
13 SAAT ÖNCE
“Hepimiz çukurdayız ama bazılarımız yıldızlara bakıyor.”
Oscar Wilde
“Çocuklarınıza aile olun ya da olmayın, onlar kendi ailelerini bulurlar.”
Ben bulamamıştım.
13 SAAT ÖNCE
Maalesef bu sabah alarmın sesiyle değil, ailemin bağırışlarıyla uyandım. Buna rağmen biraz yatakta kıvrandım. Bağırış seslerine daha fazla dayanamayıp uykusuzluğumun verdiği huzursuzluk ve sersemlikle beraber ayağa kalktım. Gözlerimi araladım, bir adım atacakken duyduğum bunaltıcı sesler yüzünden geri yatağa devrildim.
Gözlerim etrafta gezinirken, komodinin üzerindeki küçük ama bir o kadar kullanışlı, beyaz aynama takıldı. Her sabahki korkunç yüzümü görmeye hazır bir şekilde elimi uzattım. Yorgunluktan küçücük bir aynayı bile kaldırmak ağır gelirken, yüzümün ifadesini bu mesafeden tahmin ediyordum.
İşte o an, yani ayna ile yüzümün karşılaştığı an, aslında çoğu zaman karşılaştığım bir görüntü olduğundan şok olmadım. Ama yine de içimde bir yerlerde bu görüntüye alışamayan bir yan vardı.
İnsanlar girdikleri güzellik uykularından mutlu çıkarken, ben girdiğim uykudan garip bir şekilde çıkıyordum. Gözlerimi iyice açıp aynayı yüzüme yapıştırırcasına yaklaştırdım.
Ela rengindeki irislerimin çevresi kan çanağı olmuştu. Göz altlarım şişmiş ve morarmıştı. Neden mi? Çünkü farklı amaçlarım olduğunu iddia ederek gece gündüz telefonla, daha doğrusu o teknolojiyle ilgilendiğimden, uykusuz kaldığım için. Bunu ailem söylese itiraz ederim ama kendim olunca…
Aynayı biraz indirdiğimde şakaklarımdan elmacık kemiğime uzanan kızarıklık ve yastık izi gözümün önündeydi. Saçlarım ise birbirine girmiş ve kabarmış haldeydi. Burnumda stres sebebinden olduğunu düşündüğüm bir sivilce ve kızarmış çevresi ile bazı küçük detaylar vardı.
Ben bunları düşünürken birden yükselen ses sonucunda başımı ani çevirmemden dolayı boynum acayip şekilde kütlemişti
Kulak tırmalayıcı bir ses olduğundan, bu seslere daha fazla tahammül edemeyip elimdeki aynayı halının üzerine fırlattım ve hatta elimi yüzümü yıkamadan, uyku sersemi bir halde sesin geldiği yöne, yani mutfağa ilerledim. Odamın kapısından çıktıktan sonra, koridorun bir kısmında bulunan duvardaki o tablolara ve aile fotoğraflarımıza baktım. Gülüyordular bana bir çerçeve içerisinden bakarak. Ama şimdi böyle miydik? Hayır, değildik. Neredeyse her gün olan bağırışlar, bazı kalp kırıcı sözler…
Düşünürken kafamı çevirmemle her şey silindi. Adımlarım beni zorla da olsa mutfağa sürüklüyordu. Aniden durdum, niye mi? Şuan içeride neler olduğunu bilmediğim mutfak kapısının yanında kafasını yana sarkmış, kapıdan destek alarak içeriyi izleyen kardeşim Duru.
Ben bunlara zor olsa da alışmıştım ama o alışamazdı, onun psikolojisinin bozulmasına izin veremezdim. O benim tek kardeşimdi. Ben de onun tek ablası olduğumdan, onu koruyup kollamak anne babasından sonra bana düşerdi ama anne babasının bunu düşündüğü yoktu. Neredeyiz diye düşünmeden kavga ediyorlardı.
