
Öncelikle İYİ BAYRAMLAR🍬
Şeker gibi bir bayram geçirmişsinizdir umarım♥️
Beni takip eder misiniz?
Mutlu olurum🤭
🍭KEYİFLİ OKUMALAR🍭
ZEHİRLİ ŞEKER
BÖLÜM 62
🪷
Cahit, ölmüştü.
Mahir, ölmüştü.
Ferda, ölmüştü.
Biz büyük bir aileydik ve ailemizi küçültmek için yanlış bir yol seçmiştik. Bizim ailemizde ölülerden çok katiller vardı.
Cahit bir katildi.
Korkut bir katildi.
Seyfi bir katildi.l
Çınar, bir katildi.
Ben de bir katildim.
Annem ise bir kurbandı.
Kafamda dönüp duran rollerin sahipleri kendi ailemden insanlara aitti. Bir tiyatro sahnesinde olduğumu hissediyordum. Arkada slow ama gerilim barındıran bir müzik çalıyordu. Katiller ellerinde silah taşıyordu ve her bir silah farklı birini hedef almıştı. Tam ortada ise bir mezar vardı. O mezar annemindi.
Kendimi o mezar gibi hissediyordum. Annem sanki içime gömülmüştü.
Canı çok yanıyordu bu yüzden inleyip duran bendim. Üzerine atılan tüm o toprakların ağırlığını taşıyan bendim. Çürüyordum. Zaman geçtikçe kalbimi yiyip bitiren kurtlar çoğalıyordu. Nefes alamıyordum. Elim boğazımda duruyordu.
Gözlerimi yeryüzündeki insanların üzerinde gezdirdim. Buradan baktığımda fazla küçük görünüyorlardı. Evrende nokta kadar yeri olmayan bir varlığın bu denli acı çektirip aynı zamanda acı çekmesine anlam veremedim bir an. Evrene oranla küçücüktüm ancak içimde dünyaların kaldıramayacağı bir acıyı taşıyordum. En azından böyle hissediyordum.
Boğazımda duran elimi sıkılaştırdım. Omuzlarım hızla kalkıp iniyordu. Nefes alamıyordum. Hastanenin çatısındaydım. En kenara oturmuş ve ayaklarımı aşağıya sarkıtmıştım. Buraya neden geldiğimi bilmiyordum lakin hatırladığım kadarıyla nefes almak içindi. İşe yaramıyordu. Ne kadar yükseğe çıkarsam çıkayım yine nefeslerim kesiliyordu.
Oysa ben yükseklere çıkmayı severdim. Şimdi sevmiyordum.
Dün ağır bir kriz geçirmiştim. Beni ilaçlarla sakinleştirmişlerdi. Uyandığımda abimi yanımda bulmuştum. Öğrendiklerinden sonra benden uzaklaşır sanıyordum ama o aksini yaparak bana sıkıca sarılmayı tercih etmişti. Ellerinin eklem yerleri yaralarla kaplıydı. Soramamıştım nedenini, korkmuştum. Hiç konuşmamıştık. Sessizce birbirimize yaslanmıştık. Saatlerce abimin varlığını en derinlerime kadar hissetmiştim. Bu sabah ise iki asker gelmiş ve abimi alıp götürmüştü.
Abimi.
Alıp.
Götürmüşlerdi.
Parmaklarım boğazımı daha sıkı kavradı. Her şey benim yüzümdendi. Varlığım herkese zarar veriyordu. Anneme, abime... olanların sebebi bendim. Yaşamayı hak etmiyordum. Yaşamak istemiyordum.
Gözlerimden akan yaşları silmekle uğraşmadım. Abimle gitmek istediğimde izin vermemişlerdi. Şu an hastaneden çıkabilecek durumda olmadığımı söylemişlerdi. Yalvarmıştım ama işe yaramamıştı. İyi olmadığımı söylüyorlardı. Bilmiyorlardı ki, abimin yanında olursam iyi olacaktım. Barış, sürekli beni sakinleştirmeye çalışmıştı. Kafamda dönenler ve tüm bu olanlar sakin kalmamı engelliyordu.
Normalde Barış yanımdan asla ayrılmıyordu. Ancak telsizden önemli bir çağrı geldiğinde konuşmak için odadan çıkmıştı. Ben de hemen arkasından çıkmıştım ve buraya gelmiştim. Beni görmüş müydü bilmiyordum. Gerçi görmüş olsaydı burada olurdu, olmaması daha iyiydi.
Metrelerce yüksekten aşağıya baktım. Boğazımdaki elimi çektim ve derin bir nefes aldım. Annemin yanına gitmek istiyordum. Hem annemi çok özlemiştim, onu görmeye ihtiyacım vardı. Geçecek demesine, saçlarımı okşamasına ihtiyacım vardı.
Düşmek... artık düşmekten korkmuyordum.
"Nil?"
İrkildim. Ellerim iki yandan oturduğum yeri sıkı sıkı kavradı. Tamamen refleksti. Korktuğum için nefeslerim hızlanmıştı. "Ne yapıyorsun orada?"
Arkamı dönüp bakmadım ancak sesin sahibini tanıyordum. Barış'tı. Buraya neden gelmişti ki? Gelmemeliydi. Sızlayan burnumu çektim. Zorlukla yutkundum ve titrek bir ses tonuyla cevap verdim. "Hiçbir şey."
Adım sesi duydum. "Çok kenardasın." Dedi Barış, sesini zor zapt ediyormuş gibi. "Neden bu tarafa gelmiyorsun?"
Kafamı iki yana salladım. "Burası anneme daha yakın." Düşünmeden verdiğim bir cevaptı. Ne anlam ifade ettiğini kalbim çok iyi biliyordu ama zihnim inatla gerçeği reddediyordu. O adamın ellerinden kurtulduğumdan beri yaptığım şeyleri kavrayamıyordum. Yapan sanki bir başkasıydı ve ben de seyirciydim.
"Peki, yanına gelebilir miyim?"
"Hayır." Dedim hemen. "Git, lütfen. Yalnız kalmak istiyorum."
"Ama benim sana anlatmam gereken bir şey var. Çok önemli." Duraksadım. İstemsizce bir merak yayılmıştı içime. "Abime bir şey mi oldu?!"
"Hayır, abin iyi. Başka bir şey. Kesinlikle anlatmam gerekiyor." Derin bir nefes aldım ve kafamı usulca salladım. "Tamam, anlat."
"Ama oturmam lazım. Merdivenleri çıkarken koştum ve nefes nefeseyim. Bir yere oturmazsan yorgunluktan konuşamam. Hem bu konu çok önemli, sakince konuşmamız lazım." Kaşlarım çatılır gibi oldu. Yavaşça düzene giren nefeslerim kaskatı olmuş bedenime iyi geliyordu. Merak diğer duygularımı az da olsa ötelemişti.
"Tamam." Diye mırıldandım.
"Şimdi yanına geliyorum. Ayaklarım çok ağrıdı, biraz oturmam lazım." Kafamı hızlıca iki yana salladım. "Hayır!" Dedim endişeyle. Aslında endişeden çok korku duyuyordum ve ne için korktuğumu bilmiyordum. "Yanıma gelme."
Sessizlik oldu. Sonra adım sesleri duyuldu. "Tamam." Dedi sesi sağ tarafımdan geliyordu. "Biraz uzağına oturayım o zaman. Yakınına değil. Ayaklarım ağrıdı çünkü. Oturmam lazım."
Omzumun üzerinden kısaca ona baktım. Benden muhtemelen iki metre uzaktaydı. "Tamam." Diye mırıldandım. Yavaşça benim gibi oturarak ayaklarını aşağıya sarkıttı. Ona baktığımda bana minik bir tebessümde bulunmuştu. "Ne konuşacaksın?" Diye sordum anında.
"Asıl konuya girmeden bir şey sorabilir miyim?" Sessiz kalarak sorusunu onaylamış oldum. "Neden buradasın?"
Sorusu tüm zihnimi kapladı. Gözlerimi aşağıya çevirdim. İnsanlar koşuşturup duruyordu. Arabalar son sürat geçiyordu. "Ben..." Yutkundum. "Bilmiyorum."
"Sorun değil, bazen her birimiz neden yaptığımızı bilmediğimiz şeyler yaparız." İçine çektiği nefesi duydum. Titrekti. "Seni odanda göremeyince çok endişelendim. Neden haber vermedin? Buraya birlikte gelebilirdik."
Duraksadım. Evet, haber vermemiştim. Aklıma gelmemişti. İhtiyaç duymamıştım daha doğrusu. Ne de olsa sonunda beni bulacaklardı. Ben her ne kadar kendimi bulamasam bile.
Sıkıca tuttuğum saçlarıma baktım. Artık eskisi kadar parlak değillerdi. Yumruğumun içinde solan bir çiçek gibi solup gitmişlerdi. Barış'a karşı her zaman dürüst olmuştum. Şimdi de bu değişmeyecekti. "Sana biraz sinirlendim. Canım yandı."
"Neden?"
"Abimle gitmeme izin vermedin."
"Gitsen bile onun için hiçbir şey yapamazdın. Adliyeye veya karakola gitmedi. Komutanı çağırdığı için gitti."
"Hayır. Onu zorla götürdüler! Gördüm!"
"Abini bilirsin, her şeye karşı çıkmak gibi bir huyu vardır." Dedi benim aksime rahat bir şekilde. Anlamsızca yüzüne baktım. Gözlerinin içinde saklamaya çalıştığı bir endişe vardı. Kocamandı ama bunu sesine yansıtmıyordu.
Kafamı hızlıca iki yana salladım. "Onunla gitmek istiyordum!" Sesim sitemle yükselmişti. "Şimdi..." gözyaşlarımı tutmaya çalışarak konuştum. "Belki de bir daha onu göremeyeceğim."
Bedenini tamamen bana doğru çevirdi. "Nil." Dedi sesi hafiften kızgın çıkıyordu. "Abin geri gelecek. Ve bu haldeyken seni hiçbir yere bırakamazdım." Ekledi. "Seni." Dedi tane tane. "Bırakmayacağım."
Son söylediğiyle ilgilenmedim. "Ne varmış halimde!?"
"Ne mi var?! Sen şu an nerede oturduğunun farkında mısın?"
Farkındaydım. En azından artık farkındaydım.
"Ben..." Bir an kelimeler uçup gitti. Gözlerimi kapatıp açtım. Nefeslerim hızlanıyordu. Zihnim geçmişe doğru yuvarlanıyordu. Gözümden bir damla yaş aktı. "Ben, kaybolduğumu hissediyorum."
"Seni bulurum." Dedi anında. Biliyordum, benim için her şeyi yapardı ancak bu şeyin bir tedavisi olduğunu sanmıyordum. "Seni tutarım, Nil. Bırakmam."
Gözlerimi gözlerine çevirdim. "Anlat bana." Dedi. "İçindekileri anlat bana. Her zaman yaptığımız gibi. Beni zihnine, kalbine ortak et, Nil. Sana yardım etmeme izin ver."
Burnumu çektim. "Nasıl bu hale gelebildim bilmiyorum. Bazen her şeyden, herkesten nefret ediyorum.”
"Çünkü çok ağır şeyler yaşadın. Bunları görmezden gelemez, içinde saklayamazsın. Gülüp geçemezsin. Bazı acılar küçümsenemeyecek kadar büyüktür."
"Ama geçmiyor. Geçmiyor, gün geçtikçe daha da büyüyor! Bir bataklık ne kadar derin olabilir, Barış? Battıkça batıyorum, sonu gelmiyor. Gelsin istiyorum. En azından duracağı yeri bileyim istiyorum. Daha fazlasına katlanamıyorum."
"Sana geçecek demeyeceğim, geçmeyecek." Dedi acımasızca. Duymak istemediğim şeyleri söylediği için acımasızdı ama doğruyu söylediğini biliyordum. "Bu acı yaşanmadan geçmez, Nil. Her zaman iyi olmak zorunda değiliz. Düşünce hemen kalkmak zorunda değiliz. Biraz durup acısını hissetmeliyiz. Biz insanız güzelim, robot değiliz ki duygularımızı kontrol edebilelim."
Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. Ne söylemek istediğini anlamıştım ama bir yanım direniyordu. "Kayboldum." Dedim. "Öyle birden değil. Hani bir kurbağayı su dolu kazana koymuşlar sonra da altını yakmışlar ve kurbağa yavaş yavaş ısınan suyun onu aslında haşladığını anlamamış ya, öyle. Dayanamıyorum. Bu ana gelene kadar dayanırım sandım, sürekli içime gömdüm, güldüm geçtim ama artık olmuyor. Son noktadayım."
