60. Bölüm

60. BÖLÜM🪷

Zeynepizem
zeynepizem

 

 

Pamuk eller oy ve yorumlara🫠 Yorum atmasanız bile bence yıldıza hiç zorlanmadan dokunabilirsiniz🥲

 

🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭

ZEHİRLİ ŞEKER

BÖLÜM 60

 

🪷

 

ÇINAR

 

Yüzüme sıçrayan kanla geri çekildim. Adamı bıraktığım an yere serildi. Artık konuşamayacak bir vaziyetteydi. Birkaç derin nefes alarak doğruldum. Bu kaçıncıydı, bilmiyordum. Saydığım tek şey geçen zamandı. Zaman geçtikçe sıkılan göğsümün hesabını tutuyordum. Diğer hiçbir şey umurumda değildi.

 

Karşı duvara yaslanmış fersiz gözlerle beni izleyen Barış’la göz göze geldim. O da benden pek farklı sayılmazdı; yüzü gözü kan içinde kalmıştı. “Bu orospu çocuğundan da bir şey çıkmadı.” Dedim durumdan rahatsız olduğumu sesime yansıtarak. Yerdeki adamın üzerinden geçerek Barış’a doğru yürüdüm. “Adamları bayıltmayı kesmen gerekiyor.” Dediğinde kaşlarım kavislendi. “Siktir oradan.” Dedim ve önünden geçerek yürümeye devam ettim. Kendisinin bayılttığı adamları saysam parmaklarım yetmezdi.

 

Odadan çıkarken elimin tersiyle yüzümü sildim. İki gün olmuştu. İki koca gün olmuştu ve benim kardeşim ortalıkta yoktu. Bakmadığımız yer, dövmediğimiz adam kalmamıştı ama yoktu işte. Yoktu! Sertçe alıp verdiğim soluklarım hızlandı. Barış’ın arkamdan gelirken telefonla konuştuğunu duydum. Bir mekanı daha destursuz dağıtmıştık ve her zamanki gibi arkamızı toplamak adına destek ekip istiyordu.

 

Umursamadan merdivenleri ikişer ikişer indim. Arabamın yanına yaklaştıkça kapısına çizilmiş N♡Ç harfleri dikkatimi çekti. Dişlerimi birbirine bastırdım. Bana doğrum günümde verilen en değişik hediyelerden birisiydi. Daha doğrusu bana doğum günümde verilen tek hediyeydi. Parmaklarım N’nin üzerinde gezindi. Göğsümde büyüyen yokluğu beni kavururken zorlukla nefes aldım. Gerekirse dünyadaki herkesi kurşuna dizecektim ama kardeşimi bulacaktım. Hem sözüm vardı ona. Bırakmam, demiştim. Biliyordum ki beni bekliyordu, gelmemi bekliyordu. Gelmezsem küserdi.

 

“Çınar?” Daldığım yerden kafamı kaldırarak Barış’a baktım. Yanıma gelmişti. Kızarmış gözleri bir metre öteden fark ediliyordu. Kafamı konuşması için hafifçe oynattım. “Dün sorguya çektiğimiz adamlardan birisi yoğun bakıma alınmış.” Dedi, gözlerim kısıldı. “Ve?” diye sorguladığımda derin bir nefes aldı. “Savcı sorguya çağırıyormuş bizi.”

 

Kaşlarım çatıldı. “Şimdi mi?” Kafasını usulca salladı. Küfretmemek için kendimi zor tuttum. “Bir ara uğrarım.” Diyerek arabamın kapısını açtığımda kolumu tuttu. “İhmal etme. Zaten tüm gözler senin üzerinde oğlum, mesleğini yakacaksın.”

 

“Sikerler mesleği!” diyerek kolumu kurtardım. Bedenimi ona taraf çevirerek gözlerinin içine baktım. “Hem sen kendini düşün, soruşturma açmışlar lan hakkında!” Omuzlarını kaldırıp indirdi. İki gündür Antep’in altını üstüne getirmiştik ve bunu yaparken kurallara uyduğumuz söylenemezdi. Kelimelerimi duymazdan geldi. “Karakola geçiyorum ben. Şu sinyalleri yeniden kontrol edeceğim.” Aksi bir şey söylemedim. Dört taraftan olayı araştırıyorduk. Jandarma sahada arama çalışması yapıyordu. İki günde Barışlar 17 operasyon düzenlemiş ve baskınlardan 29 kişi gözaltına alınmıştı. Tim ise konaktaki cephanenin peşindeydi. Ben ise her yerdeydim.

 

Kafamla bir onay verdim. “Çınar. Bir haber alırsan-”

 

“Ararım birader.”

 

Daha fazla vakit kaybetmeden arabayı çalıştırdım. Gaza basarak yola koyuldum. Başım patlıyordu. Torpidoya uzanarak iki tane ağrı kesici attım ağzıma. Su kullanmadan hapları yuttum. Uykusuzluğa alışkındım, nitekim bu tempoya da alışkındım ancak bu denli bir korkuya alışkın değildim. Kardeşime bir şey olma düşüncesini aşamıyordum.

 

Uğramam gereken bir yer daha vardı. Henüz bugünün canını çıkartmamıştım. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından arabayı park ettim ve araçtan çıktım. Yüzüme vuran rüzgâr gözlerimi kısmamı sağladı. Geldiğim yer bir baklava dükkanıydı. İçeriye girdiğimde beni çıraklardan biri karşıladı.

 

“Buyur abi, ne istedin?”

 

“Ustanız nerede?” diye sorduğumda tezgahın arkasında duran çocuk duraksadı. “Hangisi abi?”

 

“Samet Usta.”

 

“İçeride abi, dur çağırayım.”

 

“Gerek yok koçum.” Dedim ve çocuğu arkamda bırakarak yürümeye başladım. Çocuk arkamdan bana sesleniyordu ama duymazdan geliyordum. İmalat bölümüne geçtiğim an yüzüme çarpan ağır koku canımı sıktı. Undan ve nişastadan ağırlaşmış olan hava insanın nefes almasını zorlaştırıyordu.

 

Samet usta, beyaz önlüğü ve kafasına geçirdiği bonesiyle baklava açıyordu. Onunla beraber küçük imalathanede sekiz kişi daha vardı ve herkes işine yoğunlaşmıştı. “Usta!” Seslenmemle kafasını kaldırarak bana baktı. Elindeki oklava masaya düştüğünde tok bir ses çıkarttı.

 

Korktuğunu bakışlarından anlayabiliyordum. “Sen kimsin?” diye sorduğu sırada arkamdan gelen çırak konuşmuştu. “Usta vallahi engel olamadım, girdi birden!” dedi. Ustası bir baş selamı verdiğinde çocuk imalathaneden çıkmıştı. Samet, üzerindeki unları silkeledikten sonra önüme doğru yürüdü.

 

“Hayrola? Ne istersin?”

 

Dudağımın kenarı yukarıya büküldü. “Canını.” Dedim gözlerinin içine baka baka. Ardından elimi boğazına sardım. Bir çırpınış gösterisinden sonra kurtulamayacağını anlamış olacak ki durdu. “Ne yaparsın? Bırak beni!”

 

“Şhh.” Dedim yüksek sesinden rahatsız olduğum için. Etrafta olan çalışanlar da işlerini yapmayı bırakmış şaşkınca bizi izliyorlardı. “İstersen öncelikle yalnız kalalım, ha?” Boğazını daha sıkı tuttum. Bu bir tehditti. Korka korka bağırdı. “Çıkasınız dışarı!”

 

“Usta?” dedi içlerinden biri olayı anlamaya çalışır gibi. Adamın boğazını daha sıkı tuttuğumda tehdidimi anlayarak konuştu. “Çıkın dedim!”

 

Saniyeler içinde imalathane boşaldı. Adamın boğazını iterek bıraktığımda öksürerek yere doğru eğilmişti. “Şimdi iki seçeneğin var, ya sorularıma adam gibi cevap verirsin ve kılına zarar gelmez ya da sorularıma adam gibi cevap verirsin ve bir daha oklava tutacak takatin kalmaz.” Nefeslene nefeslene doğruldu ve yüzüme baktı.

 

“Ne istersin?”

 

“Mayıs 2013, Suriye’ye baklava sevkiyatı yapmışsın.”

 

“Benim işim bu. Her ülkeye dağıtım yaparız.”

 

Kafamı olumsuzca iki yana salladım. “Sevkiyatın içinde silah varmış.” Dedim açıkça. “Öyle normal silahla da değil ha; heckler, m60’lar, RPK’ler… daha da sayayım mı?”

 

Panikledi. Kafasını hızlıca iki yana salladı. “Geçmişte kaldı o işler. Ettik bir yanlış, bedelini de devlete ödedik!” Silahlardan haberinin olmadığını söyleyerek işin içinden sıyrılmıştı ama buna rağmen 5 yıl hapis yatmıştı. Ancak benim için ayrı bir bedel ödemesi gerekiyordu.

 

“O silahları kime gönderdin Samet usta?”

 

“Sen kimsen? Ne diye soruşturursun bunca şeyi? Devlet olsan verdiğim ifadeyi bilirdin.”

 

“İfadeni okudum ama ben yanlış ve eksik ifade verdiğini düşünüyorum.” Bir elini boğazına koyarak ovdu. “Eksik meksik yoktur!”

 

Kafamı sağa doğru yatırdım. Sonra da sola. Bana zaman kaybettiriyordu ve ben bu durumdan hiç hoşlanmıyordum. O yüzden adamı yere yatırmam ve üzerine çullanmam yalnızca iki saniyemi aldı. “Ben bir şeylerden şüphelendiysem doğrudur.” Boğazını sıktım. “Şimdi son kez soruyorum. O malları kime gönderdin!”

 

Kiminle yüz yüze olduğunu şimdi anlamış olmalı ki zorlukla konuştu. “Şehmuz diye bir adam vardı. Ben onunla bağlantı kurdum. Onun ismine gönderdim. Gerisini bilmem! Beni tehdit ettiler yoksa benim bu işlerle alakam yoktur! Kendi halimde esnafım!” Ellerimi sıkılaştırdım, böylelikle nefes alamadı. Ellerime sarıldı ama nafileydi. Onu burada öldürürdüm, yapardım ve hiç umurumda olmazdı.

 

Mesleğimmiş, sicilimmiş… hepsini siker atardım. Kardeşimi bulana kadar da önüme geleni doğduğuna pişman edecektim. Konuşmak istediğini anladığımda ellerimi bollaştırdım. Korkudan ağladı ağlayacaktı. “Dur! Etme.” Dedi öksüre öksüre. “Şehmuz’un emir aldığı bir adam vardı. Yüzünü de kendini de vallahi de billahi de görmemişim ama çok korkarlardı ondan.”

 

“İsmini ver.”

 

“Rezan, diyorlardı! Vallahi başka bir şey bilmem!” Kaşlarım çatıldı. Bu ismi daha önce de duymuştum. Dişlerimi birbirine bastırdım. Adama bir yumruk attım. İstediğim bilgiyi vermişti ama buraya kadar gelmişken boş gitmek istememiştim. Doğruldum. “Bir dahaki sefere baklavanı almaya geleceğim.” Dedim ve adamı yerde bırakarak imalathaneden çıktım.

