63. Bölüm

63. BÖLÜM🪷

Zeynepizem
zeynepizem

Bölüm normalde bitmedi ama yks tayfaya sınav öncesi moral olsun dedimmm

Başarılar sizinle olsun🩷

 

🍭KEYİFLİ OKUMALARR🍭

 

ZEHİRLİ ŞEKER

BÖLÜM 63

 

🪷

 

 

Okuduğum sayfadan hiçbir şey anlamadığımda oflayarak kitabı kapattım. Kafamı dağıtmak istediğim için kitap okumayı denemiştim ama bir yerden sonra okuduğum kelimeleri anlamadığımı fark etmiştim. Gözümün önünden kelimeler geçiyordu ancak zihnime yansımıyordu.

 

Konağın yandığı günün üstünden bir hafta geçmişti. Hastaneden taburcu olmuştum. Şimdi abimin bizim için aldığı evdeydik. Buraya geldiğimiz günden beri benim adıma pek bir şey değişmemişti. Mesela hâlâ doğru düzgün uyuyamıyordum, yemek yiyemiyordum. Günde en az bir kere hastaneye geri gidiyorduk çünkü yemek yememek benim için bir intihar demekti. Deniyordum ama beceremiyordum. Sonumda lavabo oluyordu.

 

Su içiyor, meyveleri tüketebiliyordum ancak bunun dışında mideme başka vitamin girmiyordu. Her gün psikologla görüşüyordum ve o kafamı dağıtacak şeyler yapmamı önermişti. Kitap okumak gibi. Gerçi o bedenimin hareket halinde olduğu bir aktiviteyi daha doğru görmüştü ancak içimden dışarıya çıkmak gelmiyordu.

 

İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Bazen saatlerce yatağa uzanıyor ve boş duvarı izliyordum. Barış, bu konuda şikayetçiydi ve tabi haklıydı da ancak o kadar yorgun hissediyordum ki saatlerce uyumuş olsam bile kolumu kıpırdatacak halim olmuyordu.

 

Bu bir hafta içinde birçok kişi gelmişti eve. Hepsi beni çok mutlu etmişti. Özellikle Berzan. Çünkü o kocaman bir çelenk getirmişti bana. Önceden olduğu gibi. Artık onun bu haline alışmıştım bu yüzden sorgulamıyordum. Bana eskiyi hatırlattığı için kendimi az da olsa iyi hissetmiştim. Ancak bu iyi hissedişler uzun sürmüyordu.

 

Yine de çabalıyordum. Belki öyle görünmüyordu ama elimden geleni yapıyordum. Daha fazlasını yapmaya çalıştığımda ise kendimi kaybediyordum. Nefeslerim hızlanıyordu. Kafamda dönüp duran sesler bir anda gözümün önünden geçmeye başlıyordu ve nerede olursam olayım birden yere çöküyor dizlerimi kendime çekerek bu anın bitmesini bekliyordum. Son iki gündür böyle bir şey yaşamamıştım bu da iyiye gittiğimi gösterirdi değil mi?

 

“Nilüfer!?”

 

Abimin aşağı kattan duyduğum sesiyle uzandığım yataktan kalktım ve odamın kapısını açarak dışarı çıktım. Merdivenleri inerken konuşmuştum. “Ne oldu?”

 

“Mutfağa gel.”

 

Attığım adım havada asılı kaldı. Yine bir yemek yemek için zorlanma ve sonrasında da kusma sahnesi gözümde canlanmıştı. Derin bir nefes alıp verdim. Yemek yemek zorundaydım. Bu zincir nerede kırılacaktı bilmiyordum ancak artık kırılmalıydı. Sürekli hastaneye gidip serum yemek canımı acıtıyordu. Kollarım iğnelerden dolayı mosmor olmuştu. Sanki yeterinde morluk yokmuş gibi.

 

Merdivenleri inmeye devam ettim ve mutfağın kapısına doğru ilerledim. Abim tezgaha bıraktığı poşetleri boşaltıyordu. Bir sürü market poşeti vardı. “Dışarıya mı çıktın?” diye sordum merakla. Normalde evde yalnız kalmama izin vermiyorlardı. Abim olmayınca Barış oluyordu. Bazen ikisi de olmayınca Asuman veya Kübra oluyordu. Yani her türlü yalnız kalmıyordum.

 

“Yok.” Dedi. “Polis arkadaşlardan birine rica ettim.” Dedi ve işini bırakarak bana döndü. Dışarıda nöbet bekleyen polisler vardı. Eğer dışarı çıkarsam bana eşlik ediyorlardı. Barış’la psikoloğa gitmiş ve geri gelmiştik. O beni eve bıraktıktan sonra karakola gitmişti. Abim evde olmasına rağmen geldiğimden beri onu görmemiştim. Normalde her zaman odama uğrardı ancak bugün uğramamıştı. Bana şefkatle gülümsedi. “Nasılsın?” diye sorduğunda omuzlarımı kaldırıp indirdim. “İyiyim.”

 

“İyi o zaman hadi bana yardım et. Yerleştirelim şunları.”

 

Kafamı salladım. Zaten odada kitap okumaya çalışırken sıkılmıştım. Yanına doğru ilerledim ve bir poşetin ağzını açtım. İçindekileri teker teker çıkartıp abime uzatırken o da dolaba koyma görevini görüyordu.

 

“Seans nasıl geçti?”

 

“Aynı. Sadece kafamı dağıtacak şeyler yaparsam bana iyi gelebilirmiş. Dinçer bey öyle söyledi.” Dinçer Bey benim psikoloğumdu. Genç bir adamdı. Onun hakkında bunlar dışında pek bir şey bilmiyordum.

 

“Hm, neler yapmayı düşündün peki?”

 

“Kitap okumaya çalıştım ama odaklanamadım.”

 

“Belki daha hareketli bir şeyler yapmalısın.”

 

“Ne gibi?”

 

“Benimle yemek yapmak gibi.”

 

“Seninle yemek yapmak mı?” Kafasını aşağı yukarı salladı. “Evet, bu akşam misafirlerimiz var. Onlar için yemek yapmalıyız.”

 

“Kim geliyor ki?”

 

Boğazını temizleyerek bana yanıt verdi. “Şu benim Tim. Tüm ekip. Barış da gelir. Kübra hanıma da söyledim. Eklemek istediğin kimse var mı?”

 

“Mirza ve Mesude de gelsin.” Onlar bu şehirde edindiğim en iyi arkadaşlarım ve suç ortaklarımdı. Ancak uzun zamandır onları göremiyordum çünkü Barış evrak işleriyle ikisini de cezalandırmaya karar vermişti. “Bu arada bu yemeğe gelmelerinin bir nedeni var mı?” diye sorduğum sıra boşalttığım poşet bitmişti. Bir diğer poşete geçtim. “Yakışıklı yüzümü özlemişler. Hasretime dayanamamışlar. Görüyorsun ya abin herkesin aklını başından alıyor.”

 

Alemdi. “Dalga geçme.” Dedim hayıflanarak. “Dalga geçmiyorum.” Dedi ciddiyetle. Tezgahtaki poşetleri iç içe koyarak kalabalığı ortadan kaldırdım. “Peki şefim ne yemek yapmayı düşünüyor?”

 

Elindekileri dolaba yerleştirdikten sonra doğruldu ve dolabın kapağını kapatarak bana baktı. “Başlangıç mercimek çorbası, ana yemek olarak da kuzu pirzola, yanına pilav ve tabi ki tatlı.” Kafamla usulca onu onayladım. Söylediği yemeklerin hiçbirini yapmayı bilmiyordum. Ayrıca abimi asla ama asla yemek yaparken hayal edemiyordum.

 

“Sen yemek yapmayı biliyor muydun?”

 

Omuzlarını kaldırıp indirdi ve elleriyle kendini gösterdi. “Yavrum abinin yapamadığı hiçbir şey yok.”

 

Benim ise yapabildiğim hiçbir şey yoktu.

 

Ne kadar da benziyorduk. Annem tüm iyi genleri abime vermişti ve bana hiçbir şey bırakmamıştı. Bu bence haksızlıktı. “Ben yemek yapmayı bilmiyorum.” dedim neyle karşı karşıya olduğunu fark etsin diye. “Kenardan seni izlerim.”

 

“Yok ya?” diye sordu alay eder gibi. Sonra en alttaki çekmecelerden önlük çıkarttı ve boynumdan geçirdi. “Bana yardım edeceksin. Yoksa yetiştiremem.”

 

“Yardım ederim ama gerçekten mutfaktan pek anlamam.”

 

Bana göz kırptı. “Abin öğretir sana.”

 

Birden heyecanlanmıştım. Çocukken de abimin bana öncü olmasını çok isterdim. Mesela keşke bisiklet sürmeyi bana abim öğretseydi. Neyse ki yemek yapmayı öğrenmemiştim. Şimdi birlikte anı biriktirebilecektik.

 

“Tamam.” Dedim kafamı hızlıca sallayarak. Kafamdan geçirdiği önlüğün iplerini arkamdan sıkıca bağladım. Son on günde aşırı kilo kaybı yaşamıştım. Bu durumdan her ne kadar nefret etsem de elimden bir şey gelmiyordu. Zaten saçım kesildiğinden beri hiç aynaya bakmamıştım ve saçım uzayana kadar da bakmayı düşünmüyordum.

 

“Önce ne yapacağız?”

 

“Tatlımızı yapacağız.” Derin bir nefes aldım. En azından yapabildiğim bir şeydi. Abim malzemeleri çıkartırken ona yardım ettim. İstediği unu ölçüsüne göre ayarlayarak tezgaha bıraktım. Şeker için de aynı şeyi yaptım. Şimdi sanırım tüm malzemeler tezgahtaydı. Yumurta, süt, kakao, tereyağı, vanilya ve Hindistan cevizi.

 

“Hangi tatlıyı yapıyoruz?”

 

Eliyle malzemeleri gösterdi. “Tahmin et bakalım.” Aklıma bir şey gelmişti ama dile getiremedim. Çünkü son seferde kendi açısından iyi şeyler yaşanmamıştı. “Bilmiyorum.” dediğimde kafasını usulca salladı. “Yaparken tahminde bulunmaya devam edersin, hadi işe koyulalım.”

 

Onu onaylayarak söylediklerini yerine getirdim ve bir süre sonra emin oldum. Saray sarması yapıyorduk. Ama bunu neden yapıyorduk ki? Abim sevmiyordu. Sevdiği bir tatlıyı yapması daha mantıklı olmaz mıydı?

 

Elime bir tepsi tutuşturdu. “Hindistan cevizini içine yay bakalım.” Kafamı usulca sallayarak dediğini yaptım. Hindistan cevizini tepsinin altında boş yer kalmayacak şekilde yaydım. “Bitirdim.”

 

“Tamam şimdi…” Duraksadı. Bir eliyle ocağın üzerindeki kremayı karıştırırken diğer eliyle telefonuna baktı bir süre. “Heh, bunu üstüne dökecekmişiz.”

 

Başımı omzuma doğru yatırdım. Kalbim onun sevgisiyle doluşmuştu. “Yapmasını bilmiyorsun değil mi?” diye sorduğumda yakalanmış gibi yüzüme baktı. “Hayatımdaki hiç yapmamış olmam güzel yapmayacağım anlamına gelmez.” Dedi kendini beğenmişliğini asla yitirmeden.

 

Derin bir nefes alıp verdim. “Bunu yapmak zorunda değiliz abi.”

 

“Yaptığım hiçbir şeyi zorunluluktan yapmıyorum, kardeşim.” Dedi ve ocakta kaynayan kremayı alarak kenara koydu. “Şimdi bunun soğuması mı gerekiyor?” Diye sordu. Ona birkaç saniye baktım. Bambaşka bir insandı.

 

Saray sarması yapıyorduk. Annemin küçükken bana öğrettiği ilk tatlıydı. Abin bu tatlıyı çok sever, derdi. Ben bu yüzden en güzel şekilde yapmak için çok uğraşmıştım. Sadece yemek nasip olmuyordu. Abime bu tatlıyı ilk kez yaptığımda yememişti. Çok üzülmüştüm. Gerçi o da üzülmüştü çünkü geçirdiği yalnız yılları hatırlatmıştım. Sonra zaten olan olmuştu.

