3. Bölüm

2.BÖLÜM

Ada Alankaya
zoiz_yyy

“Aile: Bütün kötülüklerin iyi niyetle yapıldığı yer.”

 

“Kızım!” diye bir feryat yükseldi karşımdaki kadından. Galiba beni birisiyle karıştırmışlardı. Bu düşüncemi desteklemek için, “Yanlış adrese geldiniz galiba, ben sizi tanımıyorum.” dedim.

Benzerliklerimiz inkar edilemezdi, ama pek memnun olmasam da benim bir ailem vardı.

“Bizi tanımaman çok normal; seni bıraktığımızda çok küçüktün, Ayla’m.” dedi karşımdaki adam, beni şoke edecek sözlerle.

Hiçbir şey anlamıyordum. Bu insanlar kimdi? “Seni bıraktığımızda” derken ne demek istemişlerdi?

Ailem sandığındaki kişiler gerçek ailem değil miydi? Peki ya kardeşim, Duru? Ona ne olacaktı?

Ben… gerçekte kimdim?

Beynim bir süreliğine durmuş gibiydi. Soru yağmuruna tutulmuş gibi hissediyordum ama hiçbirine cevap bulamıyordum.

Arkamdan gelen, onların söylediklerini duymuş olmalı ki, “Bugünün geleceğini biliyordum,” dedi. Bu sözleri duyunca kaskatı kesildim.

Nasıl yani? “Bugünün geleceğini biliyordum.” demek ne anlama geliyordu? Gerçekten, karşımda duran ailenin bir çocuğu olabilir miydim? Annem, benim bu aileden gitmemi mi bekliyordu? Peki ya babam? Babam da mı bunu biliyordu? Bu mümkün müydü?

Yönümü arkaya yani anneme çevirdim. Bana değil, arkamdaki kişilere bakıyordu.

“Evet buyrun, daha rahat konuşuruz.” dedi annem sakin bir sesle.

Şaşkınlıkla bir önüme, bir arkama baktım. “B-bu ne demek oluyor?” diye sordum, sonunda konuşmayı başararak.

Ayakkabılarını çıkaran çift, içeri ilk adımlarını atarken ani bir dürtüyle bir adım geriledim. İçeri tam olarak giren kadının gözlerinde hasret okunuyordu. Bana yaklaştı; gerilemeye çalıştım ama bu sefer başarısız oldum.

Kollarını açıp, benim ona sarılacağımı düşünmediği için birkaç adım ilerisinde olan bana daha da yaklaştı ve artık aramızda mesafe kalmamıştı. Dışarıdan geldiği için soğuk olmasına rağmen, garip bir şekilde bana sıcak gelen yumuşak bedeni beni sarıp sarmaladı. Ama şu an değişik duygular içerisinde olduğum için karşılık vermedim.

O da, benim anlamsız duygular içerisinde olduğumu düşünmüş olmalı ki, bedeni benden geri çekilirken yüzüme tebessüm ederek annemin gösterdiği oturma odasına doğru yöneldi.

Yanyana ilerleyen çifte arkalarından bir süre baktım. Hiçbir şeyi anlamak istemiyordum ama bir yandan da istiyordum.

Niye herkes bu olayı normal karşılıyordu? Artık evlatlık olduğum kafamda kesinleşmişti. Peki, neden yıllar sonra gelmişlerdi?

Üvey ailemi pek sevmediğim doğruydu ama sonuçta beni belli bir yaşa kadar büyütmüşlerdi. Peki ya Duru? O, bensiz yapamazdı. Bunu öğrenince nasıl bir tepki verecekti?

Çift, oturma odasına girmişti. Gazetesini okuyor babam, artık dikkatini gazete haberinden çekip karşısında duran iki kişiye “Bunlar kim?” der gibi bir bakış attı. Aynı anda da yayıldığı koltuktan doğrulmaya başladı.

Annem ya da annem sandığındaki kişi “Ayla’ya evlatlık olduğunu söylemeliydik. Kız on altı yaşında! Ama sen…sen sanki Ayla’yı çok seviyormuş gibi bunu istemedin. Bu kızın ailesinin bir gün çıkagelmesi hiç aklına gelmedi mi? Bu arada,” dedi ve çifti eliyle göstererek devam etti, “Tanıştırayım, Ayla’nın gerçek ailesi.” diye ekledi.

“Ben de buradayım!” der gibi birkaç kez öksürdüm.

Bana dönen babamın bakışları aniden anneme döndü. “Mehtap, sen benim dediklerime uymak zorunda mısın? Her zaman demiyor musun ‘Ben özgür bir kadınım’ diye? Sen söyleseydin Ayla’ya…” yine bir kavga başlıyordu.

Pekala, ben neden boş duruyordum? Aileme olan nefreti ve düşüncelerimi belki de kusma vakti gelmişti. Dilimin ucuna gelen zehirli sözcüklerdi, bu zehir beni ele geçirmişti. Nefret ve öfkeyle kutsanmış ruhumla, “Hiç boş durmayın, hemen kavga edin. Küçüklüğümden beri yaptığınız gibi. Siz benim psikolojimi yok ettiniz. Benim duygularımı hiç mi düşünmediniz?

