettiği adam geliyordu. Yerimde rahatsızca kıpırdandım. Beklediğim süre boyunca iki kez tuvalete gitmiştim ve tuvaletlerde cam yoktu. Üstelik orası da kullanamayacağım kadar hijyensizdi. Ama mecburen işimi halletmek zorunda kalmıştım.
Kendimden ve bu yerden tiksiniyordum. Pisliğin içine nasıl yaşıyordular? Hiç tiksinme duygusu yok muydu bu insanlarda? Gerçi duyguları olduğunu da sanmıyordum. Deponun ana girişinde bariz belli olan hareketlilik yerimde dikleşmemi sağladı.
İçeriye ilk giren iki tane takım elbiseli adamdı. Bu adamların elinde de silahlar vardı ama daha gelişmiş bir şeylere benziyordu. Silah veya tüfeklerden pek bir şey anlamazdım ama parlak rengi bile bana üst model bir şey olduğunu gösteriyordu. O iki adamdan sonra bir tane daha adam girdi. Diğerlerine bakmadım çünkü emir aldıkları kişinin bu olduğuna neredeyse emindim.
Yüzünün yarısı yanık izleriyle kaplanmıştı ve sol gözü komple beyazdı. İrisi yoktu. O gözünün görmediğini düşünüyordum. Diğer gözü ise kahve tonlarındaydı. Yumruklarımı sıktım ve bedenimi dik tutmaya çalıştım. Korkunçtu. Hayatımda çok az bu denli kötü bakan adamla tanışmıştım. Gerçi tanışmamıştım. Başımda bela olarak Akif Baysal vardı ama o bile bu adamın yanında çürük yumurta kalıyordu.
“Kız bu mu?” diye sordu beni göstererek. Yutkundum. Arkasından gelen Cahit adamı yanıtladı. “Budur.” Dedi. Cahit’e kötü bir bakış attım. Beni pazarlıyor olabilirler miydi bunlar? Şu an her kötü düşünceye açıktım ve düşündükçe daha da kötüleşiyordu.
Önüme doğru yürümeye başlayan adamın bir ayağının topalladığını fark ettim. Üzerinde tek kırışıklığı bile olmayan siyah bir takım elbise vardı. Uzaktan görsem önemli bir iş adamı sanırdım. Yüzü saçları… her şeyi bakımlıydı. O önümde durana kadar kıpırdamadım. Ancak adamlarından biri kolumdan tuttu ve ayağa kalkmamı sağladı. Karşımdaki adama saygı göstermek zorundaymışım gibi. Kolumu çekiştirerek kurtardım ve yüzünün yarısı yanık olan herife baktım. “Ne istiyorsunuz benden?”
“Çok bir şey değil.” dedi, sesi otoriterdi. Böyle insanları adliyede çok görmüştüm. Genelde baktığım davalar iş adamların davaları oluyordu. Çünkü benim için en kolayları onlardı. Hem bir davaya kazandığım da mecrada ünüm artıyordu böylelikle diğer iş adamları da bana yöneliyordu. Tek dertleri parayla paçalarını kurtarmaktı. Paranın her şeyi yapabileceğine inanıyorlardı.
“Soracağım, cevaplayacaksın.”
Gözlerimi kıstım ve yüzüne dikkatlice baktım. “Ya cevaplamazsam?”
Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. Bu cevap bile benim için yeterliydi aslında. Yutkunmamak için kendimi zor tuttum. “Bir avukat olduğunuzu biliyorum.” Dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “Beni mi araştırdınız?”
“Eh, biz iş yapacağımız herkesi araştırırız.”
“Beni buraya zorla getirdiniz.” Dedim sertçe. “Ne istiyorsunuz?” Derin bir nefes alıp verdi. Eliyle işaret ettiğinde takım elbiseli adamlar ortada duran sehpayı kenarı itmişti. Karşımdaki koltuğa bir örtü serdiler. Sonra adam o örtüye oturdu. Otururken yüzü buruşmuştu ve Cahit’e bakmıştı. “Bir dahaki sefere daha temiz bir yer seç.”
Cahit kızarıp morarırken adam eliyle az önce zorla kaldırıldığım koltuğu işaret etti. Yapabilecek başka bir şeyim olmadığı için oturdum. Derdi her neyse bir an önce öğrenmek istiyordum. Bacak bacak üstüne attı. “Şimdi, küçük hanım, eğer işimi kolaylaştırırsan ben de senin işini kolaylaştırırım.” Cevap vermedim.