 

Şimdi, bu tatlıyı birlikte yapıyorduk ve ikimiz de şikayet etmiyorduk. Ben belki tadına tekrar bakamayacaktım ancak abimin yediğini görürsem çok mutlu olurdum. Benden hâlâ bir cevap beklediği için kafamı toparlayarak yanıt verdim. “İlk sıcağı geçsin. Kaynar kaynar dökmeyelim.”

 

“Tamam o zaman bu burada soğusun. İç kremasını yapalım.”

 

Kafamı salladım. Abim cam bir karıştırma kabı çıkartarak önüme bıraktı. Tatlıyı yaparken durmadan telefondan tarife bakmıştı ve anlaşılan bu durumdan bıkmıştı. “Görelim hünerlerini.”

 

“Yaptığımızda yiyecek misin?” diye sorarken elim süte gitti. Bardakla ölçtüm ve gerektiği kadarını kabın içine döktüm. “Yemeyeceğim şeyi neden yapayım?” diye soruma soruyla karşılık verdi. “Sen yiyecek misin?”

 

“Sence yiyebilir miyim?”

 

“Eğer istersen.” Artık yemek konusunda ısrar etmiyor daha temkinli yaklaşıyordu. Psikoloğa gittiğim iki seferde o da psikoloğumla konuşmuştu. Barış gibi. Ne konuştuklarını bilmiyordum ama tahminimce bana karşı nasıl davranacakları üzerinde duruyorlardı. Onların üzerine daha fazla sorumluluk yüklediğim için kendime kızıyordum ancak elimden bir şey gelmiyordu. Deniyordum.

 

Canım normalde tatlıyı hep isterdi. Hiçbir zaman geri çevirdiğim olmamıştı. Aksine hep elimden çekip almaya çalışıyorlardı. Ancak şimdi öyle bir isteğim yoktu. Midemin uyuştuğunu düşünüyordum.

 

Krem şantiyi sütün içine döktüm. “Sen karıştır.” Dediğimde abim çekmeceden bir tel çırpıcı çıkarttı ve söylediğimi yaptı. Onunla biraz uğraşmak istediğim için mikserin varlığından söz etmedim. “Onun koyulaşması gerekiyor.”

 

Abim garip garip su gibi sıvı olan karışıma baktı. “Bunun mu?” diye sorduğunda kafamı aşağı yukarı salladım. “Ne kadar koyu?”

 

“Kabı ters çevirdiğimizde içindekilerin dökülmeyeceği kadar.”

 

Duraksadı. Sonra kafasını salladı. “Tamam.” Dedi. Hiç de sorgulamıyordu. “Pişirmeyecek miyiz?”

 

“Hayır, karıştırılarak kıvam alacak o.”

 

“E o zaman çiğ bu.”

 

“Abi.” Dedim ciddi misin der gibi.

 

“Ne?” diye sorguladı ama karıştırmaya devam etti. Biraz geri çekildim onu baştan aşağı süzdüm. Tişört giydiği için kol kasları acayip belli oluyordu. Yaptığı işin görüneceği şekilde onu telefonla kayda aldım. Bu yaptığımı öğrense bence bana kızardı ama neyse ki öğrenmeyecekti. Çektiğim videoyu Asuman’a gönderdim.

 

Siz;

 

Dünyanın en hamarat abisini kaptın.

 

Mesajım birkaç saniye sonra görüldü. Videoyu izliyor olmalı ki bir süre bir şey yazmadı. Sonra ekranıma bir mesaj düştü.

 

Asuman Görümcem;

 

Sadece mutfakta hamarat değil.

 

Birkaç kez mesajı anlamak için okudum. Anladığımda ise her şey için çok geçti. Gözüm istemsizce attı. Ay kıskançlık krizlerine girmiştim bak. Neler diyordu bu kadın?

 

Siz; Bir çocuğa nasıl böyle şeyler söylersin?!

 

Asuman Görümcem; Ne söyledim ki?

 

Siz; Ben sizin özel hayatınızı bilmek zorunda değilim

 

Asuman Görümcem; Ne?

 

Siz; Asıl sana ne!

 

Asuman Görümcem; Allah seni kahretmesin Nil ondan bahsetmiyordum!

 

• Neden sana ondan bahseden bir mesaj atayım ben?!!

 

Gözlerimi büyüterek ekranı kilitledim. Ben mi çok fesattım acaba? Kafamı iki yana salladım. Sorunun benimle ilgili olduğunu sanmıyordum. Bence tamamen mesajdaydı. Telefonumu kanguru kazağımın cebine koyarak abime odaklandım.

 

Hâlâ karıştırıyordu.

 

“Ne zaman katılaşacak bu?” diye sordu o sırada. “Biraz hızlı karıştırmalısın, böyle tın tın olmaz abi.”

 

Bana omzunun üzerinden ters bir bakış attı. “O kadar biliyorsanız buyurun siz karıştırın hanımefendi.” Kendimi elbette bunun için yormayacaktım üstelik zaten o kadar enerjim yoktu. “Senin kol kasların var benim yok.” Dedim gayet mantıklı bir açıklama yaparak. Bir şey demeden karıştırmaya devam etti ama bu sefer daha hızlıydı. Hatta o kadar hızlıydı ki kremşanti etrafa sıçrıyordu.

 

“Abi yavaş! O senin düşmanın değil!”

 

“Artık öyle!”

 

Böyle devam ederse kabı kıracaktı. Ayrıca onun miksere ihtiyacı yoktu. Çünkü kolu mikser görevi görüyordu şu an. Nasıl bu kadar hızlı karıştırabilirdi? Yorulur diye bekledim ama yorulmadı. Birkaç dakikanın ardından çırpıcıyı kabın içinden çıkartıp tezgaha bıraktı ve kabı altından tutarak ters çevirdi. Ancak benim kafamın üstüne yaptı bunu. Kocaman bir çığlık kaçtı ağzımdan çünkü tüm kremşanti kafama boşalıştı.

 

“Abi!” Şaşkınlıktan ağzım açık bir şekilde kalakaldım. “Abi!” diye bağırdım. “N’apıyorsun?!”

 

“Tüh, kıvamı tutturamadık.”

 

Ellerimi kafama götürdüm. Yapış yapış olan kremşanti saçlarımın içine etmişti. Sanki zaten içine edilmemiş gibi. “Seni öldürürüm!” Çığlığım tüm evde yankılandı. Kafamdaki kremşantileri elimle avuçlayıp abimin yüzüne fırlattım. Tam yüzünden yediği kurşun onda hiçbir etki yaratmadı. Aksine yüzündeki kremşantiye parmağını daldırıp sonrada o parmağı yaladı.

 

Yerimde tepindim.

 

“Salak mısın sen?! Neden böyle bir şey yaptın?! Mahvoldu saçlarım! Aptal!” Sinirlendim çünkü beni dikkate almıyordu. Bir çığlık daha atarak üstüne atladığımda sendeledi. Hiç durmadan saçlarına davrandım ve tuttuğum gibi çektim. “Lan dur!”

 

“Aptal! Mahvoldu her tarafım!”

 

“Sen dedin ters çevir diye!”

 

“Geri zekalı! Kafamda mı çevir dedim?!”

 

“Tatlıydın şimdi tam yenmelik oldun işte.” Dediğinde bir ısındım ama sonra hemen kendimi toparladım ve saçlarını çekmeye devam ettim. Beni böyle şeylerle kandıramazdı. Yüzümden ensemden kremşanti akıyordu. Allah’ım! Çıldıracaktım. “Bedelini ödeyeceksin!”

 

“Kızım zaten saçlarımı yoldun daha ne bedelinden bahsediyorsun?! Bırak beni manyak!”

 

Bileklerimi tutup saçlarını kurtarmaya çalıştı ama daha sıkı tuttum. Allah’ım öfkeden kuduracaktım! Nasıl böyle bir şey yapabilirdi?! Ellerimi saçlarından çektim. O rahatladığını düşünürken tam aksine bu sefer boğazına sarıldım.

 

“Nilüfer-”

 

“Kardeş katili edeceksin beni!”

 

“Dur bak! Sinirleniyorum.”

 

“Sen sinirlensen kaç yazar he?! Mahvedeceğim oğlum seni! Karabasan gibi rüyalarına gireceğim!”

 

Hiçbir işe de yaramıyordu ki yaptıklarım. Adam dağ gibiydi. Ben bir çiçektim, bir dağa nasıl kafa tutardım. Geri çekildim ve ayaklarımı yere vurdum. Ağladı ağlayacaktım şimdi.

 

“Ne yapıyorsunuz?” Bizden ayrı duyduğum sesle mutfağın kapısına döndüm. Barış elindeki poşetlerle alık alık bize bakıyordu. Hemen yanına doğru koşturdum ve koluna sarılarak abimi işaret ettim. “Döv onu, döv!”

 

Güldü. “Ne oldu sana böyle?”

 

“Abim yaptı! Tepemden aşağı boşalttı kremşantiyi!”

 

“Kıvamı tutmuş mu diye bakıyordum.” Dedi abim sırıtırken. Kesin bilerek yapmıştı. Barış’ın elindeki bir poşeti aldım ve içinde ne olduğuna bakmadan abime fırlattım. Son anda ellerini kaldırarak poşetten ve içindekilerden kurtuldu.

 

“Güzelim, sakin ol.” Dedi Barış yaptığımla. Sakin falan olamazdım. Sinirden gözlerim dolmuştu resmen. Omuzlarımı kaldırıp indirdim ve yeniden abimi şikayet ettim. “Döv onu. Dövmezsen küserim bak.” Söylediğim onu güldürdü. “Abini dövemem Nil.” Dedi ve kulağıma doğru fısıldadı. “Adam asker canımı çıkartır.”

 

“Bir şey yapmaz.” Dedim asla inanamayarak. Ancak bir yumruk çakılmazsa suratına asla da rahat etmeyecekti içim. Barış’taki gözlerimi abime çevirdim. “Konuşmayacağım bir daha seninle!” dedikten sonra arkamı dönerek mutfaktan çıktım. Merdivenleri tırmanırken seslenmişti.

 

“Sinirini yerim kız senin, eşek!”

 

“Sensin o!”

 

Güldüğünü duydum. Adımlarımı daha da hızlandırdım ve kendimi banyoya attım. Bir kez de burada sinirle ayaklarımı yere vurdum. Kremşanti üstümden akıyor zemine damlıyordu. Gerçekten bunun bedelini çok acı ödeyecekti. Hem de çok acı. Yaptığına çok pişman olacaktı.

 

Ellerimi tarak gibi kullanarak kremşantinin fazlasını almaya çalıştım saçlarımdan. Burada ayna yoktu, evin hiçbir yerinde yoktu. İlk geldiğimizde kendimi kısa saçlarımla gördüğümde yine ağlama krizlerine girdiğim için abim tüm aynaları atmıştı. Nasıl göründüğümü bilmemek benim için daha iyiydi.

 

Küvete doğru ilerledim ve kenarına oturarak suyu açtım. Nasıl çıkaracağımı bilmiyordum ama yağlı olduğu için sıcak su iyi gelebilirdi. Saçlarımda hissettiğim o yapış yapış hissiyat neredeyse ağlamama neden olacaktı. Tam kendimi ağlamaya hazırlıyordum ki banyonun kapısı çaldı. “Nil, gelebilir miyim?”

 

Barış’ın sesiydi. “Gel.” Diye seslendiğimde beklemeden içeri girdi. Gözlerimiz buluştuğu an şikayet etmeye başladım. “Bana ne yaptığını gördün mü?” diye sorarken alt dudağımı sarkıyordum. Yüzüne bir gülümseme yerleştirdi ve kapıyı arkasından kapatarak yanıma doğru geldi. Benim gibi küvetin kenarına oturdu. Beni baştan sona süzdükten sonra “Çok tatlı görünüyorsun.” Dedi. Sinirimi alamayıp bir tane de ona yapıştıracakken kendimi tuttum. “Ya dalga geçme! Ben orada abime yardım etmeye çalışıyordum onun yaptığına bak. Nasıl çıkaracağım?!”

 

“Yardım edeyim mi?”

 

“Et.” Dedim hiç düşünmeden. Ayağa kalktı ve üzerindeki ceketi çıkartarak makinenin üzerine koydu. “Sen neden erken geldin, akşam geleceğim demiştin.”