Siz o küçük çocuğu, duygularını yaşamaktan korkan birine dönüştürdünüz! Ailem dediklerim beni yıktı ya! Aklımı, ruhumu, duygularımı, düşüncelerimi…

Çok gereksiz aile kurallarınız var, ama bu kurallara sadece ben uyuyorum! Kendiniz hiçbir şey yapmıyorsunuz anca kavga, anca gürültü. Hiçbir zaman bana ve Duru’ya iyi bir aile olamadınız ve olamayacaksınız. Sizin, çocuğunuzu başkalarından korumak yerine, ben Duru’yu sizin psikoloji bozucu kavgalarınızdan korumaya çalışıyorum. Sizin yüzünüzden benim psikolojim yerle bir oldu ama bu sizin umurunuzda olmaz çünkü ben sizin öz çocuğunuz değilim, değil mi? Ama Duru öz ve öz olmasına rağmen bana yaptığınız gibi yapıyorsunuz, çocuğa yine bana yaptığınız gibi…”

“Neyse ki, ikinizden aldığı tek özellik dış görünüş oldu. Mesela sen anne, Duru’yla saçlarınız resmen aynı. Aynı sarı tonu, aynı su dalgaları, aynı burun, aynı dudak… hatta boyunlarınızdaki benler bile! Ama neyseki, Duru senden en ufak şeyde kavga çıkarma ve aşırı kontrolcü olma huyunu almamış.

Peki ya sen, baba? Duru’nun da senin gözleriniz bal rengi, gerçi Duru’nun ki bir tık daha açık renk ama sen fark etmemişsindir bunu. Ellerinizde birbirinin aynısı resmen. Fakat neyse ki, Duru senden de aileyi umursamama ve her ne olursa olsun karşısındakini suçlama huyunu almamış. Ama ne yapalım, sonuçta o kızı ben büyüttüm!”

Annemden ve babamdan gözlerimi çektim. Çevreme biraz göz gezdirdiğimde, hepsi de bana bakıyordu. Genelde az da olsa rahatsız olurdum, utanırdım ama artık bunun bir önemi yok bu ateşi onlar körüklemişti, bana da bu ateşe uymak düşerdi.

Bir süre sonra, bana dönen bakışlar oturma odasının kapısına yöneldiği an, ben de başımı çevirdim. Bu Duru'ydu. Kapıdan bakarken ilk olarak bakışları yan yana oturmuş, kendisine bakan çifte takılmıştı. Herkesin ona baktığını anladığında, yanakları elma şekeri gibi kızarmış bir şekilde hızlı adımlarla yanıma oturup kafasını arkama sakladı.

"Abla," diye bir fısıltı duydu kulağım, Duru'nun sesiydi bu. Başımı o tarafa çevirdim. Korkmuştu. Peki kimden? Annemden mi, babamdan mı, yoksa benden mi? Acaba dediklerimi duymuş muydu? Evet, duymuştu. Çünkü bu sefer gözlerindeki korku başkaydı.

Normalde aile içi kavgalardaki rolüm, Duru'yu korumak olurdu ama şimdi kavganın başrolü bensem, Duru'yu kim koruyacaktı? İçimdeki öfke ateşi pişmanlıkla karışmıştı.

Duru'nun korkusunu az da olsa yatıştırmak için elimle saçlarını okşadım. Duru'nun bakışlarındaki korku azalmış, yerini masumluk kaplamıştı. Arkadan gelen hem tanıdık olan hem olmayan ses, "Ben Cihan ve eşim Şebnem," dedi. Kardeşimle olan bakışmamız bölündü ve gözlerimiz aynı anda birbirinden ayrılarak, isimlerinin Şebnem ile Cihan olduğunu öğrendiğimiz çifte, belki de gerçek anne babama döndü.

"Biz Ayla'yı bebekken yetimhaneye bırakmak zorunda kaldık," dedi Şebnem zar zor konuşarak.

Bir saniye bile düşünmeden, "Neden?" diyerek atıldım. Bunu öğrenmeye hakkım fazlasıyla vardı. Başımı dikleştirip, sorumun cevabını bekledim.

Çok kısa bir süre boyunca kimse konuşmadı, sanki zaman durmuş gibiydi. Ne yoldan araba geçti, ne de kuşlar cıvıldadı; herkes kendi düşüncesine daldı. Evin önündeki yoldan, içerisinde son ses müzik çalan bir araba geçince, kum saatinin içindeki taneler yeniden akmaya devam etti ve herkes yaşamına devam etti.

Etrafa bakınıp diğerlerini seyretmeye başladım. Bakalım, benim sıkça yaşadığım bu durumda insanlar ne yapıyordu? Gerçi, benim durumum biraz farklıydı.Buradakiler düşüncelerine dalıyor, bense düşüncelerimden kısa bir sürede olsa kaçabiliyordum.

Üvey anne Mehtap, önüne düşmüş saçlarına arkaya doğru savurdu. Sinansa kafasını kaşırken kaşlarını yukarı doğru kaldırıp indirdi, sonra da sıkıntılı bir nefes verdi. Diğer çiftten Cihan Bey, yutkunarak kendine gelmeye çalıştı. Şebnem Hanım ise parmaklarını kütletti.