Yavaş yavaş silinmeye başlamıştım ve şimdi kaybolmuştum. Artık her şey için çok geçti.
"Nil..." dedi içli bir şekilde. Devamını getiremedi o an. Derin bir nefes alıp verdi.
"Kaybolmanın ne demek olduğunu iyi bilirim." Dedi. Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. "Bulabildin mi kendini?"
Kafasını iki yana salladı. "Ben değil sevdiklerim buldu. Sen buldun. Hani bazı anlar vardır ya çok önemsizdir ama hatırlayınca seni gülümsetir. Bana gülümseten anılar hatırlattılar. Bana gülümseyecek anılar verdiler."
"Peki eskisi gibi olabildin mi?"
"Hayır." Dedi, düşünmedi bile. "Kimse eskisi gibi olmaz, Nil."
Kimse eskisi gibi olmaz... artık eskiyle aramda bir uçurum vardı. Gözlerimi yeryüzüne çevirdim.
"Benimle ne konuşmak istiyordun?" Diye sordum. Gözleriyle beni tarttı. "Bazı gerçekleri."
Gözlerimi kapatma ihtiyacı duydum. Öğrendiğim her gerçek canımı daha çok yakmıştı o yüzden gerçekleri öğrenmek istemiyordum artık. "Sana yaklaşmama izin ver." Zorlukla yutkundum. Sessiz kaldığım için oturduğu yerden hafifçe bana doğru kaydı. O bunu yaptığı an kenarlardan sıkıca tutundum. Paniklemiştim.
Fark ederek anında durdu. "Tamam. Yaklaşmıyorum. Sakin ol. Bana bak." Söylediğini yaparak ona baktım. Elini bana doğru uzattı. "Elimi tutmak ister misin?" Kafamla onu onayladım ama hareket etmedim. "Korkuyorum." Sesim titrek çıkmıştı.
"Buradayım, güzelim. Korkulacak bir şey yok." Sertçe burnumu çektim.
"Barış." Dedim fısıltıyla. "Güzelim?"
"Abime ne olacak?" Gözlerim yanmaya başladı. "Hiçbir şey." Dedi sorumu cevaplayarak. Kafamı iki yana salladım. İnandırıcı değildi. "O adamı öldürdüğünü biliyorum. Hakkında soruşturma açılacak. Mesleğinden uzaklaştırılacak hatta daha da kötüsü belki de atılacak." Sertçe burnumu çektim. "Abimin bir suçu yok. Benim yüzümden oldu. Ona gerçekleri söylemeseydim kendini kaybetmezdi. Benim yüzümden." Gözyaşlarım bir bir yanağımdan aktı.
"Nil." Dedi Barış. Ona bakmadım, aşağıya bakıyordum. "Bak şimdi seni Devrim komutanla konuşturacağım. Düşündüğün gibi olmadığını göreceksin."
Kafamı iki yana salladım. "O da oradaydı. Abimi götürürlerken hiçbir şey yapmadı."
"Emir demiri keser be kızım." Dedi, ne yapabilirdik, der gibi. Hiçbir şey yapamayacaklarını biliyordum. Zaten artık her şey için çok geçti, değil mi?
"Ama abin geri gelecek. Bu sadece prosedür."
"Bir avukatı kandıramazsın."
"Seni kandırmıyorum. Devrim komutanı arıyorum." Dedi ve dediğini de yaptı. Birkaç saniyelik bir sessizlik oldu. Devrim abi telefonu açmış olmalıydı. "Merhaba, komutanım." Dedi bu yüzden. "Nil'in size bir sorusu olacak."
Karşı tarafı dinledi ve yanıtladı. "Evet, şimdi ona veriyorum." Telefonu kulağından çekti, telefonu bana doğru uzattı. Uzattığı telefona birkaç saniye baktım. Aramızda mesafe olduğu için Barış bana biraz yaklaştı. Böylelikle telefonu alabileceğim bir mesafeye gelmişti.
Titreyen elimi kaldırdım ve uzattığı telefonu aldım. Sesimi bulmaya çalışarak nefeslendim ve telefonu kulağıma yasladım.
"Devrim abi?" Diye sessizce sorguladığımda anında karşıdan yanıt geldi. "Nil. İyi misin?"
Sorusuna cevap vermedim. "Abime ne olacak?" Diye sordum direkt. Birkaç saniye sessizlik oldu. Aldığı derin nefesi işittim. "Nil." Dedi Devrim abi. "Ben sana zamanında bir söz vermiştim, hatırlıyor musun?" Gözlerim merakla kısıldı. Hatırlamıyordum. Bana ne sözü vermişti ki? Sessizliğimden hatırlamadığımı anlamış olmalı ki konuştu.
"Sana abini getireceğime dair bir sözdü."
Şimdi hatırlamıştım. Barış'ın vurulduğu, hepimizin saldırıya uğradığı zamandı. "O bir kerelik bir söz değil miydi?"
"Hayır. Bu ömür boyu sürecek bir söz."
Kalbim hızlı bir şekilde atmaya başladı. Heyecanla dudaklarımı araladım. "O zaman şimdi de abimi getirecek misin?!"
"Biz de söz namustur."
"Ama nasıl? Kanıtlar var, şahitler var-"
"Abin iyi bir asker, Nil. Ve biz Çınar'ın bir şerefsiz yüzünden mesleğini yakmasına müsaade etmeyiz."
Kafamda soru işaretleri dönüp durdu. "Nasıl? Hakim olaya duygusal yaklaşmaz."
"Olayın hakime gideceğini sanmıyorum."
Kaşlarım çatıldı. "Anlamıyorum." Dedim sitemli bir şekilde. "Neyi anlamıyorsun?" Diye sorsa da cevap vermemi beklemedi. "Cahit yoğun bakımdan çıkamadı. Onu öldüren kendi oğlunun elinden çıkan kurşundu. Çınar'ın olayla hiçbir ilgisi yok."
Gözlerim büyüdü. Kalbim az önce duyduklarımdan dolayı silkelendi ve onu yiyip bitiren tüm kurtlardan anlık olarak arındı. "O zaman niye abimi apar topar gelip götürdüler? Çok ağladım, onunla gitmeme izin vermediler."
"Sen hastasın, iyileşmeden hastaneden çıkmamalısın."
"Ama-"
"Albayım abine güzel bir ayar çekmek istediği için yanına çağırdı, Çınar gitmeyince böyle bir yola başvurdu. Şimdi abin bilmem kaçıncı azarını işitiyordur." Derin bir nefes aldım. Göğsüm kabarıp alçaldı. "Biraz beklersen abinle konuşmanı sağlayabilirim."
"Ne kadar biraz!?"
Güldüğünü duydum. "Yarım saat kadar."
"Tamam, bekliyorum! Kapatmasan olmaz mı?"
"Komutanımın yanına gideceğim. Şimdi telefonla konuşursam ayıp olur."
"Tamam o zaman ama yarım saate abimle konuşturacağına söz verdin."
"Söz verdim." Dediğinde bir kez daha derin nefes aldım. "Şimdi telefonu Barış komisere verebilir misin?" Görmüyor olsa da kafamı salladım ve telefonu Barış'a uzattım. Sorgulamadan alıp kulağına yasladı. "Komutanım?"
Dinledi. Uzun bir dinleyiş oldu. En sonunda konuştu. "Merak etmeyin. Halledeceğim." Telefonu kulağından çekti. Ona merakla baktığımı gördüğünde bana biraz daha yaklaştı. "Abin için bir şeyler yapmak ister misin?"
"Abim için her şeyi yaparım."
"Öyleyse hastanenin kamera kayıtlarına ulaşmamız gerekiyor. Avukatlık yeteneklerine ihtiyacımız olabilir." Olmayacağına emindim. O bir başkomiserdi, istediği her şeye rahatlıkla ulaşabilirdi ancak yanında olmak istiyordum.
Abim, için canımı vermeye hazırdım. Tıpkı annemin bizim için canını vermesi gibi. Canını, tüm hayatını...
"Nil?"
Gözlerimi kırpıştırdım. Barış devamında bir şeyler söyledi ama duymadım. Kafamda yine bir siren sesi yankılanıyordu. Aşağıda çalan araba kornaları, insanların sesleri büyüdükçe büyüdü. Tüm bunlar kafamın içinde öyle büyük bir gürültüye neden oluyordu ki kulaklarım acıyordu. Yumruklarımı kulaklarımın üzerine bastırdım. "Çok ses var!" Dedim inler gibi.
"Beni dinle."
Yapamıyordum. Cahit ve diğerleri konuşup duruyordu. Lavin'in sesi bir yerlerden çınlıyordu. Birisi ağlıyor, birisi bağırıyordu. Kafam hiç susmuyordu. Beynimin içindeki tiyatro sahnesi birbirine girmişti.
"Nil. Güzelim. Sakın kıpırdama tamam mı?"
"Barış! Susmuyorlar."
"Dinleme onları, bırak konuşsunlar. Sen dinlemeyi bırakmadığın sürece onlar hep konuşacaklar."
Yapamıyordum. Olmuyordu. Beni buldukları zamanın üstünden 4 gün geçmişti. Her geçen günde daha kötüsüyle yüzleşiyordum. Bedenimdeki yaralar iyileştikçe kalbimdeki büyüyordu. Kabullenemiyordum. Yapamıyordum.
"Nil. Bak ben buradayım. Hadi, tut elimi. Her şeyin üstesinden beraber gelebiliriz."
Gözyaşlarım akmaya başladı. "Abim de böyle söylemişti ama artık yanımda değil. Ve bu benim suçum."
"Hiçbir şey senin suçun değil! Tüm bu kötülükleri yapan sen değilsin!"
Ben tüm o kötülüklerin sonucuydum.
"Artık düşmekten korkmuyorum biliyor musun?"
"Nil..."
Kafamı iki yana salladım. Yerimde kıpırdandım.
"Yapma!" Barış'ın korku dolu sesi kalbimi sardı. "Sakın. Buna hakkın yok!"
Ben aklımdan geçeni dillendiremiyor olsam da o farkındaydı. Zaten görünen köy kılavuz istemezdi.
"Kendi acından kurtulmak istiyorsun diye beni acının içinde boğmaya hakkın yok!"
Hıçkırdım. Çok canım yanıyordu, evet. Buraya ilk başta daha rahat nefes alabileceğimi düşündüğüm için çıkmıştım. Sonra aşağıya baktıkça düşmekten korkmadığımı fark etmiştim çünkü öyle bir düşmüştüm ki başka hiçbir düşüş bana acıyı hissettirmezdi.
Bunu yapacak cesaretim vardı. Daha doğrusu o kadar hissizdim ki artık hiçbir acı bu hissizliği gideremezdi. Ancak bilinçaltımda kurtuluş olarak gördüğüm bu şey birilerinin canını yakacaktı.
Abimin. Barış'ın... üstelik gözü önünde. Kafamda dönen sesleri tüm gücümle itmeye çalıştım. Yaptığım korkunçtu. Mahvolurdu.
Barış'a yaşattığım şeyi fark ettiğimde gözlerimi suçlulukla kapattım. "Özür dilerim." Diye fısıldadım. "Kendime engel olamıyorum. Var olmamam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Sanki ölürsem her şey düzelecekmiş gibi..."
"Hayır. Beni... bizi mahvedersin!" Dedi. "Asıl sen olmazsan hiçbir şey düzelmez Nil. Sen olmadan yaşayamam, artık yapamam. Lütfen." Sesi titredi. "Sana ihtiyacım var."
Burnumu çektim. Kafamı belli belirsiz salladım. Gözümün önü kararıyordu. Burası beni korkutuyordu. Buraya gelmemem gerekiyordu. Düşmek istemiyordum ama beni içine çekiyordu. Kafamdakiler susmadığı sürece kendi isteklerimi yerine getirebileceğimi sanmıyordum. Beni kontrol eden ben değildim. Kafamdaki seslerdi.
Allah'ım, kafayı yiyecektim!
Düşmek istemiyordum ama sanki biri arkamdan beni itiyordu. "Barış..." dedim yalvarır gibi. Hıçkırdım. "Kendime gelemiyorum! Yardım et!"
Elimde hissettiğim eli beni irkiltti. Bir an gerçekten düşeceğim sandım ama sıkıca tutmuştu. "Şşhh." Diye fısıldadı yatıştırıcı bir şekilde. "Buradayım. Bak elini tutuyorum." Elime baktım, sonrada gözlerine... her anlamda gözlerinin içine yansıyordum.
