5. Bölüm

3.BÖLÜM

Ada Alankaya
zoiz_yyy

3.Bölüm

 

“Biyoloji kader değildir, sevgi en güçlü bağı oluşturur.”

“Abla!” diye bir homurtuyla gözlerimi araladım. Derin uykusundan uyanmış olan Duru, hafif şişmiş, zar zor açabildiği gözleriyle, susuzluktan kurumuş dudaklarıyla ve uykulu, sorgulayıcı ama sevimli yüz ifadesiyle karşımda duruyordu. Şimdi o bana ne diyecekti? Peki, ben ona ne diyecektim? Kafamdaki soruların doğru düzgün bir cevabı yoktu. En iyisi akışa bırakmaktı.

“Ablacığım,” dedim kısık ama tatlı bir sesle.

Duru, bu cevabıma bir şey demedi. Aksine, üzerindeki battaniyeye daha çok sokuldu. Şaşkın değildim. Duru’nun hassas bir kalbi vardı.

“Ablacığım,” diye başladım, ince bir sesle. “Biliyorum bana kızgınsın, kırgınsın. Ama insanlar bazen duygularına hakim olamaz. Bilmeden, istemeden sevdiklerini kırabilir…”

Ağzımdan çıkan bu sözler karşısında Duru, minik elleriyle sıkıca tuttuğu battaniyesini hafifçe bıraktı. Bakışlarını bana çevirdi. “Gözler ruhun aynasıdır.” derlerdi. Belki de haklıydılar.

Duru’nun gözlerine iyice odaklandım. Işıktan dolayı bir büyüyüp bir küçülen göz bebeklerinin içinde sayısız duygu vardı. Bal rengi kısımlarında ise her bir duyguyu ayrı ayrı yansıtan sayısız ifade gizliydi. Evet, gözler ruhun aynasıydı ve Duru’nun gözleri de çevresinde neler olup bittiğini bir türlü adlandıramayan ruhunu yansıtıyordu.

“Özür dilerim,” dedim, istemsizce titreyen sesimle. “Özür dilerim. Böyle bir ailede, bir karanlığın içinde doğduğun için özür dilerim. Ama… ama sen her zaman bu karanlığı bir yıldız gibi aydınlatacaksın. İçindeki ışık hiçbir zaman sönmeyecek. Her zaman senin için her şeyi yapmaya hazır bir ablan olacak.”

Duru, titreyen gözlerini yüzümde gezindirirken nihayet konuştu. “Abla,” dedi. “Sen… benim gerçek ablam mısın?”

Bu sözleriyle boğazım düğümlendi. Kalbime, sanki milyonlarca iğne batırılıyormuşçasına bir acı yayıldı. Bakışlarım titredi. Beynim durmuştu. Asıl şimdi ne diyecektim?

“Hayır.” deyip gerçeği mi söyleyecektim? Bunu yapamazdım. Duru, yıllardır beni ablası olarak biliyorken gerçeği söylemek onu hayal kırıklığına uğratırdı. Onun hassas ruhuna ağır gelirdi. Ya “Evet” desem? Peki, salondaki konuşmalarımızı duyduktan sonra inanır mıydı?

Duru, cevap bekleyen gözlerini gözlerimden ayıramıyordu. Belki de zihnimi gözlerimden okumaya çalışıyordu. Yapabilir miydi? Zihnimdeki o belirsiz ama bir o kadar da gerçek olan o cevabı görebilir miydi? Belki de hassas ama güçlü ruhu; ruhumu, zihnimi, kalbimi okuyabilirdi.

Ya da ben anlatacaktım. Zihnimi, ruhumu, kalbimi, aramızdaki bağı… Zar zor çıkan duygu dolu sesimle anlatacaktım. Benim için ne kadar zor olsa da vereceğim cevabı düşünmem belki de saatler sürebilirdi. Bu saatler süren düşüncem, Duru’yu daha çok endişelendirip korkutabilirdi. Hatta istemeden bazı şeyleri yanlış anlamasına sebep olabilirdi. Bu yüzden ne diyeceğimi bilmez hallerimle konuşmaya karar verdim.

Önce minik bir öksürükle düğümlenmiş boğazımı temizledim. “Duru, ablacığım.” dedim, duygu dolu bir sesle. “Sen… benim kardeşimsin. Ben de senin ablanım, tabii ki.”

Sonunda konuşmayı başarabilmiştim. Ama açıklamayı nasıl yapacaktım? Uzun sürmedi. Benim cevabımın üzerine yeniden soru ekleyip beni daha da farkındalık duygusuna boğdu.

Duru, göz temasımızı sürdürerek, “Salonda konuşulanlar neydi? Ve salondaki o iki yabancı da kimdi?” dedi. Beklediğim bir soruydu ama beni asıl yaralayan son söylediği oldu:
“Ayla abla?”

“Abla” değil, “Ayla abla” sanki bir yabancıymışım gibi.

“Ayla abla mı?” diye sordum şaşkınlıkla. Duru, başını aşağı yukarı sallarken iki kere art arda göz kırptı. Bana bir yabancıymış gibi davranıyordu ama beden dili, her zamanki gibi ablası olduğumu bilerek hareket ediyordu. Bu sıradan bir kafa sallama değildi. Bana sadece “Abla” değil, ismimle de hitap etmişti. Kafasını sallaması “Evet, benim ablamsın. Ayla ablamsın.” der gibiydi. Hatta tam olarak öyleydi.

Zordu… istemediğim bir şeyi anlamak ama ben anlamıştım. Duru, içindeki soru yığınının doğru cevaplarını alana kadar ne bu bakışları bitecekti ne de sözleri duracaktı. Kalbi beni gerçek ablası gibi görüyordu ama hayal kırıklığına uğramıştı. Ve bunu sözleriyle belli ediyordu.

Duru’yu bu karmaşanın içinden çıkarmak için açıklamaya başladım:
“Duru, salonda söylenenler her neyse seninle benim aramdaki bağı yıkamaz. Bu bağ, aramızdaki sevgi ve güvenle ilmek ilmek işlendi. Hiç kimse bu bağı yıkamaz ki buna da asla izin vermem.”

O ise hâlâ yüzüme, gözlerime bakıyordu. Sanki “Ne anlatıyorsun?” diyordu. Benden hala konuşmamı istediğini düşündüğümden, yeniden konuşmaktan başka çarem yoktu.

“Duru, istediğin kadar benden uzaklaşmaya çalış, yabancıymışsın gibi sözler söyle. Ama bu, aramızdaki bağı yok etmeyecek. Sen benim kardeşimsin, ben de senin ablanım. Bunu kalbinde, ruhunda kabullenmişsin. Sözlerinle inkar ederken bile beden dilinle bu gerçeği kabul ediyorsun.”