Duru’nun bu ana daha fazla şahit olmasını istemediğim için mutfak kapısına ilerledim. İçeriye bakmadım çünkü artık umursamıyordum. Önceliğim kardeşim olduğundan kolundan kavrayıp hızla onu odama götürdüm. Tepki vermedi. Duru’yu yatağa oturttum. Kısa bir bakışmadan sonra söze girdi Duru:
“Abla, annem ve babam neden sürekli kavga ediyorlar?” dediği anda ‘Hayır ablacığım, olur mu öyle şey, hem onlar kavga etmezler.’ diyemedim çünkü artık neyin ne olduğunu anlayabiliyordu.
Diyecek bir şey bulamadım, geçiştirmedim ve ona, “Odadan çıkma, biraz sonra geleceğim.” diyebildim zorla da olsa. Ne yaptığımı, ne yapacağımı, ne düşüneceğimi yine bilemedim. Odanın kapısını açıp kendimi hızla dışarı attım. Şuan hiçbir şeyin bana engel olamayacağı bir mooddaydım. Evet, şimdi de adımlarım beni mutfağa götürmeliydi.
Mutfağa yaklaştıkça sesler daha da netleşiyordu, sesler netleştikçe de duygularım körelmeye vakit arıyordu zaten ve öyle de oldu. Duygularım körelmişti. Her şeye duygusal bir tepki veremezdim, bu beni güçsüzleştirirdi. Ebeveynlerimin bana öğrettiği en önemli şey buydu ya da benim onlar yüzünden öğrendiğim…
Aile içi kavgalar, çocuklarda duygusal bir yıkıma sebep olurdu. Ben bu yıkımdan kendimi kurtaramamıştım, bu yüzden burada yaşamayı öğrenmiştim. Mutfağa girmeme bir adım kalmışken, bir anda gözlerim doldu.Neden, duygularımdan kaçamıyor muydum?
Mutfağa girmek yerine, kapının yanındaki duvara yaslandım. İçeriden gelen “Seninle evlendiğim güne lanet olsun!” “Hayatımı mahvettin!” gibi bağırışlar eşliğinde gözlerimi kapadım. “Duygular güçsüzlüktür Ayla, sen güçsüz değilsin.” diye içimden geçirdim.
Duygular mı güçsüzlüktü yoksa duyguları yaşamaktan korkmak mı?
Omuzlarıma binen duygusal sorumluluk yüküne yenik düşüp olduğum yere çöktüm. Birkaç saniye sadece boşluğa baktım. Ben baktım o da baktı, bakıştık öylece boşlukla…
Hayattan soyutlanmış gibiyim. Bağırış sesleri bile artık okyanus derinliklerinden geliyormuş gibi boğuk ve anlaşılmaz bir uğuldamaya dönüşmüştü. “Bu sen değilsin Ayla.” diye fısıldadım. Gerçek ayla, duygularının altında ezilmezdi. Çöktüğüm duvar dibinden kalkıp mutfağa girdim.
Buzdolabına yöneliyordum, ailem beni farketmiş olmalılar ki sesler azalmıştı. Umursamaz bir tavır takınarak, “Yine neden kavga ediyorsunuz?” dedim.
O sırada buzdolabının kapağını açmış, içine bakıyordum. Annem şaşırtıcı bir şekilde “Ağlıyor musun sen?” diye sorunca kafamı onlara çevirdim. Annem, benim hakkımda, beni ilgilendiren bir soruyu bana mı sormuştu? Birkaç saniye bocalamıştım ama yeniden toparlamayı becerdim. Bahane aramak için gözlerimi etrafta gezindirdim. Evet, bahane hazır. Gözlerim tezgahın üzerindeki soğana takılınca, “Soğanı kesip şuraya koymuşsunuz, o yüzden gözlerim yaşardı. Ne o menemen mi yapacaktınız? İçinede sevginizi koyardınız. Hem soruya soruyla cevap vermeyin. Yine ne oldu? Neden kavga ettiniz?”
