
4.BÖLÜM
"Dolunay'ın aydınlattığı her sır, karanlığın daha derin bir katmanını ortaya çıkarır."
Bir Hafta Sonra
Ayla Aytekin
Kulaklarım zil sesini duyunca cümleye nokta koyup elimdeki 0.7 uçlu, Rotring markalı siyah kalemi defterin üzerine bıraktım. Dersimiz biyolojiydi. Severdim, fakat bu sefer ders uzun ve sıkıcı geçtiği için uykumun gelmesi kaçınılmazdı. Yanımda oturan Buğlem, sözlerini siyah montuyla kapatmış bir şekilde uyuyordu. Kendisiyle bir haftada samimi olmuştuk; içten ve arkadaş canlısı biriydi.
Dirseğimle sırtına küçük bir darbe yapmamla beraber, başını koyduğu kollarından yavaşça ayrıldı. Kafasını yana, yani bana çevirdi. Uykulu, kırmızı gözleri ve göz altı morluklarıyla bunalmış bir şekilde bana baktı. Gözlerimi ona dikip kaşlarımı kaldırdım.
"Günaydın!" dedim.
Başını "sağ ol" anlamında salladı ve az önceki pozisyonuna geri dönmek üzereydi ki:
"Aynaya bakmak ister misin?" diye sordum.
Gözleri yüzümü bulduğunda, şaşkın bir ifadeyle "Ne?" dedi.
Sıkıntılı bir nefes aldıktan sonra açıklamaya başladım:
"Saçın başın dağılmış. Bir bakmak istersin belki."
Sözlerimi duyunca montunu çıkarıp sırt çantasının arkasına attı ve lavaboya gitmek üzere ayağa kalktı. Onun aynada yüzünü gördükten sonraki tepkisini kaçırmak istemiyordum. Bu yüzden attığı her adımda peşinden gittim.
Sınıfın kapısından çıkarak Buğlem’i takip ettim. Koridorda nöbetçi öğretmenin bağırışları yankılanıyordu. Kalabalığın arasından sıyrılıp dümdüz ilerledik, sonra sağa döndük. Sonunda lavaboya vardık.
Buğlem, yüzünün halini merak ederek kapanmak üzere olan kapıyı çekti ve içeri daldı. Tam içeri girecekken, aynı sınıfta bulunduğumuz Nehir, heyecanla koridora fırladı. Üzerinde her zamanki haki yeşili, polo yaka, kısa kollu okul forması vardı. Altında siyah İspanyol paça bir pantolon giymişti. Dağınık bir topuz yapmış, önünden iki kısa tutam saç serbest bırakmıştı. Mavi gözleri, güzelliğini daha da ortaya çıkarıyordu.
Daha fazla oyalanmadan, Nehir bir yere yetişmesi gerekiyormuş gibi hızla gözden kayboldu. Ben de lavabonun beyazla karışmış buz mavisi fayanslarına doğru yürüdüm. Başımı yana çevirdiğimde, Buğlem’i sondan ikinci aynanın önünde buldum. Boş gözlerle kendine bakıyor, dağılmış ve elektriklenmiş saçlarını düzeltmeye çalışıyordu. Onun ilk tepkisini kaçırmıştım, ama şu anki hali bile komikti. Gördüğüm bu manzara yüzünden dudaklarım kıvrıldı.
Buğlem, musluğu hışımla açtı ve avuçlarını doldurduğu suyu yüzüne çarptı. Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra musluğu kapattı ve çenesinden akan suları elinin tersiyle sildi. Sıkıntılı ve derin bir nefes vererek "Şu halime bak!" diye mırıldandı.
Lavaboda bir süre daha durduktan sonra zemin kata, kantine indik. Tatlı ve meyve suyu almak için büfenin önüne geldik. Buğlem siparişi söylerken, ben etrafı gözlüyordum. Gözüme kıkır kıkır gülen Nehir ve Deniz Can çarptı. Karşılıklı oturmuş, soslu makarna yiyorlardı.
Nehir, önündeki saç tutamlarıyla oynarken, Deniz Can cebinden bir papatya çıkardı ve Nehir’in saçlarının arasına, kulağının üstüne sıkıştırdı. Bu olanları mutlulukla izliyordum. Fazla yakın olmasak da Nehir iyi bir kızdı ve onun mutluluğu beni de mutlu ediyordu.