“Çınar Ilgazoğlu ne iş yapıyor?”
Omuz silktim. “Bilmiyorum.” dediğimde kaşlarını çattı. “Başlar başlamaz hoş değil yaptığın.” Yine omuz silktim. Abimle ilgili onlara hiçbir şey söylemeyecektim. Mesleğine veya kendisine zarar gelebilirdi. Bunu göze alamazdım.
“Devletle çalıştığını duydum.” Dedi adam biraz daha ayrıntıya girerek. “İşlerimin bozulmasında parmağı varmış.”
“Bunlar birer varsayım.” Dedim, korkumu az da olsa sindirebilmiştim. Daha doğrusu abim söz konusu olduğu için kendimden ödün veriyordum. Yanlış bir şey söyleyemezdim. Bu adam her ne iş yapıyorsa tehlikeliydi. Cahit ve Seyfi bile bu adamdan emir alıyordu. Giyinişine yanındaki korumalara ve korumaların silahlarına bakarsak da bol para kaldırıyordu.
“Öyle mi dersin?”
“Abim bir çiftçi. Atları var. Senin gibi bir adamın işlerine nasıl karışabilir?” Elimle silahlı korumalarını gösterdim. “Bu tarz adamların yanından bile geçmemiştir.” Nefeslendim. “Bakın biz kendi halinde insanlarız. Bizimle ne gibi bir derdiniz var bilmiyorum.”
Tek gözünü kıstı. Uzun bir süre sessizliğini koruyarak bana baktı. Sessizlik arttıkça geriliyordum. “Yalandan nefret ederim.” Dediğinde kaşlarımı çattım. “Ben de sizin gibi insanlardan nefret ediyorum! Onu ne yapacağız!?!”
Kafamda hissettiğim baskıyla dudaklarımdan acı bir inleme peyda oldu. Takım elbiseli adamlardan birisi saçlarımın kökünden kavramıştı. Saçımdaki elini yakaladım ve tırnaklarımı derisine batırdım. “Bırak saçlarımı!” Saçlarıma daha çok asıldığında istemsizce gözlerim doldu.
Abimin tarayıp ördüğü saçlarıma böyle acımasız davranmaları zoruma gitmişti. Saçlarımı çok seviyordum ve sevgiyi de saçlarının okşanmasında arayan bir çocuktum. Bu yüzden kırılma noktam her zaman saçlarım oluyordu.
“Bana ağabeyin hakkında bildiklerini söylersen evine gitmene izin veririm.” Gözlerimi kırpıştırdım. Bir şansım olabilirdi. “Tamam!” dedim çığlık atar gibi. “Bıraksın saçlarımı!” İşaret verdi böylelikle yabancı el saçlarımdan çekildi. Hızlıca saçlarımı ellerimle düzelttim. Arkamdaki adama en kötü bakışımı attım. Şerefsiz.
“Seni dinliyorum.”
“Abim…” Saçlarımın kökleri acıyordu. Onu abime söyleyecektim. İnşallah canı çıkana kadar döverdi. Canımı yakmıştı. “Abim, otuz yaşında. Bekar. Hiç evlenmedi, çocuğu da yok. Bir doksan üç boyunda, kilosunu bilmiyorum, sormadım. Kırk altı numara ayakkabı giyiyor.” Nefeslendim. “En sevdiği renk siyah. Oyuncak tavşanlara bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yadigar adında bir tane atı var. Abim dışında kimseyi üzerine bindirmiyor, atı da abim gibi dengesiz yani.” Anlatmaya devam edecektim ki yüzü yanık adamın keskin sesiyle susmak zorunda kaldım. “Adam gibi bir şey anlatmak için üç saniyen var!”
“Karşımdaki adam değilse ona hiçbir şey anlatmam ben!” diye bağırdığım an yüzüme yediğim tokatla bedenim sola doğru savruldu. Dişlerimi birbirine bastırdım. Neredeyse oturduğum koltuktan düşecektim. Dudağımın kenarında hissettiğim yanmayla elimi dudaklarıma götürdüm. Kanıyordu.
“Bunun bedelini ödeyeceksin!” dedim toparlanıp karşımdakine bakarak. “Abim seni doğduğuna pişman edecek!”