 

“Evrakları halledince geri kalan işleri Mirza’nın üzerine yıktım.”

 

“Mirza’ya yazık değil mi?”

 

“Hayır, hem o henüz cezasını bitirmedi.”

 

“Ne cezası?”

 

“Ne cezası olacak, senin kafana uyup düğünden gelini kaçırma cezası.” Dudaklarımı suçlulukla birbirine bastırdım. Hızlı zamanlarımdı vesselam. “Ama suç aslında ben de değil mi?” Bana garip bir bakış attığında sustum. Sanırım Mirza’yı savunmaya devam edersem kötü şeyler olacağını söyleyen bir bakıştı bu.

 

Bana yaklaşarak üzerime doğru eğildi. “Kazağını çıkartalım.” Karşı gelmeden ellerimi yukarıya kaldırdım. Böylelikle eteklerinden tuttuğu kazağı kolaylıkla kafamdan aşırmıştı. Yüzüme gelen Kremşanti midemi bulandırdığında gözlerimi kapattım. “Off! Kötü kokuyor!”

 

“Yıkayacağız, geçecek.”

 

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. İçim henüz soğumamıştı. “Abimi dövmek istiyorum.” Diye mırıldandığımda halime güldü. Üzerimde eşofman altım ve siyah sutyenim vardı. Barış’tan çekinmiyordum ama karnımda ve göğsümde daha fazla morluk olduğu için bakmak istemiyordum. Henüz geçmemişti. Kollarımdakiler silikleşmiş olsa da bacaklarımdaki koca morluklar hâlâ duruyordu.

 

Kafamı eğerek çıplak karnıma baktım. Kaburgalarım artık o kadar belirgindi ki elimle sayabiliyordum. Karnımın belirli yerlerindeki yeşile kayan morluklarda parmaklarımı gezdirdim. Bunu yaptığım an gözümün önüne gelen görüntüler irkilmemi sağladı. Elimi ateşe değmiş gibi karnımdan çektiğim sırada Barış tam önümde durmuştu. Çenemi kavrayarak yukarıya bakmamı sağladı. Sonra beklemediğim bir şey yaparak dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

 

Gözlerim şaşkınlıktan dolayı büyüdü. Nefesim boğazımda kalırken Barış yüzüme biraz daha eğildi ve başını sağa doğru çevirerek dudaklarımda hakimiyetini arttırdı. Şaşkınlığı bir kenara iterek öpüşüne karşılık verdim. Dudakları beni geçmişten arındıracak kadar güçlüydü. Ellerimi boyuna doladım ve ona tutundum. Nefesimin yettiği yere kadar beni öptü. Geri çekilerek gözlerime baktığında çenemde duran eli harekete geçerek yanağıma doğru yol aldı.

 

“Hadi seni yıkayalım.” Dedi erkeksi bir tonlamayla. Etkilendiğim için yutkundum. Kafamı usulca salladım. Boynuna sardığım ellerimi tutarak kendisinden ayırdı. Gözlerinin içene merakla bakarken dudağının kenarına bir tebessüm konmuştu. “Hoşuna mı gitti?” diye sorduğunda gözlerimi kaçırdım ama cevap vermekten geri durmadım.

 

“Evet.”

 

Birkaç saniye sessizlik olduğunda yeniden Barış’a bakma ihtiyacı duydum. Gözleri bedenimi tarıyordu. En sonunda derin bir nefes aldı ve kafasını iki yana sallayarak konuştu. “Biraz acele edelim. Yoksa konu başka yerlere varacak.”

 

Kafamı sağ omzuma doğru yatırdım. Ne söylemek istediğini elbette anlamıştım ama şu an aklımda başka bir şey vardı. “Eskiden daha güzeldim değil mi?” Birden sorduğum bu soru Barış’ı duraksattı. “Onu nereden çıkarttın?”

 

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Yemek yememeye devam edersem sadece kemiklerle var olacağım. Hem saçlarım da uzun değil. Her tarafımda morluk var. Bir hafta geçmesine rağmen iyileşmediler.”

 

Tam önümde diz çökerek ellerimi ellerinin içine aldı. “Nil.” Dedi gözlerime bakarak. “Zamanla geçecek.” Dedi, psikolog da aynı şeyi söylüyordu. Kendimden yoruluyordum. Kötü düşünceleri kenara itemiyordum. Sürekli kötüsünü ön plana alıyordum ve bu durum ruhsal olarak çökmemi sağlıyordu. Durumun farkındaydım ancak nasıl durduracağımı bilmiyordum.

 

“Barış.” Dediğimde anında cevap verdi. “Canım.”

 

“Sana çok zorluk çıkartıyorum değil mi?” Kafasını iki yana salladı. Sonra yüzük olan parmağımı okşadı. “Hastalıkta sağlıkta dedik, değil mi?” diye sorduğunda neredeyse gülecektim. Gülmedim. “Henüz demedik.” Dediğimde omuz silkti. “Sonuçta diyeceğiz.”

 

“Gerçekten hâlâ benimle evlenmek istiyor musun?”

 

“Nil, o ne biçim soru öyle?”

 

“Ne bileyim.” Ellerimize baktım. “Seni yoruyor gibi hissediyorum. Benim için hep sen uğraşıyorsun ama ben bir şey yapmıyorum. Sana haksızlık ediyorum.”

 

“Ben düştüğümde sen beni tutup kaldırmaz mısın?”

 

Düşünmedim. “Kaldırırım.” Eğer kaldıramazsam da yanına otururdum. “Şimdi ben seni kaldıracağım ki zamanı geldiğinde de sen beni kaldırabilesin. Tamam mı?” Kafamı aşağı yukarı salladım. Dizlerinin üzerinde olduğu için ona kolaylıkla bakabiliyordum. “Tamam.” Bana içten bir şekilde gülümsedi. Sonra saçlarıma baktı.

 

“Temizleyelim saçlarını misafirler gelmeden.”

 

“Eşofmanımı çıkarayım mı?”

 

“Nasıl rahat edeceksen.” Diyerek seçimi bana bıraktığında ayağa kalktım ve eşofmanımı çıkarttım. Gözlerim hemen yaraların üzerine gitti. Sert bir şekilde dokunmadığım sürece acımıyorlardı. Yürürken de zorlanmıyordum.

 

Barış, dizlerinin üzerinden kalkarak suyu açtı. Eliyle sıcaklığı kontrol ettikten sonra bana bakmıştı. “Küvete girmek ister misin?” Kafamı iki yana salladım. “Burada otursam?” Küvetin kenarından bahsediyordum. “Olur, kafanı geriye doğru al biraz.”

 

Söylediğini yaptım. “Su sıcaklığı iyi mi?” Elimi akan suya götürerek kontrol ettim. “Evet.” Dediğimde suyu saçlarıma tuttu. Nazikçe kremşantiyi temizlemeye başladı. Ben ise bir çocuk gibi onun hareketlerini izliyor ve sessizce bekliyordum.

 

Şampuanı saçıma yayıp köpürtene kadar saçlarımı ovaladı. Gözüme köpük kaçmasını istemediğim için sıkıca kapatmıştım. Barış saçlarımı duruladı ve iki kez daha aynı şeyi tekrar etti. “Çıkmıyor mu?” diye sordum korkarak.

 

“Çıkıyor.” Dedi. “Sadece saçlarınla oynuyorum.”

 

Eskisi gibi. Uzun olmasalar bile saçlarıma sevgi gösteriyordu. “Birkaç kez daha oynar mısın?” diye sorduğumda gülmüştü. “Bana hava hoş ama belin ağrıyabilir güzelim.”

 

“Ağrımaz.” Aslında ağrımaya başlamıştı çünkü geriye doğru saçlarımı sarkmıştım ama gayet de görmezden gelebilirdim. Barış saçımı bir kez daha şampuan döktü. Sonra başıma masaj yapar gibi köpürmesini sağladı. Birkaç dakikanın ardından suyu tutarak köpükleri arındırdığında bu anın hiç bitmemesini diledim. Hareketleri ve sıcak su uykumu getirmişti.

 

“Hadi, doğrul bakalım.”

 

“Ya bir kez daha.”

 

“Nil, bu şekilde oturman sağlıklı değil.” Kapalı duran gözlerimi açtım. Doğrularak küvete taraf döndüm. Tıpayı gidere takmadığı için su birikmemişti. Eğilip tıpayı taktım ve hiç düşünmeden kendimi küvetin içine attım. “Şimdi?” diye sordum çocukça bir heyecanla. Halime güldü. “Son kez.”

 

“Sen de yanıma gelsene.”

 

“Yanına mı geleyim?”

 

“Hı-hım.”

 

Dudaklarını birbirine bastırdı ve yüzünü birkaç saniye yukarı kaldırdı. Bana tekrar döndüğünde meraklı bakışlarımdan dolayı olsa gerek burnundan sert bir nefes vererek güldü. “Abine ne diyeceğiz?”

 

“Çok seviyoruz, deriz.”

 

Gülüşü büyüdüğünde keyiflendim. Barış üzerindeki gömleği çıkartmaya başladığında gözlerimi bedenine sabitledim. Karın kasları vardı ve acayip dokunmam için beni baştan çıkartıyordu. Pantolonunu çıkartmadan küvete girdiğinde ona yanaştım. Bacaklarını iki yana açarak beni ortasına aldı ve sırtımı da göğsüne yaslamamı sağladı.

 

Küvet tamamen dolmamıştı ve sıcak su gittikçe yükseliyordu. Başımı arkaya doğru alarak omzuna yasladım ve yüzüne baktım. “Misafirler ne zaman gelir?”

 

“Akşam yedi gibi belki. Neden?”

 

“Onlar gelene kadar burada kalalım mı?”

 

Eğilerek boynum ve omzum arasındaki ıslak noktaya dudaklarını bastırdı. “Ama yavrum beni çok zorluyorsun.” Kalbimin hızlandığını hissettim. Sırtımı çıplak göğsüne daha fazla bastırdım. Nefeslerim istemsizce hızlanmıştı. Barış omzuma öpücüklerini kondurmaya devam etti.

 

Gözlerimi kapatarak kendimi ana bıraktım. Büyü gibiydi. Kendimi sarhoş olmuş gibi hissediyordum. Bu normal miydi?

 

Elleri belimde ve karnımda dolaşıyordu. Dokunuşları ve öpücüklerine karşı koymak çok güçtü. Gerçi karşı koymak gibi bir derdim yoktu. Şu an kendimi tamamen ona bırakmış durumdaydım. “Seni özledim.” Dedi kulağıma doğru. “Hep özlüyorum.”

 

Sesi ve tenime işleyen kokusunda boğulmak istiyordum. O kadar güzeldi ki. Kenarda duran şampuanı eline alarak ıslak saçlarıma döktü. Bu sefer yıkıyormuş gibi değil seviyormuş gibiydi hareketleri. Kendimle birlikte ruhumu da ellerinin arasına bıraktım sanki. Artık tek dokunduğu saçlarım değildi.

 

“Bazen… sana ulaşamamak canımı çok yakıyor.” Dedi saçlarımla oynarken. Gözlerimi kapattım. İfademi almak için üç kez farklı koşullarda polislerle bir araya gelmiştim. Her defasında yanımızda psikolog da oluyordu. Çünkü gerçekleri dile getirmek beni çok zorluyordu. Önemli olan bana yapılanlar değildi. Canımın yanması da değildi ancak bir yerde tıkanıyor konuşmaya devam edemiyordum.

 

Aklımda dönen tek şey Cahit ve söyledikleri, anneme yaptıkları oluyordu. Bunları ne zaman hatırlasam nefeslerim hızlanıyor bir yandan da nefessiz kalmışım hissi göğsümü sarıyordu. Ne kadar nefes alırsam o kadar nefessiz kalıyordum. Böyle olunca da psikoloğum konuşmayı bitiriyordu. Her şeyi tek seferde anlatamamıştım. Üç seferde parça parça dile getirebilmiştim ve hâlâ anlatamadığım yerler, anlar vardı.

 

“Deniyorum.” Diye mırıldandığımda boynuma sıcacık bir öpücük daha bırakmıştı. “Biliyorum.” Dedi. “Görüyorum.”