Buğlem’in "Ayla!" diye seslenmesiyle irkildim. Masaya geçmiş ve oturmuştu. Sesin geldiği yöne doğru ilerleyip yanına oturdum. Çok kısa sürede koyu bir sohbet başlamıştı...
*🌸*
Elimdeki kurabiye dolu tepsiyi sol elimle tutarken, diğer elimle fırının kapağını kendime çekerek açtım ve elimdeki tepsiyi rastgele bir yere yerleştirip kapağı kapattım. Kurabiyelerin hızlıca pişmesi için 200 dereceye aldım. Fırının ayarını alt-üst olarak ayarladıktan sonra, kurabiye için iş şu anlık bitmiş demekti. Hızlıca, tezgaha dağılmış ve pislenmiş etrafı toparlamaya koyuldum. Önce, tezgahtaki çöpleri hızlıca elime alıp mutfağın kenarındaki çöpe attım. Sonra, tezgahtaki kap, kaşık, bardak gibi malzemeleri bulaşıkları topladığım alana yerleştirdim. Buradaki bulaşıkları, gün sonunda Mehtap makineye atıyordu. En son adım olarak, ısladığım bir bezle tezgahın üstünü sildim ve elimdeki pislenmiş bezi tiksinerek musluğun yanına fırlattım.
Musluğa yaklaşırken hemen yanında olan sabunluğun başına çöktüm, bir elimde sabun gelmişken, boşta olan diğer elimde ise, önündeki musluğun kolunu kaldırdım. Ellerimi tertemiz olacak şekilde yıkadım. Kurabiyenin pişmesini bekleyemeyecektim. Tabii ki de odama gidip kitap okumak tercihimdir. Mutfağın çıkışını eğlencelikten sonra odama yöneldim. Kapının önüne geldiğimde, kapının kulpunu kavrayıp aşağı indirdikten hemen sonra "tık" sesi geldi. Kapıyı içeri ittirip içeri adım attıktan sonra, hala arkam dönükken, elimin hala kapıya birleşik kısmı ile kapıyı ittirdim. Kapının kapandığını gösteren "tık" sesi gelince gönül rahatlığıyla camın önündeki çalışma masama ilerlemeye başladım.
Masanın önüne geldiğimde, Tolstoy'un İnsan Ne İle Yaşar kitabını aldım ve adımlarım beni duvar kenarındaki yatağıma götürdü. Kendimi yatağa attıktan sonra, bacaklarımı uzatarak rahatıma baktım. Kitabın arasına koyduğum, kaldığım yeri belirten ayracın üst kısmı gözüküyordu. Elimle kaldığım sayfayı açtıktan sonra, ayracı yatağımın yanındaki komodinin üzerine koyup kitap okumaya başladım. Okurken bir cümle gözüme çarpmıştı: "Adam, 1 yılın hesabını yapıyor ama bugün öleceğini bilmiyor." Bu sözleri okuduktan sonra istemeden kendi düşüncelerime dalmıştım. Ben de geleceğimi planlıyordum ama bir saat sonra bile ne olacağını bilemiyordum.
Geçen haftadan beri, Şebnem ve Cihan'la sadece telefonla konuşarak görüşebilmiştim. Özlemiş değildim ama özlememiş de değildim. Şebnem ve Cihan'a olan duygularımı ancak "DNA sonuçlarından" sonra açmak en doğrusuydu, düşünmek benim sıkılmama neden olmuştu. Bu yüzden kitabı yatağın üstüne savurup, rahatımı bozarak ayağa kalktım. Yeniden masaya geldiğimde sadece kalemliğimin yanında duran telefonumu almak için uzandım. Elime alır almaz, açtığım telefonumun aşağı kaydırıp sesli aldığım telefonun ayarını açtım ve tam yukarı kaldırıp o kısmı kapatacakken telefonla bildirim sesi ile birlikte gelen mesajı gördüm.
Mehtap Aytekin: Duru, benim yanımda.
Mesajının üzerine tıklayıp uygulamada açtım ve mesajın üzerine basılı tuttuktan sonra karşıma çıkan ilk ifade olan "👍🏻" ifadesine tıkladım. Sonra da uygulamadan çıkıp en fazla aktif olduğum uygulamaya, Instagram'a geçiş yaptım. Takip ettiğim kişilerden Nehir, bir hikaye yayınlamıştı. Üzerine tıklayıp yayınladığı fotoğrafa bakmaya başladım. Bu bir grup fotoğrafıydı. En solda Nehir ve Deniz Can yan yana oturmuştu. Nehir, kameraya güzel gülüşünü sergilerken, Deniz Can ona bakıyordu. Ortada kızıl saçlarıyla dikkat çeken Kardelen ve sağda da kendilerini pek tanımadığım ama aynı sınıfta bulunduğumuz Altuğ ve Günay ikilisi vardı. Ekranın altındaki kalbe tıklayıp hikayeyi beğendikten sonra çıkıp "reels" bölümünde dolaşmaya başladım.