Takım elbiselilerden birisi üzerime eğilerek boynumu kavradı. Bedenimi koltuğa yasladığında anlık olarak nefessiz kaldım. “Konuş denmeden konuşmayacaksın.” Dedi, gözlerimden akan yaşlarla kafamı usulca salladım. Ölmek istemiyordum. İstemiyordum! Boğazımı daha çok sıktı. Boğulacağımı düşündüğüm an geri çekildi. Çekildiği an nefes borumda hissettiğim yanmayla peş peşe öksürdüm.
Yüzü yanık adam sordu. “Seni yüzbaşıyla yan yana gördüm. Askerlerle ne işin var?” Bir şey söyleyesim geldi ama bir kez daha şiddete uğramamak için sustum. Kalbim korkuyla atıyordu ve canım yanıyordu. Abim nerede kalmıştı?
Akmış olan gözyaşlarımı sildim. “Cevap vermeyecek misin?” diye sorduğunda yine sessiz kaldım. Yanımdan bir boğaz temizleme sesi yükseldi. Gözlerim oraya kaydığında Mustafa’yla göz göze geldik. İkaz eden bir bakış gönderdi bana ama umurumda değildi. Ne abim hakkında ne de arkadaşları hakkında tek bir kelime dahi etmeyecektim.
“Kendilerini güçlü sanıyorlar.” Dedi adam yarım ağız gülerek. “Ama bak seni asker dolu bir evden tere yağından kıl çeker gibi çıkarttım ve kimsenin ruhu duymadı.” Güldü. “Yıllardır peşimdeler biliyor musun?” Bilmiyordum. Nerden bilebilirdim. “Ama hiçbir zaman başarılı olamadılar.” Zafer dolu bir kahkaha attı. “Aslında daha kalabalıktılar.” Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Üç tanesinin leşini ben çıkarttım. Gerisini de yok edeceğim ve sen bunu yaparken bana yardım edeceksin.”
Delirmiş olmalıydı.
“Benim için bir yemsin.” Dedi, boğazıma bir şey oturdu ve geçmedi. “Abin de gelir o timle, değil?” Gözündeki kana susamışlığı gördüm. “Leyal’le de görüşmeyeli uzun zaman olmuştu. Özleştik.”
Kimdi bu adam böyle? Derdi neydi? Hem Leyal’i nereden tanıyordu ki? Tüm tim hakkında araştırma yapmış olmalıydı. Timdeki isimleri başka türlü nasıl bilecekti? Yoksa abimin de o time gireceğini zaten biliyor muydu?
Kafamda dönen bin bir soruyla adama baktım. Benimle abimleri tuzağa düşürecekti. Yutkundum. Üç askeri şehit etmişti. Ya abimi de… hayır. Böyle düşünürsem paniğe kapılırdım. Abime bir şey olmayacaktı. Kimseye bir şey olmayacaktı.
“Hiçbirine bir şey yapamazsın.” Dedim dişlerimin arasından. “Korkağın tekisin sen. Bir zavallısın! Ancak böyle arkalarından atıp tutarsın!” Yüzüne iğrenir gibi baktım. “Yüzünün yarısı niye böyle?” diye sordum dalga geçtiğimi belli ederek. “Yoksa arkasından atıp tuttuğun adamlar mı yaktı seni?” Saniyeler içinde oturduğum yerden kaldırıldım. Ne olduğunu anlayamadan beni arkaya doğru yürütmeye başladılar. Yüzü yanık şerefsizin sesi duyuldu.
“Kızına terbiye vermemişsin.” Demişti. Ki büyük ihtimalle Cahit’e diyordu. Yüksek sesle bağırdım. “Kızı falan değilim ben onun! Hiçbir şeyi değilim! Hepinizin canı cehenneme! Allah belanızı versin!”
İtildim. Yere sertçe düşen bedenimle sızlandım. O kadar sert itmiştiler ki dizlerim ellerim yanmaya başlamıştı. Yere değen her yerimin soyulduğuna emindim. Olduğum yerde dönerek onlara baktım. Birisi üzerime doğru yürüdü ve kolumdan tutarak kaldırdı. Kuru bir sandalyeye oturtuldum. “Bırakın beni!” diye bağırıp beni bağlamaya çalışan adama sert bir tekme attığımda karşılığı daha sert oldu. Resmen yumruk yemiştim. Ağzımın içine acıyla birlikte dolan kan midemi bulandırdı.
Yüzümü buruşturdum.
Hıçkıra hıçkıra ağlamak istesem de yapmadım. Ağlamak için bile cesaretim kalmamıştı. Canım çok yanıyordu ve korkuyordum. Beni yem olarak kullanacaksalar öldürmezdiler ancak canımın ne kadar yandığıyla ilgilenmeyecekleriyle emindim.