 

“Bana kızıyor musun?”

 

“Hayır. Sana kıyamıyorum.”

 

“İçten içe olsa bile mi?”

 

“İçten içe olsa bile.”

 

“Ben çoğu zaman kendime kızıyorum.” Diye itiraf ettim. “Bugün psikolog da kendime çok yüklendiğimi söyledi. Bu durum iyileşme sürecimi yavaşlatıyormuş, akışına bırakmalıymışım.” Kafamı omzuna yaslayıp yüzüne baktım. “Akışına nasıl bırakacağımı bilmiyorum ki. Bilmiyor olmak kendime daha çok yüklenmemi sağlıyor.” Şu son bir haftada yaşadığım bunaltıcı günler canıma tak etmişti. Bir an önce yaşadıklarımı unutmak istiyordum ama her defasında yeninden en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordum. Ne zaman gözlerimi kapatsam kabuslarla çığlık çığlığa uyanıyordum. Sonra kendime gelmem saatlerimi alıyordu.

 

“Kolay şeyler yaşamadın ki. Bir anda yaşadıklarından arınamaz, kurtulamazsın.” Dedi gözlerime bakarak. Benim korktuğum bir şey daha vardı. Ya bu yaşadıklarımdan hiç kurtulamazsam ne olacaktı? Elini yanağıma yerleştirerek sevgiyle okşadı. “Biraz zamana ihtiyacımız var. Tamam mı?” Kafamı salladım. Barış benimle böyle konuştuğunda kendimi daha iyi hissediyordum. Onu daha iyi görebilmek için kafamı arkaya biraz daha aldım. Alt taraftan görünen profili çok güzeldi. Kirli sakalları normalden fazla uzundu.

 

“Sen benim psikoloğum olsana.”

 

“Ne istersen o olurum ben sana.”

 

Gülümseyecek gibi oldum ama gülümsemedim. Bazen bana iyi hissettiren duygular içimi yokluyordu. Onlara karşılık vermek istiyordum ama ben harekete geçmeden yok oluyorlardı. Barış’ın kokusunu içime çekerek üzerine biraz daha yığıldım. Su küvetin yarısını doldurmuştu bile. “Burada biraz uyusam olur mu?”

 

“Olur mu sence?”

 

“Olsun.”

 

Köpüklü olan saçlarımı durularken ki dokunuşları daha da uykumu getirdi. “Sadece bir saat. Sonra çıkacağız.” Cevap vermek yerine gözlerimi kapattım. Uzun zamandır uyku uyumamışım gibi bir ağırlık çökmüştü göz kapaklarıma. Hatta öyle ki zihnim çoktan karanlığa doğru adımlamıştı ve uzun zaman sonra ilk kez o karanlık korkutucu değildi.

 

🪷

 

Üzerime siyah bir kazak ve tayt giymiştim. Barış beni banyodan zor zor çıkartmıştı çünkü gözümü bile açamıyordum. O an uyku o kadar tatlı gelmişti ki mızmızlanıp durmuştum ama hasta olacağımdan endişelendiği için daha fazlasına izin vermemişti. Söylene söylene üzerimi giyindikten sonra yatağıma oturarak yorganı üzerime çektim. Hava soğuktu ve bir saat kadar suyun altında kalınca üşümüştüm. Gerçi evde alttan ısıtma vardı ama şu an beni ehlileştirebilecek tek şey yorganımdı.

 

Yorgana sıkı sıkı sarıldıktan sonra telefonumu elime aldım. Abimin yaptığını elbette unutmuş değildim. Ve öcümü almadan da durmayacaktım. Asuman’a mesaj attım.

 

Siz; Asumancımm senden bir şey isteyecektim

 

Birkaç dakika içinde anca gördü mesajımı ve cevap verdi.

 

Asuman Görümcem; Elbette isteyebilirsin Nil

 

Genişçe sırıttım. Müthiş bir görümcem vardı.

 

Siz; Şeyy acaba timin tamamını kapsayan bir grubunuz var mı?

 

Asuman Görümcem; Var neden?

 

Siz; Beni o gruba alır mısın?

 

• Hemen bir şey söyleyip çıkacağım, lütfen

 

Asuman Görümcem; Ne söyleyeceksin?

 

Siz; Grupta söylediğimde görürsün

 

Asuman görümcem; Pekala, öyle olsun

 

Genişçe sırıttım. Beni gruba almasını beklerken yapacağım şeyden sonra abimin bana ne YAPACAĞINI düşündüm. Ama bence çok kızmazdı çünkü bir keresinde şu an ben hasta ve yaralı sayılırdım. Hem ayrıca da kendisi kaşınmıştı.

 

Asuman Görümcem sizi Hakunamatata grubuna ekledi

 

Grup ismini üç kez okumak zorunda kaldım. Asker adamların kafası farklı çalışıyordu. Hemen grup sohbetini açtım.

 

Siz; Merhaba, pek muhterem abimin arkadaşları ve yavuklusu

 

Mesajım anında görüldü ama ben cevap beklemeden yazmaya devam ettim.

 

Siz; Bu akşam bize gelecekmişsiniz, bu yüzden ev halkı olarak çok müşerrefiz.

 

• Hatta abim o kadar müşerref ki size kendi elleriyle yemekler yapıyor.

 

Bir video gönderildi.

 

•İşte görüyorsunuz anlatmaya gerek yok

 

Klavyeyi aşağıya indirdim ve tepkilerini beklemeye başladım. Beni çok bekletmediler. Yazıyor ibresi görünüp görünüp silindikten sonra mesajlar düşmeye başladı.

 

0539***; Avrat niyetine alınır

 

0573***; Karargaha gelince bizim yemeklerimizi de yaparsınız artık komutanım

 

0573***; Vallahi çok başarılı buldum sizi

 

0511***; Yeme de yanında yat

 

0511***; Ama yemeğin değil :)

 

Devrim abi; Kol kaslarınız halis mi üsteğmenim?

 

0594***; Bir etkilendiniz sanki komutanım?

 

Devrim Abi; Senden etkilendiğim kadar değil

 

0594’le başlayan numara büyük ihtimalle Leyal’e aiti. Devrim abinin başka kimseye böyle bir şey yazacağını sanmıyordum. Tabi abimin kaslarına bir yükselmişti ama bence o sayılmazdı.

 

0524***; Gidin aşkınızı ötede yaşayın

 

Devrim abi; Sana mı soracağım lan

 

Devrim abi; Hem ben sana konuşma yasağı getirmemiş miydim

 

0524***; Konuşmuyorum ki yazıyorum komutanım

 

Devrim abi; Şimdi yazma yasağı da getiriyorum, terk et burayı

 

Her kimse Devrim abinin mesajına kalp bırakmıştı. Konuşmaları komikti ama gülmüyordum. Yalnızca keyifli bir şekilde okuyordum.

 

0573***; Çınar komutanım menüde ne var? Vallahi kurt gibi açım, sizi bile yerim yani

 

0511***; O kaslar yenilmeyecek gibi değildi zaten

 

Kaşlarım çatıldı. Bunlar neden abime hitap ederek yazıyorlardı ki mesajları? Çok geçmeden bu sorunun cevabını aldım çünkü yukarıda ki bölümde Abimm yazıyor… ibresi belirdi. Sonra bir mesaj düştü.

 

Abimm; Kemiklerini kırmaya geliyorum Nilüfer

 

Anlık yaşadığım kalp kriziyle sarılıp yattığım yorganı tekmeleyerek üzerimden attım ve ayaklandım. Kapıya doğru koştum ama bunun mantıklı olmadığını anlamam geç olmadı. Beni ciddi anlamda tek bırakmadıkları için kapıdaki anahtara bir süre el koymuşlardı. Çünkü buraya ilk geldiğimiz gün kapıyı kilitlemiştim ve içeride sinir krizi geçirmiştim. Bu yüzden abim de kapıyı kırmıştı.

 

Abim şimdi de benim kafamı kıracaktı.

 

“Nilüfer!”

 

Gözlerim kocaman açıldı. Balkonun kapısına koştum. Bu balkon abimin odasına bağlanıyordu ve evet buradaki anahtarı da almışlardı. Balkona çıktım ve abimin odasının kapısından içeriye girdim. İç kapıya kulağımı yasladım. Yolda karşılaşırsak kötü olurdu. Odama girdiği an aşağıya koşmalı ve Barış’ın güvenli kollarına atılmalıydım.

 

Abimin yaklaştığını anlamak çok zor değildi. Sesini değil adımlarını duyuyordum. Kalbim ağzımda atıyordu. “Nilüfer!” Olduğum yerde irkildim. Odamın kapısını açmış olmalıydı. “Hangi cehennemdesin?! Benden saklanabileceğini mi sanıyorsun?!” İçeriye girdiğini düşündüğüm an kapıyı açtım ve kafamı uzattım. Koridorda görünmüyordu.

 

Tüm gücümle arkama bakmadan merdivenlere koşmaya başladığımda adım seslerimden dolayı olacak beni fark etmişti. Zaten merdivenlere ulaşabilmem için odamın önünden geçmem gerekiyordu. “Lan!”

 

Bir çığlık atarak merdivenleri inmeye başladım. İkişer üçer indiğim merdivenlerle zemine vardığımda bağırdım. “Barış! Kurtar beni!”

 

Barış, ne olduğunu anlamamış olmalı ki hızlı bir şekilde salondan çıkmıştı. Endişeli gözlerle bana bakarken koşup hemen arkasına saklandım. “Güzelim ne oluyor?” Arkasından giydiği kazağın kumaşına tutundum. “Abim beni öldürecek, Barış!”

 

Bu sırada abim merdivenlerden iniyordu. “Seni benden o herif mi kurtaracak sanıyorsun?!” Ağladım ağlayacaktım şimdi. “Barış!” dedim olduğum yerde çırpınırken. “Ne yaptın?” diye sorduğu sırada abim görünmüştü. “Abimin yemek yaparken çektiğim videoyu tim grubuna attım.” Diyerek kendimi açıkladım. “Bence kötü bir şey değil. Abim neden bu kadar sinirlendi anlamadım.”

 

“Bir de anlamadın?!” Dedi abim söylediklerimi duyarak. Şimdi Barış’ın tam önündeydi. “Abi dur, açıklayabilirim!” Bu bir çaresizliğin geldiği son noktaydı. Bana ters ters baktı. “Neyi açıklayacaksın kızım? Orospu çocuklarının hepsi bana yavşamış sayende!”

 

“Ama bu iyi bir şey değil mi?” diye sordum saf saf. “Bak işte o kadar yakışıklısın ki ne kadınlar ne de erkekler dayanamıyor.”

 

“Nilüfer!”

 

Ay beni öldürecekti. Barış omzunun üzerinden bana baktı. “Bana niye atmadın?” diye sordu. Gözlerimi kırpıştırdım. “Neyi?”

 

“Abinin videosunu, derhal bana da at.” Neredeyse gülecektim ama abim bağırdığı için son anda vazgeçtim. “Sikerim oğlum seni!” Barış’a diyordu. Bence birbirlerini yiyebilirlerdi. Barış’ı abimin üzerine ittim. Boşluğuna geldiği için istediğimi elde edebilmiştim. Arkamı döndüm ve dış kapıyı açıp abimin terliklerini giyerek bahçeye çıktım.

 

“Kaçarak beni daha da sinirlendiriyorsun bak!!” diye bağırdı arkamdan. O an sahrada su görmüş bedevi gibiydim. Çünkü kapımızın önünde iki araba durmuştu ve önde olan araba Devrim abinindi. Arabasından çıkarken ben de bahçe kapısından çıkıp yanına koştum. “Devrim abi!”

 

Sesimi duyarak bana taraf döndü. Yüzümdeki korkudan olsa gerek kaşları çatılmıştı. “Nil?” diye sorguladığında çoktan yanına varmıştım. Abim ise bahçe kapısından çıkıyordu. “Ay kurtar beni!” Bir bana birde ardımdan gelen abime baktı. Sonra genişçe güldü.

 

“Gel abim, kurtarırım ben seni.” Diyerek arkasına geçmem için işaret verdi. Hemen dediğini yaptım. Abim önümüze geldiğinde Devrim abi konuşmuştu. “Oo üsteğmenim!” Sesinde keyifli bir nida vardı. Abim durdu, kafasıyla bir selam verdi. “Yüzbaşım.” Dedi. “Hoş geldiniz.” Karşılık beklemeden bakışlarını bana çevirdi.