Tüm bunları yaparken de masanın önündeki dönen sandalyeye oturmuştum. Yaklaşık 1 saat kadar ekran kaydırdıktan sonra önüme çıkan kurabiye tarifi ile durduğum nokta, ben de kurabiye yapmıştım ve 1 saatten uzun bir süredir fırındaydı. Bunun şu an, yani kurabiyeler için çok geç olduğunun farkına varmak yanlıştır olmamalıydı. Unutmamalıydım. Elimdeki telefonda kurabiye videosu sürerken, uygulamadan çıkmakla uğraşmadan direkt telefonu kapatma tuşuna bastığım gibi cebime atıp önlem almak için fermuarı kapattım. Koşarak kapıya doğru ilerleyip, kulpunu bir ışınla aşağı indirip kendime o doğru çektim. Kapıdan çıktıktan sonra, kapıyı kapatmadan mutfağa doğru bir kısa mesafe koşucusu misali giderken, burnuma dolan yanık kokusu akciğerlerime dolmuştu. Aynı zamanda antreden, açık olan odama da dolmak üzereydi. Umrumda değilmiş gibi, kapısı açık mutfağa giriş yaptım.
Sağıma dönüp, fırının yanındaki beyaz, renkli ama büyük yuvarlaklara sahip eldivenleri, sanki çok geç kalmamış, şimdi kurtarma şansım varmış gibi hızlıca ellerime geçirdim. Eldivenlerle korka korka fırını kapatma düğmesini çevirip kulpunu kavradım. Kapanması nedeniyle soğumaya başlayan ama hala sıcak olan fırının kapağını çekerek aşağı doğru indirirken aldığım kokuyu hiç ayrı alamet değildi. Gördüğüm görüntüyle zorlukla yutkunduğum nokta, tepsiye elimi alıp, sanki eldiven yokmuş da sanatlayarak tezgaha bıraktım. Ön taraftaki kurabiyelerin üzerinde bazı noktalar olması gerektiği renkteydi fakat yine de yanmışlardı. Arka taraftakiler ise felaket bir şekilde yanmıştı.
Uzayın derinliklerine fırlatılması ve sonsuz bir boşlukta kalması gerektiğini düşünmemek elde değildi, fakat yine de kendimi ezikleyemezdim. Eğer unutmasaydım, fevkalade olacağına şüphe yoktu çünkü kurabiye yaparken hamurun tadına bakmıştım ve parmak yedirecek cinstendi. Böyle olması üzülmüştü, fakat yılmazdım, yeniden ve yeniden deneyecektim.
Ağız tadıyla yemek varken unuttuğum için kurabiyeler mahvoldu, mutfakta olan o yoğun yanık kokusu bütün solunum yollarımı doldurdu diyebilmek zor olmadı. Nefesimi tuttum ve koşarak pencereye vardım. Pencereyi açmamla kafamın dışarı çıkarmam bir oldu. İçime derin bir nefes çekip birazdan bu güzel havanın da benim yüzümden az da olsa kötü kokacak. Aklıma gelse de artık elimden bir şey gelmezdi. Gelemezdi. Atmosferdeki oksijenin bu kokuyu yeneceğinden, bir şekilde pencerenin açıldığı odaya da dışarıya olan kokuları çıkarmak için bütün pencereleri açmam gerekecekti. Mutfaktan çıkmadan önce tezgahta duran kurabiye olan ama kurabiye demeye korktuğum o şeye kısa ama anlamlı bir bakış attım.
Önce akciğerlerimi, tüm solunum yolu karbondioksitle doldurmaya meyilli bu cisimden kurtulmam lazımdı. Arkamı dönüp en köşedeki dolaba doğru ilerledim. Karşısına geldiğimde eğilip kapağını açtım. Gözümü iyileşen çöp poşetlerinden birini elime alıp ağzını açtım. Doğrulukla hızlı bir şekilde karşımdaki tezgaha yöneldim ve önümde duran cismi, benim eserim olan şeyi, tepsisiyle beraber poşete geçirip sıkı bir düğüm attım.