Herkese baktığıma göre, sıra beni bu ortamda kendim dışında tek ilgilendiren kişiye, Duru'ya gelmişti. Başımı, Duru'ya çevirdiğimde gözleri etrafta hızlı bir şekilde geziniyordu.

"Çünkü zorundaydık," dedi Cihan Bey. Bu cevap karşısında, bakışlarımı, yüz ifademi ve sesimi soğuklaştırmaya çalışarak, "Hadi gerçekten zor durumda kaldınız diyelim. Ben, sizce yıllar sonra ortaya çıkıpta annem ve babam olduğunu iddia eden iki kişinin gerçek olduğuna nasıl inanayım?" dedim.

Duru'nun yanında içimdeki öfkeyi dışarı yansıtmak istemiyordum ama şu anki durum buna müsait değildi. Dediklerim karşısında Cihan, ''Neden kendini ve bizi zorluyorsun? Bizim sana karşı anlatmaya yetmez bir özlemimiz var, ve sen bunu mu dert ediyorsun? Senin bize benzemen her şeyi kanıtlamıyor mu? Benzeme diyince, normal bir benzeme değil aşırı aşırı benziyoruz ve bunun sen de farkına varmışsındır,'' dedi.

Bu cevap karşısında göz devirip bıkmış bir şekilde ofladım. Hareketlerimin ergence olduğunu kabul ediyorum, fakat duygularımı Duru'nun yanında ancak böyle gösterebilirdim.

''Dünyada birbirine benzeyen bir sürü insan var, farkındasınız değil mi? Hem beni madem bu kadar özleyecektiniz, o zaman neden bırakıp gittiniz?'' dedim. Son cümlede duygularıma hakim olamamıştım. Boğazıma sanki binlerce iğne batıyormuş gibi bir acı sarmıştı. Yutkunamadım bile; acınası bir haldeydim. Kalan son gücümle, ''Söylesenize!'' diye bağırdım ya da bağırdığımı sandım. Kimseden çıt çıkmadı, Duru hariç. Hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.

Yine her şeyi mahvetmiştim ya da her şeyimi, kardeşimi...

Kafamı hızlı bir şekilde Duru'nun olduğu yöne çevirdim. Gözlerinden akan yaşlar pembe yanaklarına doğru süzülüyordu. Elim titreye titreye yüzünü okşayıp, az da olsa korkusunu ve üzüntüsünü yatıştırmak için hareketlendi. Fakat Duru, ondan hiç beklemediğim bir hareketi yaptı. Bir yandan göz yaşlarını silerken, dirseğiyle elimi iteleyip, yüzüme bile bakmadan oturduğu yerden kalkıp hızlı adımlarıyla odayı terk etti.

Duru'nun bu hareketi karşısında donup kaldım. Ben küçük ama hızlı adımlarla ilerleyen Duru'yu izlerken, diğerleri aralarında bir şeyler konuşuyordu, fakat bu benim umrumda değildi; mutluluk kaynağımı üzmüştüm ben. Şimdi ne yapacaktım? Duru'nun bana olan duyguları eksilmiş miydi? Peki hangileri?

İçeride ne konuşulduğunu umursamadan, Duru'nın yanına gidecektim ama Duru neredeydi? Şimdi yalnız kalmak için nereye saklanmıştı? Ailemden korktuğunda benim odama saklanırdı, peki şimdi benden korktuysa nereye saklanmış olabilirdi ki? Kendi odasına mı?

Düşünceler ve sorularla dolu bir okyanusa düşmüştüm, boğuluyordum. Sanki hipotermi geçiriyormuşum gibi bir titremeyle irkildim; kendime gelmeliydim. Zihnimi toparlamaya çalışırken bir yandan da yerimde doğrulup ayağa kalktım. Elimde olmadan dolan gözlerim içerideki önemsiz insanlara dönmüştü. Elim titreye titreye işaret parmağımı kaldırarak, ''Hepsi sizin yüzünüzden ama, ama ben sizin gibi bir canavara dönüşmeyeceğim!'' diye bağırdım. Onlar bana bakarken ben oturma odasından çıkıyordum. Şimdi nereye gidecektim? Bütün odalara açılan antreyi yürümeye başladım. Hızlı olmaya çalışsam da yavaş olan adımlarımla, titreyen ellerim ve gözümden yanağıma süzülen göz yaşlarımla yıkılmış bir haldeydim. Antrede ilerlerken, büyük ihtimal lavabodan gelen su şırıltısıyla durdum. Lavabonun kapısının altından sızan ışıkla adımlarım yere çakıldı.

Duru burada olmalıydı. Onun ne yaptığını biliyordum; öz olmasa da kardeştik biz. Hıçkırıklarla karışık ağlama sesi duyulmasın diye musluğu açtığını da biliyordum, en ufak karanlıktan korktuğu için ışığı yaktığını da. Peki, kapı? Onu da kilitlemiş miydi? diye düşünmeme gerek bile kalmadan içeriden kilitlemişti. O da benim ne yapacağımı biliyordu. Kapının kulpunu son bir umutla indirip içeri doğru ittirdim fakat çabam boşunaydı. Kapıyı birkaç kez tıklattım. Bu davranışıma tek cevap, içerideki su sesinin şiddetlenmesi oldu.