 

Samet’in adı önüme tesadüfen çıkmıştı. Konağa zulalanmış cephaneyi araştırırken bulmuştum. Bu Rezan dedikleri adam her kimse emindim ki konaktaki cephane de ona gidecekti. Amcamlarım çalıştığı herif de bu olabilirdi. Kim olduğunu iyice araştırmam gerekiyordu.

 

Şimdi ilk işim o herifi bulmak ve tepesine çökmekti.

 

Arabama bindim ve çalıştırdım. Gaza bastığım sırada cebimdeki telefonun çaldığını hissederek kimin aradığına bakma gereği duymadan açıp kulağıma yasladım. “Evet?”

 

“Hangi cehennemdesin lan sen?” Başka derdim yokmuş gibi bir de bu adamla uğraşıyordum. Yüzbaşı Devrim’le. İki gündür adam kuyruk gibi peşime takılmıştı. Neyse ki saatler önce onu atlatabilmiştim ve kendi bildiğimi rahat bir kafayla yapabilmiştim.

 

“Ne istiyorsun?”

 

“Ben sana gözümün önünden ayrılmayacaksın dememiş miydim?!” Derince bir nefes alıp verdim. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım. “Birkaç saate geleceğim.”

 

“Derhal harekat merkezine geliyorsun, üsteğmenim! Derhal!”

 

“Birkaç saate geleceğimi söyledim.” Dedim dişlerimin arasından. Biraz daha üstüme gelirse makam mevki umurumda olmayacaktı. Ben böyle şeylere alışkın değildim. 3 yıldır tek başıma sahadaydım ve kimse bana ne yapmam gerektiğini söylemiyordu. Görevi aldığım kişiyi görmezdim, bilmezdim, tanımazdım… karşı taraf da beni tanımazdı. Sonrasında her şey bana kalırdı.

 

Cephane gerekirse kod gönderirdim, karşı kod gelirdi ve koordinatlardan kimseyi görmeden ihtiyacımı alırdım. Benim için uzun süre hayat bu şekilde geçmişti. Şimdi yanımda sürekli birileri olunca, üstelik o birileri işime karışınca ayar oluyordum.

 

“Yüzbaşım-” lafımı kesti.

 

“Yarım saat içinde operasyona çıkacağız, asker. Ve sen yarım saat içinde burada olmazsan timimde olduğun sürece bir daha hiçbir operasyona katılamazsın!”

 

“Ne operasyonu?” diye sordum kaşlarım çatılmışken. “Nil’in yerini bulduk.” Gözlerim büyüdü. Aniden frene bastığımda araba bedenimi öne doğru savurdu ama umurumda değildi. “Lan baştan söylesene ecdadını-”

 

“Tek kelime daha et de bak ki ben seni operasyona dahil ediyor muyum?!”

 

“Emredersiniz komutanım! Geliyorum!” Telefonu kapattı. Kalbimin sesini duyabiliyordum. “Allah’ım çok şükür!” Nasıl bulmuşlardı bilmiyordum ama sonuçta bulunmuştu! Arabayı trafikte olmamı umursamadan tam tur döndürerek ters yöne soktum. Kavşak bir kilometre ötedeydi, zaman kaybıydı, oraya kadar gidemezdim.

 

Kardeşimin yerini sonunda bulmuşlardı öyle mi? Aldığım hızlı nefesleri düzene sokmaya çalışarak Barış’ın numarasını tuşladım. Haber vermezsem canıma okurdu. Telefon ilk çalışta açıldı. “Nil’in yerini bulmuşlar!” dedim net bir şekilde.

 

Barış’tan beklemediğim bir tepki geldi. “Biliyorum.” Dedi. “Ben buldum ve şimdi oraya gidiyorum.”

 

“Ne demek lan oraya gidiyorum?!” Diye çıkıştığımda kulağıma birkaç hışırtı geldi. “Lan Barış!! Bir delilik etme!”

 

“Daha fazla gecikemem kardeşim, kusura bakma.” Telefonu suratıma kapattı. “Sikerim lan senin belanı!” Yeniden, yeniden aradım ama açmadı. Hemen sonra da arama boşa düştü. Aradığım kişiye ulaşamıyordum.

 

Mirza’nın numarasın tuşladım. Önümdeki araçlar kornalarını çalarak üzerime gelirken makas ata ata yanlarından geçtim. Telefon açıldı. “Buyur abi?” dedi Mirza. Onu iki kez eşek sudan gelene kadar dövdüğüm için benden korkuyordu.

 

“Barış’ın nerede olduğunu biliyor musun?”

 

“On dakika önce apar topar çıktı abi.” Dediğinde dişlerimi birbirine bastırdım. “Siktir!” Nefeslendim. “Yanına bir ekip al ve git başkomiserini tutukla!”

 

“Af buyur abi?”

 

“Dediğimi yap lan! Sana sorgulama izni verdim mi?!”

 

“Abi başkomiserimi ben nasıl tutuklayayım?!”

 

“LAN!”

 

“Tamam abi.” Dediğinde telefonu suratına kapattım. Nilüfer’imi Antep’ten çıkarttıklarına emindim. O şerefsizler bir yolunu bulmuş ve izlerini kaybettirmişlerdi. Yüzbaşı operasyon için özel timin çıkacağını söylüyorsa bu durumda istediği kadar tecrübeli olsun bir polisin yapabileceği hiçbir şey yoktu.

 

Bu yüzden Barış’a engel olmak zorundaydım.

 

Devrim’in bilerek yerini bana söylemediğinin de farkındaydım. Çünkü öğrenirsem kimseyi beklemeden yola çıkardım. Şimdiye dek yaptığım gibi. Direksiyonu sıkıca tutarken arabayı sağa kırdım.

 

Gaza daha fazla yüklendim. Az kaldı abim, geliyorum.

 

🪷

 

NİL

 

Bir gün önce…

 

Bir kuyunun dibinden yükselen ses gibiydi yaşadıklarım. Varla yok arasında; peşine düşsem kaybolacağım yok saysam galiba mahvolacağım. Nilüfer çiçeklerinin neden bataklıklarda büyüdüğüne bazen anlam veremezdim. Çiçekler ezildiklerinde daha güzel kokarmış, öyle söylerdi annem. Galiba Nilüfer çiçekleri de battıkça daha çok parlıyordu.

 

Yanaklarımda silemeden kuruyan gözyaşlarım dururken kapıdan içeriye giren iki tane takım elbiseli koruma yerdeki artık ölü olan korumayı kollarının altından tuttu ve sürükleyerek kaldığım hücreden çıkarttı. Adamın arkasında bıraktığı kan izlerine baktım bir süre.

 

Zar zor açık tutmayı başardığım gözlerimi kandan oluşan yolda gezdirdim. İzler tam oturduğum sandalyenin önünden başlıyor çıkışa doğru uzanıyordu. Bir cinayete şahit olmuştum, bu da bir şey mi bir cinayeti kendim işlemiştim. Pişman mıydım… hayır değildim. Battıkça, battıkça daha çok batıyordum! Ama biliyordum ki bu insanlar ölümden daha beterini hak ediyordu. Birbirlerinin kuyusunu kazmak için an kolluyorlardı. Onların için önemli olan güçtü. Kim kime sıkarsa işi yürütüyordu. Kendi gözlerimle buna şahit olmuştum.

 

Bir daha asla unutamayacağım bir şahitlik bırakmıştım zamana. Ölüm unuttur muydu tüm bunları bana?

 

Eklemlerim saatlerdir kuru bir sandalyeye oturduğum için sızlamaya başlamıştı. Rahatsızca yerimde kıpırdandım ve ellerimi çekiştirdim ama hiçbir şey değişmedi. Uyumaya korkuyordum. Biri gelir de haberim olmazsa diye ödüm kopuyordu. Gerçi haberim olsa ne olacaktı ki; hiçbir şey yapamıyordum.

 

Hiçbir şey.

 

Çaresizlik insanı çürüten bir şeydi, yavaşça çürüdüğümü hissediyordum.

 

Dakikalar sonra olduğum odaya biri girdi ama kafamı kaldırıp bakmadım. Gözlerim yerdeki kan izlerinde kalmıştı. Yerdeki bu kan benim kanım olabilirdi… o adam beni yakabilirdi. İçten içe titredim. Bunu düşündükçe dehşete kapılıyordum. Kendi kendime birkaç kez krize girip sakinleşmeyi başarmıştım ama her defasında daha kötü hissettiriyordu. Üstelik vücudumun gösterdiği tepkilere bakılırsa şekerim yeniden düşüyordu.

 

“Seni uyarmıştım.” Gözlerimi usulca kaldırdım ve konuşan kişiye baktım. Mustafa’ydı. Dudağımın kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı. Hâlâ gülümseyebiliyordum… “Bir gün seni de öldürecek o adam.” Dedim, ki bundan emindim. Hepsinin son kullanma tarifleri vardı. İşleri bittiğine kafalarına sıkıyorlardı. “Belki babandan başlar.” Kafamı omzuma doğru yatırdım. “Gerçi sizin dünyanızda bozuk mal çok yaşamaz değil mi?”

 

Söylediklerimi duymazdan gelerek arkama geçti ve bileklerimdeki ipleri çözdü. Herhangi bir tepki vermedim. Ellerimi önüme doğru aldım ve ağrıyan bileklerimi ovuşturdum. Mustafa o sırada ayak bileklerimdeki ipleri de çözdü.

 

Sonra doğrularak gözlerimin içine baktı. “Berbat görünüyorsun.” Söylediği bana neredeyse kahkaha attıracaktı. Bu görüntünün sebebi kendileriydi. “Beni dinleseydin bu halde olmayacaktın.” Dedi, sesini kısık tutuyordu. Gözlerimi kırpıştırarak gözlerinin içine baktım. “İtaat etmemi mi bekliyorsun?” diye sorduğumda kafasını belli belirsiz salladı. “Evet” dedi ardından. “En azından itaat ediyormuş gibi görün. Abin er ya da geç seni bulur. Böyle mi bulsun istersin?”

 

“Onu benimle tuzağa mı çekeceksiniz?” diye sordum ağlak bir ses tonuyla. Sustu. Sorduğum soruya cevap vermedi. “Seni son kez uyaracağım, baka da yapabileceğim bir şey yok.” Dediğinde akmak üzere olan gözyaşlarımı zar zor tutuyordum. “Beni buradan çıkart. Yemin ederim abime yardım ettiğini söylerim. Ceza almazsın diyemem çünkü öyle ya da böyle alacaksın ama indirim uygular hakim. Neden işi bitince seni öldürecek adamlara çalışıyorsun?”

 

Kafasını iki yana salladı. “Sessiz ol.” Dedi. Derin bir nefes aldı. “Bu bataklıktan çıkış yok.” Yutkundum. Bu bataklıktan çıkış yok… yok muydu gerçekten? Bitmiş miydi artık her şey? “Eğer bir şansın olsun istiyorsan karşı gelmeyeceksin.” Dedi ardından bir şey söylememe izin vermeden sesini yükseltti. “Kalk!”

 

Birkaç saniye yüzüne baktım. Siyah saçlı, esmer bir adamdı. Gözleri babasının gözlerine benziyordu. Kahverengi, üstelik ruhsuz. Bana yardım etmeyeceğini anladım o an. Sandalyeden tutunarak ayaklarıma güç verdim. Uyuşmuş bedenim sızım sızımdı. Yüzüm acıyla buruştu ve ağlamamak için dişlerimi birbirine bastırdım. Zaten o kadar çok ağlamıştım ki belki de geriye gözyaşım kalmamıştı. Mustafa kolumdan tuttu ve yürümeye başladı. Mecburen ona ayak uydurdum. Nereye, diye soracak halim bile yoktu.