Arkamda duran pencereyi elime poşetle yaklaştım ve kafamı yeniden sarkıttığımda orada da dolaşan, karşı binada dolaşan 9-10 yaşlarındaki sevimli bir çocuk vardı: Efe. "Efeeeeğğ!" diye var gücümle bağırdım. Sağır değildi, ben böyleydim. Çocuk başını kaldırıp bana baktı. Ben ise fırsat vermeden elindeki poşeti aşağı doğru sallayarak "Şu çöpe atar mısın, ablasının gülü?" dedim. O ise eliyle tamam işareti yapar yapmaz, poşet tutan parmaklarım ayrıldı ve poşet büyük bir gürültüyle yere, hatta Efe'nin ayaklarının dibine düştü. Elimi sallarken "Sağol ablasının gülü." derken içeri geçtim.
"Ablasının gülü" sözlerim içimden geçip Cennet Mahallesi dizisindeki Romanlar gibi konuştuğumun farkına varınca, hem poşetten hem de içerisindekilerden, bu sözlerden dolayı dudaklarım iki yana kıvırarak kıkırdadım. Olduğum yerde içime derin bir nefes çekerek mutfakta olan o kokunun durumunu ölçtüm. Biraz da olsa gitmişti. Ama diğer odalar için aynı şeyleri söylemek doğru olmazdı. Ev yanık kokuyordu. Hızlı hareketlerle olduğum yerden ayrılarak mutfağın açık kapısına ilerledim.
Karşımdaki antreye yine süzülerek geçiş yapmak isterdim fakat hızımdan ve acelemden dolayı ayağım, zemindeki krem rengi halıya takıldı. Halı, ayağımın uyguladığı kuvvetle ileri doğru katlanarak sürüklenirken, elim yere yapışmama engel olmak amacıyla arkamdaki kapının pervazına tutundu. Ayaklarım durduğunda halıya herhangi bir kuvvet uygulanmadığı için halının katları yavaşça açıldı ve düz bir görüntü oluştu. Hatta başımı odanın kapısına çevirdiğimde kapı, bıraktığım gibi hala açıktı.
Elimi olduğu yerden çekip hareket edebileceğim bir konuma geldikten sonra oyalanmadan yönümü odaya çevirip içeri girdim. Girer girmez, hiç çevreme bakmadan pencereye ilerledim. Elimi havaya kaldırıp önümdeki beyaz tül perdenin kenarına tuttum ve sola doğru çektim. Diğer elimi havaya kaldırıp pencereden aşağı bakan kulpunu kaldırdım, sola çevirdim ve yatay ve düzlemde olmasını sağladım. Pencerenin herhangi bir kısmından tutup, ilk olarak kendime, sonra da birleşik olduğu camın önüne gelecek şekilde çevirdim. Çevirirken havada hayali bir "C" harfi oluşmuştu. Dışarıdaki havayı içime çekerek ferahlığa kavuştuğumda, pencerenin gelen havası içerideki kokuyu yenerken, ben de diğer odaları kurtarayım diye düşünerek sanki çok büyük bir şey başarmış gibi zıplaya zıplaya odadan çıktım.
Evde olmanın verdiği rahatlıkla bütün saçma dansları yaparak evi dolaşmaya başladım. Yanık sebebiyle oluşan karbondioksitin eli geçirerek geçirmediği her yeri havalandırdıktan sonra kendimi kuş gibi hafiflemiş hissediyordum. Antre’de, odaları birbirine bağlayan yolda soluklanırken, "Ding. Dang. Dong..." sesiyle bunalmış bir şekilde nefes verdim. Ne kadar istemesem de durumun olabileceğini düşündüm ve kapıya koştum. Önce kapı deliğinden dışarı baktım. Bunu yaparken hep sessiz olmuşumdur ve bu sessizlik her zamanki gibi aynıydı. Sinan ve Mehtap yan yana durmuştu. Aralarında küçük bir boy farkı vardı. İkisinin ortasında ise sarı saçlarından, Duru olduğuna kanaat getirdiğim çocuk vardı. Onlar, bensiz de aileydiler. Aslında ben varken de öyleydi ama...
Daha fazla düşünüp kafa yormadan kapıyı açmak en iyisi olacaktı. Yüzümde duygusuz bir ifade varken, kapının anahtarını çevirdikten sonra yavaşça açtım. Açtığım gibi Duru'nun kollarını açıp, "Abla!!!" diyerek bana sarılması bir oldu. Benim bu eve bağlayan tek kişi Duru’ydu. Ben onun için vardım burada. Ama ilerisini tahmin edemiyor ve tahmin etmek istemiyordum. Bana sarılan Duru'ya karşılık vermek için onun boy sınırına gelecek şekilde eğildim ve saçlarına küçük bir öpücük bırakıp, ben de ona sarıldım. Şefkatle ve bütün sevgimle. Sımsıkı.