Bu sözlerimden sonra Duru’nun gözlerime bakışlarının değiştiğini fark etsem de fazla dikkate almadım. Onun bana baktığı soğuk ya da biraz yumuşamış bakışlarına karşılık, ben ona daha sıcak ve güven veren bir şekilde bakıyordum.

Kim bilir, belki de geçmişten bahsetmek gerekiyordu. Bakışlarımdaki güveni ve sıcaklığı sesime yansıtmaya çalışarak, “Duru,” dedim. İşaret parmağımı kapıya çevirdim. “Bu kapının iki tarafını da süslemiştik, hatırlıyor musun? Hatta işimiz bittiğinde baş parmaklarımızı uhuyla birbirine yapıştırmıştık. Çok zor ayrılmıştık, değil mi?”

Bu cümlelerden sonra parmağım, duvarda asılı duran yapboza döndü. “Peki, bu yapbozu hatırlıyor musun? Yarısını sen, yarısını ben yapmıştık. Fakat sıra ortadaki kalbe gelince beraber tamamlamıştık. Ama sen taşırken yanlışlıkla düşürmüştün. Bütün parçalar her yere savrulmuştu. Fakat biri hariç: Beraber tamamladığımız kalp hâlâ bir bütün halinde duruyordu, değil mi?” dedim. Duru’nun bana olan bakışlarının hafiflediğini hissederken, odadaki sessizlik düşüncelerimin önüne geçiyordu. Belki de artık konuşma sırası ondaydı. Ona kendimi anlatabildiysem, şimdi sıra ondaydı diye düşünüyordum. Sessizlik devam ederken, Duru derin bir nefes aldı. Bir şeyler söyleyeceğini anlamıştım. Gözlerim hâlâ duvardaki yapbozdayken, bu durumu fark edip başımı Duru’ya çevirdim. Sanki konuşmaya hazırlanıyor ama nereden başlayacağını kestiremiyor gibiydi.

Fakat bir yerden başlamayı başardı. “Uyuduğumda…” dedi o tatlı sesiyle. “Bir rüya gördüm. Sen de vardın içinde. Bir gölün kıyısındaydım. Hava çok sisliydi. Siz büyükler ne dersiniz, göz gözü görmüyordu. Karşımdaki göle yerde bulduğum taşları atıyordum. Sonra… sonra arkadan bir ses geldi hemen tanıdım.”

Tüm bunları söyledikten sonra yüzünü bana döndü. “Senin sesin.” dedi.
“ ‘Duru’ diyorsun ‘Ablacığım.’ Arkaya bakıyorum, bir sürü ağacın arasında seni görüyorum. ‘Duru’ diyorsun yeniden. ‘Seni asla bırakmayacağım!’ diye bağırıyorsun. Sonra da…” dedi ve sustu. Devam etmedi.

“Sonra?” dedim merakla.

“Sonra senin arkandan birkaç kişi geldi. Kollarından tutup seni götürdüler. Ağaçların arasında ‘Duru, ablacığım!’ diye bağırırken kayboldun. O tarafa koşmaya başladım ama sanki ben o yöne gittikçe ağaçlar benden kaçıyordu. Yalnız kalmıştım rüyamın sonunda. Uyandım ve seni yanımda gördüm işte.”

Sözleri bitince, onun duygulandığını ve korktuğunu anlamıştım. Kıyamazdım. Bu rüyayı, endişelendiği için gördüğünü düşündüm ve ona bakmaya devam ettim. Masum masum bakıyordu. Şimdi de sanki ağzımı açsam ağlayacak gibiydi. Ama onu teselli etmem ve korkmamasını söylemem gerekiyordu.
Derin bir nefes alma sırası bendeydi. Nefesimi aldıktan sonra konuşmak için ağzımı açtım. Ancak tam o anda, uzun zamandır rastlamadığım o sıcaklığı hissettim.

Duru “Abla” diyerek bana sarıldı. Söyleyeceklerim boğazıma dizildi. Şaşırmıştım ama belli etmedim. Her zamanki gibi, o bana sıkıca sarılmaya çalışırken ben daha sıkı sarıldım.

“Abla,” dedi tekrar. “Beni asla bırakma, olur mu?”

Sesi duygu doluydu. Ona sıkı sıkı sarılırken, “Asla,” dedim. “Asla seni bırakmayacağım, ablacığım.”

Bir süre daha sarıldık. Bu, ikimizinde yaralarını sarıyordu. Onun aklındaki karmaşa hafiflemiş gibiydi ama bende bu karmaşa giderek çoğalıyordu. Salondaki Cihan ve Şebnem denilen iki kişi, birden hayatımın ortasına bomba gibi düşmüştü. Dengeleri altüst etmişlerdi.

Pek iyi olmasa da normal bir hayatım vardı: baskıcı, sürekli kavga eden bir aile; iyi bir okul; küçük bir çevre ve her şeyim olan Duru ile yaşamımı sürdürüyordum. Şimdi bu iki kişi neden bir anda çıkagelmişti ki? Anlamlandıramıyordum. Aklımdan bu düşünceler geçerken, artık bir cevap aramam gerektiğinin farkındaydım. Ama Duru… o ne yapacaktı?

Kardeşimle hâlâ sarılırken, başımı yana çevirdim. Gözlerim çaresizce etrafı taradı. Duru’nun bej rengi, üzerinde oyuncaklar ve kitaplar bulunan iki raflı masasına takıldı. Masanın üzerinde telli bir resim defteri ve pastel, kuru, sulu boyalar vardı. Duru, ruhundaki duyguları kağıda dökerken, ben de kafamdaki soruların cevabını bulabilirdim.

Başımı Duru’ya çevirdim ve sordum: “Duru, benim oturma odasına gitmem gerekiyor. Sen uyuyacak mısın?”

Biraz bekledi, sonra kollarını benden ayırdı ve doğruldu.
“Hayır, uyumayacağım. Hem zaten uyumak istesem de uyuyamam.” dedi.

Uyusaydı, aklım onda kalmazdı ama onu zorlamak da istemiyordum. Duru’nun uykusu gelene kadar bir şeyle meşgul olması gerektiğini biliyordum.

“Duru, resim çizmek ister misin?” diye sordum.

“Resim mi?” dedi, şaşkınlıkla. Sanki “Bu kadar oyun arasından neden resim?” der gibiydi.

“Bak Duru, kafandaki kötü düşüncelerden kurtulman için resim çizmek iyi gelir.” dedim. Ayağa kalktım ve masadaki defter ile boyaları alıp Duru’nun yanına oturdum.