İlk defa aileme karşı bu şekilde konuşmuştum. Hem endişeli hem de alaycı bir tavrım vardı. “İstediğin duyguya bürün, seni asla umursamayacaklar.” diye düşündüm.
“Sevgili babacığın elektrik faturasını ödemeyi unutmuş. İyi ki ben son gün dedim de ödedi.” dedi annem. Sesini biraz daha yükselterek “BAK SİNAN, İYİ BİR ŞİRKETTE ÇALIŞIYORSUN, PARAN DA VAR AMA AKLIN YOK.” Hep böyle yaparlardı, hiçbir şeyle ilgilenmez hep birbirlerini suçlarlardı.
“B12 eksikliğim olduğunu biliyorsun, Mehtap. Niye evinle ilgilenmiyorsun?” dedi ve annemin yükselmesini karşılayacak tonda kendisi de yükseldi: “NEDEN BANA DAHA ÖNCE HATIRLATMIYORSUN?” Aynı zamanda sesinde suçlayıcı bir ton vardı. Yönümü tekrar buzdolabına döndüm. Bir an önce hazırlanan gereken bir kahvaltı ve odamda benden bir cevap bekleyen Duru…
Bu sırada dolabın içindekilere göz gezdiriyordum. Okula gecikme telaşım olduğundan çabuk hazırlanacak bir şeyler yemem gerekiyordu. Gözlerim yumurtalığın altındaki sütlere takıldı. Mecburiyetle sütleri oradan aldım. Biraz daha göz gezdirirdim ama dolabın bir süre sonra ötmeye başlaması beni sinirlendiriyordu, bu yüzden dolabın kapağını hızla kapattım. Elimdeki sütleri tezgaha bıraktım ve mısır gevreğini almak için mutfak dolabına ilerledim. İstediğim, beklediğim şeyi yerinde bulamayınca öfke patlaması geçirebilecek bir tonla “Anne, benim daha okula yetişmem gerekiyor ve ben ne kahvaltı yaptım ne de giyinip saçımı…” diye kükredim. “Nerede bu gevrek?”
“Ben burada sinirliyim, öfkemi yatıştırmaya çalışıyorum, Ayla hanım gevreğinin peşinde. Biliyor musun, aynı babana çekmişsin, bir tipin benzemiyor. “KIZIM SENCE BİZ MISIR GEVREĞİNİ O DOLABA MI KOYUYORUZ!!!” diye bir cevap geldi annemden.
“Daha önce baktığımda da bıraktığımda da buradaydı.” dedim. “Ama şimdi her şey değişti, artık o dolapta değil sondan ikinci dolapta.” diye benim gibi yükseldi tavırla. Eşyaların yerini değiştirince ne anlıyor, anlamıyorum ve bu beni sinirlendiriyor.
Anneme ters bir bakış attım, tarif ettiği dolaba, yani sondan ikinci dolaba ilerleyip dolabın kulpunu kavrayıp kendime çektim. Evet, sonunda bulabilmiştim, buradaydı. Uzandım ve paketi aldım. Neyseki kaseler bu kısımdaydı da daha fazla annemle konuşmak zorunda kalmamıştım. Kaşıkları almak için çekmecelere yöneldim ve aramaya başladım. Birinci çekmecede yoktu, ikinci çekmeceyi açtığımda bulabilmiştim. Hemen bulabilmemden dolayı gülümseyerek ufak çaplı bir sevinç gösterisi sergiledim. Tepsinin burada olduğunu umarak yanındaki dolabı açtım. Sonunda yerli yerinde eşyalar görmek beni mutlu etmişti ta ki annem, “Boşuna sevinme, onların da yeri değişecek.” dediği an mutlu ifadem düştü. Bıkmış bir şekilde nefes alıp verdim, anlaşılan yine babama olan sinirini benimle uğraşarak çıkartıyordu.