 

''Ablacığım,'' dedim. ''Nolur, nolur...'' devamını getiremedim, ağlamam su seslerini bastıracak kadar şiddetlenmişti. Bir müddet sonra hangisi su şırıltısı, hangisi Duru'nun ağlaması, hangisi benim ağlamam, ayırt edemiyordum. Sözde ailelerimiz ise hiçbir şey yapmıyordu.

Aslında bu daha iyiydi belki de. Şebnem ve Cihan gerçekten ailemdi ve yanıma gelirlerse gözyaşlarımın öfke ateşine dönüşeceğini biliyorlardı. Herşeyi düşünüp hiçbir şeyi anlamlandıramazken bir anda zihnimde bir kıvılcım belirdi. Tam bu sırada Duru'nun ''Abla git!'' sitemini duydum. Haklıydı, gitmeliydim ve sonra da Mehtap'ın dolabından anahtarları alıp geri dönmeliydim.

Arkamı döndüm, tabii ki de anahtarları almaya gittiğimde yakalanmak istemezdim. Oturma odasına baktığımda kapı kapalıydı, şaşırmadım çünkü tam da Mehtap'tan beklenecek bir hareketti. Benim de işime gelirdi. Kapının kapalı olmasını fırsat bularak, antrede Mehtap ve Sinan'ın odasına ilerlemeye başladım. Biraz ilerledikten sonra sol tarafa döndüm ve sağdan ilk kapının önünde durdum. Hedefim olan kapı kolunu sessiz ve yavaş bir şekilde aşağı doğru indirdim. Kulpunu tuttuğum kapıyı olabildiğince sessiz davranmaya çalışarak içeri ittirdim. Artık odaya girebilirdim.

Olmazsa olmazımız yine sessiz ve dikkatli adımlarımla odaya sızdım ve arkamdaki kapıyı yine aynı şekilde kapattım. Krem renkli dolaba bir bakış attım çünkü bir sürü kapağı ve çekmecesi vardı. ''Acaba hangisinde?'' diye fısıldamadan edemedim. Hızlı olmam gerekiyordu ve bu yüzden dolabın ilk kapağının kulpunu kavrayıp çektim, bu kısımda özenle katladığı pantolon ve kazaklar bulunuyordu.

Hepsini nazikçe ve şüphe uyandırmayacak şekilde, iz bırakmadan hızla altını üstünü yokladım. Bu kısımda bulamamak beni hırslandırdı. Bu sefer parmak uçlarımda yükselerek en üst dolabın kapağını açtım. Bu kısımda özenle işlediğini söylediği havlu ve çarşaf çeşitleri vardı. Hepsinin arkasını yokladım ama yoktu. Bir umut, aralarında ellerimi gezindirirken hissetmeye çalıştığım sert bir cisim hissettim. Kafamı biraz daha yukarı kaldırıp, aradığım şeyi bulduğumdan emin olmaya çalıştım. Bir yandan da çarşafları ve havluları tüm gücümle yukarı kaldırıyordum. Gözlerim biraz gezindikten sonra durdu. Anahtarların olduğu bir poşet, el emeği, dantelli, bebek pembesi renkte bir havlunun üzerindeydi. İstediğimi bulmanın mutluluğuyla yüzüme küçük bir tebessüm yerleşti.

Dolabın yanındaki aynaya, yani kendime bir bakış attım. Ağlamaktan kızarmış gözlerim, şimdi küçük ama içli bir şekilde tebessüm ediyordu. Gözlerimi aynadan çekip tekrar dolabın içine çevirdim. Kardeşimle aramızda olan kapıyı açacak olan anahtar buradaydı.Parmak uçlarımda durmak beni zorlamasına rağmen, elimi poşete uzattığım gibi, çektim aldım. İçini açtım ve içindeki anahtarlar tek bir halkaya bağlıydı Halkanın bir ucundan tutup elime aldıktan sonra poşeti cebime sıkıştırdım. Hangisi diye düşünmeden, elimde anahtarlarla kapıya doğru yöneldim. Kapıyı açmadan önce kapının dışında ne tür hareketlenmeler olduğunu anlamak üzere kulağımı kapıya yasladım. Çok kısa bir süre böyle kaldıktan sonra, dışarısının temiz olduğuna kanaat getirdim. Kapıyı açtığım an, kafamı kapıdan dışarı sarkarak ortamı kontrol ettim ve odanın kapısını kendime doğru çekerek kapattım. Bu işlemi yaparken diken üstünde yürüyormuşçasına dikkatli ve sessizdim. Bir anlık boşluğa kapılıp başımı Duru'nun odasının kapısına çevirdim. Odasının kendisi gibi tatlı bir kapısı vardı.

Sarı, yani en sevdiği renkte olan bütünleşince, ''DURU'' yazan harfler beyaz renkli kapıyla sevimli bir uyum içindeydi.