 

Hücre gibi olan o adadan çıkıp geniş alana geçtik ama durmadık. Daha önce kaldığım ve gözlerimi ilk açtığım yere getirdi beni. Kolumu bıraktığında desteğim gittiği için sendeledim ve dizlerimin üzerine düştüm. “Biraz uyu.” Dedi, cevap vermedim. Gölgesi üzerimden çekildi. Kapının kapanma sesini duydum sonra ve kilit sesi de hemen ardından geldi.

 

Hâlâ dizlerimin üzerine dururken ellerimi yere doğru yasladım ve yavaşça sağ tarafım dönüp uzandım. Kolumun birini başımın altına yerleştirdim. Sert ve soğuk zemin canımı okuyacakmış gibi hissettirdi. Küçük pencerelere baktım. Hava kararıyordu. Bir gün geçmişti.

 

Bir gün geçmişti ve kimse gelmemişti.

 

Bittiğini düşündüğüm gözyaşlarım zemine akmaya başladığında dizlerimi kendime doğru çektim. Bir elimi cebime attım ve saklamış olduğum ekmek parçasını aldım. Kurumuştu ama başka çarem yoktu. Ölmek istemediğim için yemek zorundaydım. Hem abimle daha tüm Antep’i gezmemiştik. Barış’la evlenmemiştik… hayatta yapacağım çok şey vardı. Hayallerim vardı ve kurduğum o bütün hayaller elimde tuttuğum kuru bir ekmek parçasına bağlıydı. Ekmekten bir parça ısırdım ve yemeye başladım. O sırada gözyaşlarım akmaya devam ediyordu.

 

İç çekerek ağlarken avucumun içi kadar kalan ekmeğe baktım. Daha fazla yiyemezdim. Birkaç saat sonra şekerim yine düşecekti ve eğer yemek yemezsem bu psikolojiyle fazla dayanabileceğimi sanmıyordum.

 

Kaldığım hücrede lamba veya herhangi bir ışık kaynağı yoktu. Hava karardıkça kaldığım yerde kararıyordu. En sonunda her taraf karanlığa gömüldüğünde titrek bir nefes aldım. Korkunçtu. Gözlerimi sıkıca kapattım ve kendi karanlığıma sığındım. Güzel anıları hatırlamaya çalıştım.

 

Abimi, Barış’ı, Kübra’yı…

 

Beni bulmaları ne kadar sürecekti? Ye haberim yokken birine bir şey olursa düşüncesi kalbimi kıyım kıyım etti. Belki de bir daha onları göremeyecektim. Buradan kurtulsam bile göremeyecektim hem de. Kübra’ya zarar vermeyi başarabilir miydiler? Ya da diğerlerine… burnumu sertçe çektim. Benim için uğraşıyordular ve bu uğraş onların sonu olabilirdi.

 

Eğer Kübra bahsini geçirdikleri cephaneyi bulmamış olsaydı o adam yüzümü yakacaktı. Kübra bilmiyordu ama bir kez daha beni kurtarmıştı. Ve bu yüzden canı yanabilirdi, daha kötüsü de olabilirdi.

 

Eymen, onu korurdu değil mi? Gölgesi gibiydi sonuçta, Kübra’yı korumalıydı. Hiçbirine bir şey olmamalıydı. Artık bana ne olacağı umurumda değildi ama onlara bir şey olsun istemiyordum. Sımsıkı kapattığım gözlerimi açtım ve etrafa baktım. Hiçbir şey göremiyordum. Şehir merkezine yakın olsaydık en azından az da olsa içeriye ışık girerdi ama ışığa dair hiçbir şey yoktu.

 

Elimde tuttuğum ekmek parçasını cebime koydum. Eğer düşürürsem bu karanlıkta bir daha bulamazdım, üstelik yerler çok pisti. Buraya uzanıyordum ama isteyerek yapmıyordum. Halim kalmamıştı. Bedenime aldığım darbeler sızım sızımdı. Bundan da öte zihnime aldığım darbelerin acısını hissediyordum. Çok, çok acıyordu. Aklımdan dönüp duran düşünceleri uzaklaştırmaya çalıştım. Başarılı olduğum söylenemezdi gerçi ama eğer psikolojik anlamda düşersem kalkamazdım.

 

Kendime gelmem gerekiyordu. Televizyonlarda filmlerde birçok kez böyle sahnelere şahit olmuştum sonuçta, bu da öyle bir şeydi. Evet, bir film karesiydi. Ya da kötü bir kabustu. Uyanacaktım ve her şey eskisi gibi olacaktı.

 

Zaman geçmeye başladı. Saatler ve dakikalar arsındaki farkı anlayabilecek durumda değildim. Ancak o kadar titriyordum ki uyuyamıyordum. Saatler belki de dakikalar geçti… bilmiyordum. Duyduğum seslerden dolayı ne zaman kapattığımı bilmediğim gözlerimi aralayarak etrafa baktım. Hiçbir şey göremediğim için kaşlarım çatıldı. Birkaç konuşma sesi duyuldu kapının ardından ama fazla silikti, anlaşılmıyordu. Doğruldum ve oturur pozisyona gelerek gözlerimi kapıya diktim. Adım sesleri duyulmaya başladı. Elim kazağımın koluna sakladığım çatalı aradı ama karşılaştığım boşluk beni hüsrana uğrattı. Düşürmüş müydüm?

 

Dişlerimi birbirine bastırdım. O şey kendimi koruyabileceğim tek şeydi ve ben ne ara düşürdüğümü bile fark etmemiştim. Böyle olmazdı. Bu şekilde buradan kurtulamazdım. Kendime gelmeliydim. Kendime gelmek zorundaydım.

 

Kapıdan kilit sesi duyuldu. Sonra içeriye doğru açıldı ve böylelikle zifiri karanlık oda kapıdan süzülen ışıkla aydınlandı. Gözlerim kamaştığı için kırpıştırdım. İçeriye kimin girdiğini göremiyordum çünkü ışığın tam önünde duruyordu. “Yeğenim akşam yemeğini yedin mi?”

 

Şerefsiz.

 

“De haydi kalk da yemek yiyelim şöyle karşılıklı.” Dişlerimi birbirine bastırdım. Mustafa’nın söylediklerini düşündüm. Onu sinirlendirmek istemiyordum o yüzden yalnızca kafamı aşağı yukarı salladım ve yerden destek alarak ayağa kalktım. Başıma saplanan ani acı yüzümü buruşturmamı sağlasa da yürümeye başladım. Onun yemeklerinden yemeyecektim ama belki bu sefer bıçak aşırabilirdim.

 

Hâlâ bir şansım vardı. Bir orduya karşı bıçakla nasıl kendimi koruyacağım konusuna gelirsek umurumda değildi. Kendimi koruyabileceğim bir şeylerin olması kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu. Cahit, kapının önünden çekilerek dışarı çıkmam için yol gösterdi. Önünden geçerek dışarı çıktım. Geniş alanda bulunan soba yine yanıyordu. Üşüdüğümü sobayı görünce fark etmiştim.

 

Buz kesmiş ellerimi yumruk yaparak oraya doğru yürümeye başladım. Takım elbiseli adamlar gitmişti. Cahit’in kendi adamları oğluyla birlikte buradaydı. Mustafa, sobanın önünde dikiliyordu ve gözleri üzerimdeydi. Diğer adamlar gelişigüzel etrafta bekliyorlardı.

 

İçeride bu kadar adam varsa dışarıyı hayal edemiyordum. Sorma gereği duymadan önceden beni oturttukları koltuğa yerleştim. Cahit de karşıma geçip oturdu. Mustafa ise kendisine bir tabure çekmişti. Önümdeki sehpanın üzerindeki yemeklere göz gezdirdim.

 

Bir tabağın içinde yeşil biber dolması vardı. Üst üste koymuşlardı. Sanki tüm tencereyi bir tabağa boşaltmışlar gibi. İki kaseye yoğurt olduğunu düşündüğüm bir şey yerleştirilmişti. Asıl dikkatimi çeken ise meyve tabağında duran elmaya saplanmış bıçaktı. Gözlerimi yemeklerden kaldırarak Cahit’e baktım. Bir eli sargılıydı. Keşke kafasından vursaydı o herif, en azında mermi boşa gitmezdi.

 

Eline baktığımı anlamış gibi lafa girdi. “Acımıyor merak etme.” Dediğinde kaşlarım kavislendi. “Gebersen umurumda olmaz.” Dedim kendimden beklemediğim bir sakinlikle. Bu konuda da ciddiydim. Aksine dünyadan bir pislik silindiği için sevinirdim.

 

“Bak yeğenim,” dedi derin bir nefes alarak. “Burası abinin kollarına benzemez. Burada herkes kendi ayağından asılır. Eğer ki adam akıllı bir karşılık bekliyorsan adam akıllı davranacaksın.”

 

Mustafa’yla kısaca göz göze geldik. Gözleriyle bir uyarıda bulundu ancak umurumda değildi. Bu adama zafer kazandırmayacaktım. En azından bunu hissetmemesi için elimden geleni yapacaktım. “Doğru mu anlıyorum?” diye sordum ve devam ettim. “Senin gibi köpeklik etmemi mi istiyorsun?” kafamı omzuma doğru yatırdım. “Anca avucunu yalarsın.” Dudağımın kenarı yukarıya kırıldı, burnumdan güler gibi bir nefes verdim. Sargılı eline baktım. “Gerçi artık onu da yapamazsın.”

 

“Nil!” dedi yüksek bir ses tonuyla Mustafa. Yüzümü ona çevirdim. “Sus.” Dedi net tavrıyla. Üstelemedim çünkü karşımdaki adam bana oldukça sinirli bakıyordu. Her an kalkıp boğazım sarılacakmış gibi. Bu yüzden en doğru olan elbette susmaktı.

 

“Annene çok benziyorsun.” Dedi Cahit. “O da böyle olur olmadık laflar eder canımı sıkardı.” Sessiz kalmaya devam ettim. Beni kışkırtmaya çalışıyordu. Ve aslında çok doğru bir yerden konuya girmişti. “Ama.” Dedi tane tane. “Sonu ölüm oldu.”

 

Onu göz hapsine aldım. Tek kelime daha ederse etrafımdaki silahlı adamları umursamayacaktım ve önümdeki sehpayı kafasına geçirecektim. “Anneni çok özlediysen yanına gönderirim seni.” Abimle benzer bir noktamız vardı; ikimiz de çok çabuk sinirleniyorduk.

 

Nasıl yaptım bir fikrim yoktu ama önümdeki masayı kenara savurdum ve bunu yaptığım an elmaya saplı duran bıçağı alıp boğazına dayadım. “Annemi sen mi öldürdün?!” sesim depoda yankı uyandırdı. Çevremde bir hareketlilik vardı ama umurumda değildi. “Bunu yapan sen miydin?!”