 

“Yanıma gel, Nilüfer.” Dediğinde kafamı hızlıca iki yana salladım. “Gelirsem kızarsın.”

 

“Kızmam, yanıma gel.” Devrim abinin arkasında durmamdan sanırım rahatsızdı ama ben rahattım. “Ne oluyor?” diye sordu Devrim abi sanki bilmiyormuş gibi. Abim kendi kendine sabır çekiyor olmalı ki kısaca gözlerini kapatıp açtı. Arabadan çıkan diğer askerler de bizim çevremize toplanmıştı. Adını anımsayamadığım birisi abime hitaben konuştu.

 

“Komutanım, neler yaptınız? Vallahi sizden beklentim çok yüksek.”

 

“Tolga.” Dedi abim bastırarak. “Senin beklentilerini alırım!” Devamında kafasını tehditkarı bir şekilde salladı. “Anladın mı koçum?” Tolga gülmemeye çalışarak kafa salladı. “Anladım komutanım.”

 

“Yalnız komutanım, bir ağzımızın suyu akmadı değil.” Bu konuşanın adını hatırlıyordum. İskender’di. Çiftliğe gelmişti hatta. “Lan oğlum bak!” dedi abim öldürecekmiş gibi çocuğa bakarken. İskender abimin gazabıyla ilk kez yüzleşiyormuş gibi gözlerini büyüttü ve hızlı bir şekilde Asuman’ın arkasına geçti.

 

“Kızmayın çocuğa üsteğmenim, hepimiz merak ediyoruz marifetlerinizi. Pek iyi görünüyordunuz videoda.” Dedi Devrim abi araya girerek. Abim hepsinde göz gezdirdi. Gülmemek için kendilerini sıkıyorlardı. Sessizlik birkaç saniye uzadı. Abim, o an düz ve sakin bir ses tonuyla konuştu. “Bok yiyin.”

 

Güldüm. Küçücük bir gülüştü ama oradaydı.

 

Tüm askerler de gülüşüme eşlik etti. Ancak abim bana odaklanmış bir şekilde üzerime yürüyünce hâlâ sinirinin geçmediğini anladım. Çok ani oldu. Kaçamadım. Hızlı bir şekilde mesafeyi aştı ve yanaklarımı avuçlarının içine aldı. “Güldün mü sen?” diye içli içli sorduğunda dudaklarımı birbirine bastırdım.

 

Evet, gülmüştüm.

 

Birkaç saniye dikkatlice yüzüme baktı. Sonra omzunun üzerinden arkadaşlarına seslendi. “Gördünüz mü?” diye sordu ancak cevap beklemeden yine bana döndü. “Gülüşüne kurban olurum senin!” Dedikten sonra beni kollarının arasına aldı ve sıkıca sarıldı. Saçlarıma dudaklarını peş peşe bastırdığında kokusunu içime derince çektim.

 

Abim geri çekilerek yine yüzüme baktı. Sonra herkesin duyabileceği şekilde konuştu. “Dalga geçin benimle!” Dedi, delirmişti galiba. “Hiç kızmayacağım, istediğinizi söyleyin.” Omuzlarım yenilgiyle aşağıya düştü. Onu çok seviyordum.

 

Abimin söyledikleri diğerlerini güldürmüştü. Devrim abi bize dikkatle bakarken dudaklarında buruk bir gülümseme vardı. Gözlerimi tekrar abime çevirdim. “Bana da mı kızmayacaksın?” diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. “Ben sana nasıl kızayım?”

 

Hiç de inandırıcı değildi. “Hıı!” dedim atarlanarak. “Gördük az önce, Barış olmasa bana neler yapardın!”

 

Söylediklerim onu güldürdü. Sonra kolunu boynuma doladı ve sıkıştırarak bedenimi aşağıya doğru eğdi. Saçlarımı hunharca karıştırdığında çığlık attım. “Ya bırak beni! İmdat!” Asla bırakmadı. Ben de bağırmaya devam ettim. “Nasıl askersiniz siz!? Adam öldürüyorlar burada! Aloo!”

 

Kimse benim için harekete geçmedi. Neyse ki abim işkencesini uzatamadı. Evin önüne bir araba daha yaklaştığı için dikkati oraya kaymıştı. Ben de saçlarımın arasından görebildiğim kadarıyla arabaya baktım.

 

Kübra gelmişti. Hâlâ abimin kolunun altında dururken askerlerden biri konuşmuştu. “Savcı Hanım değil mi bu?”

 

“He o.” Dedi başka biri. Yine devam etti. “Vallahi ben bu kadından çok korkuyorum. İnsanın canını almak ister gibi bakıyor. Eymen komutanıma Allah yardım etsin.” Kaşlarım çatılır gibi oldu. Kübra hiç de söyledikleri gibi bir insan değildi bir kere. Yani bana değildi sonuçta. Diğerlerinin düşünceleriyle de ilgilenmiyordum işte.

 

Abimin kolunun altından çıkmayı başararak ona doğru ilerledim. Üzerinde siyah bir takım ve siyah paltosu vardı. Saçlarını sıkıca arkadan topuz yapmıştı. Büyük ihtimalle adliyeden geliyordu. Eymen de yanındaydı. Hayır, bir adım arkasındaydı.

 

Kübra, beni gördüğünde yüzündeki keskin ifade sarsıldı ve bana gülümsedi. “Nil?” diye seslendi o sıra. Arkamdan kısıkta olsa bir cümle duymuştum. “Gülümsüyor.” Demişti. Diyen Devrim abiydi.

 

Kübra’nın önüne geldiğimde hiç duraksamadan kollarımı sıkıca bedenine sarmıştım. Bana anında karşılık verdi. “Beni yollarda mı bekliyorsun?” diye sorduğunda kafamı belli belirsiz salladım. “Aslında abimden kaçıyordum, sonra buralarda yakalandım.”

 

“İnsan yalanlar ya,” dedi umutsuz bir vakaymışım gibi bana bakarak. “Ama seni de bekliyordum.” Dedim hemen. “Gerçekten.” Yeniden gülümsedi. Ayıp olmasın diye arkasında duran Eymen’e baktım ve selam verdim. Bana gülümseyerek karşılık verdi. Bu sıralar insanlar fazla mı gülümsüyordu yoksa bana mı öyle geliyordu?

 

“Hoş geldiniz.” Dedim içten bir şekilde. Kübra’nın koluna girdim ve birlikte yürümeye başladık. Kalabalığın önüne geldiğimizde Kübra hepsine kısaca baş selamı vermişti. Asuman’ın omzuna kolunu atmış olan abim, hiçbir fırsatı kaçırmıyordu, konuştu. “Hoş geldiniz. Eve buyurun.”

 

Bahçenin önündeki kalabalık hareketlendi. Bir an kalabalık gözüme fazlasıyla battı. Ne yani şimdi abim bir orduya yemek mi yapmıştı gerçekten? İnanılmazdı.

 

🪷

 

Kızlarla salonda oturuyorduk. Asuman, Mesude, Kübra, Leyal ve ben. Büyük bir tartışma içerisindeydik. Onlar bana aile içindeki akrabalıkların isimlerini öğretiyordu. Çünkü birkaç kez Asuman’a görümcem demiştim ve onlar da yanlış olduğunu söylemişti. Ancak o kadar anlamıyordum ki beynimden duman çıkmak üzereydi.

 

Mesude bilirkişi olarak anlatmaya devam etti. “Bir kişinin halası, teyzesi ya da kız kardeşinin eşi o kişinin eniştesidir. Bir kişinin dayısının veya amcasının eşi, yengesi olur.” Kızlar onu onayladılar. Tüm akrabalık bağlarını saymışlardı. Bir yere kadar anlıyordum ama genele sarınca kalıyordum. Kafamdan hepsini baştan sona geçirdiğimde çok değişik bir sonuç elde etmiştim.

 

Garip garip kızlara baktım. “Bu durumda abim benim eniştem mi?”

 

Hepsi aynı anda güldü. Gıcık olmuştum. “Off! Anlamıyorum!” Asuman’a baktım. “Görümcemsin işte!”

 

Halime içten bir bakış attı. “Sen öyle diyorsan öyleyim.” Dedi beni dize getiremeyeceğini anlamış gibi. Şu an erkekler yemekleri mutfakta hazırlayıp masaya getirmekle ilgileniyordu. Abim madem dalga geçiyorsunuz sizi de görelim, demişti ve hepsini harekete geçirmişti. Aslında bu durumdan kızlar olarak fazlasıyla memnunduk. Başımı Kübra’nın omzuna yasladım. Her zaman oluğu gibi bugün de yorgundu. Kim bilir kaç saatlik uykuyla ayaktaydı?

 

“Kübra?”

 

“Hm?”

 

“Eymen’le nasıl gidiyor?” Bana üsten bir bakış attı. “Ne, nasıl gidiyor?” diye sordu. Normalde olsaydık burada alttan alttan sırıtır, imalı imalı bakardım. Ancak yüz ifadem değişmedi. “Bilmem, hâlâ seninle. Yıllar oldu resmen.”

 

“Biraz daha abart istersen?”

 

Abartabilirdim. En bilindik özelliklerimden birisiydi. “Şu an onunla ve nedenleriyle ilgilenemiyorum. Kafamda bin farklı soru var ama hepsinin sırası da var.”

 

“Sırası mı?” Kafasını salladı. “Önceliğim sensin. Sonra kendimle ilgilenirim.” Dediğinde eriyeceğim sandım. Kollarımı beline daha sıkı sardım ve iyice ona sırnaştım. “Teşekkür ederim” dediğimde kaşları kavislendi. Biz normalde birbirimize kolay kolay teşekkür etmezdik çünkü yaptığımız her şey kendimiz için sayılırdı. O da kendimdi. Buraya geldiğimden beri sürekli benimle ilgilenen taraf oydu gerçi. Ben Kübra’yı fazla geri plana atmıştım. Bilerek yapmamıştım ama yanlış yaptığımın ve bu yaptığımdan dolayı bana da biraz kırgın olduğunu farkındaydım.

 

Ama düzelecektik değil mi? Düzeltecektim tüm bu kırgınlıkları, kırgınlıklarımı, acıları…

 

Birkaç gündür aklımda olan soruyu dile getirdim. “Duruşma ne zaman gerçekleşecek?”

 

Birkaç saniye tepkisiz bir şekilde gözlerimi izledi. Sonra derin bir nefes alıp verdi ve tek kolunu kaldırarak bana sarıldı. “İki hafta sonra.” Dedi. Ailemden kalanlar hakim önünde adalete hesap verecekti. “Orada olmak istiyorum.”

 

Kaşları çatıldı. “Neden?”

 

“Davanın avukatlığını ben yapmak istiyorum.” Dedim isteklerimi arttırarak. “Nil.” Dedi beni anlamaya çalışıyor gibi. “Şu an bunu yapabilecek bir psikolojiye sahip değilsin.”

 

“Şu an değil, iki hafta sonra dedin.”

 

“Evet ama…” duraksadı. Sonra gözlerimin içine dikkatle baktı. “Yüzleşebilecek misin onlarla?” Kafamı salladım. Yüzleşmeden onları hayatımdan silmek istemiyordum çünkü içimde ukde kalırdı. Bana bunca yarayı açmış insanların cezalarını duyarken yüzlerinin alacakları şekli görmek istiyordum. “Evet.” Dedim kendimden emin bir şekilde.

 

“Tamam. Benim için davaya seni yönlendirmek zor olmaz ama abinin bunu izin vereceğini sanmıyorum. Bana sorarsan kendini böyle bir şeye zorlamana gerek yok. Ben sana tüm ayrıntıları anlatırım. Bana bırakabilirsin.”

 

“Hep sana bırakıyorum zaten.” Dedim bu durumdan şikayetçi olduğumu göstererek. Geldiğinden beri benim dertlerimle boğuşuyordu. “Bu sefer ben yapmak istiyorum.”

 

Sessizli oldu. Düşünüyor olduğunu bildiğim için ben de sessizce bekledim. En sonunda sordu. “Kendini iyi hissedecek misin?”