En altta herkesin evinde bulunabilecek gümüş renginde o klasik tepsiyi tuttum ve çekmeye başladım. En altta olduğundan çıkan sesler sonucu annem ve babam bana tip bir bakış attılar. Yine umursamadım. Elimdeki tepsiyi masanın üzerine bıraktım. Her zamanki kahvaltı hazırlama aşamasına geçtim.
Kaseleri tepsiye koymadım, kendiminkine ilk sütü kardeşiminkine de ilk mısır gevreği ekledim. Sonra tersini yapıp, mısır gevreği ve süt ekledim ve kaseleri tepsiye yerleştirip kaşıkları da ekledim, sonunda bitmişti. Artık kardeşimin yanına gidebilirdim.
Tepsi ve üzerindekileri alıp dikkatle mutfağın çıkışına ilerledim. Odamın kapısına vardığımda, elim dolu olduğundan kapıyı açabilecek gibi değildim.
Dirseğimle kapıyı tıklatmaya çalıştım. “Ablacığım ben geldim, kapıyı açar mısın? Sana kahvaltı getirdim.” dememle birlikte kapıyı açması bir oldu. Bu beni mutlu ediyordu. En azından bir dediğimi ikiletmeyen bir kardeşim vardı.
Kapı açıldığında karşımda duran kardeşim bana melül melül bakıyordu. Adı gibi duru bir güzelliği vardı. Kışın koyulaşıp, yazın rengi açılan sarı saçları, bal rengi gözleri, beyaz teni ve kendisi gibi tatlı ayıcıklı pijamasıyla karşımdaydı.
Bu bakışmayı bölüp içeri daldım. Elimdeki tepsiyi yatağın yanındaki komodine yerleştirip kendimi de yatağın üzerine bıraktım. Kapıyı kapatan kardeşim bana baktığında elimi yatağın üzerine vurarak onu çağırdım. Kardeşimle anlaşmam için beden dili de yetiyordu. Anladı hemen, geldi yanıma yavaşça kıvrıldı yatağın üzerine otururken.
“Abla” dedi, çok iyi bildiğim o ses tonuyla; korku, endişe ve merak vardı bu tonda. “Ablacığım” dedim yumuşak bir sesle. Bir an cevap veremedi, bu yüzden ben öğrenmeye çalıştım.
“Duru, ben odamdayken büyük bir bağırış sesi gelmişti ablacığım.” devamını getirmedim, çünkü beni anlamıştı. Ben de onu anlamıştım.
Hiç beklemiyordum, onun birden bana sıcacık ve yumuşak bedeniyle sarılmasını. Belliydi korkmuştu, ağlamak üzereydi ve bu yüzden yüzünü saklamak istedi ama saklayamadığından bana sarılmaktan başka çaresi kalmamıştı. Ben de boş durmadım. Onun bana sıkı sarılış çabasını görünce, ben daha sık sarıldım. Kısa bir süre sonra sarılmaya devam ederken “Hiiiiii!” diye çekildim. “Benim okula yetişmem gerekiyor.” dedim yüksek bir sesle. Duru da “Benim de” diye cevapladı isteksiz bir sesle. Hemen ayağa kalkıp hazırladığım basit kahvaltıdan birkaç kaşık aldım. Duru’nun da yemesi için kaşığı ona uzattım, şu an konuşamayacak kadar ağzım doluydu. O yemeye başlarken, ben bitirmişçesine kaşığı tepsiye koyarak kıyafet dolabıma ilerledim.