“Al bakalım.” dedim. Deftere baktı, sonra da bana. Defteri kucağına çekip sayfalarını karıştırdı. Boş bir sayfa bulunca kuru boyaların paketini bir kalem aldı.

Bu sırada ben de oturma odasına gitmek için Duru’nun yanağından öptüm ve oturduğum yerden kalkıp kapıya doğru ilerledim. Kapının önüne geldiğimde kulpundan tutup kendime doğru çektim. Birkaç adımla antreye süzüldüm. Salona gitmeden önce Duru’nun kapısını kapamak için arkama döndüm. Duru’ya bakmayı da ihmal etmedim. Yine bir dediğimi ikiletmemiş, resim çizmeye başlamıştı. Bu sevimli manzara yüzümde küçük bir tebessüm oluşturdu.

Kapıyı kapattım ve antrede sabırsız adımlarla yürümeye başladım. Bir an önce gerçeği öğrenmek istiyordum. Benim biyolojik ailem kimdi?

Attığım her adımda derin nefesler alıp veriyordum. Sakin olmam için buna ihtiyacım vardı. Göğsümde birikmiş duygular, kalbimin atışını zorlaştırıyordu. Bu yüzden adımlarım olduğu yerde durduğunda, aile fotoğraflarımızın önünde buldum kendimi. Ancak bu kez olumlu ya da olumsuz hiçbir şey düşünemedim. Durduğumun farkına vararak yüzüme kararlı bir ifade takındım ve yürümeye devam ettim. Adımlarım yavaş ama sabitti. Yavaş da olsa beni istediğim yere götürüyordu.

Oturma odasının önüne geldiğimde, kuvvetli bir nefes alıp verdim. Kapının kulpunu kavrayacaktım ki yutkunmamla boğazımdan geçen acı, ince bir bıçak darbesi gibi yakmıştı. İçeriden konuşma sesleri gelirken, boğazımdaki acıyı hafifletmek için birkaç kez öksürdüm. Gözlerimi kapatıp içimden geriye doğru saymaya başladım. Belki beni rahatlatırdı:

10…9…8… lavabonun önünde hıçkıra hıçkıra ağlamam.
7…6…5… Şebnem denilen kadının bana sarılması.
4…3…2… Cihan’ın “Çünkü zorundaydık.” demesi.

1… ve 0 Mehtap ve Sinan’a kustuğum nefret.

Hepsi gözümün önünden geçti. Tüm kötü anıları unutmaya çalışarak gözlerimi açtım. Boğazımdaki acı hafiflemişti. Peki ya kalbimdeki yara? Onu gizlemem gerekiyordu. Büyük bir kararlılıkla kapının kulpunu kavrayıp aşağı indirdim. İçerideki konuşma sesleri bir anda kesildi.

Kapıyı bütün gücümle iterken, tüm duygularımdan sıyrılmaya çalışıyordum. Açılan kapıdan içeri adım attığımda, tüm gözler üzerimdeydi. Bu bakışların ağırlığıyla pencerenin önündeki tekli koltuğa doğru yürüdüm. Önüne geldiğimde, bir taht misali koltuğa oturdum. Odanın içi, akşamın karanlığını delen beyaz ışıkla aydınlanıyordu. Ben ise karanlıkla doluydum, ama bunu gizlemeyi başarıyordum.

Muhabbetinizi böldüğüm için kusura bakmayın. Devam edin. Sadece kendim hakkında gerçeğe biraz kulak misafiri olmaya geldim," dedim. Sesimde tek bir duygu bile yoktu.

Odaya sessizlik hâkimdi. Ben etrafa göz gezdirirken, herkesin ağzı beş karış açık, gözleri üzerimdeydi. Gözlerim, salonun ortasındaki yuvarlak, kahverengi sehpanın üzerindeki kâğıtlara takıldı. Bunlar da neydi? Kâğıtların ne olduğunu anlamak için sehpanın üzerine odaklandım. Odadakiler, bakışlarını benden ayırmamaya yemin etmiş gibiydi.

Merakımı daha fazla gizleyemezdim. Hele de odadakilerin bana olan bakışlarının nedeni beni daha da meraklandırıyordu. Acaba bu bakışlar sehpanın üzerindeki kâğıtlar yüzünden miydi? Peki, neden? Ne vardı o kâğıtlarda?

Sorularımın cevabını öğrenmek için ayağa kalktım. Sehpanın önüne doğru ilerlerken, kimse beni durdurmadı. Ya durumun şokundaydılar ya da bu kâğıtlardaki her neyse, eninde sonunda öğreneceğimi biliyorlardı. Sehpanın önüne geldiğimde, en üstteki kâğıdı elime alıp havaya kaldırdım. Üzerinde büyük harflerle "EVLAT EDİNME BELGESİ" yazıyordu. İçerisinde belge numarası, tarih, Sinan ve Mehtap’ın imzaları, benim bilgilerim, evlat edinme sebebi, yasaya dayanak ve onaylayan kurum gibi detaylar vardı.

Bu belge beni pek şaşırtmamıştı. Zaten evlatlık olduğumu biliyordum. Bu sadece bildiğim gerçeği doğruluyordu. Ancak aklımdaki soru hâlâ cevapsızdı: Biyolojik ailem kimdi?

Kâğıdı önümdeki sehpaya bırakırken diğer kâğıtlara da göz gezdirdim. Benzer şeyler vardı. Aklımı kurcalayan bir soru daha vardı: Duru da evlatlık mıydı? Bunun cevabını az çok tahmin ediyordum ama resmi olarak görmek isterdim.

Kanepede oturan ve şaşkın bakışlarını bana diken Mehtap’a döndüm. "Duru da evlatlık mı?" diye sordum. Hâlâ şokun etkisinde olan Mehtap, cevap vermedi. Sehpadaki kâğıtları toparlayıp Mehtap’ın karşısına geçtim. Odaya girdiğimden beri oturuşunu daha da dikleştiren Mehtap, yüzüme bakıyordu ama gözlerime bakamıyordu.

Cevap alana kadar karşısında duracağımı bildiği için daha fazla sabredemedi ve kısık ama anlaşılır bir sesle, "Hayır, Duru benim öz kızım," dedi.

Bu cevap yetmezdi. "Bu kâğıtlar nereden çıktı?" diye sordum.

Mehtap cevap vermedi. Hatta bu sefer, odaya girdiğimden beri dik tuttuğu vücuduna rağmen başını öne eğdi.