 

“Hissedeceğim.”

 

“Tamam o zaman dediğin gibi olsun. Ama eğer abin izin vermezse bir avukat boşluğumuz olur. Gerçi sonuç değişmez ama hakim durumdan memnun kalmayacaktır.”

 

“Abimi ikna edeceğim.”

 

Beni onayladı. Son kez karşılarına dimdik çıkmak istiyordum çünkü beni yıkamadıklarını görsünler istiyordum. Anneme yaptıklarını bana yapamadıkları. Korkmadığımı. Evet hâlâ kabuslarımdaydılar, hâlâ krizlere giriyor yemek yiyemiyordum ama asla geri adım atmayacaktım. Duruşmaya çıkacaktım.

 

Duruşmadaki en büyük konu Korkut’un yaptığı olacaktı. Eğer kendisi bu gerçeği itiraf etmez ve yalanlarsa hapse girmeyebilirdi. Çünkü cinayetin üzerinden tam sekiz yıl geçmişti. Bu zaman aşımı demekti. Bir diğer kozu da felçli olmasıydı. Karar ev hapsiyle sonuçlanabilirdi ve ben bunları kabul edemezdim. Yaptığının bedelini en acı şekilde ödeyecekti. Sadece anneme değil abimle bana da zarar vermişti. Zarar dışında da hiçbir şey vermemişti zaten.

 

O adam bataklığın kendisiydi.

 

Anımsadıklarım beni derinden rahatsız etti. Belli etmemeye çalıştım ama artık sohbete dahil olamıyordum. Birkaç dakika geçmemişti ki salondan içeriye abim girdi. Sakin adımlarla koltukların olduğu tarafa gelerek boşluğa oturdu. Tekli koltuğa iyice yayıldı. Gözleri üzerimde olduğu için sormadan edemedim. “Hani yemekler?”

 

Genişçe sırıttı. “Diğerlerine kitledim. O kadar yaptım bir de önlerine mi sunacaktım?” dediğinde ayıp ettiğini söyler gibi kızları gösterdim. Özellikle Asuman ve Leyal’i. Sonuçta onlar da timdendi. “Onlar yabancı değil.” dedi ve göz kırptı. Bence de yabancı değillerdi ama abim bir ayı olduğu için artık böyle şeylere alışmam gerekiyordu.

 

“Barış da gelsin o zaman.” Dedim kendi sevdiceğimi araya katarak. “Onun ne suçu var?”

 

“Sus bakayım, Barış deme bana.”

 

“Ne diyeyim abi?”

 

“Barış deme de ne dersen de.” Bugün ayrı bir kıskançtı. Barış’ı geçtim diğerlerinin yanında birkaç saniye kalınca hemen yanımda bitiyor ve konuşmamızı diniliyordu. Önemli bir şey olmadığını düşündüğünde ise konuşma bitmiştir diyerek beni kendine taraf çekiyordu.

 

“Barış, Barış, Barış, Barıışş!”

 

Abim arkasındaki yastığı bana attığında susmak zorunda kalmıştım ancak susmamı sağlayan şey yastığın bana değil Kübra’ya denk gelmesiydi. Yastık karnına vurmuş ve yere düşmüştü. Kübra gözlerini kırpıştırdı ve beklemediği bir şey olduğu için hayretle abime baktı. Kızacak sandım ama bir şey demeden yerdeki yastığı aldı. “İsabet konusunda berbatsınız.” Dedi. Kafamı hızlıaca sallayarak söylediğine hak verdim.

 

“Bir de asker olacaksın Çınar, utan kendinden.” Dedi içeriye yeni giren Devrim abi. Abim ona ters ters baktı. “Niye geldin sen? Bitti mi işiniz?”

 

“Ne diye gelmeyecekmişim? Komutanları olarak ayak işlerini ben yapacak değilim.” Diyerek kendine yemek masasından bir sandalye çekti. Çok geçmeden Barış da gelmişti ve Devrim’in söylediğine cevap vermişti. “Neyse ki komutanım değilsin.”

 

Hepsinin işten kaytarmak için bir neden bulması şaka gibiydi. Başka kimse geliyor mu diye bakınırken gecikmeden içeriye Eymen de girdi. Devrim abi ona ters ters baktığında Eymen bu bakıştan hiç anlamıyor gibi bir ifadeye büründü. “Ne?” diye sorguladı. “Ben sizin taburdan değilim komutanım. Salın beni.”

 

“Salmıyorum lan, geri dön.”

 

“Komutanım mutfakta adım atacak yer yok ki. Ortam beş develer ve pamuk adama dönsün mü istiyorsunuz?” Söylemek istediğini bir süre düşündüm. Sonradan dank etti. Aklı başında bir tane adam yoktu çevremizde. Devrim tekrar konuşacaktı ki Leyal araya girdi. “Israr etme Eymen, biliyorsun komutanın ayak işlerini başkalarına yaptırmaya bayılır.” İmalı cümlesi Devrim abiyi baya etkilemiş olmalı ki kaşlarını çattı. “Otur, Eymen.” Dedi inada bindirerek. Tabi Eymen durumdan memnundu.

 

Devrim abi acaba ne yapmıştı da Leyal onu süründürüp duruyordu? Bir ara bunların ilişkilerinin ayrıntılarını da öğrenmem gerekiyordu. Konuşmalar sırasında Barış çoktan yanıma gelmiş ve boşluk olmadığı için koltuğun koluna kalçasını yaslayarak elini arkama doğru atmıştı. Ona sırnaşacaktım ki abimin sesini duydum.

 

“Sen ne yapıyorsun orada?!”

 

Barış baygın baygın abime baktı. “Ne yapıyor gibi duruyorum kardeşim?”

 

Abim eliyle kalkmasını işaret etti. “Uzaklaş kardeşimden!”

 

“Ya sabır! Salsana oğlum bizi, nişanlıyız lan biz!”

 

“Salmıyorum lan! Kim olursanız olun kardeşim gerçeği değişmeyecek ve bu da ben ne dersem o olacak demek oluyor.”

 

Delirmişti.

 

Önümden bir yastık geçti. Bu yastığı Kübra Barış’a uzatmıştı. Barış hiç düşünmeden aldı ve abime attı. Hayır savurdu.

 

“Çınar delirtme beni!”

 

“Barış, delirtme beni!”

 

İkisi de aynı anda kurmuştu cümlelerini. Barış’ın savurduğu yastık abime vurmamıştı çünkü tek bir kol hareketiyle sertçe giden yastıktan kurtulmuştu. Onların uzun zamandır kavga ettiğini görmemiştim. Düşmanlıkları yeniden filizleniyordu demek. Ne güzel, ne güzel…

 

“Abim yanıma gel.” Dedi abim hızlıca. Ardından Barış konuştu. “Nişanlım, yanımda kal.”

 

Pek de güzel değil.

 

İkisine de bakıp durduktan sonra ayağa kalktım. Barış kalkmamla kaşlarını çattı abim ise zaferle gülümsedi ancak zaferi uzun sürmedi çünkü yanına gitmemiştim. Kendime bir sandalye çektim ve Eymen ile Devrim abi arasına yerleştirerek oturdum. “Ben aradan çekildiğime göre kucaklaşabilirsiniz.” Dediğimde ikisi de ters ters birbirine baktı.

 

Buradan bakınca oyuncağını paylaşamayan çocuklara benziyorlardı. Eskiden olsaydı bu hallerine güler onlarla dalga geçerdim. Eski geçmişti ancak hissettirdikleri geçmemişti.

 

Salondan içeri İskender ve Tolga girdi. Onlara abi demiyordum çünkü benden çok da büyük olduklarını düşünmüyordum. İkisi de ellerindeki tabakları masaya yerleştirdi. “Komutanım.” Dedi o sırada Tolga.

 

Devrim abi yanıt verdi. “Ne?”

 

“Size demedim komutanım. Çınar komutanıma dedim.”

 

Abim bir keyiflendi bir keyiflendi ki anlatılmazdı. Genişçe sırıtarak Devrim abiye baktı sonrada Tolga’ya döndü. “Söyle koçum.” Dedi içten bir şekilde.

 

“Komutanım tabakların sayısı yetmiyor da başka tabak var mıydı?”

 

“Sağ alt dolaba bak koçum orda açılmamışlar var. Getirmeden önce sudan geçirin ama.”

 

“Emredersiniz komutanım.” Dedi Tolga ve gitti. Bu konuşma süresince abime düşmanca bakan Devrim abinin yüzü çok komikti. Onları kendi hallerine bıraktım ve Eymen’e doğru eğildim. Ona bir şey söyleyeceğimi anlamış olmalı ki o da bana doğru eğildi.

 

“Eymen.” Dedim fısıldayarak.

 

“Nil?” dedi o da fısıldayarak.

 

“Her şey yolunda mı?” Sorumu ilk başta anlamadı. Sonra bakışlarımı takip ederek Kübra’ya döndü. Kübra halıda bir yere odaklanmıştı ve buradan tamamen soyutlanmış görünüyordu. Onu gördüğümden beri bir şeylerin yolunda olmadığın farkındaydım.

 

“Öyle olduğunu söyleyemem.”

 

“Ama ne olduğunu da söyleyemezsin değil mi?”

 

Bana, üzgünüm, der gibi baktıktan sonra geri çekildi. Ben de düzelerek yeniden arkama yaslandım. “Nilüfer.” Diyen abime döndüm. “Gel abim buraya otur.” Oturduğu yerden kalktı. “Belin ağrır orada.”

 

“Ağrımıyor ki.” Dediğimde dudağının kenarı yukarıya kıvrılmıştı. “Hadi.” Dedi. Barış’a orada daha yakın olacağım için itiraz etmeden kalktım. Abim ise benim yerime değil Asuman’ın yanına gitmişti. Kızlara eliyle yer açın işareti verdiğinde Mesude kenara kaydı ve böylelikle abim Asuman’ın yanına oturdu. Kolunu hemen omzuna atmıştı. Asuman ise bu durumdan rahatsız olmasa da Devrim komutanının bakışlarından çekindiği belliydi.

 

Ne de şekerdiler.

 

Kıskançlı olanından.

 

Onlara bakmayı keserek Barış’a döndüm. Zaten bana baktığı için göz göze geldik. Bana göz kırptığında ben de ona göz kırptım. Tek gözümü değil ikisini de kırpmıştım ama. Beceriksizliğim onu gülümsetti.

 

Elimle yanımı gösterdim. Barış abime kısaca baktıktan sonra kalktı ve oturduğum koltuğun kol kısmına kalçasını yaslandı. Sonra da beni kolunun altına aldı. Abim bu durumu elbette fark etti. Tam konuşacaktı ki Devrim abi araya girdi.

 

“Güzel mi öyle sarmaş dolaş?” diye sorduğunda hem abime hem de bize bakmıştı. Sesinden kıskançlık sezmiştim. Abim Asuman’a biraz daha sarıldı. “Sizin yok mu komutanım?” diye sorduğunda dudaklarımı birbirine bastırdım. Devrim abi aldığı soruyla Leyal’e baktı. “Olacak inşallah.” Dedi. Leyal nefesi boğazında kalmış gibi öksürmeye başladı.

 

Gözlerinden Leyal’e ne kadar aşık olduğu belliydi ki her hareketiyle de bunu Leyal’e gösteriyordu. Ancak anlaşılan o ki Leyal tüm bu uğraşları geri tepiyordu. Aslında Devrim abiye nasıl içli batığının farkındaydım bence herkes farkındaydı ama onu geri çeken kendi sebepleri olmalıydı.

 

Gözlerim Mesude’ye kaydı. Eli gerdanına yaslıydı ve yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Anlaşılan o da yalnız değildi. Her ne kadar fiziksel bir yalnızlığı olsa da zihni sevdiği adamla dolu olmalıydı. Bu sefer Eymen’e baktım. Kübra’ya bakıyordu ama Kübra onun hiç farkında değilmiş gibiydi.