 

Harflerin etrafını süsleyen hayvan çıkartmaları, bir yapbozun parçaları gibi Duru'yu tamamlıyordu. Beraber yapmıştık bunları. Elimde anahtarlarla yakalanmak istemezdim bu yüzden hızlı adımlarla lavabonun önüne geldim. Kapıyı açmadan önce oturma odasının kapısına göz atmadan da yapamadım. Kapı kapalıydı ve içeriden konuşma sesleri geliyordu. Bu konuda şanslıydım. Lavobonun kapısının tam karşısına dönüp, elimdeki anahtarları teker teker denemeye başladım. Birinci olmadı, ikinci de olmadı, üçüncü de... elimdeki yedinci anahtarı denemeye başladım ve şükürler olsun, kapı açıldı. Aklımda ''Duru nasıl fark etmedi?'' sorusu vardı ama şuan gördüğüm manzara bunu cevaplıyordu.

Musluk kısmının yanında, altına paspası çekip, üzerinde kıvrılmış, kafasının altına elini koyup uyuyan Duru, bütün sevecenliğiyle gözümün önündeydi. Derindi uykusu, her türlü sesle asla uyanmazdı. Ağlamak onu yorardı, çoğu zaman uykusu gelir fakat uyumazdı. Bu sefer ilk fırsatta uyumayı tercih etmişti. Kapıyı sanki kırılacakmış gibi yavaşça ve dikkatli bir şekilde elimle ittirerek kapattım. Yavaş ve sakin adımlarla Duru'nun yanına doğru ilerledim. Paspasın hemen kenarına gelince çömelip kardeşimi izlemeye başladım. ''Özür dilerim.'' diye mırıldandım sessizce. Duru'yu uyandırmak istemiyordum. Rüya gördüğünden emindim. Sürekli düş görürdü, en mutlu olduğu yerde oydu. Kimi rüyasında pamuk şekerlerden bulutların üstünde yaşayan bir peri olur, kimi rüyasında çikolata şelalesinden kayardı. Her zaman rüyasını anlatır, anlattığında her zaman bana da bir rol verirdi düşünde.

Küçük bedenini soğuk duvara yaslı gördüğümde, gözümün önünde hasta olmasına izin veremezdim. Hasta olmayı da sevmezdi zaten. Çünkü kimse onunla ilgilenmezdi, benim dışımda fakat benim de okulum olduğu için onunla çok kısa bir süre ilgilenebilirdim ancak. Kaldırmaya çalışsam uyanır mıydı acaba? Ama uykusu derindi, uyanacağını zannetmiyorum. Elimi duvarla birleşmiş vücudunda gezindirdim, sırtı duvarın soğukluğunu çekmeye başlamıştı. Ağır şeyler kaldırmak hiç benlik değildi ama Duru'yu kucağıma alıp odasına götürmem gerekiyordu. Kıyamazdım.

İki elimi de Duru'nun sırtına koyduktan sonra beline doğru biraz ilerletip küçük gövdesini iyice kavradım.Yerinden azda olsa doğrultmayı başardıktan sonra bir elimi sırtından çekip diz kapağının altına yerleştirdim. Duru ağır birisi değildi, aksine oldukça hafifti fakat onun zayıflığı kadar benim de güçsüzlüğüm vardı. İnsanlar tarafından ''kuş gibi'' olarak adlandırılan şeyleri kaldırmayı bile beceremezdim. Ama çabalardım. Duru da bu kategoriye giriyordu sanırım. ''Sadece lafta güçlü'' olarak tanımlanan bir insanım. Fakat konu Duru olduğunda işler değişir, tam anlamıyla gözüm dönerdi. Bu sebeple tüm gücümü ellerime ve kollarıma vererek Duru'nun zeminle bağlantısını kestim. Kollarımdaki Duru'ya kısa bir bakış attıktan sonra bacaklarımın altındaki kolumu çekip tekrar sırtına yerleştirdim. Tüm bunları yaparken hiç olmadığım kadar hızlıydım. Kucağımdaki Duru'yu yapabildiğim kadar yerinde dikleştirdim. Minik kafası omzumdan hafifçe aşağı düşünce bu kadar dikleştirebilmenin yettiğine kanaat getirebilmiştim. Duru'yu sarsmamaya çalışarak yerimden kalkmak için hareketlendim.

Yaklaşık yarım dakika sonra yoğun çabalar sonucu çömeldiğim yerden kalkabilmiştim. Gözlerimi kapatıp rahat bir ''ohh'' çekecekken, kardeşim kucağımdan kayıp gidecek gibi olmuştu. Panikle sırtındaki elimi yeniden diz kapağının altına yerleştirdim. Rahat oflamam, kızgın bir oflamaya dönüşmüştü. Kulağıma Duru'ya ait tatlı homurtular gelince, bebek sakinleştirir gibi ''pişş, pişşş...'' demeye başladım. Bir yandan da sırtını sıvazlıyordum. Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım, biraz bıkmış bir durumdaydım. Kapıya doğru yönelmeden önce, lavabonun üstüne koyduğum anahtarları almam gerekiyordu, Duru'yu lavabonun üstündeki bir boşluğa yavaşça oturttuktan sonra, bacaklarım altındaki elimi çekip halkaya bağlı anahtarları aldım. Aldığım gibi de eşofmanımın cebine attım. Elimi yeniden Duru'nun bacaklarının altına koyduktan sonra, kardeşimi yeniden kucağıma aldım.