 

Bıçağı tuttuğum elimi tuttu ama geri çekemedi. Çünkü karşı güç kullandım ve eğer boşluğuna denk gelirse boğazının kesileceğini biliyordu. “Nil, kes şunu!” diyen Mustafa umurumda değildi. “Anneni ben öldürmedim.” Dedi Cahit gözlerimin içine bakarak. “Eğer annenin katilini öğrenmek istiyorsan geri çekilmek zorundasın yeğenim.”

 

Çekilmeyecektim. Yalan söylüyor olabilirdi. Böyle bir fırsat bir daha elime geçmezdi. Onu öldürebilirdim. Bunu yapabilirdim ama elim titriyordu. Ve o şerefsiz bunun farkındaydı. “Her şey sizin yüzünüzden! Hiçbiriniz yaşamaya hakkı yok! Allah hepinizin belasını versin!”

 

Başımın ardında bir soğukluk hissettim. “Geri çekil Nil.” Dedi Mustafa. Kafama silahını dayamıştı. “Öldürecek misin?” diye sordum ona bakmadan. Düşünmedi bile. “Evet.” Dedi. Burnumdan sert bir nefes verdim. “Öldür o zaman.” Dedim ve elimdeki bıçağı daha sıkı tuttum. Sonra da Cahit’in boğazına sapladım. Aynı saniyelerde geri çekildim ve arkaya doğru yere düştüm. Cahit acıyla buruşturduğu yüzüyle yere doğru yığılmıştı. Derin kesememiştim, bu kesik onu öldürmezdi ama kıvranıp duruyordu.

 

Elime bulaşan kanı kazağıma sildim. Tepemde beliren iki adamla ilgilenmiyordum. Birisi kolumdan tutarak beni ayağa kaldırdı. “Sıkayım mı ağam?” diye sorduğunda Cahit oğlunun yardımıyla toparlanmayı başarmış koltuğuna geri oturmuştu. Elini boğazına yaslamıştı ama parmaklarının arasından kan akıyordu.

 

“Yok.” Dedi gülerek. “Gerçekleri öğrendiğinde zaten kendi kendini öldürecek.” Kaşlarımı çattım. Daha hangi gerçekten bahsediyordu bu adam böyle? Kafayı yiyecektim! Beni soktukları duruma bile şaşıramıyordum ki artık. Onu öldürebilirdim ve bunu yaparken gözümü bile kırpmamıştım. Eğer Mustafa beni zamanında geri çekmeseydi bıçak daha derine girecek şah damarını kesecekti.

 

Ve ben pişman olmayacaktım.

 

Allah kahretsin.

 

“Geveleyip durma Cahit!” dedim dişlerimin arasından ona nefretle bakarken. “Bir kez adam ol da gerçekleri anlat!” Öğrenmek istiyordum, anneme ne yaptıklarını neden yaptıklarını öğrenmek istiyordum. O, bunların hiçbirini hak etmemişti.

 

Kollarımdan tutan adamlardan birisi beni yürüterek az önceki koltuğa oturmamı sağladı. Birkaç adam da Cahit’in boynundaki yarayla ilgileniyordu. “İyi misin baba?” diye sordu Mustafa adamın başında dikilirken. “İyiyim.” Dedi Cahit. “Biz sevdiklerimizden darbe yemeye alışkınız oğul.”

 

Sevgin de sevenin de batsın senin!

 

Kolum yanımdaki adam tarafından çekiştirildi. Ne olduğuna bakmak için döndüğümde elindeki ipleri gördüm. Kalın ipleri bedenimden geçirmeye kalkışınca onu ittim. “Yaklaşma bana!” Elindeki ip yere düştü. Mustafa önümde bitti ve çenemi sertçe tutarak kendisine bakmamı sağladı. “Rahat dur.” Dedi dişlerinin arasından.

 

“Ne yaparsın?” diye soludum nefretle. “Öldürür müsün?!” Sesim depoda yankılandı. “Sizden korktuğumu mu sanıyorsunuz?! Bu yaptıklarınızın bir bir bedelini ödemeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?! Köşeye sıkıştınız ama! Bu köprüden önceki son çıkışınız! Kaçamayacaksınız! Kurtulamayacaksınız!-” Susmamı sağlayan şey suratıma yediğim tokattı ve bu sefer bana vuran Mustafa’ydı.

 

Yanan gözlerimdeki gözyaşlarını geri gönderdim ve Mustafa’nın gözlerinin içine baktım. “Pişman olacaksın.” Dedim dişlerimin arasından. Hem de öyle bir pişman olacaktı ki keşke doğmasaydım diyecekti. Sessiz kaldı ve yere düşen ipi alıp kendisi bedenimden geçirerek koltuktan kalkamayacağım bir şekilde bağladı.

 

“Otur oğlum.” Dedi o sırada Cahit. Boğazına pamuk bastırıyordu. Onu öldürememenin pişmanlığını yaşasam da artık çok geçti. Mustafa önümden çekilerek taburesine oturdu. Cahit ise bana bakarak genişçe gülümsedi. Normalde sinirlenmesi gerekmez miydi? Neredeyse onu öldürecektim ve onun tek tepkisi genişçe gülümsemekti.

 

“Tüm taşlarımızı ortaya dökme vakti geldi demek ha?” Dişlerimi birbirine bastırdım. “Yeğenim,” dedi yayvan sırıtışını yüzünden silmeden. “Yıllar önce bir kadına aşık olmuştum.” Kafasını belli belirsiz iki yana salladı. İçli bir nefes aldı. “Ferda, güzel kadındı.” Zorlukla yutkundum. Geçmişe dönmüş içli bakışlarına bir anda nefret eklendi. “Abim olacak herif onu benden aldı ama!” Sesinden de nefret akıyordu. Sonra dudaklarına bir gülümseme kondu. “Ben de ondan bacaklarını aldım.” Dedi keyifli bir şekilde.

 

Babamı felç bırakan da Cahit’ti… Böyle bir şeyi kendi öz abisine nasıl yapabilirdi? “Annem, seni değil babamı seviyordu.” Dedim, her ne kadar o adama baba demek istemesem de gerçek buydu. Annemin yazdığı günlüklerde Cahit’in birkaç kez adı geçerdi. Hepsinde de nefretle anılıyordu. Daha fazlası yoktu. Korkut’u seviyordu ve o adam annemi kovmuştu.

 

“Annen konaktan neden gönderildi sanıyorsun?” diye sordu aşağılayıcı bir tonlamayla. “Babanla evliyken benimle yatıp kalkıyordu.” Beynimden bir darbe yemiş gibi hissettim ama böyle bir şeye inanmamı nasıl bekliyordu ki? Çocuk mu vardı karşısında? Kafamı hızlıca iki yana salladım. “Yalancı.” Lafı çıktı dudaklarımdan güçsüz bir tonlamayla.

 

Boğazındaki yara acımış olmalı ki yüzü buruştu. “Yalan söylemiyorum. Korkut, annenin ihanetini kabul etmediği için kovdu konaktan.” dedi, onu duymayı kestim. Çünkü gözümün önüne yıllar önceye ait bir görüntü yüklenmişti. Annemin günlüklerini okuyordum. Yere oturmuştum. O günlükteki birkaç sayfa yırtılıp atılmıştı, çok aramıştım ama bulamamıştım.

 

Devam eden sayalarda yazan yazıları o zaman anlamamıştım. İşte şimdi hepsi gözümün önündeydi;

 

“Ben istememiştim. Ben istemedim. Hiç istemedim. Zorla yaptı. Direndim ama zorla yaptı. Karşı gelemedim. Allah hepsini kahretsin…”

 

Bu yazıları anlamamıştım. Hiç anlamamıştım. Gözlerim kendiliğinden dolmaya başladı. O sayfalarda kurumuş gözyaşları vardı. Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım ve karşımdaki adama baktım.

 

Anneme tecavüz etmişti.

 

Hayır… benim anneme bunu yapmış olamazdı. Olmasındı. Annem… kafamı hızlıca iki yana salladım. Gözyaşlarım sicim gibi aktı yanağıma. Göğsüm acıyla kavruluyor sanmıştım. Annem… nasıl dayanmıştı? Benim anneme nasıl kıymıştı?

 

Dudaklarımı araladım. Nefes alamıyordum ama konuşmama engel değildi. “Allah senin belanı versin.” Daha fazlasını söyleyemedim. Canım o kadar yanıyordu ki aklımı kaybedecektim. Kabul edemiyordum! Benim annem gülerdi ama gözleri ağlardı. Ben gülerken ağlamayı ondan öğrenmiştim. Ben anneme sarılmaya kıyamazdım.

 

Bunu anneme nasıl yapardı? Nasıl kıyardı…

 

Hayır!

 

Göğsüm kabarıp indi. Saniyelerdir nefes alamadığım için aldığım bu nefes boğazımı acıttı. Hangi acı annemin acısını bana hissettirebilirdi? Ben yapamazdım, annemin yaptığını yapamazdım dayanamazdım. Allah’ım annemi öldürmeden öldürmeyi başarmıştı bu caniler! Anneme cehennemi yaşatmışlardı!

 

Derin derin nefesler aldım ama o kadar yetersizdi ki boğulacaktım. “Adi şerefsiz.” Dedim dişlerimin arasından. Onu öldüremediğim için kendime ah ettim. Annemin intikamını almak az önce ellerime verilmişti ama başaramamıştım, yapamamıştım.

 

O kadar beceriksizdim ki. Hiçbir şey, hiçbir şey yapamıyordum!

 

“Anneme nasıl kıydın?” diye sordum. Cevap istemiyordum, böyle bir sorunun cevabı olur muydu? Olmazdı!

 

“Birbirimizi seviyorduk.” Dedi hiç utanmadan. Ben, ölecek gibi hissediyordum. O tüm bunları yapmasına rağmen nasıl yaşayabiliyordu? “Yalancı! Annem senden nefret ediyordu! Onu zorladın! Zorla yaptın!” dedim bağırarak. “Öldüreceğim seni! Yemin ederim öldüreceğim seni!” Sesim depoda yankılar bıraktı. Bağırmaktan boğazım sızladı ama umurumda değildi. Oturduğum yerde çırpındım. Ayaklarımı yere vurdum ve öldürmeye ant içmeye devam ettim.

 

Sesimden rahatsız olmuş olmalı ki arkaya bir işaret verdi ve bir el dudaklarımın üzerine kapandı. Kurtulmak için kafamı sağa sola oynattım. Bir işe yaramadı. Dudaklarıma bir bez parçası bağlandı. Engel olamadım. Sesim kısılmasına rağmen içten içe çığlık atmaya devam ettim.

 

“Sakin ol,” dedi Cahit. “Daha hikayeye yeni başlıyorum.” Genişçe gülümsedi. Gülebiliyordu. Delirecektim. Aldığı her nefes ona haram değil miydi? Niye, niye gülebiliyordu?!

 

“Baban, annenin ihanetini öğrendiğinde dayanamadı. Gerçi öldürür sandım ama kovmakla yetindi. Hiç Korkut abimin yapacağı şeyler değildir bunlar. İlginç değil mi?” Sessizce akan gözyaşlarımla ona bakıyordum. İçim çığlık çığlığaydı ama dışarıya yansıyan tek şey gözyaşlarımdı.

 

Neden sadece annemi suçlamışlardı ki? İhanetin en büyüğünü babama kardeşi yapmamış mıydı? Annemi kovarken ihaneti kaldıramadım diyordu da neden bu şerefsizin yüzüne bakmaya devam ediyordu? Nasıl yapabiliyordu?