"Sana anlatacağım bir şey var demiştim ya," kafamı usulca salladım. Derin bir nefes aldım. Bana biraz daha yanaştı ve düşmemem için tüm önlemleri aldı. "Öncelikle özür dilerim çünkü senden habersiz bir şey yaptım."
"Ne yaptın?"
"Bir DNA testi."
Nefesim kesildi. Kaşlarım derince çatıldı. İçime öfke doluştu. "Bunu nasıl yaparsın!?" Sesim etrafta yankılanmıştı. "Sakın söyleme! Söyleme! İstemiyorum!"
Cahit'in yalan söylemiş olma ihtimali bana nefes aldıran tek şeydi ve şimdi bu ihtimali elimden almaya hakkı yoktu. Böyle bir şeyi rızam olmadan nasıl yapardı!?
Onu ittim ama bırakmadı. Ben zorladıkça daha sıkı tutuyordu. "Bırak beni!" Diye bağırdım.
"Seni bırakmamı istiyorsan öncelikle buradan kalkmamız gerekiyor." Dedi sakince. İstemiyordum!
"Hayır! Bu yaptığına inanamıyorum! Abimin benden uzaklaşması için ona bir belge hazırlamışsın resmen! Bir gerçek gözünün önünde olursa daha çok acıtır, bilmiyor musun!? Nasıl yapar-?!"
"Nil! Çınar senin her anlamda öz abin!"
"Yalancı!"
"Yalan söylemiyorum. DNA sonuçları ne söylüyorsa onu söylüyorum! Senin baban Cahit değil, Korkut!"
Direnmeyi keserek durdum. Yanan gözlerimden ardı sıra yaşlar aktı. Babamın kim olduğu umurumda değildi. Umurumda olan abimdi. Her ne kadar beni sevmekten vazgeçmeyeceğini söylese de içimde bu yüzden büyük bir korku vardı. Asla bastıramadığım bir korku.
"Ne?" Diye sorguladığımda gözleri kısıldı ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Duydun." Dedi. "Çınar her anlamda senin öz abin."
Gözyaşlarım arttı. "Yemin et." Dedim ağlarken. Şefkatli bir ifade belirdi yüzünde. "Yemin ederim." Dedi gözlerimin içine bakarak. Hıçkırdım. Göğsümde beliren umut sızlatıyordu. Uzun zamandır içimde ona yer yoktu. Şimdi geri gelmişti ve tüm o kötülükle tek başına savaşmak zorundaydı.
“Barış..." diye fısıldadığımda beni kendine doğru çekerek sıkıca sarıldı. "Söz veriyorum, birlikte atlatacağız. Her şeyin üstesinden geleceğiz."
Sessiz kaldım. İçimdeki umut duyduklarına inanıyordu. Çok inanıyordu. Başka bir şey söylemedik. Ben ağladım o da dinledi. Ta ki telefonu çalana dek. Geri çekilerek ona alan tanıdım. Ayrıca heyecanlanmıştım da.
"Kim?" Diye sorduğum sıra daha yeni ekrana bakıyordu. "Devrim komutan." Dedi. Heyecanım arttı. Telefonu bana uzattığında hemen aldım ve açar açmaz kulağıma yasladım.
"Abi!"
“Abin kurban olsun sana." Dedi. Abim. Abimdi. Hıçkırmamak için kendimi zor tuttum ama sesimden ağladığım net bir şekilde belli oluyordu. "İyi misin?" Diye sordum.
"Sen iyiysen iyiyim." İçimde bir duygu daha belirdi. Pişmanlık. Gözlerimi metrelerce yükseklikten aşağıya sabitledim. Buradan gerçekten atlamayı düşünmüş müydüm?
"İyiyim." Dedim titrek bir şekilde. "Ne zaman geleceksin?
"Bu akşam."
"Neden? Neden şimdi değil?"
"Ufak bir işim var. Ama önemli değil. Akşam yanında olacağım. Sabah da o hastaneden çıkacağız tamam mı gözbebeğim?"
"Ne işi? Canını yakmıyorlar değil mi?" Güldü. Gülüşü içime ferahlık kattı. "Abicim bana kim ne yapabilir?" Özgüveni bildiğimiz gibiydi.
"Bilmiyorum." Dedim şikayet ederek. "Bu dünyada çok kötü insanlar var."
"Ve ben de tüm o kötü insanları yok etmek için varım." Dedi. "Abin bir kahraman." Derin bir nefes aldım.
Öyleydi.
Abim benim kahramanımdı.
"Abi." Dedim, kalbim kasıldı. "Seni çok seviyorum." Sessizlik oldu. Biraz sonra abim konuştu. "Ben de seni çok seviyorum, kardeşim." Dedi, sesi sıcacıktı. Elimi istemsizce kalbime yasladım.
"Geldiğinde saçlarımı örer misin?"
"Örerim, abim."
Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. Çok silikti ama oradaydı. Günlerdir elimde tuttuğum saçlarıma baktım. Sonra elimi kaldırdım ve parmaklarımı araladım. Rüzgar avucumun içindeki saçlarımı alıp götürdü. Saçlarım artık özgürdü.
"Bıraktım onları, özgürler artık. Ama sen yeniden öreceksin diye. Örmezsen çok üzülürüm, abi."
🪷
Serumu çıkartan hemşireye kısaca teşekkür ettim. Bana gülümsedi ve geçmiş olsun dileyerek odadan çıktı. Yemek yemediğim için günün belirli saatlerinde serum alıyordum. Yemek yemiyordum çünkü midem bulanıyordu. Bir kez ısrarlara dayanamayarak denemiştim ve sonum lavabo olmuştu. Kötü bir histi. Bir daha yaşamak istemeyeceğim kadar kötü.
Barış, oturduğu koltuktan kalkıp yanımdaki boşluğa oturduğunda gözlerimi yüzüne kaldırdım. Elini alnıma yerleştirdi ve çocuk sever gibi başımı sevdi. "İğneler acıtıyor mu?"
Sorusu beni neredeyse güldürecekti ama artık içimden gülmek gelmiyordu. "Yedi yaşımdan beri iğne yiyorum. Alışkınım." Bakışları kısıldı. Orada bariz bir çaresizlik gördüğüm için elimi kaldırarak elini tuttum ve dudaklarımı tenine bastırdım. "İyiyim. Endişelenme." Dediğimde söylediğime inanmadı ama inanmış gibi yaptı. "Elbette iyisin." Dedi ve eğilip dudaklarını alnıma bastırdı. Sonra geri çekilerek yüzüme baktı. "Ziyaretçilerin var. Seni merak ediyorlar."
"Kimler?"
"Bizim ekip." Dedi. "Annemler, özellikle Aysu, karakoldakiler, abinin ekip bile buralarda." Duraksadı. "Bir de Lavin geliyor, durumunu öğrenip geri gidiyor hemen."
Onlar aklımdan tamamen çıkmıştı. Düşünmeye fırsat bulamamıştım. Doğrulmak istediğimde Barış yastığımı düzeltti ve yatağın ayarlarını dikleştirdi. "Onlar nasıllar?" Diye sordum merakla.
"Fiziksel olarak toparladılar, diyelim." Doğru ya biz zaten yalnızca fiziksel olarak toparlayabiliyorduk. Derin bir nefes alıp verdim. Bir ağacın dallarıydık ve esen rüzgara karşı durmaya çalışıyorduk. Ancak rüzgar çok şiddetli, acımasızdı. "Onları görmek istiyorum."
Barış, bu söylediğime şaşırdı. Böyle bir şey söylememi beklemiyordu anlaşılan. "Emin misin, güzelim?"
Kafamı usulca salladım. Bu yüzleşme er ya da geç olacaktı. Ne onları ne de kendimi zor bir duruma düşürmek istemiyordum. Bir çıkmaza daha girmeye mecalimiz yoktu.
"Biraz daha toparlandıktan sonra konuşman daha doğru olmaz mı?" Diye sordu Barış. Gerçekten emin olmaya çalışıyordu kararımdan. Ancak biraz daha toparlanacağım bir an olacağını sanmıyordum. Bu noktanın artık ne ilerisi ne de gerisi vardı.
"Şimdi konuşmak istiyorum."
"Tamam, sen nasıl istersen." Dedi ve yerdeki terliklerimi düzeltti. Ayaklarımı yataktan sarkıtarak terlikleri giyindim. Üzerimde gri bir eşofman takımı vardı. Hasta kıyafetleri rahatsız ettiği için değiştirmiştim. Bedenimin her tarafında morluklar olduğu için görünmesini istemiyordum.
Cahit'e, Mahir'i öldürdüğümü söylediğimde gözü dönmüştü. Eline aldığı sopayla bedenime vurmuştu ve çok acımıştı. Çok acımıştı. Ürperdim. "Nil?" Barış ellerini yanaklarıma yerleştirerek yüzüme yaklaşmıştı. "Güzelim, iyi misin?" Kafamı aşağı yukarı salladım. Zorlukla yutkunarak konuştum. "Mustafa'ya ne oldu?" Diye sordum.
"Olması gereken oldu. Onları düşünme." Kafamı iki yana salladım. "O bana yardım etti. Etmeseydi Cahit beni öldürecekti." Barış önümde diz çöktü ve ellerini dizlerime yerleştirdi. "Nasıl?"
Omuzlarımı kaldırıp indirdim ve gözlerimi kaçırdım. "Öyle işte. Mustafa'ya çok kızmayın. Bana yardım ettiği için Cahit ona çok vurdu."
Mustafa, Cahit'in bana vurduğu sopanın önüne geçmişti. Cahit, birçok kez oğlunu uyarmıştı ama Mustafa karşı gelmişti. Bu yüzden Cahit kendi oğlunu dövmüştü. Bir sopayla.
Bana neden yardım ettiğini bilmiyordum. Belki vicdanı el vermemişti belki de kardeşi olduğumu düşündüğü içindi. Gerçi artık nedenlerle ilgilenmeyi bırakmıştım. Artık biliyordum; bazı şeylerin nedenleri olmazdı.
Barış, dizlerinin üzerinden kalktı ve elini bana uzattı. Çekinmeden tuttum ve ben de ayağa kalktım. İlk zamanlarda yürümek çok canımı yakıyordu ama şimdi alışmıştım. Odadan çıkmadan önce Barış hırkamı yanına almıştı. Üzerimde tişört olduğu için üşümemi istemiyor olmalıydı. Dışarıda birkaç tanıdık yüz gördüm. Bunların başında Mirza geliyordu. Bizi gördüğünde yaslandığı duvardan ayrılarak önümüze doğru geldi. “Nil?” diye başladığı cümlenin devamını getirmedi. Çünkü ondan önce konuştum. “İyiyim.”
Mirza, Barış’a kısaca baktıktan sonra bana geri döndü. Yüzüne geniş bir gülümseme kondurdu. “Barış komiserim yanındayken iyi olmaman mümkün mü?” diye sordu beni gülümsetmek isteyen bir tavırla. Gülümsemedim ama söylediğine hak verdim. Barış, yanımdayken her şeyin daha kolay olduğunu biliyordum. O olmasaydı Antep benim için bir cehennemden farksız olurdu. O olmasaydı hayatım da bir cehennemden bir farksız olurdu. Ve o olmasaydı şimdi bir hayatım olmazdı.
Mirza, elini ceketinin cebine sokarak bir zarf çıkarttı. “Senin için bir şey getirdim.” Kaşlarımı merakla kaldırdım. Elindeki zarfı bana uzattığında sakince aldım. “Bu nedir?”
“Elif’le düğün davetiyemiz.” Dedi, gözleri heyecanlı bakıyordu. “İlk sana vermek istedim.” Zihnime birkaç anı yüklendi. Elif’i birlik olup kaçırmıştık… sanki ilk kez yaşamış gibi anımsamıştım birden bu gerçeği. Daha önce aklımın bir köşesinde hiç yer etmemiş gibi. “Gerçekten mi?” diye sorarken zarfı açıyordum.
İçinden süslenmiş bir davetiye çıktı. Süsler dikkatimi çekti. Davetiyenin arkasında bir çizim vardı. Benim arabama benzeyen bir araba ve etrafında insan figürleri. Yüzler her ne kadar belli olmasa da o insanların kim olduğu çok belliydi. Mesela, Mirza araba kaputunun üstüne oturuyordu. Asuman’ın üzerinde bir askeri forma vardı. Mesude de ise polis ceketi. Kendimi gördüğümde neredeyse kahkaha atacaktım ama atmadım.