Dolabın tek kapaklı bölümünü açtığımda, buruşturup buruşturup attığım yıpranmış giysilerimin üzerime çullanması bir oldu. Yanlış kapağı açmışım. Giysileri geri tepiştirmeye vaktim olmadığından direkt iki kapaklı bölüme sıçrayarak geçtim. Tam karşısına geldiğimde, kulpundan tutup kendime doğru çektim ve açtım. Neyseki bu bölümde askılık kullanıyordum. Elime ilk gelen tişörtü aldım. Siyah, üstünde herhangi bir şey olmayan, hafif ve bol bir tişörttü. Yere biraz baktığımda, mavi ve bol bir kot gözüme çarptı.
Okulun ilk gününden forma giyecek olmadığımdan bu kombin gayet makuldü. Ben bunlarla ilgilenirken kardeşim kahvaltısını bitirmiş ve odadan çıkmıştı. Odamın kapısını kilitleyip giyilmeye koyuldum. Önce tişörtümü başımdan geçirdim ve aşağı çektim, sonra pantolonumu da ayaklarımdan geçirip, onu da yukarı çektim. Pantolonumun fermuar ve düğmesini kapatmadan, siyah tişörtümü pantolonumun içine yerleştirdim. Fermuar ve düğmesini kapatıp, tişörtümü yukarı doğru çekiştirdikten sonra kıyafet faslı bitmiş bulunmaktaydı.
Saçlarımı model yapamayacaktım, o yüzden saçlarımı üstünkörü düzleştirip açık bıraktım. Tipimi daha rahat görebilmek için komodinin üzerindeki aynama elimi uzattım fakat bulamadım. Elim aynayı ararken gözlerim çantamı arıyordu. Elimi boş boş gezindirirken aklıma sabahki sinirim geldi. Tabii ya, aynayı yere fırlatmıştım. Gözlerimle birlikte halının üzerine bakıyorduk, fazla uğraşmadan aynamı bulabilmiştim. Benim canım emektar aynam… Yere eğilip kırılmaması dileğiyle kaldırdım ama hiçbir kusur yoktu. Ayna sağlam, neyseki yumuşak bir halım vardı. Aynaya sarılarak bir sevinç gösterisi daha sergiledim, mutfakta yarım kalan sevincime rağmen.
Ben aynaya baktım ayna bana sonra yüzümü yıkamadığımın farkına vardım ve bir “OFFFFF” çektim karşıki dağları yıkacakmışçasına. Kilitlediğim oda kapısını açıp koşar adım banyoya gittim. Musluğu açtım buz gibi suyla elimi yüzümü yıkadım. Annemin babama zorla aldırdığı havluyla yüzümü sildim.
“Babam annemin bu istekleriyle nasıl başa çıkıyor?” diye içimden geçirmeden edemedim. Bunu içimden geçirirken lavabodan çıkmıştım. Odam lavabonun solunda olduğu için yönümü o tarafa döndüm. Gözüm çıkış kapısının yanındaki ayakkabılığa takıldı daha doğrusu önündeki lacivert renginde, büyük ve boynu bükülmüş bir şeye, çantama. Odama gitmek yerine ayakkabılığa ilerledim. Önüne geldiğimde çantamın en küçük gözünü açtım. Diş fırçalamaya vakit bulamadığımdan en azından ağzım güzel koksun diye naneli bir sakız attım ağzıma. Sonra yeniden yukarı doğruldum.
Parmak uçlarıma yükselip en üst raftaki beyaz ayakkabımı elime aldım.
Çekçek yardımıyla ayakkabımı giydim. Çantamı da koluma taktığım gibi evden de çıktım. Genelde evden Duru’yla çıkardım ama artık servisle gittiği için daha rahattım. Hava sıcaktı “İyi ki üzerime bir şey almamışım.”diye geçirdim içimden. Sakızımı da çiğneyerek apartmandan çıktım.
Evden sonra yolum okul yoluydu.