 

Allah’ım çıldıracaktım! Çıldıracaktım!

 

“Abim, bana canından çok güvenirdi. Aklına gelmedi tabi onu annenin benimle aldatması. Saf adamdı vesselam.” Bir an durgunlaştı. Anladım ki onun konaktan Bursa’ya taşınma sebebi babamın yüzüne bakamıyor oluşuydu. Yaptığı haltan sıyrılmıştı ve kendine uzakta mutlu bir hayat kurmuştu. Anneme ne olduğunu hiç sormamıştı…

 

Yaptıklarına rağmen.

 

“Anneni sonra çok aradım ama bulamadım.” Dedi yüzsüzce. Beni baştan sona süzdü. “Sonuçta ona kendime ait bir şey bırakmıştım.” Dediğinde direnmeyi kestim. Arkama yaslandım ve öylece karşımdaki adama baktım.

 

“Doğru anlıyorsun.” Dedi gözlerimin içine baka baka. “Sen benim kızımsın.” Eliyle Mustafa’yı gösterdi. “Gerçek abinle tanış.” Tepki vermedim. O konuşmaya devam etti. “Mahir’im yaşasaydı, ne çok severdin onu.”

 

Kulaklarım uğulduyordu. Bedenimi bir boşluk hissi sardı. Bir kuyuya düşüyordum. Düşüyordum. Sürekli, bitmez tükenmez bir düşüştü bu. Sonu yoktu. O kadar çok düşüyordum ki nefes alamıyordum. Bir çığlık yükseliyordu kuyudan. Çığlık beni çepeçevre sarıyordu. Tüm etlerimi kemiriyordu.

 

Yalan söylüyordu. Yalan söylüyordu işte.

 

Benim abim Çınar’dı bir kere. Çınar’dı. Gelecekti, kurtaracaktı beni. Bu sefer o gelecekti, burada terk etmeyecekti beni. Hıçkırdım. Yalandı. Söz vermişti, geç kalmayacaktı bana. Dudaklarımdaki baskıya rağmen inler gibi bir nefes verdim. Dayanamıyordum.

 

Kalbimde çatlaklar oluşuyordu, zaman geçtikçe her çatlak içime içime batıyordu. Kafamı iki yana salladım. Durmaksızın sallamaya devam ettim. Yalandı. Bilerek yapıyordu!

 

“Nasıl oldu bilmiyorum, bir gün abim annenin kendisini benimle aldattığını öğrendi. Herhalde buna dayanamadı. Gerçeği öğrendiğinde gözü dönmüş, ben tabi sonradan öğrendim. Annenin yerini bulmuş.” Sustu, uzun uzun baktı bana. “Annenin katili ben değilim, kızım.” Dedi. “Korkut.”

 

Gözlerimi kapattım. Sussun istiyordum. Sussundu!

 

“Sonra benim yanıma geldi, beni de öldürmeye kalktı ama ondan önce davrandım.” Genişçe gülümsedi. “Allah’ın takdiri herhalde kalp krizi geçirdi üstüne. Bir daha ayağa kalkmasın diye de tüm ilaçlarını değiştirdim.” Derin bir nefes çekti içine. “Annenin intikamını aldım, kızım.”

 

Hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Yılardır sürünmesini sağladım. Eski Korkut ağadan eser kalmadı.” Kıkırtısı kulaklarımı doldurdu. “Seyfi’yi de sen hapse gönderdin. Çok iyi bir baba-kız olduk.” Dedi ve ekledi. “Şimdi tüm Antep’i ben yönetebileceğim. İstediğin her şeye sahip olabileceksin! Hem, karımı tanıyorsun, o sana da analık eder.”

 

Gözlerimi yavaşça araladım ve gözlerinin içine baktım. Çocukken kurduğum tüm hayaller benimle birlikte kuyuda boğuluyordu. Her tarafta kendi sesim vardı. Bir yerde, babam gelsin diye Allah’a yalvarıyordum. Bir yerde abim için ağlıyordum. Bir yerde anneme abimi bıraktığı için kızıyordum. Kulaklarımda yankılanan çocukluğumu zaman içine almıştı. Öldürüyordu onu.

 

İstediğim tek şey annem ve abimdi. Abim. Çınar. Başkası olamazdı. Annem… hayır. Hayırdı işte! Olmazdı. Böyle bir kötülüğü nasıl yapardı insan? Nasıl kıyardı…

 

“Bir şey demeyecek misin?” diye sorduğunda ona gözümü kırpmadan bakmaya devam ediyordum. Dudaklarıma bağladıkları bez parçasını yeni fark ediyormuş gibi kaşları kavislendi. “Doğru ya,” dedikten sonra bir işaret verdi. O saniyelerde ağzıma bağladıkları ip çözüldü.

 

Dakikalardır nefessiz kalmışım gibi dudaklarımın arasından bir nefes çektim içime. Benden gelecek tepkiyi bekliyordu. Bedenim tir tir titriyordu. Soğuktan değildi. Şekerden de değildi. Acıdandı, acıdan.

 

“Gerçekten babam sen misin?” diye sordum bomboş bir ses tonuyla. O kadar boştu ki sesim kendi içim titremişti. Kafasını salladı. “Benim.” Dedi gözlerini kaçırmadan. “O zaman Mustafa ve Mahir abim mi benim?”

 

“Abin tabi. Ah, Mahir’im yaşasaydı en çok onu severdin.”

 

“Sen de mi en çok Mahir’i seviyordun?” diye sordum bu sefer. “Yeri bende başkaydı.” Dedi, sesi açıklıydı. Gerçekten anladım ki oğlunu seviyordu. Belki de ilk kez gözlerinde gerçekçi bir hüzün vardı. Göğsümü çepeçevre saran derin bir nefes aldım.

 

“Oğlunun nasıl öldüğünü biliyor musun, baba?” diye sordum dilim sızlasa içim kahrolsa da. Dişlerini birbirine bastırdı. “Merak etme, abinin intikamını da alacağım, o Barış’ı da öldüreceğim. Mutlu bir aile olacağız.”

 

Kafamı iki yana salladım. “Mahir’i Barış öldürmedi.” Dedim gözlerimi bir an olsun gözlerinden çekmeden. Kaşları çatıldı. Söyleyeceğim kelimeleri merakla bekledi. “Ben öldürdüm.” Dedim çekinmeden. Söyledikleri doğruysa eğer kendi abimi öldürmüştüm. Pişman değildim, bu saatten sonra hiçbir şey değildim. Bir yerden sonra artık acımıyordu bile biliyor musunuz? Düştüğüm o boşluk son bulacaktı ve bedenim yere çarpacaktı. O çarpışmayı bekliyordum. Acısızdı bu.

 

O kadar çok acıtmıştı ki artık acımıyordu bile.

 

“Sırtı bana dönüktü, silahı kaldırdım ve tam kalbine nişan aldım. Bir an olsun gözümü kırpmadım.” Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. “Kendi abine yaptığını ben de kendi abime yaptım, baba. Onu sırtından vurdum.” Sesim titremedi. Acımıyordu ki artık. Hiç acımıyordu. “Nasıl da sana benziyorum değil mi?”

 

Sessizlik. Olduğundan değil. Artık hiçbir şeyi duymadığımdan.

 

Ben… ölmek istiyordum. Bu bedenle yaşanmazdı. Bu gerçeklerle yaşanmazdı. Bu soyla, kanla yaşanmazdı. Ölmek vardı kafamda. Başka hiçbir şey yoktu. Sadece ölmek vardı.

 

Ölmek.

 

Son kez dudaklarım iki yana doğru kıvrıldı.

 

Kurt, tavşanı yemişti.

 

🪷

 

Şimdiki zaman.

 

YAZAR'DAN

 

Barış, ettiği tüm dualarla askeriyenin bahçesinde sağa sola yürüyordu. İçinde tarifi imkansız bir sıkıntı vardı. Zaman geçmeyi sanki bırakmıştı. Çınarlar operasyona çıkalı üç saat olmuştu ama sanki yıllar geçmişti.

 

Kar yağıyordu. Hava soğuktu. Acaba, canından çok sevdiği kadın üşüyor muydu? Ne haldeydi? İki gündür neler hissetmiş, neler yaşamıştı? Ellerini saçlarından geçirdi. İçi kıyılıyordu. Yerinde duramıyordu. Onlarla gitmeliydi ama dağ için herhangi bir eğitim almamıştı. Kimseyi dinlemeden gitmeye kalkışmıştı ancak bu sefer de Çınar önüne set çekmişti. Doğru olanın bu olduğunu kendisi de biliyordu ancak yapamıyordu.

 

Sevdiği kadının ne halde olduğunu bilmeden burada böyle bekleyemiyordu. İki gündür onca baskın gerçekleştirmiş, onca adamın sorgusuna girmişti. Parmak eklemleri yara bere içindeydi, attığı yumruklar karşısındakine zarar verdiği gibi kendisine de vermişti. Acıyı hissettiği yoktu gerçi. Tek hissettiği yokluktu.

 

Sevdiği kadının yokluğu.

 

Dört saat önce Nil’in üzerine takılı olan pompadan sinyal yakalamaya çalışırken başka bir sinyal radarlarına girmişti. Bilerek gönderilen bir sinyaldi bu. Direkt kendi telefonuna gönderilmişti. Mustafa tarafından. Bunun yanlışlıkla yapılmış bir şey olduğunu sanmıyordu. Tuzaktı. Mahir’i öldürdüğümü düşündükleri için beni kendilerine çekiyorlar diye düşünüyordu.

 

Sinyali fark ettikten sonra fevri davranmamış ve askerlerle durumu paylaşmıştı. Onların dönütünü beklemeden yola koyulmak gibi bir fikri olsa da bu son anda engellenmişti. Sinyal sınır dışında dağlık bir alandan geliyordu. Gaziantep, Suriye sınırıyla bağlantılı olduğu için zaten hepsinin aklında olan bir ihtimaldi ama aynı zamanda da istemedikleri bir ihtimaldi. Çünkü sınır dışı demek operasyonlar için engel demekti.

 

Sevdiği kadının yerini biliyor olsa da gidemiyor olmak canına tak ediyordu.

 

Merkez binadan adım sesleri duyduğunda kafasını çevirerek gelene baktı. Kübra Hanım’dı. O da yakından takip ediyordu olayı ve konakta bulduğu cephane işlerini kolaylaştırmıştı. Kübra, işini yapmış olsa da kendince ona teşekkürü borç biliyordu.

 

“Bir haber mi var?” diye sorduğunda Kübra kafasını iki yana salladı. “Yarım saate bölgeye ulaşacaklar.” Dedi Barış’ın birkaç adım önünde durarak. Hepsi uykusuzdu. Hepsi iki gündür duraksız uğraşıyordu. Tek tesellileri ise Nil’i sonunda bulmaktı.

 

“Siz iyi misiniz?” diye sordu Kübra. Barış kafasını belli belirsiz salladı. “Ne kadar olunabilirse.” Dedi açık uçlu bir cevap vererek. Hiç iyi değildi. Derin bir nefes alarak nezaketen kendisi de aynı soruyu karşısına yöneltti. “Peki ya siz?”

 

Kübra, omuzlarını kaldırıp indirdi. “Ne kadar olunabilirse.” Dedi Barış’tan bir cevap çalarak. Kollarını birbirine doladı. Siyah blazer ceketinin üstünde karlar birikmeye başlamıştı. “İçeri girmeyecek misiniz? Hava soğuk.”