Yönümü kapıya çevirip kaygan fayanslara dikkatli bir şekilde birkaç adım attım, bir an önce buradan çıkmak istiyordum. ''Bu kadar titiz olmaya ne gerek var ki?'' diye geçirdim içimden. Bu sitem tabii ki Mehtap'aydı. Kendimi buzlu yolun üstünde kar lastiği olmayan bir araba gibi hissediyordum. Tedbir ve özen dolu adımlarım kapının önüne gelince durmuştu. Bir yandan Duru'nun bedenini kollarımla sıkıca tutarken, bir yandan elimle kapının kulpunu indirdim.

Kapı açıldıktan sonra ayağımla biraz içeri iteleyip, sığabileceğim bir aralık oluşturdum. Kucağımdaki minik bedeni daha sıkı kavradım. Yavaşça ve ses çıkarmamaya çalışarak kapı aralığından koridora doğru süzüldüm. Kapıyı kapatmadan önce salona küçük bir bakış attım. Kapı, sanki yerine çakılmış gibi hala kapalıydı. Kulpunda ise tek bir hareketlilik yoktu. İçimdeki panik kıvılcımlarıyla yanmış ateşe, sakinlik okyanusundan büyük bir dalga gelmişti, rahatlamıştım.

İçeride edilen büyük ihtimal benim hakkımda olan muhabbetin sesi kulaklarıma sinek vızıltısı gibi geliyordu. Kapının kulpunu elimle kavradım. Güçlükle kendime çekip kapattıktan sonra sağa dönüp antrede yol almaya başladım. Zemin bu sefer fayans olmadığı için rahattım ve ayrıca antre boyunca uzanan halı da vardı. Duru'nun odasına giden yolda kuğu gibi süzülüyordum. Bu zarif yürüyüşüm Duru'nun odasına gelince son buldu.

Kapıyı artık ezbere bidiğim bir şekilde açtıktan sonra içeri girdim. Duvarın yanında olan yatağa doğru ilerlemeye başladım. Sevimli bir odası vardı. Sarı renkte gardırobu, rapunzelli yatak örtüsü ve hayvanlar aleminin en sevdiği üyelerini resmetmiş halısı, bu sevimliliğin temel taşlarıydı. Gerçeği söylemek gerekirse, Mehtap ve Sinan Duru'dan maddi anlamda hiçbir şeyi sakınmamıştı. Fakat duygusal anlamda açtıkları boşluğu ben doldurmuştum.

Kucağımdaki uykusunda kaybolan Duru'yu usulca ve nazikçe yatağın üstüne bıraktım. Uykusu derin bir okyanus gibiydi, o kadar eylemde bulunmama rağmen hiç uyanmamıştı. Yatağın kenarında bulunan katlanmış beyaz renkte, pofidik battaniyeyi elime alıp açtım. Açılmış Duru'nun nerdeyse iki katı olan battaniyeyi itinayla kardeşimin bedeninin üstüne yerleştirdim. Duru battaniyenin üzerine çöken ağırlığını hissetmiş olmalıydı ki yönüne duvara çevirdi. Bu hareket sonucu açılan sırtını örttükten sonra dağılmış saçlarını okşayıp alnına minik bir öpücük bıraktım.

Ellerimi Duru'nun bedeninden çekerken bir yandanda ellerimi ceplerime yerleştirip Duru'nun yanına kıvrılacaktım fakat cebime koyduğum anahtarları hissettim. Anahtarları aldığım yere geri bırakmam gerekiyordu ama çok bunaltıcı. Şüphe uyandırmak istemediğimden bunu yapmalıyım isteksiz adımlarımla Duru'nun yanından ilerlemeye başladım. Kapının kulpunu sessizlikle kavrayıp kendime çektim. Odadan dışarı çıkıp aynı şekilde kapıyı kapattım. Az önce kuğu gibi süzüldüğüm antrede bıkmış ve sıkılmış ama bir o kadarı da sessiz ve dikkatli adımlarımla Mehtap ve Sinan'ın odasına ilerliyordum.

Az bir yol katedtikten sonra kapının önündeyim. Kapının soğuk kulpunu elimle kavradıktan sonra aşağı indirip içeri doğru iteledim. Yorgun adımlarımla odanın içerisine sızıp kapıyı kapattım. Bu arada şu da gözümden kaçmadı; kendimi ajan gibi hissediyordum. Dolabın önünde geldiğimde parmak uçlarıma çıkıp en üstteki dolabı kapağını kendime çekerek açtım. Dolap kokusu üzerine sinmiş havlular, çarşaflar artık gözümün önündeydi. Havlu ve çarşaf dolu katlara bakarken yanlarındaki küçük bir boşluk gözüme ilişti.