*🌸🌸🌸*
Eve ne yakın ne uzak olan okuluma varabilmiştim. Okulun kapısının önünde, yorgunluğu gözlerinden okunan güvenliğe bir selam çaktıktan sonra o da başını hafifçe öne eğerek selamıma karşılık verdi. Okulun bahçesine doğru hızlı adımlarla ilerlerken etrafa bakınıyordum. Bahçenin boş olmadığını görünce rahatlamıştım. Demek ki geç kalmamıştım ama yalnızdım. Okulun önüne biraz daha ilerleyip bir yerde durdum.
Yalnızlığa alışmıştım ama bir arkadaşım olsa fena olmazdı.
Gözlerim etrafı yoklarken bir anda durdum. Bakışlarım tüm insanlardan ayrılıp okulun önündeki Atatürk heykeline odaklandı. Üstünde “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.” yazıyordu. Haklıydı. Odaklandığım heykele donup kalmışken omuzumda bir el hissettim. Elimi omzuma attım. Tanımaya çalıştım ama o da yok, tanıyamadım. Tuttuğum eli omuzumdan aşırıp arkamı döndüm. Siyaha yakın bir tonda koyu kahverengi saçları, soluk beyaz ten rengi ve keskin yüz hatlarıyla güzel bir kız bana dikkatle bakıyordu da neden böyle bakıyordu?
Bu düşüncemi belli etmek için kafamı iki yana salladım. Yine de kibarlığımı bozmamaya çalışıyordum. Önce gülümsedi “Merhaba” dedi, güzel bir sesle. Karşılık vermeye çalışarak ben de “Merhaba” demeyi planlıyordum ama beklemediğim bir tanışma olduğundan biraz kekeleyerek “Me-merhaba.” diyebildim. Anlamış olmalı ki, bu ifademe karşı gülümsemesini sürdürdü. Muhabbeti açmak için “Burada yenisin galiba, seni hiç görmemiştim.” diyerek lafa girdim.
“Evet,doğru, burada yeniyim. Ailemle Kocaeli’den buraya taşındım, bu yüzden yolum bu okula düştü. Adım Buğlem. Peki ya sen?” dedi Buğlem. Benden daha sosyal bir insan olduğu kesindi.
Kendini tanıttığına göre daha fazla uzatmaya gerek yoktu. “Ayla, adım Ayla. Tanıştığıma memnun oldum.” dedim.
“Bende memnun oldum ama bu kadar mı? Bana hangi sınıftan olduğunu söyle, okulu gezdir…” diyerek kolumu kavrayıp çekiştirerek beni ilerletti ben de zorlamadan onunla beraber ilerledim.
“Birazdan İstiklal Marşı okunacak yalnız. Sonra okulu gezeriz.” dedim. Onayladığını belirtmek için kafasını yukarı aşağı salladı. Beden dilinden anlamıyabiliyordum, kardeşim sağolsun. “Kaçıncı sınıfsın, ona göre geçelim sıraya.” diye bir soru yönelttim. Duraksamadan cevapladı. “11. sınıfım.” dedi. Bu sefer “Şube hangisi?” sorumu sordum. “C, sayısalcıyım.” şaşkınla başımı sağa, yani Buğlem’in olduğu tarafa çevirdim. “Aynı sınıftayız.” dedim, nereden geldiğini anlamadığım bir sevinçle. Harbi ya, neden bu kadar sevinmiştim? Kanım ısınmıştı herhalde.
Bir an İstiklal Marşı’nın “Korkma, sönmez bu şafak…” yükselişiyle yönümüzü bayrağa dönüp saygı duruşuna geçtik. Bir süre sonra herkes sınıflarına geçerken, ben de Buğlem de koridorları gözlerimizle süzerek sınıfımıza gidiyorduk. Sınıfa girdiğimde pek de yabancı olmayan yüzler vardı.
Buğlem’le beraber üç kişi yeniydi galiba. Diğerleri de eski sınıfımdandı ya da daha önceden karşılaştığım kişilerdi. Oturma düzenlerine bakılırsa sadece Nehir ve Deniz Can geçen yılki gibi yan yana oturuyorlardı. Yeni gelen kişiler Altuğ, Buğlem, Kardelen’di. Klasik bir ilk gün yaşandı; klasik olmasına rağmen yorucuydu.