“Söylesene! Her zaman bana bir cevabın vardı ya, şimdi neden yok?” diye bağırarak yükseldim karşımdaki kadına. Alabildiğim tek cevap, iyice yere eğilen başı ve pek belli olmayan gözlerinde gördüğüm utanç oldu. Onunla aynı seviyede olabilmek için eğildim ve kulağına doğru fısıldadım:

“Bunca zaman bana yaptıklarından utanmadın da şimdi mi utanıyorsun, Mehtap Hanım?”

Ne kadar belli etmesem de her gün, her gece, her saat bu ailenin o küçük çocuğa yaşattıkları gözümün önünden geçiyordu. Bağırışlar, bir şeyler kırmalar, tehditler, kalp kırıcı sözler… Tüm bunlara rağmen, büyüdüğümde Mehtap ve Sinan’ı umursamayan ama yeri geldiğinde sesini çıkaran biri olduğum için kendimle gurur duyuyordum.

Gövdemi dikleştirip bir-iki adım geriledim.

“Sizin cesaretiniz de gururunuz da bu kadarmış,” dedim ve elimdeki deste deste kağıtları yan yana oturan Mehtap ve Sinan’a doğru savurdum. Kağıtlar süzülerek yerlerini alırken gözlerim Sinan ve Mehtap arasında gidip geliyordu. Gerçekten sıkılmıştım. Arkamı dönüp Şebnem ve Cihan’a baktım. Şebnem’in şu anki haliyle Mehtap arasında dağlar kadar fark vardı. Cihan ise her zamanki gibiydi.

Şebnem’le göz göze geldik. Gözlerinden, sakin olmaya çalışsa da artık sıkılmış olduğu anlaşılıyordu. Ayakta durmak yorucuydu. Daha fazla kendimi yormak istemediğimden, az önce merakla kalktığım koltuğa ilerledim. Yüzümü Mehtap ve Cihan’a çevirerek koltuğa bir taht misali oturdum. Gözlerimi Mehtap’a dikerek,

“Evet, cevap bekliyorum. Bu kağıtlar nereden çıktı?”

Sözlerimden çok geçmeden, Sinan odadaki olmayan enerjiyi içine çekmiş gibiydi. Artık bir cevap alacağımı düşündüğümden, dikkatimi Sinan’a odakladım.

Gözleri bana şaşkınlık ve dikkatle bakıyordu. Bakışlarım ona değdiğinde ise göz temasından rahatsız olmuş olmalıydı ki gözlerini hemen benden kaçırdı. Başını hafifçe yana çevirip, pek de minik olmayan bir öksürükle boğazını temizledikten sonra lafa başladı:

“Kağıtlar hep buradaydı,” dedi hırıltılı bir sesle. “Sen ailemize geldiğinden beri yanımızdaydı. Sadece sen fark etmemiştin…”

Sözünü bitiremeden, büyük bir rahatlıkla araya girdim:

“Ya da siz saklamıştınız.”

Sinan, sözlerimle zorlukla yutkunurken, alaycı bir şekilde devam ettim:

“Eee, devam etsene.”

“Küçüktün, sana nasıl evlatlık olduğunu söyleyebilirdik?” dedi. Her zamanki gibi haklı çıkmaya çalışıyordu. Ama tabii ki ben de sus pus oturamazdım. Rahatlığımı bozmadan cevap verdim:

“Doğru. Küçüktüm ve siz o çocuğa evlatlık olduğunu söylemediniz. Ama o kadar kötü davrandınız ki defalarca kez evlatlık olduğunu düşündürdünüz, hissettirdiniz!”

Sözlerim odadaki havayı keskin bir bıçak gibi bölmüştü. Şebnem ve Cihan’ın bakışları, önceleri Sinan’a odaklanmıştı. Ancak sözlerimin doğruluğu ve keskinliğiyle bakışlarını yan yana oturan ikiliden kesip, yalnız olan bana çevirdiler. Ama bu yalnızlık beni zayıflatmıyordu. Ben böyle de güçlüydüm. Tıpkı bugüne gelene kadar direndiğim gibi.

Böyle devamdı. Bitmezdi. Bitmeyecekti. Bu beden hep dik duracaktı.

Sinan, oturduğu yerde bir balon gibi pısmışken tüm odağım Şebnem ve Cihan ikilisindeydi. “Peki ya siz?” dememle birlikte ikisinin de bakışları bana döndü. “Gerçek ailem misiniz, belli değil. Eğer biyolojik ailem iseniz size bir soru sormak istiyorum.”

İkisinin de gözleri büyük bir merakla bana kilitlendi.

“Minicik bir bebeği, kendi bebeğinizi bırakıp giderken hiç mi vicdanınız sızlamadı?”

Duygularım karmakarışıktı, ama içlerinde mutluluğu ya da sevinci anımsatan tek bir parça bile yoktu. Bunu bilmek bana iyi gelmiyordu. Mutlu değildim; hele huzurlu hiç değildim. Zaten olmayan huzurum da tamamen kaybolmuştu. Şimdi sorumun cevabını bekliyordum. Artık soru sorma sırası bendeydi ve bunu en iyi şekilde değerlendirecektim.

Şebnem, yüzüne duygusal bir ifade takınarak kendini ifade etmeye çalışıyordu, ama Cihan’ın yüzündeki ifade, konuşmayı tercih ettiğini açıkça belli ediyordu.

“Evet, Cihan Bey, konuşacak mısınız? Yoksa Şebnem Hanım, duygusal ifadenizle beni manipüle mi etmeye çalışıyorsunuz?”

Bu sözlerimin ardından beklediğimin aksine Şebnem lafa girdi:

“Kim olsa aynısını yapar mıydı, bilmem, ama biz doğrusunu yaptık, kızım. Eğer o gün sen yani o bebek yetimhaneye bırakılmasaydınız, açlıktan, susuzluktan ya da hava şartlarından ölecektiniz. Biz bu noktaya gelene kadar kaç kez ölümle burun buruna geldik, bir bilsen! Ya o bebek? Sen de diyorsun, miniciktin. O bebek hayatta kalabilir miydi? Şu an karşımızda böyle konuşabilir miydin?”

Sözlerinde, duygusal denecek kadar derin bir acı vardı. Bunu anlamak zor değildi; sonuçta bu tür konulara alışmıştım. Ancak içimde, “Ya yalansa?” ya da “Ya doğruysa?” soruları beni belirsizliğin içine sürüklüyordu.

Düşündüğümde, anlattıkları gerçekten zordu. Yaşadıklarını göz önüne alırsam, o dönemde olmak istemezdim. Hele de bir bebek olarak... Bu, gerçekten zorlu bir durumdu.