 

🪷

 

Askerlerin hazırladığı masada oturuyorduk. Performanslar beklediğimden daha iyiydi. Çatal kaşık bile lüks restoranlardaki gibi dikkatle yerleştirilmişti. Masayı estetik bir şekilde donatmışlardı. Sonradan öğrenmiştim ki İskender gençken bir süre garsonluk yapmış. Üniversiteye giderken ben de garsonluk yapmıştım ama orada edindiğim bilgiler kalıcı olmamıştı. Bir şey yiyemeyeceğimi bilsem dahi ben de oturmuştum masaya çünkü onlara eşlik etmek istemiştim. Bu süreçte beni üzen tek şey Kübra ve Eymen’in gitmiş olmasıydı. Kübra başsavcıdan aldığı telefondan dolayı gitmek zorunda kalmıştı. Ayrıntılarını bilmiyordum ama önemli olduğu belliydi. Eymen de elbette Kübra’nın ardından gitmişti.

 

Geriye biz kalmıştık. Herkesin önünde çorba vardı. Benim de olduğu gibi. Ancak hiç dokunmamıştım. Bir yanımda abim diğer yanımda da Barış oturuyordu. İkisine baktığımda onların da çorbalarına dokunmadığını fark ettim.

 

“Neden yemiyorsunuz?” diye sordum sessizce. İlk konuşan abim oldu. “Kardeşimin boğazından geçmeyen yemek benim boğazımdan hiç geçmez.”

 

Sonra da Barış konuştu. “Nişanlımın boğazından geçmeyen yemek benim boğazımdan hiç geçmez.” Dedi. Onlara birkaç saniye baktıktan sonra kaşlarımı çattım. Benim için yaptıkları hoştu ancak aç kalmalarına müsaade edemezdim. “Yer misiniz?” dedim ancak bu bir soru değildi.

 

“Nil, senin boğazından geçmeyen yemek bizim boğazımızdan da hiç geçmez.” Dedi o sırada Devrim abi. Şaşkınlıkla ona baktım. Diğerleri de Devrim abiyi onaylayan sözcükler sarf ettiler. Kimse çorbasını yemiyordu. Kaşlarım daha çok çatıldı.

 

“Bu yaptığınıza şey derler yalnız!”

 

“Ney derler abicim?” Çatık kaşlarımla abime döndüm. Sonra da ofladım. Kendimi zan altında kalmış gibi hissediyordum. “Lütfen yemeğinizi yer misiniz? Abim yaptı çünkü. Kendi elleriyle.”

 

Şu an en çok istediğim şey onun yaptığı yemeği yemekti. Lakin bir haftadır olduğu gibi yediğimi anında geri çıkardığım için ve bunca insanın içinde rezil olmak istemediğim için istediğimi yapamazdım. Hem ben elma yiyecektim. Meyve yemek midemi bulandırmıyordu.

 

“Abin yalnızca bizim için yapmamıştır.” Dedi geldiğinden beri sessizliğini koruyan abi. Hepsinden büyük duran ve pala bıyıklı olandı. Adını ne yazık ki unutmuştum. Of.

 

Hepsinin gözleri üzerimde olduğu için daha da gerilmiştim. İstemsizce yumruklarımı sıkarak dizlerimin üzerinde birleştirdim. Yemekten yiyesim varsa bile artık yiyemezdim. Gerilmiştim. Benim için uğraşıyorlardı farkındaydım. Bu elbette çok güzel bir şeydi. Sadece şu an böyle duygular hissetmiyordum. Hatta kötü şeyler hissediyordum.

 

“Meyve yemek istiyorum çorba değil.” dedim zoraki bir şekilde. Abim söylediğimden sonra, artık ses tonum nasıl çıktıysa, hemen ayaklanmıştı. “Sana meyve getireyim o zaman.”

 

“Ben alırdım.”

 

“Getireceğim abicim, otur sen.” Karşı gelmeyerek kafamı usulca salladım. Teşekkür etmek istediğimde kendime engel olmuştum çünkü nedense garip kaçacağını düşünmüştüm. “Lütfen çorbalarınıza başlayın, soğuyorlar.”

 

“Eh başlayalım o vakit.” Dedi pala bıyıklı abi. Yaşı buradaki herkesten büyük olmalıydı. Hatta onun otuz beş yaşının üstünde olduğunu düşünüyordum. Kaşığını alarak çorbayı bir tur karıştırdığında diğerleri de harekete geçti ve böylelikle rahatlayarak omuzlarımı düşürdüm. Elimin üzerinde hissettiğimde elle Barış’a döndüm. Ona ne zaman baksam gözlerinin içinde parlıyordum. O, bana içinde ben varmışım gibi bakıyordu.

 

“Sen de ye.” Dedi kulağıma doğru fısıldayarak. “En azından dene. Kimse seni yargılamayacak.” Beni yargılayacaklarını düşünmüyordum. Kimsenin duymaması için sessizce konuştum. “Ama utanıyorum.”

 

“Neden?”

 

“Midem bulanırsa?”

 

“Bulanabilir. Zaten abinin yaptığı şeyden miden bulanmazsa garip olur Nil.” Birkaç saniye duraksadıktan sonra söylediğiyle gülümsedim. Aslında bu bir gülümsemeden çok söylediğine karşı verdiğim minik bir tepkiydi. Ancak o bu minik tepkiyi bile kaçırmadı.

 

“Peki ya kusarsam?”

 

“Lavaboya gideriz.”

 

“Ama onların önünde rezil olurum.”

 

“Rezil falan olmazsın. İnsani bir olgu neden rezillik olsun?”

 

“Of, bilmiyorum!”

 

“Minicik dene, kötü hissedersen peçeteye çıkartırsın.”

 

Birkaç saniye düşündükten sonra kafamı salladım. Çok minik deneyecektim. En azından abimin yapmış olduğu şeyin tadını alabilecek kadar. Eğer midem bulanırsa da hemen masadan kalkardım. Böylelikle diğerlerinin benden midesi bulanmazdı. Yediğim bir şeyi geri çıkartmak bence mide bulandırıcıydı ve bu ana kimsenin tanık olmasını istemiyordum.

 

Aslında bu olayı başkasında görsem midem bulanmaz aksine ona yardımcı olmaya çalışırdım ancak kendimde olunca o kadar rahat olamıyordum. Zaten insan ne yapıyorsa kendine yapıyordu. Bir şeyi kendim yaşadığımda acımasız olmaya başlıyordum. Kendimi alttan alamıyor, hatta suçlu hissediyordum.

 

Kaşığı elime aldım ve çorbamı birkaç kez karıştırdım. Çok güzel kokuyordu. Kokularla şu ana dek bir derdim olmamıştı zaten. Beni yemek korkutuyordu. Karıştırmaya devam ettim. Sonra masadakilere göz gezdirdim. Hepsi, Barış hariç, memnun bir şekilde içiyordu. Demek ki tadı kötü değildi. Abim yaptığı için kötü olacağını da sanmıyordum gerçi ama benim derdim yemeğin tadı da olmamıştı şimdiye kadar.

 

Nefesimi tutarak kaşığa çok azcık çorba aldım ve ağzıma götürdüm. Kendimi her an ayağa kalkacak şekilde ayarlamıştım. Ne olur ne olmaz diye. Dilime yayılan tat beni memnun etti. O kadar uzun zamandır doğru düzgün bir şey yemiyordum ki karnım açlıktan guruldayıp duruyordu. Dayanamayıp yediğimde geri çıkartıyordum orası ayrıydı ama dua ederek yutkundum.

 

Kalbim sayfaları geriye doğru çevirdi.

 

Bu tat o kadar tanıdıktı ki gözlerim anlık olarak büyüdü. Zihnim geçmişe doğru gitti. Çok geçmişe… anneme. Annemin tarifiyle yapılmış bir çorbaydı bu ve ben o öldükten sonra bir daha asla onun yaptığı çorbanın tadını bulamamış asla da onun gibi yapamamıştım.

 

Bu… bu o çorbaydı. Aynısıydı.

 

Nasıl aynısını yapabilirdi?

 

Gözlerim kendiliğinden dolmaya başladı. Kaşığı bir kez daha çorbaya daldırdım. Yarısını doldurarak bir yudum daha içtim.

 

“Anne! Evde misin?” diye seslendim kapıdan içeriye girerken. Çıkarttığım ayakkabılarımı ayakkabılığa yerleştirdim. Ayakkabımın altı yırtılmıştı ve annem bunu görmemeliydi. Biriktirdiğim parayla yaptırmam lazımdı şu an yeni bir ayakkabı alabilecek paramız yoktu.

 

“Anne?” diye seslendim yeniden ayakkabılarımın üzerine kenarda duran poşetlerden birini bırakırken. Artık görünmüyordu yırtık kısım. Tam annemin evde olmadığını düşünecekken içeriden sesi geldi.

 

“Mutfaktayım yavrum.” Dedi. Yüzüme geniş bir gülümseme yayıldı. Annemin evde olduğu anlar o kadar azdı ki bazen aynı evde yaşıyor olmamıza rağmen onu özlüyordum. Koşturarak mutfağa gittiğimde onu ocağın başında bulmuştum. Çiçekli elbiselerinden birini giymiş başına yemek yaparken her zaman örttüğü tülbentini örtmüştü. Anında yanında bittim ve kollarımı beline dolayıp ona sıkıca sarıldım. Aniden yaptığım için hem gülüp hem kızar bir tonlamayla konuştu. “Kızım yemeği döktüreceksin.”

 

Başımı sıcacık göğsüne yasladım. “Ne yemek yapıyorsun?” diye sordum o halde. “Mercimek çorbası.” Gözlerim ışıldadı. Dünyanın en güzel yemeği olabilirdi. Çünkü annem yapıyordu. “Hadi git elini yüzünü yıka. Böyle mutfağa girilir mi?”

 

Omuz silktim. “Sen yokken mutfağa hep böyle giriyorum.” Dediğimde pişman oldum. “Ne?” diye bağırmıştı çünkü. Geri çekilerek ona kocaman gülümsedim ve yanağına kocaman bir öpücük bırakıp mutfaktan kaçtım. Kaçarken de yalan söyledim. “Şaka yaptım.”

 

Arkamdan sitemle söylendi. “Deli kız.”

 

Banyoya girerek işlerimi hallettikten sonra annemle kaldığımız odaya geçtim. Evimiz 1+1 olduğu için yalnızca bir oda vardı. Annem benim oda arkadaşımdı ancak çalıştığı için çoğu zaman bu odada yalız uykuya dalıyordum. Okul formalarımı çıkartarak pijamalarımı üzerime çektim. Ev soğuktu. Bu yüzden bir de kalın ve yıllardır kullanmaktan bıkmadığım polarımı üzerime aldım.

 

Mutfağa geri döndüğümde annem tabaklara çorba dolduruyordu. Yanına giderek yardım ettim. “Bugün işe gitmedin mi?” Diye sordum. “Gittim ama erken bitti temizlik. İzin aldım o yüzden.”

 

“Uyusaydın keşke biraz. Yemeği ben yapardım.”

 

Bana inanamaz şekilde baktı. “Sen mi?” dedi ve kendimi kötü hissetmemi sağlayan bir gülüş sergiledi. “Sen ve yemek ha? Gözümle görsem inanmam.”

 

“Of anne, makarna yapabiliyorum bir kere.”

 

“Tabi ki yapıyorsun.” Derken dalga geçtiği belliydi. “Öğreneceğim yemek yapmayı göreceksin.”

 

“En güzelini yaparsın.” Dedi yumuşayarak. “Şüphem yok ama daha küçüksün kızım. Hem annen dururken yemeği ne diye sen yapasın ki?”

 

Onu genişçe gülümsedim. Çoğu zaman beni terlikle kovalıyor olsa da böyle güzel huyları vardı işte. Her ne kadar çalışmaktan nefes alamasa da evde hep yemek olurdu. Karnımı aç bırakmazdı. “Hadi, otur de ye yemeğini.”

 

Kafamı hevesle sallayarak sandalyeyi çektim ve oturdum. Annem de yanımdaki sandalyeye oturdu. Zaten mutfakta iki tana sandalye vardı. Birisini komşumuz vermişti ve diğerini de annem temizlik yaptığı yerlerden fazlalık olduğu için alıp getirmişti. Bizim için yeterliydi ancak abim ve babam geldiğinde onlar için de sandalye bulmamız gerekecekti.

 

Abim de babam da hiç gelmedi.