Aklıma cebime attığım, anahtarların içine konulması gereken poşet geldi. cebimdekileri dolaptaki boşluğa koymak gayet cazip bir fikirdi. Bir elimi cebime atıp dokusuna göre poşet olduğuna kanaat getirdiğim cismi çıkardım. Buruşmuş, tipi kaymış bir poşet elimdeydi. İki ucundanda tutup biraz silkeledim. Poşeti düzelttiğime göre anahtarları cebimden alabilirdim. Bir elimde poşeti tutarken diğer elimi cebime atıp anahtarı çekip aldım. İçini açtığım poşeti elimdeki anahtarları fırlatıp ağzını "kör düğüm" denilecek bir sıklıkta bağladım. Az önce fark ettiğim boşluğa poşeti yerleştirip gözlerim ve boşta olan ellerimde bebek pembesi, el emeği, dantelli havluyu aramaya başladım.

Parmaklarımla havluların ve çarşafların altını yoklarken bir anda durdum. Bebek pembesi, dantelli bir havlu gözümün önüne geldi. Bir elimle havluların ve çarşafların düşmesini engellemeye çalışırken, diğer elimle havluyu hızla kavrayıp asıl yerine yerleştirdim. Elimi çektim ve havların düşüp düşmediğine emin olduktan sonra odadan çıkmaya karar verdim. Nokta kadar küçük bir su damlası yere dökülmüş gibi sessizdim. Rahat adımlarla kapıya yöneldim.

Kapının kulpunu büyük bir sakinlikle indirip kendime çektim. Antreye çıktığımda, salondaki sesler yine kulaklarımı doldurdu. Her zamanki gibi, umursamazlık maskemi taktım. Ama... bu maskeye rağmen, beni gerçekten ilgilendiren tek varlığa, Duru'ya doğru yürümeye başladım. Odalar birbirine uzak olmadığından, hedefime ulaşmam uzun sürmedi.

Kapının soğuk kolunu elimle kavrayıp aşağı çektikten sonra kapıyı yavaşça açtım. İlk adımımı attıktan sonra arkamı dönüp kapıyı narince kapattım. Duru'nun odasına doğru ilerlerken halının üzerindeki penguen, papağan, zebra, kedi ve son olarak tavşan desenlerin üzerinden geçtim. En sonunda Duru'nun yatağının dibine vardım.

Duru'nun üzerini örttüğüm battaniyenin açık kısmına yavaşça yerleştim. Üzerime karabulut gibi çöken hem üzüntü hem de yorgunlukla gelen hafif bir mayışmayla başımı yatağın başlığına yasladım. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp dinlenirken, Duru'nun o klasik sesini duydum:

"Abla."

 

*🌸*

 

Öfkeli adımlarla koridora doğru ilerleyen, başı dik Ayla'ya herkes şaşkınlıkla bakakalmıştı. İlk kendine gelen Mehtap oldu. "Klasik Ayla," diye mırıldandı. Bu olanlar karşısında kendini zor da olsa toparlayan Cihan, hafif bir gülümsemeyle, "Aynı benim gibi dik başlı. Sonuçta benim kızım, tam bir va-" diye konuşurken Mehtap araya girip, "Vaklayacaksınız galiba Cihan Bey," dedi.

Eşinin aksine daha pasif olan Sinan ise sonunda kafasını toparlayarak Mehtap'a ters bir bakış attıktan sonra Cihan'a döndü: "Çocuklar büyüdükleri ortamdan etkileniyor tabii." dedi.

Konuşmaları kayıtsız bir şekilde dinleyen Şebnem, ortamda şüphesiz en mantıklı düşünen kişiydi. Hafifçe doğrulamak, "Çocuklar genetik özelliklerini ailesinden alır; huy, davranış, dış görünüş, boy... Tabii ki çevrelerinden de etkilenirler. Ama özleri her zamanbiyolojik ailesidir. Sizin şu an Ayla'yı kendinize benzetmenizin tek sebebi, davranışlarında gördüğünüz dik başlılık. Bunu da kimden aldığı ortada. Neyse, konuyu daha fazla uzatmayacağım. Ayla bizim kızımız ve bu gerçek daimî kalacak. Tabii bu gerçeği somutlaştırmak da lazım. O artık bizimle kalacak," diye herkese net bir şekilde hitap etti.

Mehtap, ortamın ciddileştiğini anlayınca bir anda ayağa fırladı. Tıkır tıkır eden panduflarıyla hızla kapıya yöneldi, kapıyı sertçe kapattı ve yerine oturdu. Cihan, konuyu daha fazla uzatmadan, "Kızımızı alıp gitmek istiyoruz ve bunu yapmaya sonuna kadar hakkımız var," dedi.

Sinan, bu sözlere dayanamayıp birden haykırdı: "Hakkınız var, hakkınız var da bunca zamana kadar neredeydiniz, Cihan Bey!" Bu çıkış karşısında yanında oturan Mehtap, kocasını ayağıyla dürttü. Şebnem ise pişmanlıkla yanıp tutuşuyordu. Derin bir farkındalık hissiyle ayağa kalktı. Bir süre önce salonun kapısının hızla kapatıldığını hatırlayarak, "Müsade ederseniz, kızımı görmeye gideceğim, Mehtap Hanım," dedi alaycı bir ifadeyle.

Mehtap, yerinde dikleşerek oturuşunu düzeltti. Şebnem'i durdurmak istedi ama ayakta duran kadını durdurmak mümkün değildi.

"Nafile... Nafile... yapılan herşey nafile..." diyerek yavaşça ama duyurabilmek bir şekilde mırıldandı.