Belki de onlar, ne kadar istemeseler de o bebeği, yani beni, yetimhaneye bırakmak zorunda kalmışlardı. Ve şimdi, farkında olmadan onları daha da zorluyordum.

Her ne kadar umursamaz davranmaya çalışsam da içimde empati ve pişmanlık duygusu vardı. Rahat tavırlarım yavaş yavaş yerini duygusallığa bırakıyordu. Gerçeği öğrenmek için DNA testi yaptırmam gerekiyordu.

Daha yumuşak bir ses tonuyla, “DNA testi yaptıracağız,” dedim. Ardından hızla ayağa kalkıp, içinde plastik poşetler olduğunu bildiğim çekmeceye doğru ilerledim. Çekmeceyi hızla açtım, içinden bir poşet alıp ağzını açtım. Saçımdan birkaç tel koparıp poşetin içine yerleştirdim, ardından poşetin kilidini kapattım. Çekmeceyi kapatmadan önce iki poşet daha aldım.

İlk başta ne yapmaya çalıştığımı anlayamadılar. Düz bir sesle, “DNA testi için örnek olarak saçlarınızı koyun,” dedim.

İkisi de yavaşça elimdeki poşetleri aldı ve saçlarını çekiştirmeye başladı. Ellerine dolaşan saç tutamlarını açtıkları poşetlerin içine koyup dikkatlice kapattılar.

Poşetleri almak için ellerimi uzattığımda Şebnem, “Hayır tatlım, DNA testini biz yaptıracağız,” dedi.

“Ama...” dedim, sonuçları kendim görmek istediğim için itiraz etmeye çalıştım. Ancak bu sefer Cihan araya girdi:

“Aması maması yok, Ayla. DNA sonuçları elimize ulaşır ulaşmaz sana haber veririz.”

“Size nasıl inanacağım?” dedim. Sorulması gereken bir soruydu.

Bu sefer Cihan, “DNA testini yapan kişiyle istersen seni görüştürürüz,” dedi.

“İyi bakalım,” diyerek aynı tekli koltuğa doğru ilerledim ve adeta tahtıma oturur gibi yerine yerleştim.

Artık az önceki gerginliğe rağmen biraz daha rahatlamış görünen tavrımdan dolayı Mehtap ve Sinan derin bir oh çekmişti. Bunu fark ettiğimden bakışlarımı ikiliye çevirdim. Tam o sırada Cihan’ın sesi duyuldu:

“Biz artık kalkalım. Zaten misafirliğimiz uzun sürdü, sizi de daha fazla rahatsız etmeyelim. Kısa zamanda DNA sonuçlarını açıklamaya geliriz,” diyerek yerinden hareketlendi.

Cihan’a bakarken bakışlarım Şebnem’e kaydı. Yüzüme öyle bir bakıyordu ki, sanki gitmek istemiyormuş gibi. Bir kez daha ayrılmak istemiyormuş gibiydi. Eşinin ardından ilerlemek için hareketlendiğinde gözlerini benden zor çekti.

Sinan hâlâ koltukta otururken, Mehtap onlara eşlik etmek için ayağa kalktı. İlerleyen Şebnem’in ardından ben de ilerledim. Ardımdan da Mehtap geldi. Çıkış kapısına vardığımızda Şebnem, kapıdan dışarı çıkmak üzereyken arkasını döndü.

Hayır, olmazdı. Onu bu şekilde, ayrılıyormuş gibi göndermek içime sinmezdi. Sadece birkaç adım önümde duran kadına baktım, sıcak bir tebessüm ettim ve hızlı adımlarla ona yaklaşıp sarıldım. Şaşırmış olmalıydı; bir an öylece kalakaldı. Ama yine de sarılmamazlık etmedi.

 

Tıpkı Duru’nun bana, benim de Duru’ya sarıldığım gibi... Ben ona sarılırken o da bana daha sıkı sarıldı.

 

Cihan, ayakkabılarını giymiş, kapının önünden bizi izliyordu. Yüzünü bir tebessüm kaplamıştı. Şebnem’den ayrılarak, “Bekliyor olacağım. Görüşürüz,” dedim.

 

“Çok kısa zamanda yeniden geleceğiz, kızım,” dedi Şebnem. Yüzündeki tebessüm hâlâ devam ediyordu. Arkasını dönüp kapıdan çıktı ve ayakkabılarını giydi. Giderken kısa bir bakış atıp merdivenlere yöneldi.

 

Ben onların ardından bakarken kapı, Mehtap tarafından yavaşça kapatıldı. Yorucu bir gündü, hem fiziksel hem de duygusal olarak. Bana bakan Mehtap’la hiç uğraşmak istemiyordum. Zihnim fazlasıyla doluydu ve biraz sakinleşmeye ihtiyacım vardı.

 

Bu yüzden, odasında resim çizen Duru’nun yanına gitmeye karar verdim. Onun yanında olmak, içimdeki karmaşayı biraz olsun dindirebilirdi.

 

Mehtap’ın yanından sıyrılıp Duru’nun odasına doğru ilerlemeye başladım. Adımlarımı atarken gözüm, duvardaki tabloların üzerindeki saate takıldı: 20.58. En son baktığımda 19.53’tü. Bu bir saat beş dakikada, evlatlık olduğum gerçeğiyle yüzleşmiştim.

 

Gözüm bu sefer kapısı açık olan salona kaydı. Ege’de hava diğer illere göre daha geç kararırdı. Pencereden görünen evlerin ışıkları bir bir yanarken, içimdeki karanlık da doğan ayın ışığıyla az da olsa aydınlanmış gibiydi.

*🏵*

 

Şebnem ve Cihan, apartmandan yavaş ve duygulu adımlarla çıkarken, akıllarında hâlâ yıllar önce bırakmak zorunda kaldıkları çocukları Ayla vardı. Ayla, ay ışığıyla doğmuş bir çocuktu ve büyüyünce karanlığa boğulsa da kendini aydınlatmayı başarmıştı. Sivri uçlu topuklu ayakkabılarıyla dikkatlice yürüyen Şebnem, sessizliği bozarak söze başladı:

"Ayla kendini çok iyi yetiştirmiş."

Ellerini siyah paltosunun cebine yerleştirip rahat bir şekilde yürüyen Cihan, bu fikre katıldığını göstermek için başını yukarı aşağı salladı. Birkaç kelimeden sonra akşamın sessizliği yeniden hüküm sürdü. Ay ve yıldızlar, dünyayı çevreleyen karanlığı yavaş yavaş süzülen ışıklarıyla aydınlatıyordu. Biraz daha yürüdükten sonra siyah bir Renault'a yaklaştılar. Yan yana ilerleyen ikili, arabaya binmek için ayrıldılar. Cihan şoför koltuğuna geçerken, Şebnem yan koltuğa oturmak için kapıyı açtı. Kısa bir süre içinde yerleşen ikiliden Cihan, arabayı çalıştırdı. Akşamın sessiz ve karanlık havasında yollarına devam ettiler.