 

“İçeride zaman geçmiyor.”

 

“Burada geçiyor mu?”

 

Barış, sert bir nefes verdi. “Pek sayılmaz.”

 

“Nil, sizi hasta görmek istemez.”

 

Barış, zorlukla yutkundu. O kadar korkuyordu ki. Canının yanmış olma ihtimali kalbini sızlatıyordu. İki gün olmuştu, iki günde yapayalnız hiç bilmediği bir yerde kalmıştı. Ona istemediği bir şeyler yapmışlar mıydı? Canını yakmışlar mıydı?

 

Gözlerini sıkıca kapatıp birkaç saniye sonra tekrar açtı. “O, iyidir değil mi?” diye sordu içinde sorulara cevap bulamadığı için. Ancak Kübra da bu sorudan korkuyordu. Yine de iyi düşünmeye çalıştı. Normalde hiç huyu değildi ama kardeşini diğer türlü düşünmek istemiyordu. “İyidir.” Dedi sahte bir gülümsemeyle. “Geldiğinde onu bulmakta bu kadar geciktiğimiz için bize trip bile atar.”

 

Hakkıydı. Zaten, sorun da değildi. İyi olduktan sonra istediği her şeyi yapabilirdi. Nil iyi olacaksa canını da verirdi. “Aslında sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyordum.” Dedi Kübra ciddiyetle. Barış, kafasıyla bir onay verdi. “Yeri mi bilmiyorum ama geçende elime bir posta ulaştı.” Kübra, önüne gelen saç tutamını kulağının ardına sıkıştırdı.

 

“Ne postası?” diye sordu Barış bekleyemeyerek.

 

“Birkaç kağıt parçası. Bir günlükten kopartılmışlar. Ki yazıların Ferda teyzeye ait olduğunu düşünüyorum. Onun bir günlüğü vardı, kullanılan isimlerden ve anlatılan olaydan anladığım kadarıyla durum bu şekilde.”

 

“Kim göndermiş?”

 

“Bilmiyorum. Bir soruşturma başlattım ama henüz bir şey çıkmadı.” Barış düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı. “Peki ne yazıyor sayfalarda?”

 

Bu sefer gözlerini kapatan Kübra’ydı. “Hayal bile edemeyeceğim kadar kötü bir geçmiş.” Dudakları açılıp kapandı ama söylemek zorunda olduğu için kendini toparladı. İlk kez eline ulaşan sayfaları okuduğunda beyninden vurulmuşa dönmüştü. Eğer ağlayabilen birisi olsaydı o an hıçkıra hıçkıra ağlardı. Canı yandı, kalbi kardeşi için kavruldu ancak daha fazlasını yapmak elinden gelmedi.

 

“Ferda teyzenin buradan neden gönderildiğini biliyor musunuz?”

 

Barış kafasını iki yana salladı. “Hayır, yani etrafta dolaşan bazı dedikodular var ama hiçbirinin aslı yok.”

 

“Cahit, Ferda teyzeye tecavüz etmiş.” Dedi tek solukta. Bunu dile getirmek bile bir kadın olarak canını yakıyordu. Kendini anne bildiği kadının yerine koyuyordu ve nefesi kesiliyordu. Böyle bir geçmişe sahip olmak, böyle bir acıyla çocuk büyütmek ne büyük zorluktu. Nasıl tüm bunlara katlanabilmişti, aklı almıyordu.

 

Barış, duyduğu cümleyle bir an donup kaldı. Kafasında dönen tek cümle onu bambaşka bir düşünceye itmişti. “Bu ne demek oluyor?” diye sorduğunda Kübra gözlerini kaçırdı. “Nil, aslında Cahit’in çocuğu olabilir.” Dediğinde Barış kafasını iki yana salladı.

 

“Yok, değildir. Nil, bu söylediğin şeyi kaldıramaz. Değildir.” Kafasını iki yana sallamaya devam etti. “Değildir savcı hanım!”

 

Kübra, sıkıntılı bir nefes çekti içine. Böyle bir gerçeği Nil’e nasıl söylerdi bilmiyordu. Kendisi bile öğrendiğinde mahvolmuştu, o nasıl kaldırırdı? Kaldırabilir miydi?

 

“Başka ne yazıyor?” diye sordu Barış duymak istemiyor olsa da. “Pek bir şey yok. Yaşadığı o olayı anlatmış. İstemediğini ve…” Nefesi kesilir gibi oldu ama konuşmaya devam etti. “Bunu kimseye inandıramadığını. Bir de Çınar’dan bahsetmiş uzun uzun.”

 

Sessizlik oldu. İkisi de birkaç dakika konuşmadı. En sonunda Kübra çokça düşündüğü kelimeleri dile getirdi. “Bunu bilmenizi istedim çünkü Nil öğrendiğinde onu nasıl iyileştirebilirim bilmiyorum. Belki siz biliyorsunuzdur.”

 

Barış, cevap vermedi. Hâlâ söylenilenleri düşünüyordu. Aklı almıyordu. Tüm bu olanların sebebi Cahit miydi? O şerefsiz olmasa Çınar annesinden ayrı kalmayacak Nil’in çocukluğuna şahitlik edebilecekti.

 

“Bir de…” diye konuşmaya devam etti Kübra. “Ben Çınar Beyi tanımıyorum, onun için de yıkıcı bir durum olacaktır. Size yüklenmiş gibi olacağım ama onları ayakta tutabilecek tek kişi sizsiniz.”

 

Bu olayın bir de Çınar tarafı vardı. Öğrendiğinde onu tutabileceğini sanmıyordu. Cahit’i öldürürdü. Leşine bir rahat vermezdi. Gözlerini sıkıca kapatıp açtı. Çınar’ı böyle bir durumda durdurmak isteyeceği söylenemezdi ancak sonrasını düşünmek gerekiyordu.

 

Saçlarını öfkeyle geriye itti. Bir bataklıktı bu. Çınar’ın yaptığı benzetmeye bir kez daha hak vermişti.

 

İkisinin var ettiği sessizliği bozan ortalarına düşen gölgenin sahibiydi. Eymen, tam Kübra’nın arkasında durmuştu. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordu direkt Kübra’ya sorusunu yönelterek. Kübra omuzlarını kaldırıp indirdi. “Hava alıyorum.” Kendisine ulaşan postayı Barış dışında kimseye söylememişti. Normalde postayı kimin gönderdiğini öğrenene kadar hiç kimseye söylemezdi ancak işler uzayacak gibi görünüyordu.

 

Durum bu kadar ciddiyken tek başına hareket edemezdi.

 

“Bana haber vermeden dışarıya çıkmamalısın.” Dedi Eymen. Dün, Kübra’nın kaldığı eve bir saldırı düzenlenmişti ve Eymen bu durumu son anda fark ederek günü kazasız atlatmalarını sağlamıştı ancak her zaman bu kadar şanslı olmayabilirlerdi. “Bir yere gitmedim Eymen Bey, gördüğünüz gibi her tarafta jandarma var.”

 

“Nil’i özel tim dolu bir evden alıp götürdüler Savcı Hanım.” Dedi Eymen bastırarak. “Hatırlatırım.”

 

Kübra burnundan sert bir nefes verdi. Omzunun üzerinden Eymen’e ters bir bakış atarak önüne döndü. Söylediği şeyi hiç unutmamıştı. Bazen ne kadar çabalarsan çabala sonuç değişmiyordu. Tıpkı her yaşamın sonunda ölüm olması gibi her olayın da bir getirisi oluyordu. Umuyordu ki bu getiri onları ağır sonuçlarla karşı karşıya bırakmazdı.

 

Bahçeden içeriye giren siyah makam aracı hepsinin dikkatini çekti o sıra. Araba birkaç adım ötelerinde durdu. Takım elbiseli şoför dışarı çıkar çıkmaz arkaya ilerledi ve kapıyı açtı. İçeriden çıkan kişi Kübra’nın dikkatini çekmişti.

 

Bu, Albay Halil İbrahim Ecevit’ti. Telefonla bir kez konuşma şansları olmuştu ama ilk kez onu canlı kanlı görüyordu. En son öğrendiği kadarıyla Ankara’daydı. Operasyonu yakından takip etmek istediği için gelmiş olmalıydı.

 

Eymen esas duruşa geçerek komutanına selam verdi. “Merhaba asker!” dedi Albay. Eymen, sert sesiyle yanıt verdi. “Sağ ol!”

 

“Rahat.”

 

“Hoş geldiniz komutanım.”

 

“Hoş bulduk evlat, bir değişiklik var mı?”

 

“Varmak üzerler komutanım.” Albay usulca kafasını salladı ve gözlerini Eymen’in yanında bekleyen kadına çevirdi. Kübra’yla göz göze geldiklerinde ikisi de kaşlarını çatmıştı. Kübra, koruma emrini bu adamın verdiğini biliyordu. Henüz bunun nedenini sormaya fırsat bulamamıştı ama er ya da geç soracaktı.

 

Elini Albay’a uzattı. “Kübra Karaca.” Dediği sırada Albay büyük ve hasırlı eliyle kadının narin elini tutmuştu. “Memnun oldum, savcım.” Dedi. Kübra, kafasını hafifçe eğdi. “Ben de komutanım.” Böylelikle aralarındaki konuşma bitmişti. Albay, Barış’a da bir selam verdikten sonra içeriye yöneldi. Yanındaki korumalar da ardından ilerledi.

 

Kübra, şüpheyle Albayın arkasından baktı. Onun odağını değiştiren şey çalan telefonuydu. Kimin aradığına baktıktan sonra telefonunu açıp kulağına yasladı. “Merhaba, sayın savcım.” Dedi karşı taraf. Kübra uzatmadan sordu. “Durum ne?”

 

“Volkan, komadan çıktı. Durumu şu an iyiye gidiyor.” Kübra derin bir nefes aldı. Lavin’in sorgusundan sonra ilk işi Volkan için bir ekip oluşturmaktı. Ancak ekibe gerek kalmadan Çınar Volkan’ı bulmuş ve hastaneye yetiştirmişti. “Tamam, sen yanlarında kal. Bir şeye ihtiyaçları olduğunda gider.”

 

“Emredersiniz savcım.” Telefonu kulağından çekerek kapattı.

 

Öğrendiği kadarıyla Volkan’ın durumu ağırdı. Fena halde dayak yemişti bu durum onu komaya sokmuştu. Lavin’ın kardeşini korumak için yaptığı yanlış kendince en doğru olanıydı. Ya da çaresiz kalmıştı. Kübra, Lavin’in gözünü korkuttuktan sonra serbest bıraktırmıştı. İsteyerek yapmadığını en başından beri bilse de bu gerçeği kabul etmek ve sindirmek zaman almıştı. Bütün aile şimdi Volkan için dakikalar sayıyordu. Kübra, gözlerini gökyüzüne dikti.

 

Bir ev bin belayı içinde saklardı. Kendi de bunu iyi biliyordu da ondan garipsemiyordu. Bütün ayrılıklar önce aileden başlardı. Sonra dallanır budaklanır biçimlere girerdi. Elinde bir dosya vardı, ancak o dosyanın bin sayfası da farklı bir şeyi anlatıyordu.