Yeni hocalarla tanışma, kırk kilo kitapları taşıma, Buğlem’le kantinde yemek yeme vs. bir okul günüydü. Öğle arası olduğundan, benim için okuldan çıkma vakti gelmişti. Öğleden sonra okula gelmeyecektim. Okuldan çıktım, eve gidiyordum. Yolda aklımdan geçirmeden de edemedim: Galiba iyi bir dost edinmiştim: Buğlem.
*🌺🌺🌺*
Telefonun ekranını açıp saate baktım. 19.53, derse ara verme vakti gelmişti. Evet, daha okulun ilk gününden ders çalışıyordum, hiçbir konu işlenmemesine rağmen. Bu yüzden sadece İngilizce ve paragraf çözüyorum. Baskıcı ailemin okullar açılır açılmaz başlayan kurallarından birisi de buydu: hiç bir zaman boş durmamak, çalışmak. Bu ailenin bu huyunu her zaman değiştirmek istemişimdir ama nafile, gram değişiklik yoktu. Test kitabının arkasını açıp çözdüğüm testin cevaplarına bakıp kontrol etmeye başladım. Kırk soru içerisinde dört yanlış vardı. Fena değildi, sonuçta sayısalcıydım.
İngilizce pek önemli olmasa da dil bilgimi geliştirmek amacıyla çözmüştüm. Yetmiş soruyla günü kapatıyordum. Durmadan soru çözme çabamdan dilim damağım kurumuştu. Rahatsız edilmek istemediğimden kilitlediğim oda kapısının anahtarını çevirip kulpu kavradım ve aşağı çektim. Odadan çıktığımda mutfak kapısının yanındaki duvarla birkaç saniye bakıştık. Sabah burada duygusal bir karmaşa yaşamıştım. Fazla beklemeden mutfaktan içeri girdim. Tezgahın önüne gelip üst dolaptan sade bir bardak çıkardım. Sonra buzdolabına koyduğum sürahideki suyu bardağa boşalttım. Hızlı davrandım çünkü dolabın ötme sesi dediğim şey, benim sinirlerimi tepeme çıkarıyordu, rahatsız ediciydi.
Soğuk su hala elimdeyken bir sandalye çekip oturdum. O kadar susamıştım ki, tek hamlede suyu bitiriverdim. Sandalye üstünde bir süre daha oturup soluklanırken, hiçbir şey düşünmemenin tadını çıkarıyordum. Bu ruhuma ve akıl sağlığıma iyi geliyordu. Keyfim az da olsa yerine gelmişti, bu yüzden tebessüm ettim. Küçük şeylerle bile mutlu olan bir insan olduğum inkar edilemezdi.
Maalesef ki bu mutluluğum, kapıdan gelen zil sesiyle bölündü. Annemin olmazsa olmaz “Ayla, kapı!” sitemiyle ayağa kalkıp, yorgun adımlarla çıkış kapısına ilerledim. Kulpu aşağı indirip kapıyı kendime kendime doğru çektim. Beni bekleyen görüntü oldukça şaşırtıcıydı. Burda iki kişi vardı: bir erkek ve bir kadın. Aslında gayet normaldi ama, bana benzerlikleri… Kör sultan bile fark ederdi.
Kadının ela gözleri, benim gibi, hatta benimkinin aynısı olan yumuşak yüz hatları, oval yüz şekli vardı. Erkek olanın ise benimkiyle aynı tonda olan kumral saçları, beyaz teni ve badem göz şekliyle bu iki insanın karışımı, hatta çocuğu gibiydim.
Kulaklarımın duyduğu söz ile tam anlamıyla dona kaldım.
“KIZIM!”
1.BÖLÜM SON
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