Bir süre sonra Aydın’da kiraladıkları evlerine geldiklerinde, arabayı otoparka park edip dışarı çıktılar. Binanın kapısından girip asansöre doğru ilerlerken yine sessizdiler. Asansör kapısı açıldığında hızla içeri girip üstünde "4" yazan tuşa bastılar. Kısa bir süre sonra dördüncü kattaydılar. 17 numaralı dairenin önüne geldiklerinde, Cihan cebinden anahtarlarını çıkarıp kapıyı açarken, Şebnem siyah, zincirli çantasından içerisinde DNA örnekleri bulunan poşeti çıkardı.

Kapı açılır açılmaz, ayakkabılarının arkasına basarak çıkartan Cihan içeri girdi. Şebnem, topuklu ayakkabılarını özenle çıkardıktan sonra eğilip ayakkabıları aldı ve kapıyı kapattı. Elindekileri ayakkabılığa bırakan kadın, kendisini bekleyen eşine doğru ilerledi. Elindeki poşeti Cihan’ın boşta olan ellerine sıkıştırdıktan sonra salona geçti. Arkasından Cihan da onu takip etti.

Şebnem, salona geldiğinde üzeri haki yeşili bir örtüyle kapatılmış cisme yöneldi. Örtüyü bir çırpıda kaldırınca, kahverengi kenarlara sahip dikdörtgen bir boy aynası ortaya çıktı. Cihan aynaya odaklanmış bakarken, Şebnem bakışlarını ayaklarına kaydırdı. Sonra eşine döndü. Hızlı adımlarla salondan çıkıp ayakkabılık kısmına yöneldi. İki çift ayakkabı alıp geri döndü. Elindekileri, lacivert ve kirli beyaz oturma grubunda tek başına oturan Cihan’a verdiği gibi, kendisi de diğer koltuklardan birine oturup spor ayakkabılarını giymeye başladı. Bu sırada kendi kendine homurdanıyordu:

"Of, bu bağcıklarla uğraşmak da ayrı dert..."

Cihan da aynı şekilde ayakkabılarını giydi. İkisi de hafif tozlanmış aynanın önüne geldiler. Şebnem, bir adım öne çıkıp aynanın kenarlarında bulunan kırmızı renkteki butonlara iki işaret parmağıyla dokundu. Parmaklarını çektiğinde, aynanın yüzeyi adeta bir kapı gibi açılmıştı. Karşılarında simsiyah ve sonu görünmeyen bir boşluk vardı.

Cihan, elindeki DNA örneklerine bakıp derin bir nefes aldı. Şebnem, eşine dönüp hazır olup olmadığını anlamak için başıyla bir işaret yaptıktan sonra arka arkaya aynadan geçtiler. En arkada olan Şebnem, aynayı içeriden kapatmıştı. Artık o siyah boşluğun içindeydiler. Korkmuyorlardı, çünkü olacakları biliyorlardı.

Boşlukta kararlı birkaç adım attıktan sonra gözlerini kapatıp tüm enerjilerini topladılar. On saniye sonra gözlerini açtıklarında dolunay, tüm güzelliğiyle ışıldıyordu. Etraflarına bakındılar. Yer yer kan lekeleriyle kaplanmış ağaçlara göz gezdirirken, yakınlardaki denizin dalga sesleri kulaklarını doldurdu. Boşluktan ilk varmak istedikleri yere ışınlanmışlardı. DKD evrenindeydiler ve rahattılar, çünkü buraları tanıyorlardı.

Cihan, elindeki DNA poşetine baktı ve derin bir nefes aldı. Bu nefeste kan ve et kokusu almamak mümkün değildi. Şebnem ise çevreyi inceliyordu. Henüz çok zaman geçmemişti ama burası onların yaşam alanıydı sonuçta. Uluma sesleri gelirken, gökyüzündeki dolunay silikleşmeye, güneş denizin dalgalarının üzerinden yükselmeye başlamıştı. Doğuda, ağaçların önünde büyük harflerle "Kaninda Orm" yazan parlak bir tabela vardı. Biraz daha uzakta, batıda ise "Ulu Ay Vadisi" yazan başka bir tabela göze çarpıyordu.

Şebnem, çevreye bakmaktan ve Cihan’ın sessizliğinden sıkılmıştı.

"Ee, ne bekliyoruz?" diye sordu.

Cihan, ona dönüp sakin bir sesle, "Yürüyelim biraz," dedi.

Birlikte, bacasından kan kokulu dumanlar çıkan bir fabrikaya doğru ilerlemeye başladılar. Şebnem, elinde tutmaktan sıkıldığı poşeti paltosunun iç cebine yerleştirdi. Hava biraz aydınlanmıştı, ama yakında tamamen gün ışığı altında olacaklardı. Biraz ilerideki fabrikanın içine, bu evrenin varlıkları gelmek üzereydi.

Kan ve et kokuları çiftin burnuna dolarken yavaş adımlarla ilerliyorlardı. Kan fabrikasından biri çıkageldi. Gri saçlar soluk teniyle uyumlu bir tona sahipti. Kemerli burnunu soğuğun etkisiyle zorlanarak çekiyordu. Gri ve hafif çekik gözleriyle etrafı süzerken birden durdu.

“Seluna! Raivan!” diye beklenmedik bir tonda seslendi.

Şebnem ve Cihan, tanıdık sesi duyunca bir anda duraksadılar. Sesin kendilerine ait olduğunu bilerek yüzlerine küçük bir tebessüm yerleştirip sesin geldiği yöne döndüler. Karşılarında tanıdık simayı görünce heyecanla seslendiler:

“Karon!”

Karşılarında duran adam, bu coşkulu tepkiyi hoş karşılamış olmalı ki derin bir tebessümle onlara doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Güneş, kan kokulu denizin üzerinde ışıklarını saçarken, üçlü arasında samimi bir sohbet başladı. Raivan ve Seluna, yaşadıklarını anlatırken Karon onları dikkatle dinliyor ve yardımcı olmaya çalışıyordu.

Bu kez Karon konuşmaya başladı:
“Oskunya’ya bağlı Salin Adası’nda bir laboratuvar bulunuyor. DNA testini orda yaptırabilirsiniz.