Benim üzerimde bir cübbe vardı ama komik olan bu değildi. Cübbenin üzerine baklavacıda çalıştığımı gösteren bir yelek giymiştim. Bir de saçlarım uzundu. Göğsüm sızladı ama bunu dışarıya belli etmedim. Kafamı kaldırarak Mirza’ya baktım. “Bu çok güzel.”
O sıra Barış’ın elini bırakmak zorunda kalmıştım. Mirza, hayatıma giren ve bana iyi davranan sayılı insanların arasındaydı. Onu en başından beri çok sevmiştim. Ve o bu sevgiye hiç ihanet etmemişti. Sarılmak istediğimi fark ettiğinde gülümseyerek bana kollarını açtı. Kısa bir sarılma olsa da kendimi daha iyi hissediyordum. Geri çekildim ve yüzüne baktım. “Tebrik ederim, adınıza çok sevindim.”
Omuzlarını kaldırıp indirdi. “Senin sayende.” Dedi. “Şu hastaneden çık da başkomiserimi delirtecek şeyler yapmaya devam edelim.” Benden önce arkamda duran Barış konuşmuştu. “Bu sefer topuklarına sıkarım Mirza.”
Mirza’yla birbirimize baktık. Bu bakışta yapmadığımız yaramazlıkların hesabı yatıyordu. Toparlanarak boğazını temizledi. “Seni görmek güzeldi.” Dedi. “Yarın tekrar gelirim.”
“Teşekkür ederim.” Dedim içtenlikle. Mirza bana baş selamı verdikten sonra elini Barış’a uzattı. “Başkomiserim, bir şey lazım olursa-” Barış Mirza’nın elini tuttu ve tokalaştılar. “Eyvallah kardeşim.” O yanımızdan ayrıldığında olduğum yerde dönerek Barış’a baktım. Elimdeki davetiyeyi ona gösterdim. “Bak.” Dediğimde ilgiyle davetiyenin üzerindeki resmi inceledi. Gülümseyerek, “Haylazlar.” Dedi.
Davetiyenin diğer tarafını çevirerek yazılan bilgileri kontrol ettim. Yanlış hatırlamıyorsam Şubat ayındaydık. Uzun zamandır günleri ve ayları hesap edemeyecek bir kafayla dolaştığım için emin olamamıştım. Düğünleri Mayıs’ta olacaktı yani daha üç ay vardı. “Elif’in ailesi nasıl ikna oldu?”
Barış omuzlarını kaldırıp indirdi. “Hiçbir fikrim yok.” Dedi ve Mirza’nın gittiği yöne baktı. “Ama o adamı biraz tanıyorsam canını verir Elif’i vermez.” Ona alttan alttan baktım. “Senin gibi yani?” Gülümsedi ve yüzüme eğilerek yanaklarımı avuçlarının içine aldı. “Yerim seni.” Dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. Kalbim hızlanmıştı.
O an anladım ki sevgiyi bile ötelemiştim. İçimde sadece nefret ve acı bırakmıştım. Kendimi duyguları yeni öğrenmeye başlayan bir bebek gibi hissediyordum. Barış burnumun ucunu öperek geri çekildi. “Hırkanı giymek ister misin?” kafamı salladım. Üşümüyordum ama kardeşlerimin kollarımdaki yaraları görmesini de istemiyordum.
Barış, hırkayı arkama doğru aldı. Böylelikle zorlanmadan kollarımı soktum. Önümdeki fermuarı çekti. Beni baştan sona süzdükten sonra başıyla yolu gösterdi. “Hadi gidelim.” Onu onayladım. Elini bu sefer önce ben tuttum. Böylelikle yürümeye başladık. Etrafta polisler ve jandarmalar geziniyordu. Göze batacak kadar çok değildi ancak birçok sivilin de koruma göreviyle burada olduğunu biliyordum.
Asansöre bindiğimizde Barış katı tuşladı. Asansör bir kat yukarı çıktıktan sonra kapılar açıldı. Yönlendirmesiyle uzun koridordan sağa döndük. Hasta odaları buradaydı. Numaralara öylesine göz gezdirdim. İlerideki kalabalığı gördüğümde dikkatimi oraya verdim. İki asker bir kapının önünde nöbet bekliyordu. Birkaç polis de koridorda gelişi güzel duruyordu.
Burada kalıyor olmalıydılar. Barış durduğu için ben de durdum. Odanın tam önüne gelmiştik. “Volkan burada yatıyor.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Durumunun ne kadar kötü olduğunu bilmiyordum. Sormak yerine görmeyi tercih ettim.
Kapıya yaklaştığımda askerler önünden çekilmişti. Yumruğumu tıklatmak için kaldırdım ama bu düşüncemi harekete geçirmedim. Elim havada kaldı. “Seninle gelmemi ister misin?” Barış’ın hemen arkamdan sorduğu soruya kafamı iki yana sallayarak yanıt verdim. Bu yüzleşmeyi ne kadar geciktirirsem o kadar canımı sıkacaktı.
Havada duran yumruğumu kapıya iki kez vurdum. Birkaç saniye sonra içeriden komut geldi. Dilan hanımın sesiydi. Kapı kulpunu tutarak aşağıya çevirdim ve kapıyı açtım. İçeriye girdiğimde ilk göz göze geldiğim kişi Lavin olmuştu. Volkan’ın yatağının ayakucunda ayakta bekliyor ve elinde bir dosya tutuyordu. Beni gördüğünde gözleri şaşkınlıkla açılmıştı.
Dilan hanım, küçük koltukta Volkan’ın yanı başında oturuyordu. Volkan ise yatakta uzanıyordu. Onu bu şekilde görmeyi hayal etmediğim için yumruklarımı sıktım. Bir gözü sargılıydı. Yüzünün belirli noktalarında morluklar ve yeşermeler vardı. Alnına yine bir bandaj yapıştırılmıştı. Bedeninde ise durum daha kötüydü. Üst tarafı çıplak olsa da göğsünden karnına kadar olan sargılar giyinik gibi durmasına sebep olmuştu. Sağ ayağı alçıdaydı.
Nefeslerimi sabit tutmaya çalıştım ve kendimi zorlayarak konuştum. “Gelebilir miyim?” İçeriye girmemle anlık olarak duran zaman konuşmamla harekete geçmişti. Lavin, gözlerini suçlulukla kaçırdı. Dilan hanım oturduğu koltuktan kalkarak üzerime doğru iki adım attı. “Gel tabi, kızım.” Dedi. Günlerdir uyumuyor olmalıydı. Gözleri kıpkırmızıydı. Yüzü yorgunluktan çökmüştü.
Kapıyı arkamdan kapattım ve odanın ortasına doğru yürüdüm. “İyi misin? Yanına çok geldik ama görüştürmediler.” Yutkunarak kafamı salladım. “İyiyim.” Dedim ve Volkan’a gözlerimi sabitledim. Uyuyor olmalıydı çünkü sargıda olmayan gözü kapalıydı. “O, iyi mi?”
Dilan hanım derin bir nefes alıp verdi. “Çok şükür.” Dedi, ne kadar endişe duyduğu belliydi. “Ameliyat zor geçti ama atlattı.” Kafamı usulca salladım. Volkan’ı bu şekilde görmek canımı yakmıştı. Benim bu kadar canım yanıyorsa Lavin ve Dilan Hanımı düşünemiyordum zaten.
Gözlerimi Lavin’e çevirdim. Olduğu yerde duruyordu ve gözlerini yere dikmişti. Tuttuğu dosyayı fazla sıkıyor olmalı ki kırışmıştı. Dilan hanım eliyle koltuğu gösterdi. “Ayakta kalma kızım.” Dedi. Kafamı iki yana salladım. “Oturmaya gelmedim.” Dedim. “Nasıl olduğunuzu merak ettim.”
Dilan hanım içten bir şekilde gülümsedi. “İyiyiz ya, daha da iyi olacağız inşallah.” Umarım, diye geçirdim içimden. Odada anlık bir sessizlik oldu. Sonra Dilan Hanım hareketlendi. “Ben çay getireyim bize.” Dedi, çay içecek değildim ama karşı gelmedim. Kızının yanından geçerken koluna elini koymuş ve şefkatle okşamıştı. Bizi yalnız bırakmak istediğini anlamak zor değildi. O odadan çıktığında oda sanki daha da sessizleşti.
Tüm bedenimi Lavin’e taraf çevirdim. Yüzünü yere eğmişti. Bana bakmıyordu. Ancak bu şekilde konuşamazdık. “Lavin?” diye seslendiğimde yüzünü daha çok yere eğdi. Sanki ona kızacakmışım da bunun için hazırlanıyormuş gibi duruyordu. Ne söylesem kabul edecekti. Kendini savunmayacaktı. Bunu duruşundan anlayabiliyordum. Onunla daha sağlıklı bir iletişime nasıl geçebileceğimi düşündüm. Aklıma hiçbir şey gelmedi.
“Nasılsın?” diye sordum ilk başta. Nasıl bir giriş yapacağıma karar verememiştim. Sorduğum soru onu duraksatmıştı. Ama cevap vermedi. Sadece tek cümle söyledi. “Bir anlamı yok biliyorum ama özür dilerim.” Fısıltıyla kurduğu bu cümle de sesinden akan bir pişmanlık vardı.
“Buraya özür dilemen için gelmedim.” Dedim sesimi sakin bir şekilde tutarak. “Sadece biraz konuşmak istedim.” Kafasını usulca salladı. “Bana neler olduğunu en başından anlatabilir misin?” Elindeki dosya daha fazla kırıştı. “Ben…” Nefesi kesilmiş gibi sustu. Onu cesaretlendirmek için lafa girdim. “Zor olduğunu biliyorum ama eğer anlatırsan rahatlarsın.”
“Ben her şeyi anlattım. Yemin ederim. Kübra hanımın sorduğu her şeyi söyledim. Başka bir şey bilmiyorum.” Kübra, galiba biraz fazla üzerine gitmişti. Ancak onun çalışma disiplininde bu vardı. Kemiği deriden sıyırmadan geri çekilmezdi.
“Lavin, seni sorguya çekmiyorum.” Dedim hızlıca. Yanlış anlamıştı. “Ablan olarak soruyorum.”
Kafasını iki yana salladı. Yüzünü göremiyordum ama ağladığına emindim. “Bunu yapmak zorunda değilsin.” Dedi. Neyden bahsettiğini anlamamıştım. “Benden nefret ettiğini biliyorum, ben senin yerinde olsaydım benden nefret ederdim. Bana iyi davranmak zorunda değilsin. Gerçekten, sorun değil.”
Ağladığına göre sorundu. “Senden nefret etmiyorum.” Dedim, bunu söylerken düşünme gereği bile duymamıştım. “Evet, beklemediğim bir şeydi. Canım yandı ancak senin yerinde olsaydım belki ben de aynı şey yapardım.”
Yapar mıydım… bilmiyordum.
“Sadece kardeşini korumak istedin.” Diyerek sözlerimi bitirdim. Ben de onun kardeşiydim ancak bir seçim yapmıştı ve Volkan’ı seçmişti. Bu yüzden ona kızamazdım. Ben de bir seçim yapmak zorunda kalsaydım abimi seçerdim.
Hem Lavin’i suçlasaydım hayatımda ne değişecekti ki… hiçbir şey. Kötü olan biz değildik. Biz kötülüğün kurbanlarıydık. Bir ailemiz vardı ve içinde canavarlar saklıydı. Bu zamana dek bu kadar net görmemiştik bu gerçeği ama işte şimdi karşımızda duruyordu. Ailemizden geriye bizden başka kim kalmıştı ki?
Lavin, hıçkırdı. “Ben yüzüne bakamıyorum.” Dedi, sesi acı içinde çıkıyordu. “Sen nasıl yapabiliyorsun? Nasıl bu kadar güçlü olabilirsin?” Güçlü değildim. Eğer güçlü olsaydım bugün o çatıya çıkmazdım. Kendimden utanıyordum, bir şeyler sürekli yanlış gidiyordu. Ben ise basit olanı seçiyordum. Başka bir seçeneğimin kalmadığını düşünmüştüm.
“Yapabiliyorum çünkü asıl kötünün biz olmadığını biliyorum.” Elimle Volkan’ı gösterdim. “Asıl kötü bunu ona yapanlar. Yıllardır sana, annene yaşatılanlar, canımızı yakanlar.” Aramızdaki mesafeyi azaltarak tam önüne geldim. Sıktığı dosyayı elinden aldım ve yatağa bıraktım. Böylelikle elleri boşta kaldı. İki elini de tutarak yüzüne baktım. Benimle ilk kez göz göze geldi.