Kollarımı ve ayaklarımı sıkıca sandalyeye bağladılar. Kendimi savunabileceğim tek şey bir çataldı ve bu koca adamlara karşı bir işe yaramazdı. Üstelik son model silahları vardı. Yüz metre öteden bile vurabilirlerdi beni.
Bir şey söylemeden beni soktukları odadan çıktılar. Sabaha kadar kaldığım odadan bir farkı yoktu. Bu da hücre gibiydi. Burnumu sertçe çektim. Kendiliğinden süzülen gözyaşlarımı silemiyordum ve bu daha çok ağlamama neden oluyordu.
Bedenimin her tarafı acıyla zonkluyordu. Canım yanıyordu, zaman geçiyordu ama kimse gelmiyordu. Beni bulamayacakları kadar uzağa mı götürmüştüler? Şehir dışında daha da kötü yurt dışında mıydım?
“Korkuyorum.” Diye fısıldadım. Belki bu gerçeği kendime söylersem daha az korkarım diye ama aksine daha çok korktum. “Barış çok korkuyorum.” Hıçkırdım. O evden habersizce çıkmasaydım böyle olmayacaktım. Evimde olacaktım ama o an düşünememiştim ki. Lavin’in, kardeşim dediğim kadının böyle bir şey yapmasını beklemiyordum. Kim beklerdi ki? Kardeşimdi sonuçta, bana abla diyordu!
Titrek bir nefes verdim. Duyduğum adım sesleri henüz her şeyin yeni başladığını söyler nitelikteydi. İki adam demirden bir kutuyu taşıyarak önüme getirdi. Bu kutu değildi. İçinde harlanmış ateş vardı. Gözlerimi ateşten ayıramazken içeriye yüzü yanık olan adam girdi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Yürüyerek harlanmış ateşin önüne geldi ve kenarda duran demir çubukla kırmızı renkteki kömürleri karıştırdı.
“Hiç ortak noktamız yok.” Dedi ve gözünü gözlerime dikti. “Olsun değil mi?” Kafamı hızla iki yana salladım. Olmasındı. İstemiyordum! “Hayır! Yaklaşma bana!”
“Bağırma, yüksek sesten hoşlanmam.”
Nefeslerim hızlandı. Ne yaptığını dikkatle izledim. Her hareketi beynime kazınıyordu. Tuttuğu demir parçasının ucu harlanmış kömürlerden dolayı kırmızılaşmıştı. Ne kadar sıcak olduğunu bakarak bile anlayabiliyordum. Çubuğu çıkarttı ve üzerime doğru bir adım attı.
Ellerimi ve bacaklarımı telaşla oynattım. Sandalye biraz kıpırdadı ama hiçbir şey değişmedi. Bir adım daha attı. “Yaklaşma bana! Yaklaşma!” Sesim hücrede yankılanırken hıçkırmaya başladım. Durmadı. Burada bana yardım edecek kimse yoktu. Barış yoktu. Abim yoktu. Yine yoktu! Çığlıklarım odada yankılanırken tuttuğu demiri yüzüme doğru kaldırdı. Kafamı alabildiğim kadar geriye aldım ama böyleyken bile demirden yükselen sıcaklık yüzüme vuruyordu.
Çok sıcaktı.
ÇOK SICAKTI!
Gözlerimi sıkıca kapattım. “Yapma.” Dedim ağlarken yalvarır gibi. Yalvarmaktan başka şansım kalmamıştı. Deli gibi kokuyordum ve birazdan hissedeceğim acıyı düşündükçe daha çok ağlıyordum. “Rezan!” duyduğum bu sesle yanağıma vuran sıcaklık kayboldu. Gözlerimi korkarak açtım. İçeriye takım elbiseli korumalardan biri girmişti.
“Asker mühimmatı patlatmış!”
Eğer yanlış anlamadıysam Rezan yüzü yanık adam olmalıydı. Bendeki tek gözünü yavaşça çevirerek kapıdaki adama dikti. “Yaklaş.” Dedi sakince. Adam düşünmeden yaklaştı ve Rezan’ın önünde durdu. O an Rezan elindeki sıcak demiri adamının gözüne sapladı. Ağzımdan korku dolu bir çığlık çıktı.
Allah kahretsin!