Bu sözlerin ardından, Salin Adası’na gitmek için planlarını yaptılar. Kısa bir süre sonra, ilk adımlarını yaptılar ve ışınlandılar. Ancak yolculukları burada bitmemişti. Kendilerini Kaninda Ormanı’nda, Yusya Denizi’ne kıyısı olan bir bölgede buldular. Cihan, kuvvetli bir ıslık çaldığında, yanlarında bir ejderha belirdi.

Simsiyah derisi geceyi andırıyor, kan kırmızısı gözleri, heybetli kanatları ve güçlü bedeniyle güvenli bir yolculuğu vaat ediyordu. Seluna, ejderhaya yaklaşarak başını okşadı. Sevgisini göstermek istemişti. Raivan ise çoktan yerine geçmiş, Seluna’yı bekliyordu. Seluna, ejderhadan ayrılıp Raivan’ın arkasında yer aldı ve gökyüzüne yükselmenin heyecanını yaşadı.

Bir süre gökyüzünde süzüldükten sonra, Salin Adası’nın kumsalı görüş alanlarına girdi. Kumlar, Yusya Denizi’nin sularıyla karışıyor, güneş ışınları, doğal taşları, deniz kabuklarını ve diğer güzellikleri aydınlatıyordu. Seluna bu manzarayı her zamanki gibi hayranlıkla izlerken ejderha inişe geçti.

Ejderha, havada süzülerek adaya yaklaşırken, bir tarafı çağla yeşili, diğer tarafı bordo olan dikdörtgen bir alan beliriverdi. Ejderhalara özel olan bu alanın adı: Ejipark. Yedi yaş üzerindeki ejderhalar bordo alanda, yedi yaş altındakiler ise çağla yeşili alanda duruyordu. Ejderha, bordo alana geçiş yaparken kanatlarını yay misali gerdi, birkaç adım attı ve yere yumuşak bir iniş yaptı.

Raivan ve Seluna, ejderhanın sırtına sıkı sıkıya tutunmuşlardı. İlk olarak Raivan indi. Seluna ise hâlâ ejderhanın sırtına oturmuş, siyah pullarla kaplı başını okşuyordu. O sırada Raivan, Ejipark’ın yakınındaki bir dükkana giderek ejderha için yem aldı.

Eşinin geri döndüğünü gören Seluna, çantasını karıştırmaya başladı. Ancak çantasının ne kadar dolu olduğu ortadaydı, çünkü aradığı şeyi bulması biraz zaman aldı. Sonunda çantasını boynuna astığında, bir elinde yuvarlak, küçük ama kullanışlı bir ayna, diğer elinde ise koyu kırmızı renkte bir ruj vardı.

Önce aynayı yüzüne doğru kaldırdı, ardından rujun kapağını açtı. Baş ve işaret parmaklarıyla ruju döndürerek açarken, kırmızı ruj gün yüzüne çıktı. Dudaklarına sürdüğü anda Raivan ona belirsiz bir bakış attı, fakat Seluna aldırış etmeden profesyonel bir biçimde ruju dudaklarına yaymaya devam etti.

Ayna karşısında kendine gülümseyerek aynayı çantasına yerleştirdi, ardından rujun kapağını kapatıp onu da çantasının derinliklerine gönderdi. Raivan ise artık Seluna’nın bu hallerine şaşırmıyordu. Sonuçta eşi, modayı takip eden hatta yönlendiren bir tasarımcıydı.

Raivan, elindeki yem dolu çuvalın ağzını açtı. Ejderha, tanıdık kokuyu alınca kan kırmızısı gözleri parladı. Raivan, çuvalı eğerek ateşi andıran turuncu yemleri kaba dökmeye başladı. Ejderha, yemlerin başında hemen belirmişti. Ancak Raivan, kabın tamamen dolmasını beklediği için bir süre daha dökmeye devam etti. Kanın ağzına kadar dolduğunu anladığında, çuvalı hızlıca kaldırarak yere bıraktı.

 

Raivan, eşi Seluna’nun aksine daha soğuk bir şekilde ejderhanın başını okşadıktan sonra arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Seluna da hemen yanında bitivermişti. Beraber hızlı adımlar atarken kısa bir süre sonra Ejipar’ın çıkışına gelmişlerdi. Çıkışta Raivan’ın yem aldığı esnafa yine rastlamışlardı. Kendilerinin aksine aceleci değil sakin olan esnaf bu ikiliyi görünce yavaş adımlarına son vermişti. Seluna ve Raivan ise sadece adımlarını yavaşlatmışlardı. Raivan, kendinden yaşça büyük olan esnafa saygı göstergesi olarak başını hafifçe öne eğerek selam verirken Seluna, yüzüne samimi bir gülümseme yerleştirip el sallamıştı. Esnafın bulunduğu yerden bir iki adım uzaklaştıklarında Seluna, başını arkaya çevirip “Kusura bakmayın,şu an acelemiz var!” diye bağırdı. Seluna’nın bu bağırışına karşı Raivan, adımlarını hızlandırmıştı. Seluna aralarında az bir mesafe bulunan eşine koşar adım yetişmişti.

 

Önlerinde ne uzun ne kısa bir yol vardı. Ama ışınlanabilme özellikleri de vardı. Bu yolu yürümelerine gerek yoktu. Raivan yürürken Seluna, “Ne yürüyoruz, ışınlansak ya!” dedi. Raivan bir an önce DNA testini yaptırmak ve Ayla’yı bir an önce almak istiyordu. Bu yüzden hızlı hareket ediyordu. Seluna’nın bu sözüne karşı durup başını “Haklısın, tamam.” der gibi salladı. İkisi nereye varacaklarını bildikleri için konuşmaya gerek kalmamıştı. Işınlamışlardı. Işınlandıkları yerde ne büyük ne küçük bir yer vardı. Geniş kapısının olması orasının bir ev olmadığını ve oradaki varlıklarında rahatlıkla girdikleri kapının açık olmasından belli oluyordu.

 

Binanın üzerinde tam bilmedikleri ama tanıdık olan siren alfabesinde “Laboratuvar” yazıyordu. Seluna ve Raivan bu tanıdık yazıyı görünce adımlarını olabildiğince hızlandırarak kapıya doğru ilerlemekteydi. Kapıdan içeri çeşitli görünüşte kişiler girip çıkıyor, kimileri ise binanın yakınlarında sabah yürüyüşlerini yapıyordu. Salin, Oskunya’ya bağlı bir ada olduğu için nüfusu fazla değildi fakat hava şartlarına bağlı olarak bu sayı artardı. Sakin bir yerdi Salin. Ne Kaninda Ormanı’ndaki kan kokusu yoğundu ne de Uluay Vadisi’ndeki ulumalar. Halkın neredeyse tamamını oluşturan ve genellikle melez olmayan sirenler, Yusya Denizi’nden gelen dalga sesleriyle yaşamlarını sürdürüyorlardı.