Yanakları ıpıslaktı. Hareleri kızarmıştı. O geceden kalan izler ise hâlâ yüzünde yer ediniyordu. Ama geçecekti, değil mi? Tüm bu izler iyileşirdi. “Kendini affet, tamam mı?” diye sordum gözlerinin içine bakarak. “Çünkü ben seni affettim.”
Yaşanılan hiçbir şeyi unutmayacaktım. Zaten unutamazdım. Tek bildiğim kendi kuyuma bir başkasını daha sokmak istemememdi. Henüz on dokuz yaşındaydı. Çocuk sayılırdı. Ben bile bu yaşta kendimi çocuk gibi hissediyordum, onun boynuna şimdiden olgunluğun kemendini geçiremezdim. Önünde kardeşiyle ve sevdikleriyle geçireceği upuzun yıllar vardı. Eğer Lavin’e kızar veya onu suçlarsam yanlış bir karar daha alabilirdi. Mesela bugün benim yapmaya çalıştığım şeyi deneyebilirdi.
Suçluluk duygusunun ne kadar ağır olduğunu biliyordum. Taşımasını istemiyordum.
“Abla…” dedi gözyaşları bir bir yanağına aktı. Bir anda bana sarıldığında duraksadım. “Çok özür dilerim!” dedi hıçkırarak. Dişlerimi birbirine bastırdım. Bunun dışında yüzümde zerre değişim olmadı. “Sorun değil.” dedim. Benim için sorun olsa bile onun için olmamalıydı. Ne yazık ki sarılışına karşılık veremedim. O an kollarımı hareket ettirmek içimden gelmedi. “Kardeşinin sana ihtiyacı var.” Dedim. “Bu yüzden güçlü olmalısın.” Geri çekilerek yüzüme baktı. Akan gözyaşlarını ellerinin tersiyle sildi ama yerine yenileri geldi. “Gerçekten bir gün beni affeder misin, bilmiyorum.” Burnunu çekti. “Ama bana bir umudun olduğunu gösterdiğini için teşekkür ederim.”
Kafamı usulca salladım. “Volkan uyandığında selamımı söylersin.” Dedim. “Geçmiş olsun.” Beni onayladı. Başka bir şey söylemeden odadan çıktım. Düşündüğüm kadar zorlanmamıştım. Zorlandığım tek konu Lavin’i içimde tamamen affetmekti. Bir suçunun olmadığının farkındaydım, zorundalıklarının farkındaydım ancak benim için her şey yeni sayılırdı. Bazı şeyleri kabullenmem için zamana ihtiyacım vardı.
Dışarıda Barış beni bekliyordu. Yanına gittiğimde yüzümü dikkatle inceledi. “Her şey yolunda mı?” Kafamı aşağı yukarı salladım. “Evet, sadece burası beni çok bunalttı. Eve ne zaman gideceğiz?” Beni kendine doğru çektiğinde bedenim bedenine yaslandı. Yüzümü kaldırarak yüzüne baktım. “Doktor kontrollerden sonra onay verirse çıkış yaparız.” Dediğinde kaşlarımı çattım. O doktorun hiçbir şeye onay verdiği yoktu.
Üç gündür psikologla da görüşüyordum ancak şu ana dek bir işe yaramamıştı. Çünkü kendimi iyileştirmek istemiyordum. Ve bana yardım edenleri de geri çeviriyor, kendi içime kapanıyordum. Bugün yaptığım şey bana kendimi sorgulatmıştı.
Evet, artık yaşama dair bir umudum yoktu ama Barış vardı. Abim vardı. Onlara arkamı dönemezdim. Dönmemeliydim. Barış ellerini belime dolayarak bana sarıldığında çenemi göğsüne yasladım. Gözlerimi kaçırdım ve kokusunu içime çektim. O çatıdan beraber indiğimizden beri içimi yiyip bitiren bir gerçek vardı. “Barış…” diye fısıldadığımda anında karşılık buldum. “Canım.”
“Çok özür dilerim.” Tutmakta zorlandığım gözyaşlarım aktı. “Bunu neden yaptım bilmiyorum. Kendime engel olamadım.” Derince bir nefes çekti içine. “Beni korkuttun.” Dedi. “Sana kırıldım.” Burnumu çektim. Gözlerimi yukarıya doğru kaldırarak yüzüne baktım. “Beni affedebilecek misin?” Bir elini yanağıma yerleştirdi. “Kendin için çabalayacak mısın?” Kafamı hızlıca aşağı yukarı salladım. “Evet, söz veriyorum.”
Yanağımda iz bırakan gözyaşımı nazikçe sildi. “Öyleyse kendin için çabaladığını gördüğümde seni affedeceğim.” Burnumu çektim ve arkamızda kalan kapıyı gösterdim. “Bu bir çaba sayılmaz mı?” Sonuçta buraya kadar gelmiş ve kardeşlerimle konuşmuştum. Dudağının kenarı yukarıya kıvrıldı. “Hayır.” Dedi. “Bu kendin için değil kardeşlerin için verdiğin bir çaba.”
Eli yanağımı okşadı. “Seni suçlamıyorum ama çabaladığını görmek istiyorum, tamam mı?” Burnumu çekerek kafamı salladım. “Tamam.” Dedim. Yaptığım bir yanlıştı biliyordum ama artık elimden geleni yapacaktım. Kendim için olmasa bile Barış ve abim için yapacaktım. Onları arkamda bırakmaya hakkım yoktu.
“Genel ifademi ne zaman alacaklar?” Önüme gelen saç tutamlarımı geriye doğru itti. “Sen ne zaman istersen.”
Kafamı usulca salladım. “Şimdi olur mu?” diye sordum. Gözlerini kıstı ve dikkatle gözlerimin içine baktı. “Kendin için çabala dedim, kendini yıprat demedim. Her şeyi bir anda düzeltemezsin.” Biliyordum ama bir şeyler yapmak istiyordum. En azından işe yarar bir şeyler. Hem olanları anlatabilirsem abime de yararı olurdu. Akşam geleceğim demişti ama her an bir şey ters gidebilirdi. “Şöyle yapalım, dışarıya çıkalım. Biraz yürüyüş yapalım. Sonra geri döneriz. Hem kafan dağılır hem de hava alırız.”
Kafamla onayladım. “Tamam.” Dedim. Şefkatle gülümsedi ve alnıma dudaklarını bastırarak geri çekildi. “Hadi o zaman, önce kalın bir şeyler alalım üstüne.”
Dışarıda kar yağıyordu. Karın yağışını izlemeyi hep sevmiştim ama soğuğu sevmezdim. Çok üşüyordum çünkü. Hastalığımın da bunda etkisi vardı tabi. Yazın normalden fazla terler kışın da normalden fazla üşürdüm. Ama neyse ki beni ısıtacak kolların arasındaydım. O yüzden dışarıdaki soğuk sorun değildi.
Barış, benim her anlamda şansımdı.
🪷
ÇINAR
Kafamın içinde bir mayın vardı. Üzerine basmış, onu patlatmıştım. Şimdi her köşeye düşüncelerimden bir parça savrulmuştu. Bütün değildi hiçbiri. Kesik kesikti. Bundan olsa gerek kanayıp duruyordu.
Ellerimle yüzümü sıvazladım. Koridordaki sandalyelerden birine oturmuş bekliyordum. Karargahtaydım. Saatlerdir. Halil İbrahim albay dışarı çıkmama izin vermiyordu. Burada tıkılmış kalmıştım. Bir saat öncesinde hayatımda bir daha hiç unutamayacağım bir azar yemiştim ve henüz etkisinden çıkabildiğim söylenemezdi.
Şu an tuvalete gitmem bile yasaktı. Buradan kalkarsam başımda bekleyen iki asker anında albaya haber uçuracaktı o da büyük ihtimalle kafamı uçuracaktı. Karşı gelemiyordum çünkü benim için uğraştıklarını biliyordum. Yaptığım şeyden her ne kadar pişman olmasam da yanlış olduğunu biliyordum. Gerçi yine olsa yine yapardım. İçim hâlâ soğumuş değildi.
Kalbim kömürleşmiş gibi hissediyordum. O kadar çok yanmıştı ki şimdi geriye kömürleri kalmıştı. Bana bir kalbim olduğunu hatırlatan Nilüfer’di. Sonra umut etmiştim. Ne bileyim en azından benim de sığınacağım bir liman var demiştim. O limanı koruyamamıştım. Şimdi kalbim yine umudu kaybetmişti.
Cahit ölmüştü. Onu ben öldürmüştüm. Yumruklarımla. İçim hiç dinmemişti. O orospu çocuğu çok daha kötüsünü hak ediyordu. Bu kadar basit bir ölüm olduğu için sinirliydim. Kimse beni o sırada tutamadığı için Devrim boynuma sakinleştirici saplamıştı. Uyandığımda ise iş işten geçmişti. Mesleğime verdiğim zarar umurumda değildi çünkü tek umursadığım kardeşimdi. Ondan başka kimim vardı? Kimsem.
Albay beni yanına çağırmıştı ama gitmemiştim. Bu da çok büyük bir suçtu. Yine de o an bunu düşünebilecek bir kafa yapısına sahip değildim. Tek istediğim kardeşimin yanında olmaktı. Onun varlığına sığınmaktı. Tabi yine istediğim gibi olmadı. Albay emrine karşı geldiğim için beni hastaneden yaka paça aldırıp yanına getirtmişti.
Nilüfer’in sesi yankılandı zihnimde. “Götürmeyin, abimi! Ne olursunuz!” Geleceğim, demiştim. Söz vermiştim. Ancak dinlemiyordu. Benimle gelmek için çok direnmişti. Bir de benim yüzümden mahvolmuştu. Ona kaybetme duygusunu göz göre göre yaşatmıştım. Daha kaç kez benim yüzümden yaralanacaktı bu kız?
Saçlarımı geriye doğru ittim. Beni ne zaman salacaklarından emin değildim. Artık kardeşimin yanına gitmek istiyordum. Yanında olmaya, yanımda olmasına ihtiyacım vardı. Canım çok yanıyordu. Tüm o gerçekleri sikip bir kenara atmak istiyordum. Kabullenemiyordum. Düşündükçe ruhum bedenimden çekiliyordu.
Olacak şey miydi?
Bu nasıl vicdandı?
İnsanda kalp niyetine hiç mi bir şey kalmazdı?
“Çınar?” İrkilerek kafamı kaldırdım. Önümde dikilmiş olan Devrim’i gördüğümde ayağa kalkmaya yeltendim ancak omzuma elini koyarak bana engel oldu ve yanımdaki boşluğa oturdu. Gözlerimi yüzüne çevirdim. “Ne zaman çıkacağım?”
“Halil İbrahim albayım hâlâ çok sinirli. Belki yarına diner siniri.”
Kafamı iki yana salladım. “Olmaz, bekleyemem o kadar. Kardeşime söz verdim.” Dedim karşı gelerek. Onunla konuşmama izin vermişlerdi ve akşam geleceğimi söylemiştim. Sözümü tutmazsam üzülürdü. Saçlarını örecektim. Beni bekliyor olmalıydı.
“Oğlum, ateşe körükle gitme lan.” Dedi azarlar bir tonlama kullanarak. “Geldin geleli seni tutamıyoruz, bir dur.”
“Nasıl durayım?!” diye bağırdım. “Sen durabilir miydin?!” Sesim koridorda yankılandı. Yapamayacağı şeyleri benden yapmamı bekliyordu. Bu bencillikti. Kim böyle bir şey yaşar da sessiz kalırdı? Kalamazdı.
“Benim kendi öz ailem hayatımı sikti! Nasıl durayım?! Nasıl susayım lan?!”
“Ne yapacaksın ya?! Önüne geleni öldürecek misin?!”
“Evet!”
“Çınar! Kendine gel!”
Sorun da buydu ya! Gelemiyordum! Nasıl gelebilirdim? İçim kıyılıyordu. Annemi düşündükçe ölüp ölüp diriliyordum. Ona gitmediğim için, gururuma yenik düştüğüm için kendimi öldürmek istiyordum. O kadar çaresizdim ki, o kadar pişmandım ki, o kadar özlemiştim ki…
Üstelik baba diyemeyeceğim o adam benim annemi öldürmüştü. Şimdi ben nasıl olurda o adamı öldürmeden dururdum? Yüzüme utanmadan nasıl bakmıştı bunca sene?! Hep susmuş, kenara geçmişti. Sıyrılabileceğini sanmıştı. Ona acırdım. Babamdı ya, ne olursa olsun babamdı. Her ne kadar bir kez bile ondan babalık görmemiş olsam da babamdı. Acırdım işte. Oysa o büyük bir günahın sahibiydi. Annemi öldürmüştü, annemi.