Koruma gözüne saplanmış demirle çığlık çığlığa yere çöktü. Yüzü saniyeler içinde kana bulanmıştı. Delirecektim! Kafayı yiyecektim! Aldığım nefesler yeterli değildi. Tüm bedenim titriyordu. Yerdeki adam acıyla bağırmaya devam ediyordu. Kulaklarım çınlıyordu.
“İş üstündeyken rahatsız edilmekten hoşlanmam.” Dedi Rezan. “Yüksek sesten de hoşlanmam.” Belindeki silahı çıkarttı ve gözünü kırpmadan adamın kafasına sıktı. Adam kan içinde zemine yığıldı ve bir daha hareket etmedi. Bir daha sesi çıkmadı.
Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. Gözlerimi yerdeki adamdan çekemiyordum. Gözüne saplanmış demiri benim gözüme mi saplayacaktı? Eğer içeriye girmeseydi ölen ben mi olacaktım?
“Cahit!” diye bağırdığında irkilerek Rezan’a baktım. Saniyeler içinde içeri Cahit girdi. “Bu adam hangi mühimmattan söz ediyordu?”
Cahit yutkundu. “Bizim evdeki.” Dedi titreyen sesiyle. Tek gözlü manyak adam Cahit’in üzerine yürüdü. “Bulunmayacağına emindin?”
Cahit yüzünü yere eğdi. “Eve savcı gelmiş. Arama emri varmış. Kimsenin aklına gelmezdi, ağam! O kadın bulmuş.”
“Orada kaç milyon dolar vardı biliyor musun Cahit?” Cahit cevap vermeden kafasını yere eğdi. Rezan, az önce kendi adamına sapladığı demiri çekip aldı. Yere bakmamaya çalıştım. Midem bulanıyordu. Her taraf kan kokuyordu.
“Elini kaldır.” Cahit panikledi. “Ağam! Bulurum söz!”
“Lafımı ikiletme.” Aynı ses, aynı duruş. Adamın psikopat olduğuna emindim. Hiçbir şeyden etkilenmiyordu. Sanki az önce birini öldürmemiş gibi sakindi. Cahit titreyen elini yavaşça kaldırdı. Karşılık vermiyordu. Veremiyordu. Rezan, düşündüğümden daha güçlü bir adamdı.
Cahit’in kaldırdığı eline elinde tuttuğu demiri sapladığında gözlerimi sıkıca kapattım. Cahit’in acı dolu sesini duyuyordum ve duydukça daha çok kötü oluyordum. Onun canı umurumda değildi, ölse de umurumda değildi ama gözümün önünde yapılan bu vahşeti kaldıramıyordum.
“O kadını istiyorum.” Dedi Rezan. Sıkıca kapattığım gözlerimi açtım. “Cesedini ayaklarım altına sermezsen ben senin cesedini ayağımın altına sererim Cahit.” Cahit, kan içinde kalmış elini sıkıca tutarken kafasını hızlıca salladı. “Tamam.” Dedi acısını saklamaya çalışırken ancak beceremiyordu. “Getireceğim!”
Rezan dedikleri psikopat kafasını çevirerek omunun üzerinden bana baktı. “Tekrar görüşeceğiz, avukat hanım.” Dedi ve dışarıya çıktı. Arkasından Cahit ördek gibi adamı takip etti. Zihnim gördüklerimden dolayı çalışmayı bırakmıştı sanki. Gözlerimin önü bulanıklaşıyordu. Nefes aldıkça genzime dolan kan kokusu iyiden iyiye midemi bulandırıyordu. Gözlerimi sıkıca açıp kapattım. Cahit’in ve o psikopatın söyledikleri anlık olarak zihnimden geçip gitti.
Akan gözyaşlarım durdu. Bütün sesler sustu. Nefes almayı bile bıraktım.
O kadın demişti, savcı demişti, cesedini istiyorum demişti… Kübra!
🪷
Bölüm sonu!!
Nasıldı? Beğendiniz mi?
Nil'e yapılanlar?
Kübra'nın tepkisi?
❤️🔥❤️🔥
Sonraki bölümde Barış ve Çınar'ın ağzından da okuyacağız.💃🏻
.
VOTE
VE
YORUMU
UNUTMAYIN
LÜTFEEN
Sonraki bölümde görüşürüüzz🥳
🍭
İnstagram; Zeynepizem
WhatsApp kanal adı; Zeynepizem
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 269.41k Okunma |
24.01k Oy |
0 Takip |
66 Bölümlü Kitap |