 

“Kübra Hanım,” diyerek sessizliği bozdu Barış. “Bahsini geçirdiğiniz kağıtlar…” dedi uzun zamandır sürdürdüğü sessizliğin nedeni duyduklarını sindirmekti. “Onları bana verebilir misiniz?” Kübra birkaç saniye düşündü. Sonra bir sorun olmayacağı kanaatine vardı. “Tabi.” Diyerek yanıtını dile getirdi. “Yalnız şu an yanımda değiller.”

 

“Müsait olduğunuz bir anda sizden alırım.” Kübra kafasıyla bir yanıt verdi. “İçeriye geçelim isterseniz?” diye sorduğunda Barış kafasını iki yana salladı. “Siz geçin, birazdan geleceğim.” Üstelemedi. Yüzünü Eymen’e çevirdi. Göz göze geldiklerinde Eymen eliyle yolu işaret etti.

 

Barış bahçe kapısına doğru ilerledi. Nöbet bekleyen jandarmaların gözlerini bazen üzerinde hissediyordu ama umurunda değildi. Gözlerini karşıdaki arazide gezdirdi. Bir çitle çevrilmişti. O çitin ardı Suriye’ydi.

 

Derin bir nefes alıp verdi. Elini istemsizce kalbine yasladı. Aniden duyduğu acı yüzünün buruşmasını sağlamıştı. Kızarmış gözlerini kırpıştırdı. Canımın canı yanıyor, diye düşündü. Bu düşünce kalbinde hissettiği acıyı çoğalttı.

 

🪷

 

Çınar, silahını kontrol etti. Bunu kaçıncı kez yaptığından bihaberdi. Tüm mermiler yerli yerindeydi. İki yedek şarjör ceplerindeydi. Uzun zaman sonra ilk kez kamuflaj giymişti. Yüzünde asker boyası vardı. Boynuna taktığı asker yeşili fularla yüzünün yarısını kapatmıştı. Kafasında da bir miğfer vardı.

 

Açıkça görünen tek yeri gözleriydi. Hava kararmıştı. Helikopterden ineli bir saat olmuştu ve bir saatin sonunda sinyalin kaynağına ulaşmışlardı. Dağlık arazinin küçük bir bölümünde tek katlı depoyu andıran bir yapı vardı. Deponun dört yanı korumalarla doluydu.

 

Yumruklarını sıktı. Kardeşi iki gündür bu köhne yerde miydi? Hemen harekete geçmek istese de bunu yapamayacağını biliyordu. Emrin verileceği anı bekliyordu. “Sansar, kaç kişi görüyorsun?” Kulağındaki kulaklıktan duyduğu ses Yüzbaşına aitti.

 

Sansar, komutanına saniyesinde cevap verdi. “On iki saydım komutanım.” Onun ardından bir ses daha yükseldi. Asuman’dı. “Benim görüş açımda on altı kişi var.” Çınar, bir kez daha dişlerini birbirine bastırdı. Asuman’ın bu operasyona katılmasına karşıydı ancak o kadının kimseyi dinlemek gibi bir derdi yoktu.

 

“Saat dokuz yönünde iki kişi daha var.” Diye bir ekleme yaptı Çınar. Keskin gözleri her tarafı tarıyordu. Kardeşini bulacaksa hataya yer yoktu. Hem de hiç yoktu. Devrim, konuştu. “Leyal, yerini aldın mı?”

 

“Aldım komutanım, hazırım.” Saniyeler kalmıştı. İçten içe durmaksızın geçen saniyeleri sayıyordu. Nilüfer’ine kavuşacaktı. “Ozan, Sansar, Asuman sağ giriş sizde.”

 

Hep bir ağızdan yanıt geldi. “Emredersiniz komutanım.”

 

“Tolga, İskender arka taraf sizin.”

 

“Emredesiniz komutanım.”

 

“Çınar ve Ferhat abi siz benimlesiniz.” Çınar cevap vermedi ama Ferhat cevap vermişti. “Emredersiniz, komutanım.” Kulaklıktan Çınar’ın sesi duyulmadığı için Devrim tekrarladı. “Anlaşıldı mı?!”

 

“Anlaşıldı komutanım.” Dedi Çınar bu ikazın kendine geldiğini bilerek. Sabırsızlanıyordu. Ters bir cevap verecek olursa Devrim’in sorun yaratacağını biliyordu. Ki yol boyu Devrim, Çınar’ı uyarmakla ve tehdit etmekle geçirmişti. Şimdi tam kapının önüne gelmişken buradan geri dönüşü kabul etmezdi. Gerçi bu saatten sonra emir dinler miydi, orası şüpheliydi.

 

“Leyal.” Dedi Devrim. “Sırtımız sana emanet.”

 

“Daima komutanım.” Dedi Leyal Devrim’e karşılık. Devrim’in yüzünde belli belirsiz bir gülümseme var oldu. Derin bir nefes aldı ve keskin gözleriyle etrafı yeniden kontrol etti. “Akkızıl!” diye seslendi.

 

Herkesin dikkati kulaklıktaydı. “Gazamız mübarek olsun!”

 

Bu bir emirdi. “Amin!” Aynı anda harekete geçtiler.

 

Geceyi bir giysi gibi kullanırdı onlar. Gölgeyle iç içe geçerdi. Bu dağlardaki taşlar bile attıkları adımdan haberdar olmazdı. Karanlığın içinde bir hayalet gibi ilerlediler. İlk hareket deponun arkasını korumakla görevli olan iki adamın indirilmesiyle başlamıştı. İskender ve Tolga aynı anda iki adamın boynunu kırmış ve ağızlarını kapatarak karanlığın içine çekmişti. İzleri hiç var olmamış gibi ortadan kaldırıyorlardı.

 

“İki ex.”

 

Asuman, yaralandığı günden beri bu anın hayaliyle yaşıyordu. Sahada olmayı çok özlemişti. Bir gölge gibi önündeki adama yaklaştı. Bir rüzgarın tecrübesiyle ellerini kaldırdı ve adamın boynuna sarıldı. Boynundan yükselen tok sesle birlikte adam yere yığıldı. Yakınlarında nöbet bekleyen adamın dikkati oraya kaydı. Lakin Sansar adamdan önce davranarak eliyle ağzını kapatmış bıçakla boğazına derin bir yarık açmıştı. Kan, onun en sevdiği şeylerden birisiydi. Dökmeyince görevini tamamlamamış gibi hissediyordu.

 

Ozan, ikisinin yanından sakince geçerek ilerdeki bir diğer adamı indirdi. El koordinesiyle konuşmadan üçü de anlaştı. Önlerinde dört adam daha vardı. Ancak hepsi birbirine yakındı ve onlara fark ettirmeden yaklaşmak kolay olmayacaktı. Sansar, kulaklığına doğru fısıldadı.

 

“Üç ex.”

 

Devrim ve Çınar yan yanaydı. Girişteki adamlar onlara kalmıştı. Ortada dolaşıp duran yedi kişi vardı. Bu durumda bir çatışma başlaması olağandı. Ancak Devrim işini sessiz halletmeyi severdi. Eliyle kendine yakın olan iki adamı gösterdi. Çınar bir onay verdi. Devrim’den uzaklaştı ve yerden taş alarak uzaktaki çalılıkların arasına attı. Sesi duyan adamlardan ikisi ciddiyetle hareketliliğin olduğu yere doğru ilerlemeye başladı. Böylelikle diğerlerinden ayrılmış oldular.

 

Çınar eğildiği yerden kalktı ve kalktığı an doğrultulmuş tüfeklerden birini oyuncakmış gibi çekip aldı. Diğer adam harekete geçemeden Devrim arkadan onu etkisiz hale getirmişti. İki adam hareketsizce yere yığıldığında Çınar gözleriyle ileriyi gösterdi. Koca gövdesiyle Ferhat tek başına iki kişiyi etkisiz hale getirmişti.

 

“Dört ex.” Dedi Ferhat. Çınar ileriye atılacağı sırada Devrim omzuna elini bastırarak ona engel oldu. Çınar sert bir nefes vererek komutanına baktı. “Dalalım artık!” dedi dişlerinin arasından. Devrim kaşlarını çattı. “Sakin ol.” Dedi fısıldayarak. Bu durumda nasıl sakin kalabilirdi? Kendisinden imkansızı istiyordu. Kardeşi birkaç adım ötesindeydi ve o burada üç beş şerefsizle uğraşıyordu.

 

“Söz verdin, Çınar. Yanlış bir şey yapma.” Dedi Devrim bir kez daha uyararak. Normalde albay bu operasyona Çınar’ın katılmasını istememişti. Çınar çok dil dökse de yakınlık derecesinden dolayı hata yapacağını düşünüyordu. Ayrıca onu kendi timiyle daha önce bir arada görmemişti. Tüm bunlar risk demekti. Ancak Devrim, kendisini güvence vererek Çınar’ın operasyona katılmasına neden olmuştu.

 

Geceyi yaran bir ıslık sesi duyuldu. Hemen ardından Çınar ve Devrim’in arkasındaki adam yere yığıldı. İkisi de yere düşen adama baktı. Devrim, elini kulaklığına götürdü. Leyal’in sesi kulaklarında yankılanmıştı. “Paslanmışsınız komutanım.”

 

“Seni deniyordum asker.” Dedi Devrim kendinden ödün vermeyerek. Leyal’in olduğu yeri biliyordu. Arkasını bir kez daha korumuştu. Zamanlarının kısıtlı olduğunu biliyordu ancak gözleri Çınar’ın üzerindeydi. Bir delilik etmesinden korkuyordu çünkü onun yerinde olsaydı delilik ederdi. Bu yüzden az önce kendilerine yaklaşan adamı fark etmemişti. Sinirle soluklandıktan sonra Çınar’a ters bir bakış attı. “Akkızıl, görüntü var mı?”

 

İlk yanıt Sancar’dan geldi. “Olumsuz.” Hemen ardından İskender yanıt verdi. “Komutanım içerisi de kalabalık.”

 

“Kaç kişi?”

 

“Sayamadım. Gördüğüm kadarıyla beşten fazlalar. İçerde hareketlilik var.”

 

“Dikkatli olun! Devam ediyoruz.”

 

“Emredersiniz.”

 

Devrim harekete geçtiği sırada Çınar, olduğu yerde doğruldu. Deponun kapısında dört adam daha dikiliyordu. Ortadan kaybolan diğer adamlar onların kafasında soru işareti oluşturuyordu. Birazdan hepsi farkına varırdı. “Akkızıl!” diye seslendi Devrim. Bu işi artık bitirmek istiyordu. “Avınızı seçin.”

 

Çınar, silahını kaldırdı ve anında iki kişiyi indirdi. Silahlarında kuru sıkı kullandıkları için içeriye ses gitmiyordu. Tim tek tek sessizce dışarda olan adamları avlıyordu. Sadece bir kişi tüfeğine basabilmişti. Boşa giden merminin en büyük sorunu çıkarttığı sesti. Devrim ve Çınar deponun kapısına ilerledi ve iki yana geçti. Sırtlarını duvara yerleştirdiler. “İskender, içeriye sızabilir misin?”

 

“Olumsuz komutanım. Pencereler çok dar.” Öyleyse geriye tek bir seçenek kalıyordu. Dümdüz içeriye dalacaklardı. Çınar’la göz göze geldiler ve birbirlerine baş selamı verdiler.