 

Elime kaşığımı aldım ve birkaç sıcağı gitsin diye karıştırdım. Sonra kaşığı doldurarak çorbayı ağzıma attım. Damağıma yayılan tat o kadar güzeldi ki… Dudaklarımdan beğendiğime dair çıkarttığım mırıltılar annemi güldürdü.

 

“Ne katıyorsun bunun içine?” diye sordum iştahla yemeye devam ederken. “Sevgimi.” Dedi annem. Sevgisini katıyordu. Aksi takdirde bir yemeğin bu kadar güzel olmasının imkanı yoktu.

 

Sevgisini katıyordu. Aksi takdirde bir yemeğin bu kadar güzel olmasının imkanı yoktu.

 

“Nilüfer?” Daldığım yerden sıyrılarak ne ara yanıma geldiğini anlamadığım abime baktım. “Abim, ne oldu? Niye ağlıyorsun?”

 

Ağlıyor muydum? Ellerimle yanaklarımı kontrol ettiğimde yaşları fark ettim. Evet, ağlıyordum. Hem de herkesin içinde. Gerçi o an bu çok da önemli değildi. Burnumu sertçe çektikten sonra dolu dolu gözlerle abime baktım.

 

“Çok güzel olmuş da.” Dedim çorbayı göstererek. “Ona ağlıyorum.”

 

Söylediklerim abimin endişeli bakışlarına dem vurdu. Sanırım artık o da deli olduğumu düşünüyordu. “Abim güzel olduysa niye ağlıyorsun?”

 

Burnumu yeniden çektim. “Güzel olmuş da ondan işte!” diye sitemle yükseldiğimde ne diyeceğini bilemedi. Etrafta bir kıkırtı döndü ama utandığım için bakmadım. “Tamam, ağlamadan ye.” Dedi abim tatlı tatlı.

 

Akan burnumu kimseyi umursamadan koluma sildim. “Ama güzel olmuş.” Derken gözyaşlarım yeniden akmaya başlamıştı. Kendime inanmak istemesem de gözyaşlarımı durduramıyordum işte. Geçmişten bir şey böyle sanki beni kucaklamıştı, sanki annem gelmişti.

 

“Bunun içine ne kattın?” Ağlamaya devam ettiğim için abimin paniği geri geldi. Boş bir cevap verdi bana. “Mercimek kattım.”

 

“Hayır, başka bir şey daha katmışsın.”

 

“Soğan kattım.”

 

“Başka?”

 

“Salça kattım.”

 

“Hayır başka?” diye sorarken gözyaşlarım artmıştı. Abim ne yapamayacağını bilemeyerek masadakilere baktı. “Başka ne kattım lan?!” diye sorduğunda Tolga araya girdi.

 

“Havuç olabilir mi havuç?”

 

“Patates de olabilir belki?” dedi İskender.

 

“Belki baharatları soruyordur komutanım?” Onları da sormuyordum bir kere. Kafamı iki yana sallayarak Leyal’e cevap vermiş oldum.

 

Abim yanaklarımı avuçlarının içine aldı ve yüzüme eğildi. “Abim ne kattım?” diye sorduğunda burnumu çekerek cevap verdim. “Sevgini. Onu katmadın mı?”

 

Birkaç saniye sessizlik oldu sonra masada gür bir kahkaha tufanı koptu. Hiç de komik değildi bir kere. Abim gülmediği için onu başka bir seferde yanağından öpecektim. Derin bir nefes alıp verdi. Sonra yüzünü birkaç saniye yukarı kaldırıp yeninden bana baktı. “Kattım.” Dedi içten bir şekilde. “Sevgimi de kattım.”

 

Gülümsedim.

 

Böylelikle ağlamam durmuştu. Abim başını sağ omzuna doğru yatırdı ve öylece yüzüme baktı. Daha doğrusu gülümsememe bakıyordu. Dudaklarım kıvrılmayalı sanki yıllar olmuştu, bu yüzden öyle değişik hissediyordum ki.

 

“Beğendin mi çorbayı?” diye sordu abim. Kafamı aşağı yukarı salladım. “Tamam, o zaman hadi ye birazcık. Beğendiysen yemelisin sonra arkandan ağlar bak.”

 

Annem de böyle söylerdi. Usulca kafamı salladığımda rahat bir nefes alarak ellerini yanaklarımdan çekti. Önüme doğru usulca döndüm ve kimseyle göz göze gelmeden çorbama odaklandım. Neyse ki kimse bir şey söylemedi. Yavaşça ve kaşığa minicik aldığım çorbayı içmek uzun zamanımı aldı. Herkes çorbasını bitirdi hatta ana yemeklerini bile yediler. Ben hâlâ çorbamla oyalanıyordum. Hem bitmesinden hem de hızlı yersem midemin bulanmasından korkuyordum.

 

Abim birkaç kez çorbamı değiştirmeyi teklif etmişti ama reddetmiştim. Buz gibi olan ve henüz yarısına gelmediğim çorbamı yemeye devam ediyordum. Tabi buna yemek denirse… yine de çok güzeldi. Buz gibi olsa da güzeldi.

 

Abim yapmıştı sonuçta. İçine de sevgisini katmıştı.

 

O yüzden mis gibiydi.

 

Ortamda dönen hiçbir sohbete katılmamıştım. Ne düşündüğümün bazen farkında varmasam da dalıp gidiyordum. Bu dalışların çoğunda annem yer alıyordu. Omzumun üzerinde hissettiğim baskıyla bakışlarımı çorbamdan kaldırdım.

 

“Nilüfer?” dedi abim, ayaktaydı. Yüzümü yüzüne doğru kaldırarak baktım ona. “Hm?”

 

“Doydun mu? Yemiyorsun artık.”

 

Çorbama baktım. Yarısından biraz fazlası bitmişti. Ben de kalan çorbayı kaşıkla karıştırıp duruyordum. Kafamı usulca salladım. “Doydum. Eline sağlık.”

 

Bana içten bir şekilde gülümsedi. “Afiyet olsun, abim.” Dedi ve eğilerek saçlarımın üzerini öptü. Evdeki sessizliği fark ettim o sırada. Salona baktığımda kimseyi göremedim. Masa toplanmıştı. Bir tek benim tabağım duruyordu önümde. “Nereye gitti herkes?”

 

“Yatıya kalacak değillerdi ya, o yüzden yemeklerini yedikten sonra kovdum hepsini.”

 

“Gerçekten mi?” diye sordum şaşkınlıkla. Genişçe gülümsedi. Bu gülümseme söylediğinin gerçek olmadığını gösteriyordu. “Ama veda etmedim onlara?”

 

“Tekrar gelirler.”

 

“Barış da mı gitti?” Sesim ağlak çıkmıştı. “Yok, o herifi gerçekten kovdum bu arada ama evimize kök saldı. İç güveysi olarak kalmasın başımıza?”

 

“Abi Barış’tan ne istiyorsun?”

 

“Ben ondan bir şey istemiyorum. O benim kardeşimi istiyor.” Çok şapşaldı. “Ama verdin sonuçta beni.”

 

“Hiçbir şey için geç değil.” dedi göz kırparak.

 

“Kuduruyorsun değil mi? Kudur.” Dedi o sırada salona yeni giren Barış. Abime kötü kötü baktı. Sonra yanıma geldi. “Nereye gidiyorsan git. Bizi nişanlımla rahat bırak. Çekil aramızdan artık!”

 

“Bana bak benim ayarlarımla oynama oğlum.”

 

Barış’tan önce konuştum. Ayrıntıları asla kaçırmazdım. “Bir yere mi gidiyorsun?” diye sordum hızlıca. Abim Barış’taki bakışlarını bana çevirdi. “Evet. Asuman’ın yanına gideceğim.”

 

“Neden? Bir şey mi oldu?”

 

“Yok, göreve gidiyorlar bir saat sonra.”

 

Hızlıca oturduğum yerden kalktım. Hatta o kadar hızlı kalktım ki sandalye geriye doğru düştü. “Sen de mi gideceksin?” Paniğimin onu burukça gülümsetti. Beni kollarının arasına aldı. Bu bir veda mıydı?

 

“Ben gitmiyorum.” Dedi hüngür hüngür ağlamama engel olan cümleyi kurarak. “Bir ay cezalıyım. Hiçbir göreve katılmayacağım.” Rahatça nefeslendim. Onun için ceza olan şey benim için ödüldü. Abimden uzak kalmak düşüncesini şu an aşamazdım.

 

“Barış ben gelene kadar burada kalacak.”

 

“Ama geleceksin değil mi?” diye sordum yüzümü yüzüne doğru kaldırarak. Emin olmam gerekiyordu. “Geleceğim. Söz.”

 

Söz verdiyse tutardı. Ona sıkıca sarıldıktan sonra geri çekildim. “Tamam o zaman git sen. Ben kalırım Barış’la.”

 

“Bir şey olursa ara beni.” Dediğinde kafamı salladım. Hemen çıkacağını anladığım için kapıya kadar ona eşlik ettim. Barış da arkamdan gelmişti. Abim vestiyerden deri ceketini alarak üzerine giyindi ve sonra da botlarını ayağına taktı.

 

Abime el salladığımda halime gülmüştü. O da bana el salladı ve kapıdan çıkıp ardından kapattı. Olduğum yerde Barış’a doğru döndüm. “Kimseye bir şey olmaz değil mi?”

 

“Allah’ın izniyle olmaz güzelim.” Dedi Barış içimi rahatlatarak. Abimin tayfasıyla çok vakit geçirmemiştim ama buna rağmen onları çok sevmiştim. Hiçbirine bir şey olsun istemezdim. Bu yüzden dualar edecektim. Sadece tanıdığım askerler için değil tanımadıklarım için de.

 

“Söyle bakalım, ne yapmak istersin?”

 

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. Aklıma bir şey gelmemişti. Barış biraz düşündükten sonra sordu. “Biraz hava almaya ne dersin?”

 

Kafamı iki yana salladım. Gerekli olmadığı sürece, psikoloğa veya hastaneye gitmiyorsam, dışarıya çıkmıyordum. Aşmam gereken bir başka sorunum da buydu. “Karla oynamayı sevmiyor musun?”

 

“Severim aslında ama…”

 

“Ama ne?” dedi elleri belime dolanırken. Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Kötü bir şey olmasından korkuyorum.”

 

“Ben yanındayım.”

 

Yanımda olduğunu biliyordum. Verdiğim son ifadede yüzü yanık adamdan bahsetmiştim. Yüzümü yakmaya çalışandan. O adamı hâlâ bulamamışlardı. Hem benim için hem de Kübra için tehlikeliydi. Ayrıca bir de Leyal vardı arada. Kısa süre içinde öğrenmiştim ki adamın yüzünü yakan kişi Leyal’di.

 

O psikopatın tek istediği de intikamdı. Artık buna emindim.

 

“Çıkmasak olmaz mı?”

 

Yüzünü yüzüme eğerek burnumu öptü. “Olur.” Dedi sesini yumuşatarak. Yapacak bir şey aradığımız için bu sefer ben öneride bulunmak istedim. “Film izlesek nasıl olur?”

 

“Çok güzel olur.” Dedi. Gülümsedim. Çok seviyordum. Çok seviyor olduğumu hatırlıyordum. Unutmuş olduğum birçok duygunun arasında çok sevmek de geliyordu. Barış bana bunu da hatırlatmıştı.

 

Minik gülümsememi içine çekiyormuş gibi derin bir nefes aldı. “Gülümsüyorsun.” Dedi nefesi kesiliyor gibi. “Çok güzel. İnsana yaşama nedeni olacak kadar özel.”

 

🪷

 

Bölüm sonu!

 

Nasıldı? Beğendiniz mi bölümü?

 

En sevdiğiniz kısım neresi oldu?

 

:)

 

Düzeliyor muyuz dersiniz?

 

.

 

Finallerim bitti. Rahat bir nefes alabiliriz artık. 🫠

 

Bu yaz güzel planlarım var. Önümüzdeki 1-2 hafta içinde belli olur gibi. İnstagramdan duyurusunu yaparım😘

 

Bazı kararlar için size de danışacağım. O yüzden kanallatıma gelin olur mu🥰

 

.

 

VOTE

VE

YORUMU

UNUTMAYIINN

 

🍭

 

İnstagram ; Zeynepizem

 

WhatsApp kanal; Zeynepizem

 

Bölüm : 20.06.2025 20:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...