 

Bir süre sonra Raivan ve Seluna, laboratuvarın kapısından içeri girmişti. Daha ilk dakikadan gözlerin üstlerinde olmasının sebebi tanıdık bir sima olmamalarıydı. Çift, bu adayı bilir ve bazı tanıdıkları vardır fakat genelde uğramazlardı. Üstlerinde çoğunlukla yerel kıyafetler olan Sirenler bu ikilinin kasvetli havasını garipsemişlerdi. Salin o kadar masalsı bir diyardı ki çift, saçtıkları aydınlıktan değil; mekanı ele geçiren kasvetli ve karanlık havalarından dikkat çekmişlerdi. Birkaç dakika daha üzerlerindeki gözlerle ilerlerlerken bir odanın kapısının yanındaki “Laboratuvar 7” yazısıyla durdular. Bu laboratuvarda onları tanıyan sirenlerin çalıştığını biliyorlardı.

 

Bu yüzden laboratuvara girmek doğru bir düşünce ki bunu ikisi de biliyordu. Bu yüzden Seluna ve Raivan baktıktan sonra kapıyı açmak üzere kapıya ilerleyip kulpunu kavradı. Kulpu aşağı indirdikten sonra içeri doğru ittirdi ve beklediği, tanıdık olan yüzü görmüştü. Raivan da Seluna’nın arkasından ilerleyerek yanına varmıştı ki içeredeki bir kişi masa başındaki koltuğundan “Oooo buralara gelir miydiniz?” diye sorduğunda Raivan, içeri ilk adımlarını atmıştı.

 

Raivan’ın içeri girmesiyle gülümseyen kişi oturması için elini koltuklardan birine uzattı. Odadaki herkes meşgul olduğu işlerden ayrılıp içeri giren çifte benzer tepkiler verirken ikisinin de yüzüne bir tebessüm yerleşmişti. Seluna, eşinin ardından odaya girip kapıyı kapatıp Raivan’a en yakın olan koltuğa oturmuştu.

 

Seluna, konuşmadan önce oturduğu koltuğu incelemeye başlamıştı; ne de olsa bir moda tasarımcısıydı ve böyle şeyleri incelemeden edemezdi. Koltuk, bordo renkte kadife bir kumaşla kaplanmıştı ve sert görünüşünün aksine oldukça yumuşak hem de rahattı. Bu rahatlığı da Seluna’nın yaslandığı krem rengi yastık tamamlıyordu.

 

Raivan, kendilerine gülümseyen kişiyle hasret giderirken Seluna lafa nerden başlayacağını bilmiyordu. Ta ki o an arkadan bir ses geldi:

“Dünyaya, insanların yanına gitmişsiniz diyorlar.” Ses, ancak bir sirene ait olabilecek kadar zarifti. Bu sesin altında yatan bir tanıdıklık olsa da kim olduğunu çıkaramamışlardı. Bu yüzden ikisi birden arkalarına döndü.

 

Tanıyorlardı ve tanımamaları da mümkün değildi.Gördükleri kişinin çevresi genişti ve çoğu varlık tarafından tanınıyordu. Seluna, karşısındaki sireni baştan aşağı süzdükten sonra Raivan “İnsan önce bir selam verir, hoşgeldiniz der.” derken kısık, kınayıcı ama eşinin duyabileceği bir tonda konuşmuştu. Seluna, Raivan’a dönüp küçük bir tebessüm ettikten sonra “Doğru, dünyaya gittik.” dedi.

 

Karşılarındaki silüet, gri-mavi arasındaki gözleri meraklı bir şekilde kırpıştırırken hiç de kısa olmayan kirpikleri göze çarpıyordu. Yaşı nedeniyle yanakları içine hafifçe çökmüş, elmacık kemikleri ortaya çıkmıştı. Küçük bir kemer bulunduran ama ince olan burnunun üzerinde bir ben bulunduruyordu. Uzun boyu sebebiyle orta boyutta duran, hafif dolgun, koyu pembe dudakları küçük bir tebessüm sergiliyordu. İnce ve düz kaşlarının bir cevap bekler gibi yukarı kalkması sebebiyle alnındaki kırışıklıklar ortaya çıkmıştı. Siyah saçlarının önündeki, önüne düşmüş beyaz tutamları kemikli, damarları belirgin uzun ve ince elleriyle itelerken Seluna ve Raivan’a sorgular bakışlar atmaya devam ediyordu.

 

Her bir parçası doğayı, özellikle denizi anımsatan bu simanın sahibi Siren Merena’ydı.

 

Seluna ise cevap vermesine rağmen neden hala bu kadar uzatıyor diye düşünmeden edememişti. Ta ki masa başında yorgun ama bir o kadar da dik duran kişi “Hangi rüzgar attı sizi buralara?” diyene dek. Merena’nın bakışlarından sıkılan Seluna sanki bunu bekliyormuş gibi başını direkt söz sahibine çevirdi. Raivan’sa söze girmek için yerinde dikleşirsen kuvvetli bir nefes almayı da ihmal etmemişti.

 

Kararlı bir sesle, odadaki tüm herkese hitap ederek “DNA testi yaptırabilir miyiz?” dedi Seluna eşinin konuşmasına izin vermeden.

 

Seluna’nın bu sözlerinden sonra Merena’dan “Ne?” diye bir soru, laboratuvardaki kişilerin genelindense “Hıığ?” benzeri sesler çıkmıştı. Raivan, Seluna’ya “Ne atılıyorsun birden, ben söyleyecektim!” bakışları atarken Seluna, masadaki kişiye odaklanmış bakıyordu; aslında sadece gözü dalmıştı fakat Raivan da bakışlarını o kişiye çevirdi.

 

Olaylar, odada bulunan kişiler için karmaşık ve anlaşılmaz bir hale gelirken dışardaki havaya gri renk hakim oldu ve bir şimşek çaktı, ardından da gök gürültüsünün sesi duyuldu. DKD evrenini çevreleyen bulutlar, bardaktan boşalırcasına yağmur yapmasını sağlarken bazı yerlerde kan kokusunu yağmur kokusu bastırmaya çalıyor, bazı yerlerde ise yağmurun hiçbir damlası mağaradan içeri giremiyordu. Salin Adası’nda ise yağmur, sakinliği arttırmaktan başka bir şey yapmazken “Laboratuvar 7” isimli odadaki kişiler, karmaşayla ıslanıyordu.

 

 

3.BÖLÜM SON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 13.02.2025 16:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...