 

Sesten dolayı dışarıyı kontrole çıkan bir koruma ortadaki manzarayı görmüştü. “Baskın!” diye bağırdığı an Çınar adamı kendi tarafına doğru çekti ve düşünmeden kafasına sıktı. Aniden kızışan ortam içeridekilerin silahlarına sarılmasına neden olmuştu.

 

O saniyelerde tanıdık bir ses duyuldu. “Kimseyi içeri sokmayın!” Çınar, gözü kararmış gibi hissetti. Bu Cahit’in sesiydi. “Siktim belanı orospu evladı! Siktim!” Siper aldığı yerden silahını doğrulttu ve gözüne her ilişeni indirdi. Tim içeriye nefes aldırmıyordu. Kurşun sesleri geceyi uykusundan uyandıracak kadar gürültülüydü.

 

Çınar, olduğu yerden iyi nişan alamadığı için kararttığı gözleriyle kapıya bir tekme savurdu. “Çınar!” diye gürleyen Devrim’i duymazdan gelerek içeriye daldı ve geride kalan iki adamın kafasına sıktı. O sırada kolundan sıyıran mermi umurunda değildi. Arkasından gelen Devrim söverek Çınar’ı korumaya almıştı.

 

Kısa bir sessizlik yaşandı. Diğer askerler de yavaşça içeriye girerek komutanlarını korumaya almış, hareketlilik için emir bekliyorlardı.

 

Karşılaştığı manzara Çınar’ın duraksamasına neden olmuştu. İşte, oradaydı. Canı, kanı, kardeşi. Kalbi titredi. Kardeşinin yüzünde yara izleri vardı. Kurumuş kan vardı. Dişlerini birbirine bastırdı. Kardeşinin ipek saçları kesilmişti. Aldığı nefes kursağına battı.

 

“Yaklaşma yeğenim! Evlat katili etme beni!” diye bağırdı Cahit. Nil’i kendisine kalkan etmişti. Arkasına saklanmış, tuttuğu silahı da Nil’in kafasına dayamıştı. Çınar, elindeki silahı kaldırdı ve karşısındaki manzaraya doğrulttu.

 

Lakin o an hiç olmayan bir şey oldu; Eli titriyordu.

 

“Bırak lan kardeşimi!” diye kükrediğinde aksine Cahit silahı daha da bastırdı Nil’in şakağına. “Buradan çıkacağım!” dedi, “Eğer engel olmaya kalkarsanız sıkarım kafasına!” Tüm bu sözler Nil için anlamsızdı. O sanki duymuyordu, görmüyordu.

 

Abisiyle bir kez bile göz göze gelmemişti. Belki de diye düşündü Çınar, yüzümdeki fulardan tanımamıştır. “Senin buradan ancak cesedin çıkar Cahit. Ölmek istemiyorsan teslim olacaksın!” Cahit’in elinin tetiğe gittiğini gördüğünde kendisi de elini tetiğe götürdü. Geç kalamazdı. Kardeşine bir kez daha geç kalamazdı.

 

Depoda bir silah sesi yankılandı. O an kulaklar sağırdı sanki. Zaman normal akışını bırakmış, yavaşlamıştı. İki beden yere yığıldı. Bunlardan birisi Nil’e aitti.

 

🪷

 

ÇINAR

 

Kalbimden vurulmuş gibi hissettim. Durağan adımlarımı hızlandırdım ve kardeşime koştum. Yerdeydi! Yerdeydi! “Nilüfer!” Seslenmeme cevap vermedi. Dizlerimin üzerine çöktüm ve canının yanmasından korkarak omuzlarından tutarak onu kendime taraf çevirdim. Gözleri açıktı. “Abim.” Lafı çıktı dudaklarımdan. Ona seslenmeyi öyle özlemiştim ki. “Abim, geldim!” Yüzümdeki fuları boynuma doğru çektim.

 

Dolu dolu olan gözlerini kırpıştırdı. O sırada tüm bedenini gözden geçiriyor bir şey olup olmadığını kontrol ediyordum. Kan yoktu. Çok şükür ki yoktu. Vurulmamıştı. Kaybedeceğim sanmıştım ancak o tetiğe basmakta gecikseydim ölürdüm.

 

Nilüfer’i doğrultarak bana yaslanmasını sağladım. Ellerimde yarım eldiven vardı, parmaklarımın ucu tenine dokunduğunda ne kadar soğuk olduğunu fark ettim. Yanaklarını avuçlarımın içine aldım. “Gözbebeğim.” Dedim hiç tepki vermedi. Gözleri boş bakıyordu. Ağlamıyordu, öylece kucağıma yığılmış duruyordu. “Abim, bir şey de. Geldim bak, konuş benimle.”

 

Bedeni titriyordu. Çok titriyordu. “Ozan!” diye seslendiğim sırada önüme sırt çantasını bıraktı. O, sıhhiyeciydi. Hızlıca çantanın içini açtı. Nil’in şekeri ne durumda bilmem gerekiyordu. En korktuğum şey başımıza gelmemeliydi. Omzumda bir el hissettim o sıra. “Sakin ol kardeşim.” Dedi Devrim ama sakin falan olamıyordum.

 

Kardeşim tir tir titriyordu. Nasıl sakin olabilirdim. Ozan, şekerini ölçerken gözüm Nilüfer’in üzerindeydi. Bir tepki versin diye bekliyordum ama vermiyordu. Yüzündeki yara izleri içimin kıyım kıyım olmasını sağladı. Parmağım dudağının kenarına gitti. “Acıyor mu çok?” diye sordum kendime engel olamadan.

 

Gözlerini sıkıca kapattı o sıra. Yüzünü göğsüme doğru soktuğunda derin bir nefes alarak kollarımı bedenine sardım. Dokunmaya kıyamadığım kardeşimi ne hale getirmişlerdi? Nasıl kıymışlardı?

 

“Geldin.” Dediğini duydum. Kollarımı bedenine sıkı sıkı sarmak istiyordum ama yapamadım. Bedeninde yara varsa, canı yanarsa diye kıyamadım. Dudaklarımı şakaklarının üzerine bastırdım. “Geldim.” Dedim onun söylediğini destekleyerek. “Hiç gelmez olur muyum?”

 

Birçok kez şükrettim. Gözlerim Ozan’a kaydı. Şimdiye ölçmüş olması gerekiyordu şekerini. Bakışlarımı fark ederek bana baktı. “Acil gitmemiz lazım komutanım.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Sessizce bir sorun olmadığını söyleyerek glukometrenin ekranını gösterdi. Düşündüğüm kadar düşük değildi, ancak sürekli titriyor olması endişelenmemi sağlıyordu.

 

“Şimdi, evimize gideceğiz.” Dedim sessizce, onu korkutmadan fısıldayarak. Kafasını omzumdan kaldırdı ve gözlerime baktı. İçim acıdı. Niye böyle bakıyordu? Bakışları paramparçaydı. Omuzlarıma tutundu ve ayağa kalktı. “Nilüfer?” dedim sorguyla ama durmadı.

 

Bana arkasını dönerek yürümeye başladı. “Abim, nereye?” Sorumu duymadı bile sanki. Engel olmadım. Neden olmadım bilmiyordum ama elim gitmedi. Arkasından ilerledim. Güçsüz adımlarla bir kapıya doğru giderken gözlerim İskender’i buldu. “Temiz.” Dedi içimi rahatlatarak.

 

“Nilüfer.” Dedim tekrar ama yürümeye devam etmişti. Hücre gibi bir odaya girdiğinde yumruklarımı sıktım. Bu odada mı tutmuşlardı kardeşimi? Hepsinin, hepsinin soluğunu kesecektim. Nilüfer, duvarın kenarında diz çöktü ve ellerini yere sürttü. Kaşlarım çatıldı. Arkasından önüne doğru çektiğimde ne yaptığını anlamıştım.

 

“Ulan…” Nefes alamadım. İçten içe küfrettim sonra Nilüfer’in yanına çöktüm. Kestikleri saçlarını yerden toplamaya çalışıyordu. “Abim…” Utanmasam hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım.

 

Burnunu çekti. “Sen örmüştün bunları.” Dedi hâlâ saçlarını toplamaya çalışırken. “Kestiler bak.”

 

Ellerini tuttum. “Uzar abim, yine örerim. Yapma, ağlama kurban olduğum.” Kafasını iki yana salladı ve ellerimden kurtularak yerdeki saçlarını toplamaya devam etti. Kestikleri her tutamı küçük avucunun içine koyuyordu.

 

“Tamam, beraber toplayalım.” Dedim, içten içe, canım yana yana yerden kardeşimin saçlarını toplamaya başladım. Üzerindeki tozları sildikten sonra küçük avucuna bırakıyordum. Boşta kalan eliyle yanağındaki gözyaşlarını sildi. Burnunu çekti ve konuştu. “Saçlarımı…” hıçkırdı. “Saçlarımı niye kestiler ki?”

 

Cevap veremedim. Avucuna biriktirdiği saçları sıkı sıkı tuttu, sonra küçük yumruğunu göğsüne bastırdı. “Sen örmüştün.” Dedi ağlaması şiddetlenirken. “Sen örmüştün!”

 

Onu kendime doğru çektim ve sıkıca sarıldım. “Tekrar öreceğim. Bu sefer daha güzel öreceğim!”

 

Hıçkırdı. “İstemem. İstemem artık.”

 

“Niye abim? Geldim bak, buradayım. Evimize gideceğiz, düzelecek her şey söz veriyorum.” Kafasını hızlıca iki yana salladı. “Yok.” Dedi. “Yok, düzelmez artık.”

 

“Abim-”

 

“İstemem. İstemem!”

 

Konuştukça daha çok ağlıyordu. Yamuk yumuk kesilmiş saçları omuzlarının üzerindeydi. Sevmek istedim ama canı yanar diye korktum. Diğer hiçbir şey önemli değildi sanki, yalnızca saçları için ağlıyordu.

 

“Tamam, ne istersen onu yapacağız, söz.” Dedim yumuşatmaya çalıştığım sesimle. “Söz mü?” diye sorduğunda hızlıca kafamı salladım. “Söz tabi.” İstesin canımı verirdim. Lafını etmezdim.

 

“O zaman,” derin bir nefes aldı göğsümde. “Ölmek istiyorum.” Dedi. Aldığı nefese kalbimi de çekmişti.

 

 

 

 🪷

 

Bölüm sonu!!

 

Nasıldı? Beğendiniz mi bölümü?

 

Ay ben yazarken kendimi yerlere falan attım🥹 umarım size geçitebilmişimdir duyguları, çok arada kaldkm, bu yüzden bu bölümü yazmak çok zor oldu. Bir hatamız olduysa affola♥️

 

.

 

Gerçeklere ne diyorsunuz? Şaşırdınız mı?

 

Nil'in ölmek istemesi?😭

 

Üstelik şimdiye dek hep yaşamak istediğini söylüyordu... ağla ağla öldüm🫠

 

Toparlayabilir mi dersiniz?

 

Tim?

 

Eklemek istedikleriniz?

 

🍭

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYINN

 

🪷

 

İnstagramdan soru cevap açacağım, bölümü bitirdiğinize göre orya da gelin de sohbet edeliimm🫂

 

İnstagram; Zeynepizem

WhatsApp kanal adı; Zeynepizem

 

😘

 

 

 

Bölüm : 04.05.2025 20:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...