Şebnem, kapı kulpunun üzerindeki elini durdurup başını arkaya çevirdi. Anlamaz bakışlarla Sinan'a bakarak, "Nafile derken? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu. Sinan, bu soruyu yanıtlamak için kısa bir süre düşündü ve ardından, "Size de dediğim gibi, Ayla, Duru'yu yıllardır tanıyor. Eğer şimdi yanına giderseniz, belki de hiç güzel şeyler söylemez. Tıpkı odadan çıkmadan önce söyledikleri gibi..." dedi.

Şebnem, Bu sözlerin ardından sessizleşti. Kalbinin her odacığı pişmanlıkta doğmuştu. Derin bir nefes alıp hiçbir şey söylemeden eşinin yanına oturdu. Mehtap, eşine bir bakış atıp bakışlarına oda içinde gezdirmeye başladı. Sinan ise gayet rahat bir görünüm sergiliyordu.

Cihan, kararlı bakışlarını karşısındaki çifte odaklamışken, Şebnem dik bir şekilde oturup sakin kalmaya çalışarak arkasına yaslanmıştı. Odanın havası ağırdı ve herkes kendi düşüncelerine gömülmüştü.

 

Cihan, artık asıl meselelerin konuşulması gerektiğini fark etmişti. Derin bir nefes aldı ve söze başladı:

"Ayla bizim öz kızımız," dedi kararlı bir sesle. "İster DNA testi yapın, ister başka bir şey. Bu gerçeği değiştirmez, aksine kanıtlanabilir hale getirir. Ayla’yı bebekken yetimhaneye bıraktık, çünkü ikimiz de çok gençtik.

 

Bebeği bırak bir yana, kendimize bile bakamıyorduk. Evde yiyecek hiçbir şeyimiz yoktu, sürekli haciz geliyordu. Belki de bizim imtihanımız yoksulluktu. Söyleyin bana, kendine bile bakamayan bir anne baba, çocuğuna nasıl bakabilir? Bir baba, çocuğu Petibör bisküvi istediğinde nasıl ‘paramız yok’ diyebilir?”

Cihan’ın sözleri odada derin bir sessizlik yarattı. Mehtap, içinde büyüyen acıma duygusuyla konuştu:

"Peki, şimdi Ayla’ya bakabilecek misiniz?"

 

Cihan, hiç tereddüt etmeden cevap verdi:

"Tabii ki. Şu anki durumumuz gayet iyi."

 

Mehtap merakla sordu:

"O günleri zorlukla geçirirken, nasıl oldu da durumunuz düzeldi? Hayır yani, geçim zor, bilirsiniz."

 

Cihan biraz duraksadı ve ardından konuştu:

"Uzun mesele... E, biraz da özel. Bu yüzden anlatmamak daha iyi. Haklısınız, geçim zor ama bizim geçmişteki halimizle şu an arasında hiçbir benzerlik kalmadı."

 

Mehtap, bir an düşündükten sonra nazikçe sordu:

"Bu arada sormak ne kadar doğru olur bilmiyorum ama meslekleriniz nedir?"

 

"Borsa," dedi Cihan kısaca.

 

Mehtap, bu cevabın ardından Şebnem’e dönerek sordu:

"Ya siz?"

 

"Moda tasarımcısıyım," diye cevapladı Şebnem sakin bir sesle.

Şebnem, cevabını verdikten sonra ekledi:

"Şimdi, bundan sonraki hayatımızı Ayla ile geçireceğimize göre onun hakkında bilgi edinmemiz lazım. Alerjisi var mı? Kan grubu ne? En sevdiği renk, en sevdiği yemek ne? Nasıl müzikler dinler? En sevdiği dizi ve filmler neler?"

 

Bu soru yığını karşısında Mehtap bir an bocaladı, ardından toparlanarak cevap verdi:

"Keçi sütüyle yapılan her şeye alerjisi var. Kan grubu AB Rh negatif, sanırım. En sevdiği rengi bilmiyorum ama kıyafetlerinde genelde koyu tonları tercih ediyor. Sevdiği yemek çok fazla, bu yüzden sadece sevmediği yemekleri söyleyeyim," dedi ve devam etti:

"İşkembe, bamya, ciğer, yayla çorbası... Özellikle yemeklerin içinde sarımsaktan nefret eder. Ne tür müzikler dinlediği ve en sevdiği dizi ya da filmi bizzat ona sormanız daha iyi olur. Bu konuda bir bilgim yok."

 

Şebnem, Mehtap’ın söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sustu. Bu sırada Cihan ve Mehtap, yaklaşık yarım saat boyunca aile hakkında konuşmaya devam ettiler. Ancak bu süre zarfında, Ayla ve Duru’nun neler yaptığı konusunda hiçbir fikirleri yoktu.

 

Ayla, Duru’yu lavabodan çıkarmak için Mehtap’ın odasına gizlice girmişti. Ayla, kardeşi için hüngür hüngür ağlıyor, onun için çabalıyordu. Aile konuşmalarına devam ederken, Ayla her zamanki gibi kardeşi için tek başına mücadele ediyordu.

 

2.BÖLÜM SON

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 03.02.2025 17:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...