Ben anne diye hasretle yanarken o gitmiş…
Yüzümü tavana doğru kaldırdım ve nefeslendim. Kendi içinde boğulur muydu insan, boğuluyordum. Allah kahretsin ki burada oturmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bu yangın nasıl sönecekti?
“Albay seni dinler, ikna et gideyim.” Dedim, sınırlarımı çoktan aşmıştım. Kardeşime sarılmadan bu acının dineceği yoktu. “Kardeşim beni bekler. Bırakın gideyim lan.” Ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Parçalamamak için.
“Üzgünüm kardeşim, dosya kapanana kadar hiçbir yere gidemezsin. Bu konuda elimden bir şey gelmiyor, yemin ederim.”
“Kapatmasınlar o zaman dosyayı, istemedim oğlum ben sizden böyle bir şey. Bırakın gideyim.”
“Pişman olacağın şeyler söylüyorsun, birader. Sonradan pişman olma diye uğraşıyoruz. Biraz sabret.”
Anlamıyordu ki beni. “Kardeşim beni bekliyor.” Dedim kendi kendime. “Sözümü tutmadığımı düşünecek. Küser bana.”
Daha fazla yanmasın istiyordum canı. Daha zaten ne kadar yanabilirdi? İkimiz de bir enkazdan farksız değildik. Ve bizi enkaza çeviren kendi babamız, amcamızdı. “Arar konuşursun, anlatırsın. Anlar seni. Kolay bir şey değil oğlum, insanların içinde yumruklayarak bir adam öldürdün!”
“Gebersin piç! Az bile ona! Bırakacaktın tüm kemiklerini ayıracaktım bedeninden! Orospu evladı!”
“Bana mı sövüyorsun ona mı sövüyorsun anlamıyorum! Kes sesini artık! Sabahta beri dırdır ettiğin yetti.”
Gözüm seğirdi. Ona yandan bir bakış attım. Şu an ağzını burnunu dağıtmamam için hiçbir nedenim yoktu. Bunu gayet de rahat bir şekilde yapardım ancak sonuçları düşününce yapmaktan vazgeçtim. Zaten albayın radarındaydım. Bir yanlış daha yaparsam beni keserdi. Ben hayatımda böyle inatçı böyle ketum bir adam görmemiştim. Sakin kalmaya çalışmamın, onları dinlememin asıl sebebi Nilüfer’di. Adam öldürmekten yarılanırsam yine kardeşimi yarı yolda bırakmış olacaktım. Bu sefer yapamazdım. Daha fazla düşünmeden hareket edemezdim.
“Bak Çınar,” dedi Devrim sessizliği bozarak. Bakmadım. Ne diye bakacaktım? “Seni anlıyorum.” Dedi, hiç sanmıyordum. “Benim de bir kardeşim vardı.” Kaşlarım çatılır gibi oldu. Ne anlattığını anlamak için söylediklerine yoğunlaştım. “Vardı derken?”
“Üç yaşındaydı.” Dedi, sesinde beklemediğim bir tını vardı. Özlem, acı, pişmanlık… bilemiyordum. “Ne oldu?” diye sordum biraz da korkarak.
“Kayboldu.” Dedi. “Öldü, dediler ama ölmedi biliyorum. Bir gün bulacağım onu. Kendimi bildim bileli kardeşimi aradım durdum. Çünkü biliyorum, insanın tek sığındığı liman kardeşi olduğunda bırakmıyor, vazgeçemiyordu. İnsan kanından, canından vazgeçer mi?” Nefeslendi. “Oğlum en azından senin gidebileceğin bir kardeşin var lan. İşleri daha da kötüleştirme. Bırak da yardım edelim.”
Beklemediğim bir gerçeği benimle paylaştığı için duraksamıştım. Benziyorduk demek. Tek fark ben kardeşimi aramamıştım. Nerede olduğunu bildiğim halde yanına gitmemiştim. Kendi canımdan, kanımdan gururum yüzünden vazgeçmiştim. Tüm bu yaşanılanları hak ediyordum. Allah benim bin belamı versindi.
Nilüfer’in sevgisini hak ediyor muydum?
Belki yanlarına gitseydim her şey farklı olurdu. Annemi kurtarabilirdim. Kardeşimin bu kadar canı yanmazdı. Biz bu halde olmazdık. Geçti. Her şey için çok geçti.
“Hiçbir şey için geç değil, Çınar.” Dedi sanki düşüncelerimi okumuş gibi. “Kırk yaşında dahi bulsam kardeşimi şükredeceğim. Geç kalışlar can yakar, ben her saniye geçtiğinde kıvranıp duruyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Elim kolum bağlı. Şimdi sen kendi elini kolunu bilerek bağlarsan yazık edersin kardeşine. Geçmişi değiştiremezsin ama kardeşinin geleceği için çabalayabilirsin.”
Gözlerim sızladı. İnanamadım kendime. “Olur mu ki?” diye sordum çaresizce. Yine inanamadım. Benim sesim miydi bu ses? “Tüm bu olanlardan sonra düzelebilir miyiz?”
“Çaresi olmayan tek şey ölümdür, birader. Nefes aldığınız sürece her zaman bir yol bulunur.” Yaşıyorduk. Ancak yaşayamadığımız çok şey vardı. Acı kalbimize bir anahtarlık misali takılacaktı. Buna çare yoktu ancak yaşıyorduk ya. Yaşıyorduk. Düzelirdik.
“Eyvallah.” Dedim. Şüphesiz bu adamdan hiç hoşlanmamıştım ancak artık ona bir borcum vardı. Can borcu değildi bu, kardeş borcuydu. “Kardeşin nasıl kayboldu?” diye sordum. Benim elim kolum düşünülenden daha uzundu. Girmediğim ortam görmediğim adam kalmamıştı. Her statüde her meslekte insan tanımıştım.
Derin bir nefes aldı, Devrim. Sorduğum soruya cevap veremedi çünkü koridorda yankılanan topuk sesleri dikkatimizi dağıttı. İkimiz de sesin geldiği yöne döndük. Kübra Hanım’ı gördüm. Dizlerine kadar gelen siyah bir palto giyinmişti ve paltosunun üzerinde kar taneleri vardı. Dışarı da kar yağıyor olmalıydı. Kolunun altında mavi kalın bir klasör dosya vardı.
Gözleri Devrim’le ikimiz arasında dolaşıp durdu. En sonunda önümüzde durduğunda dikleştim. Bu kadının burada olması bence pek hayra alamet değildi. “Çınar Bey?” dediğinde kafamla onu selamladım. “Bir sorun mu var?”
“Onu siz söyleyeceksiniz.” Buz gibi olan sesi neredeyse gözlerimi devirmeme neden olacaktı. Onu ilk gördüğümde çok şaşırmıştım çünkü kardeşimle hiçbir ortak noktası yoktu. Nasıl oluyordu da anlaşıyorlardı şaşırıyordum.
“Anlamadım?”
“Komadaki bir adama saldırmak ne demek oluyor?” diye sorduğunda başımın ağrıyacağını fark ettim. Devrim araya girdi. “Bu konunun sizinle bir bağlantısı olduğunu sanmıyorum Kübra Hanım. Başka davalarla ilgilenin. Biz hallediyoruz.”
Kübra Hanım tek kaşını yukarıya kaldırarak yanımdaki adama küçümseyici bir bakış attı. “Buna siz mi karar vereceksiniz?” diye sordu ama cevap beklemedi. Gözleri yine benim üzerime saplandı. Mesleğinden mi kaynaklanıyordu bilmiyordum ama bu kadının insanı rahatsız eden bir bakışı vardı. Sanki karşısındakinin tüm hayatını avucunun içinde tutuyormuş gibi bakıyordu.
“Biraz olsun Nil’i düşünüyorsanız bir suça daha karışmazsınız.” Dedi. Kolunun altındaki dosyayı açtı ve içinden ek bir dosya çıkartarak bana doğru uzattı. “Hakkınızdaki şikayetler.” Dedi. Dosyayı elinden alarak göz gezdirdim. “Hastane çalışanları sizi şikayet etmiş. Malum gözlerinin önünde bir insanı öldürmüşsünüz. Göz altına alınacaksınız.”
Kaşlarımı çattım. Dişlerimi birbirine bastırarak karşımdaki kadına tip tip baktım. Nilüfer’in arkadaşıydı bu yüzden sinirlenmeyecektim. Ancak benim sabrımı sınamamalıydı. Kardeşimin yeninden gülümsediğini görmeden hiçbir kuvvet beni ondan uzaklaştıramazdı.
“Kübra Hanım, davanın-” Kübra Hanım Devrim’in sözünü sertçe kesti. “Muhatabım siz değilsiniz Devrim Bey!” Devrim yediği azarla sustu. Canımı almak isteyen bakışlar yine bana döndü. “Elinizdeki dosya kayıtlardaki son kopya. Bunu yapacağım hayatta aklıma gelmezdi ama Nil için yapamayacağım hiçbir şey yok. Eğer onu biraz düşünüyorsanız dediğim gibi bir suça daha yanaşmazsınız. Çünkü bu size ilk ve son iyiliğim olacak.”
Şaşırdım. Beklemiyordum. Gitmek için hareketlendiğinde bir şey anımsamış gibi durdu. “Ha bu arada,” dedi ve mavi klasör dosyadan ek bir dosya daha çıkartarak onu da uzattı. “Bu nedir?” diye sorduğumda omuz silkti. “Nil’e yaptığım bir iyilik.” Dedi.
Kafamı usulca salladım. “Eyvallah.” Dedim. “Borçlandım size. Karşılığında ne istiyorsunuz?” Sorum kaşlarını çatmasını sağladı. “Bu bir rüşvet değildi.” Dedi keskin bir tınıyla. “Tek istediğim Nil’e sahip çıkmanız. Onu kimsesiz bırakmayın. Bazı hataların dönüşü yoktur.”
Bendeki soğuk bakışları Devrim’in üzerine düştüğünde kırılır gibi oldu. İkisi kısa bir an birbirine derince baktı ve göz temasını ilk kesen Kübra Hanım oldu. “İyi günler.” Dedi ve cevap beklemeden nöbet bekleyen askerlerden birine yanaştı. Uzakta olmadığı için onu duyabiliyordum. “Halil İbrahim albayla görüşeceğim, geleceğimden haberi var.” Asker bir baş selamı verdi. “Haber vereyim.” Dedi ve Halil İbrahim albayın odasına saygıyla girdi. Birkaç saniye sonra da Kübra Hanım içeriye geçmişti.
Gözlerimi elimdeki dosyaya indirdim. Başlık kaşlarımın çatılmasını sağlamıştı. Bu bir DNA testi sonucuydu. Nilüfer’in öz kardeşim olduğu yazıyordu belgede. Sevinmedim çünkü tersi yazsa da benim içi bir şey değişmeyecekti. O benim her türlü kardeşimdi, canımdı. Siktiğimin iki satırlık yazısı bunu değiştiremezdi.
“Kübra’yı ne amandır tanıyorsun Çınar?” diye sorana Devrim’e baktım. Dik dik Albayın odasına bakıyordu. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Bilmem, birkaç aydır.”
“Peki hakkında ne biliyorsun?” Bu soruları neden sorduğunu anlamasam da cevap verdim. “Pek bir şey değil. Savcı ve kardeşimin ev arkadaşı. Başka bir şey bilmiyorum.” Duraksadım. “Ha pek kendini bilmiş ve kaprisli bir de.”
“Onu anladık. Ama boşa bir kapris değildi bence.” Gözleriyle elimdeki dosyayı gösterdi. “Paçanı kurtardı baksana.”
“Madem paçamı o kurtarıyor siz ne bok yiyorsunuz lan? Niye burada bekliyorum ben?”
“Çınar.” Dedi ve yüzüme boş bir bakış attı. “Mal mısın?”
Sert bir nefes vererek güldüm. Boşluğuma gelmişti. “Eyvallah.” Dedim istemsiz. Neredeyse yarım saat sonra Kübra Hanım ve Albay odadan çıktı. Ayaklandık ve esas duruşa geçtik. Albay bana canımı çıkartmak ister gibi baktıktan sonra Devrim’e döndü. “Bu deli sana emanet Yüzbaşım. Yaptığı ilk yanlışta seni de yakarım.” Devrim itiraz edecekmiş gibi oldu ama sustu. “Emredersiniz komutanım.” Dedi. Albay bu sefer bana döndü. “Seni bir kez daha uyarmayacağım üsteğmenim!”
“Emredersiniz komutanım!” Yeterince azar işitmiştim. Daha fazlasını alacak yerim kalmamıştı. Ancak tüm bu yapılanları unutmayacaktım. Şimdi öfkeleniyor belki sinirleniyordum onlara ama benim için uğraştıklarını biliyordum. Bugün borçlanmadığım insan kalmış mıydı?
“Hadi.” Dedi albay merdivenleri göstererek. “Gözüm görmesin sizi!”
“Emredersiniz komutanım!” dedik aynı anda Devrim’le. Selam verdik ve eşit adımlarla merdivenlere ilerledik. Karargahtan çıktığımızda derin bir nefes aldım. O sırada omzuma bir darbe yedim. Ne olduğuna baktığımda bir darbe daha yedim. “Ne oluyor lan?” diye yükseldiğimde Devrim oralı olmadı. “Olur da başımı derde sokarsın diye! Yürü şimdi. Gözümün önünden ayrılmayacaksın. Başka işim gücüm yok seninle uğraşıyorum.”
Sırıttım. “Hoşuna gitmiş gibi duruyor.” Dedim bana tip tip baktı. Genişçe gülümsedim. Keyiflenmiştim. “Gitmeden bir Asuman’ı göreyim.”
“İzin vermiyorum, yürü.”
“Senden izin istediğimi sanmıyorum.”
“Emrediyorum üsteğmenim!”
Sikeceğim.
Tövbe tövbe.
“Emrin olur yüzbaşım!”
Yürüdüm. Arabama ilerlemeden önce bir konteynıra yaklaşıp elimdeki dosyalar son zerresine kadar çakmağımla yaktım. Bana ikinci bir şans verilmişti. Ve bunun için saatlerce uğraşmışlardı. Bu ikinci şansı elime yüzüme bulaştırmayacaktım.
Kardeşime de mesleğime de adam gibi sahip çıkacaktım.
🪷
Hastaneye geldiğimizde saat epey geç olmuştu. Gece yarısını geçmişti. Devrim kantinde olacağını söyleyerek yanımdan ayrılmıştı. Nilüfer’in kaldığı odaya yaklaşarak sessizce tıklattım. Uyuyorsa uyanmasın istiyordum. Kapı kolunu aşağıya büküp içeri girdiğimde yatakta dizlerini kendine doğru çekmiş duvarı izleyen kardeşimi görmek içimin gitmesine neden oldu.
Barış da buradaydı ve ikisi de geldiğimi fark etmemişti. Korkutmak istemediğim için sessizce seslendim. “Nilüfer?”
İrkildi. Donuk bakışlarını duvardan çekerek bana çevirdi. Bakışları parladı. “Abi!” diye bir çığlık attığında ruhum huzura erdi sandım. Kollarımı ona açtığımda yataktan üstüme atlamayı tercih etti. Sıkıca sarıldım. “Geldin.” Dedi nefes nefese. Elleri boynumdaydı.
“Geldim tabi.” Dedim ve saçlarına dudaklarımı bastırdım. “Nerede olursan ol gelirim ben sana göz bebeğim.” Kollarını daha da sıkılaştırdı. “Özür dilerim.” Dediğinde kaşlarım çatıldı. Ağladığını fark ettiğimde endişelenmiştim. Kendini yeniledi. “Özür dilerim, abi! Çok özür dilerim.”
“Ne oldu, Nilüfer? Niye özür diliyorsun?”
Hıçkırdığında çatık kaşlarımla koltukta oturan Barış’a baktım. Kafasını olumsuzca iki yana salladı. Ne oluyordu lan?!
“Nilüfer, abim?” İç çekerek geri çekildi ve yüzüme baktı. “Çok yanlış bir şeye kalkıştım.” Dudakları titredi. “Kızma ama ne olur, kendimi çok çaresiz hissettim. Bencil davrandım biliyorum ama başka bir yol düşünemedim. Kızma.”
“Abim…” elimle yüzünü kavradım. “Abim kızmıyorum. Ağlama.” Hıçkırdı. Omuzları titriyordu. Akan gözyaşlarını nazikçe sildim. “Şşhh.” Diye fısıldadım kulağına. “Sakin ol. Hallederiz. Ağlama böyle, ne oldu anlat bana.”
Kafasını iki yana salladı ve gözlerini gözlerimden kaçırdı. Ne de olsa öğrenirdim. Şimdi veya sonra önemli değildi. Onu göğsüme doğru çektim. Yanağını kalbimin üzerine yaslamıştı böylelikle. “Sorun yok.” Dedim yumuşak tutmaya çalıştığım ses tonumla. “Her ne olduysa önemli değil.” Saçlarını sevdim. “Öreyim mi saçlarını? Sonra da uyuruz.” İç çekerek kısa saçlarına dokundu. “Örülür mü ki bunlar?”
“Örülür tabi ya.” Dedim ve hareketlendim. Onu yatağa oturttum. O sırada Barış bana bir kafa selamı vermiş ve odadan çıkmıştı. Onun da hali hal değildi ancak sabırlı olmalıydım. Kardeşime odaklandım. Gelirken küçük lastik tokalardan almıştım. Söz verdiysek adam gibi tutacaktık. Ağladığı için kızarmış gözlerle gözlerime baktı. Ancak hemen kaçırmıştı. Sanki bakmaya utanıyor gibi…
Derin bir nefes alıp verdim ve kardeşimin saçlarına dokundum. Yanımda getirdiğim küçük tarakla saçlarını nazikçe taradım. Yamuk olmaları hoş değildi. Kuaföre gidip güzel bir model kestirmeliydik. Sonra güzelce uzardı.
Elime küçük bir tutam aldım ve yavaşa o tutamı örmeye başladım. Lastik tokayla açılmasın diye tutturduktan sonra bir diğer tutama geçtim. Tüm saçları bitene kadar sıkılmadan ördüm tek tek. Saat çok geç olmuştu. Uykusu gelmişti ama örmemi istediği için asla söylemiyordu. Elimden geldiği kadarıyla hızlı olmaya çalışmıştım. Bitmişti şimdi. Saçlarında bir sürü örgü vardı.
“İşte oldu.”
Elleriyle örgüler olan saçını kontrol etti. Hoşuna gitmiş olmalı ki her bir örgüyü teker teker kontrol etmişti. “Teşekkür ederim.” Dediğinde eğilerek alnını öptüm. “Rica ederim abicim.” Geldiğim andan beri fark ettiğim bir şey vardı. Dört gündür canı gibi tuttuğu sırma saçları artık avucunun içinde değildi. Elini elimin içine aldım. Tırnak izleri yara bırakmıştı. Eğildim ve avucunun içine dudaklarımı bastırdım. “Bırakmışsın onları.”
Kafasını aşağı yukarı salladı. “Bıraktım, sen öreceğim dedin ya.” Gülümsedim. Çocuk gibi bir masumluğu vardı, inanılmazdı. “Ne zaman istersen.”
Yüzüme muzırca baktı. “Hep isterim.”
“Hep örerim.” Dedim ve yanağını sevdim. “Uzan hadi, uykun geldi.”
“Senin gelmedi mi?”
“Benim de geldi.” Dedim ve küçük yatağa uzandım. Sonrada kardeşimi yanıma çektim. Başını göğsüme yasladı. Ona sıkıca sarıldım. “Abi yarın eve gidecek miyiz?”
“Evdeyiz ya zaten abim.”
Söylediğimi birkaç saniye sonra anladığında bana daha çok sırnaştı. Ona daha sıkı sarıldım. Evimdi. Sığınağım.
Uykuyla uyanıklık arasındayken fısıldamıştı. “Özür dilerim.” Demişti. Aklımı kurcalayan bu durumu çözüme kavuşturmak için tamamen uykuya dalmasını bekleyecektim. Neredeyse yarım saatin ardından düzene giren nefesleriyle yerimde kıpırdandım. Uyanmamasına dikkat ederek başını yastığa koydum. Yanından kalktıktan sonra üzerini örttüm ve sessiz adımlarla dışarı çıktım. Barış duvarın dibine çökmüş oturuyordu.
Dalgın bakışları kaşlarımı çatmamı sağladı. Yanına ilerledim ve onun gibi duvarın dibine çökerek oturdum. “Ne oluyor?” diye sorduğumda derin bir nefes alıp vermişti. Gözlerini Nilüfer’in olduğu odaya dikti. “Hiç.” Dedi nefesi kesilmişti bir an sanki. “Hiç iyi değil.”
Kaşlarım çatıldı. “Ne oldu kardeşime?”
“Bugün odadan anlık olarak ayrıldım ve onu nerede buldum biliyor musun?” Tek kaşımı kaldırdım. “Çatıdaydı.” Kulaklarım uğuldadı. “Bir an ona yetişemeyeceğim sandım, tutamayacağım sandım, öleceğim sandım lan.”
“Sen.” Dişlerimi birbirine bastırdım. “Ne dediğinin farkında mısın?”
“Kenara geçmiş öylece oturuyordu. Korkuyorum, dedi bana. Çok korkuyorum, dedi. Bir şey sanki onu zorla oraya çıkartmış gibi çaresizce baktı gözlerime. Sanki başka seçeneği yokmuş gibi bu gerçeğe sarıldı. Çınar, Nil iyi değil. Yapmak istemediğini gördüm, gözlerimle gördüm ama geri çekilmedi. Çekilemedi. Sırtındaki görünmeyen ellerin onu itmesini bekledi.”
Gözlerimi yavaşça kaldığı odaya diktim. Duyduklarımı kabullenemedim. Biliyordum kendi isteyerek böyle bir şeyi yapmazdı. Kafasındaki seslerdi tüm bunların nedeni. Yaşadıklarıydı. Ayağa kalktım.
Kardeşime musallat olmuş hayaletleri kökünden sökecektim. Madem gerçekler canımızı bu kadar yakıyordu o zaman o gerçeklerin köküne inecektik. Kardeşimi kimsenin yaptığı kötülüğe kurban etmeyecektim. Yeniden gülecekti. Gülecektik.
En önemlisi de yaşayacaktık. Nefes alıyorduk ya daha ötesi var mıydı? Ben ona yol olurdum. Gocunmazdım, önüne serilirdim. Yeter ki yanımda olsun. Gerisi önemli değildi. Ben kardeşimi kaybetmeyecektim.
🪷
NİL
“Nilüfer!” İrkilerek gözlerimi açtım. Bu abimin sesiydi. Ne olduğunu anlamak için etrafıma bakınırken abim omuzlarımdan tutmuş ve beni doğrultmuştu. “Abi?” dedim mahmur bir ses tonuyla. “Ne oluyor?”
Cevap vermedi. Üzerime montumu giydirdi. Gözlerimdeki uykuyu itebilmek için kırpıştırdım. Rüya mı görüyordum? “Abi.” Diye seslendim ama beni duymadı. Yataktan sarktığım ayaklarıma ayakkabılarımı giydirmeye başladı.
Kötü bir şey mi olmuştu yoksa?
Abim iki ayakkabımı da giydirdikten sonra beni yataktan kaldırdı. Bir anda kalktığım için ve hâlâ üzerimde uykuyu taşıdığım için sendelemiştim. Ancak düşmedim çünkü elimi sıkı sıkı tutuyordu. Odadan hızlı adımlarla çıktık. Barış o sırada önümüze geçmişti. “Nereye götürüyorsun?” diye sorduğunda ben de bu sorunun cevabını merak ediyordum.
“Çekil Barış.” Dedi abim sertçe. “Aşağıya in ve Devrim’e benden bir selam söyle.” Barış kaşlarını çattı ama abim bir cevap beklemedi. Birlikte hızlı adımlarla asansöre bindik. Ben hâlâ gerçek mi yoksa rüya mı ayırt etmeye çalışıyordum. Hastaneden çıktığımızda iliklerime kadar hissettiğim soğukla gerçek olduğuna kanaat getirdim. “Abi bir şey söylemeyecek misin?” diye sordum ama sessiz kaldı. Hızlı hızlı yürüdük. Bir an olsun elimi bırakmadı. Arabasının önüne geldiğimizde kapıyı açarak içeri oturmamı sağladı ve kapıyı kapattı. Arabanın önünden dolaşarak şoför koltuğuna oturduğu an gaza basmış ve yola koyulmuştu.
Korkmaya başlamıştım. “Abi.” Dedim, sesim titrek çıktı. “Nefes almaya gidiyoruz.” Dedi, söylediğini asla anlamadım. Zaten yol boyunca bir daha konuşmadı. Ben de birkaç soru sonrasında pes ederek susmuştum. Yaklaşık kırk dakikanın ardından yollar tanıdık gelmeye başladı. Kaşlarım anında çatıldı ve hızla abime döndüm.
“Abi! Nereye gidiyoruz?!” Yine cevap vermedi. Çıldıracaktım. Böyle yapıyor olması beni hem korkutuyor hem de öfkelendiriyordu. Nefeslerimi kontrol altına almaya çalışarak arkama yaslandım. Yapabileceğim en iyi şey bekleyerek nereye gittiğimizi görmekti ki zaten abim bana başka seçenek sunmuyordu. Ona güveniyordum. Bu yüzden sessiz kaldım. Karşı gelmedim.
Araba en sonunda durduğunda karşıma baktım. Konağın önündeydik. Nefret ettiğim ailemin yaşadığı konak. Işıkları yanmıyordu. Demek ki evde kimse yoktu. Gerçi çoğu mezara birçoğu da parmaklıkların ardına girmişti. Geride bizden başka kimse kalmamıştı.
“Abi, buraya niye geldik?” diye sordum, sesim titremişti. Burası beni korkutuyordu çünkü ne yaşadıysam bu konakta yaşayanlar yüzündendi. Onları hatırlamak canımı yakıyordu. Ellerimi yumruk yaptım. Abim soruma cevap vermeden arabadan indi ve önünden dolaşarak oturduğum tarafa geldi. Kapıyı açtığında ona çekinerek baktım. Ne yaptığını anlayamıyordum.
Elini bana uzattı. Kafamı iki yana salladım. “Ben buraya girmem.” Dedim, ağladı ağlayacaktım. “Lütfen geri dönelim, korkuyorum.”
Abim bana uzattığı elini indirmedi. “Abine güven.” Dedi gözlerimin içine bakarak. “Tüm korkularımızı yok edeceğiz. Hadi.”
Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. Bir o konağa bir de abime baktım. Kalbim telaşla atıyordu. Kaçıp gitmek istiyordum. Bu konağa bakmak korkunç bir canavara bakmakla aynı şeydi. “Abi…”
“Hadi abicim.”
Elini tuttum. O yanımdaydı. Bana burada bir şey olmazdı. Korkarsam bana sarılırdı. Arabadan indim ve birkaç adım atabildim. Sonrasında adımlarım durmuştu. Bu konağa ilk kez geldiğim günü babamla tanıştığım anı hatırlıyordum. O adamdan nefret ediyordum. Nefret ediyordum. Gözyaşlarım benden habersiz akmaya başladı. Onu öldürmek istiyordum. Abim yürümeye başladığında isteksiz adımlarla onu takip ettim.
“Buraya niye geldik ki?” diye sordum hıçkırarak. “Geri dönelim.”
Beni dinlemedi. Konağın dış kapısını iterek açtığında adımlarımı yine durdurdum. Girmek istemiyordum. “Abi.” Dedim sızlanarak. “Ne olursun gidelim.”
Bana taraf dönerek gözlerimin içine baktı. “Nilüfer, yanındayım. Ben yanındayken hiçbir şeyden korkma.” Dedi ve ekledi. “Seni kendim de dahil her şeyden herkesten koruyacağım.” Titreyen dudaklarımı birbirine bastırdım. “Lütfen, güven bana.”
Kafamı aşağı yukarı salladım ve konaktan içeriye ilk adımı attım. Burada nefes almak ölüm gibiydi. Yine de geri çekilmedim. Abime yanaştım. Birlikte evin kapısına ilerledik. Anahtarla kapıyı açtı ve içeri girdik. Merdivenleri çıkıp beraber kaldığımız odanın katına geldiğimizde gözyaşlarım arttı. Burada birbirimizi tanımaya başlamıştık. Zaman ne acımasızdı, dün gibi hatırladığım yaşanmışlıklar aslında aylar aylar öncesinde kalmıştı.
“Ne kavga ediyorduk değil mi?” diye sorduğunda kafamı aşağı yukarı salladım. “Beni çok sinirlendiriyordun.”
“Sen de beni sinirlendiriyordun.” Dedi hemen. Omuz silktim. Pişman değildim. Beklediğimin aksine kaldığımız odanın karşısındaki odaya doğru döndük. Bu oda hep kilitli olurdu. Hiç girmemiştim içine. Ancak şu an kapı yarı aralıktı.
Abim kapıyı iterek tamamen açtı ve içeri girdik. Duvardaki ışığın tuşuna bastığında sarı bir ışık odayı aydınlattı. İlk gözüme çarpan yıpranmış kum torbasıydı. Gözlerimi kırpıştırarak üzerindeki izlere baktım. Birçok kez yumrukladığını anlamak zor değildi. Kur torbasının resmen canını çıkartmıştı. “Acımadı mı?” diye sorduğumda abim bakışlarımdan neyi sorduğumu anlamıştı. “Acıdı.” Dedi çekinmeden. “Daha fazla acımasın diye buradayız.”
Elimi anlık olarak bıraktığında kendimi kimsesiz hissettim. Abim odanın içinde bulunan diğer şeye yani dolaba ilerledi. Bu odada başka da bir şey yoktu. Dolabın kapaklarını araladı ve eğilerek bir şey çıkarttı. Çıkarttığı bir el çantasıydı. Fermuarı açarak yere koydu. Merakla yanına ilerledim. Dolabın içinde gördüğüm çiçekli elbiseler o kadar tanıdıktı ki hıçkırdım.
Abim elbiselerin hepsini özenle katlayarak çantanın içine koydu. Sonra giyilmekten yıpranmış bir kadın babetini de elbiselerin yanına iliştirdi. “Bak bana annemden bunlar kaldı sadece.” Dediğinde elimle dudaklarımın üzerini kapattım. Çığlık çığlığa ağlamamak içini bunu yapmak zorunda kalmıştım.
Eğildi ve alt çekmeceyi açtı. Eline aldıklarıyla doğruldu ve bana taraf döndü. Gözlerimi tuttuğu eşyalara çevirdim. Siyah, eskimiş bir oyuncak araba çarptı ilk olarak gözüme. “Bu, bana annemin ilk ve son aldığı oyuncaktı. Onunla oynamayı çok severdim.” Dedi. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Küçük tavşan oyuncağı gösterdi. “Bunu annemle beraber sana almıştık. Benim biriktirdiğim parayla. Sana vermek için can atıyordum.”
Gözyaşlarım hızlandı.
Elinde kalan son oyuncağı gösterdi. Bir bez bebekti. “Bunu da annem gittikten sonra senin için yapmıştım. Bir gün gelirsen diye. Aslında çok güzel bir bebek görmüştüm oyuncakçıda ama param yetmemişti almaya.”
Annem ikimizin de ortak yarasıydı. Biz onun Emre’si ve Nilüfer’iydik. O gidince isimlerimiz de gitmişti. Annemin bizi sevdiği kadar seversek birbirimizi belki isimlerimiz de yeninden can bulurdu içimizde.
Hıçkırdım. “Abi…” Ona yanaştım ve kollarını beline sardım. “Çok güzeller.” Dedim hıçkıra hıçkıra ağlarken. “Çok güzeller, çok.” Sarılmama karşılık verdi ve saçlarımın üzerini öptü. Yorulmadan bir bir ördüğü saçlarımın üzerini.
Onu dışardan biri görse çok sert sanırdı. Yapılı ve heybetli bir adamdı. Kimse yıkamazdı. Ancak gerçek farklıydı. Abimin koca bedeninin içinde yaralı ve savunmasız bir kalbi vardı. Canı kim bilir ne kadar yanmıştı? Ne çok özlemişti, gelmek istemiş cesaret edememişti, onu terk ettiğimizi sanmıştı.
Geri çekilerek gözlerimin içine baktı. “Ne çok ağlar oldun bu aralar.” Dedi kızar gibi. Burnumu çektim ve omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Ne yapayım? Çok ağlayasım geliyor bu aralar.”
Elleriyle nazikçe gözyaşlarımı sildi. “Hadi o zaman onlara artık bir son verelim.”
“Nasıl?”
Geri çekildi ve oyuncakları çantanın içine koydu. Çantanın fermuarını kapattıktan sonra elime tutuşturdu. Odadan çıkmadan önce odayı baştan sona inceledi. Derin bir nefes aldı ve devam etti. Merdivenleri birlikte indik. İkinci katta adımlarımız yine durmuştu. “Bekle geliyorum.” Dediğinde kafamı iki yana sallayarak elini daha sıkı tuttum. “Gitme, kalmam ben burada tek başıma.”
“Abicim bir yere gitmeyeceğim.” Dedi ama elimi bırakmaktan vazgeçti. Kiler gibi olan bir odanın içinde büyükçe bir bidon aldı eline. Bidonun etiketinden anladığım kadarıyla benzindi. Belki de arabanın benzini bitti diye düşünürken abim kapağı açtı ve benzini etrafa döktü.
“Ne yapıyorsun?”
“Geride dur, üzerine gelmesin.” Elini bıraktım ve birkaç adım geri çekildim. Öteye beriye benzini döktükten sonra alt kata indik. Aynı şeyi burası içinde yaptı. Dışarı çıktığımızda ise evin kenarlarına bolca kalan benzini savurdu.
Onu şaşkın şaşkın izledim. Bir elimde tuttuğum valizin sıkıca kavradım. Abim sonunda elindeki bidonu evin içine doğru attı ve yanıma doğru geldi. “Bu ev bizden çok şey aldı değil mi?” diye sorduğunda kafamı aşağı yukarı salladım. “Yok edelim o zaman onu.”
Cebinden çıkarttığı çakmağı bana uzattı. Burnumu çektim ve karşımdaki canavara baktım. Tüm kötülüğü burası besliyordu. Bu ev var olduğu sürece hatıralarımızı işkal edecekti. Abimi şimdi anlıyordum. Düşünmedim elindeki çakmağı aldım.
“Abi.” Dedim derin bir nefes alarak. Kar yeniden yağmaya başlamıştı. Rüzgâr esiyordu. Gece soğuğu iliklerime kadar hissettiriyordu. “Abim.” Dedi beni yanıtlayarak. “İyi ki varsın.” Dedim ve çakmağın ateşini yaktım. Kafamın içine tohum ekmiş olan bu ev kötülüktü. Her şeyin başladığı yerdi. Biteceği yer de burası olacaktı.
Düşünmedim, elimdeki çakmağı evin kapısına doğru attım. Ateş bir anda harlandı ve benzinin varlığıyla hızlıca dört tarafı sardı. Büyüdükçe büyüdü. Artık gece bu evin ışıklarıyla parlıyordu. Bu ev ilk kez parlıyordu. İlk kez.
Ateş gökyüzüne doğru yükseldi. Kıvılcımlar yağan kar taneleriyle yarışıyordu. Neden bilmiyordum ama bu manzarayı izlemek rahat bir nefes almamı sağladı. Sanki omuzlarımdan koca bir yük kalkmıştı.
“Yaşadığımız tüm kötü şeyleri de bu ev gibi yakalım tamam mı?” diye sordu abim. Elini daha sıkı tuttum. “Yakalım, abi.” Dedim. Yaşadığımız her şeye rağmen yan yanaydık. Gerisi önemli değildi İyileşecektik. Biliyordum, buna inanıyordum.
Bizim bizden başka evimiz yoktu. Ve ben bizim evimizi çok sevmekle donatacaktım.
🪷
Bölüm sonu!!
Nasıl, beğendiniz mi bölümü?
En sevdiğiniz kısım?
Nil?🥹
Çınar?❤️🩹
Barış?😭
Kübra?❤️🔥
.
Final bölümünde Nil'i cübbesiyle göreceğiz🥹
Final hakkında tahminleriniz var mı?
.
VOTE
VE
YORUMU
UNUTMAYIN
LÜTFENN
.
İnstagram; Zeynepizem
WhatsApp kanal; Zeynepizem
Sonraki bölümde buluşmak dileğiyle😘
Hoşçakalın♥️
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 269.41k Okunma |
24.01k Oy |
0 Takip |
66 Bölümlü Kitap |