Biz hala sarılmamızı sürdürürken, çok da uzun sürmemişti. Oysa ki Mehtap, "Çekilin şuradan!" der gibi elini ağzına götürüp birkaç kez "öhöm, öhöm!" diye öksürdüğünden, hatta öksürme taklidi yaptığından, Duru ile ayrılmamıza sebep oldu.
Biz Duru ile ayakkabıların yanında bir köşede hazır ol da beklerken, Mehtap başına geriye alıp baktıktan sonra elindeki leopar desenli çantasıyla antrede bir model misali ilerlemeye başladı. Sineması, her zaman pısırıklığı ile Mehtap'ın arkasından ilerliyordu. Ben onların ardından boş boş bakarken, ellerinin tanıdık bir sıcaklığa sahip olan başka birinin el tarafından tutulduğunu hissettim. Bu tabii ki Duru'ydu.
Ne olduğunu anlamadan, sıkı sıkı tutmaya başladığı elime çekiştirmeye başladı o. Kendisi beni çekiştirirken, ben de yönümü olduğu tarafa çevirdim. Duru'nun adımlarına ayak uydurduğunda, beni kendi odasına götürdüğünü anladım. Peş peşe adımlar atarken, kapının önüne ulaşmamızla durduk. Önümdeki Duru, ayak parmaklarının üzerine çıkıp elini havaya kaldırarak kapıyı tüm gücüyle açtı. İçeri büyük zevkle girerken, beni de içeri sürükleyip elimi bıraktı.
Duru hiç boş durmayıp, hem çene çalmaya hem de az önce sırtından taşıdığı çantayı omuzlarından düşürerek bir pehlivan gibi yere sermesi gibi çantayı açması da aynı hızdaydı. Çantasındaki büyük gözün içinden telli, orta boy bir resim defteri çıkardı. Sayfaları tek tek çevirirken durdu ve yaptığı resmi, sanki Leonardo da Vinci'ymişçesine anlatmaya başladı:
"Abla bak, bir sürü hayvan çizdim, hepsini de kendim yaptım, o kadar güzel yaptım ki Simge beni kıskandı."
Tüm sözlerini ben yüzünde bir tebessümle dinlerken, o büyük bir zevkle konuşmaya devam ediyordu. Onun mutluluğu beni de mutlu ediyordu.
Bir hafta önce yaşanan tatsız olayları unutmuş gibiydik. Duru, okulda yaşananları, derste öğrendiklerini, ne yediğini, müzik dersinde söylediği şarkıyı, sınıf arkadaşı Efe'nin yere düşmesini, Mehtap'ın yanında güzellik merkezinde yaşadıklarını, müşterileri, yapılan saçları, tırnakları... Tüm bir gününü anlatırken, ben arada kendi yorumumu da katan bir dinleyici olmuştum.
Ben, Duru'nun bu kadar şeyi nasıl bir anda hızlıca anlatabildiğini düşünürken, "Bir şey mi titriyor?" dememe sebep olan cebim ve içerisindeki telefon bunu kanıtlıyordu. Duru'ya bakan gözlerim ondan çekilirken, o bana bakmıyor ve hala bir şeyler konuşuyordu. Gözlerimse şu an cebimdeydi. Elimi hareketlendirip, titreşimde olan telefonumu almak için cebimdeki fermuarı açtım ve elimi cebime attığım gibi çekip aldım.
Telefonu kaldırıp yüzüme tuttuğumda, hala titriyordu. "Şebo & Ciho" yazısı gözümün önündeydi. Altta bulunan açma tuşuna yukarı doğru kaydırdıktan sonra, telefonu kulağıma tuttum. "Alo," dedim ilk olarak. Ama bu sesin karşılığında karşı tarafta bazı hışırtılı sesler geldi. Ama bu çok uzun sürmeden karşılığını aldım:
"Merhaba Ayla!"
Ardından ben cevap vermeden, "Nasılsın?" dedi Şebnem.
"Merhaba Şebnem Hanım," diyerek, "Nasılsınız?" sorusunun cevabını vermeye geçtim.
"İyiyim, teşekkürler. Siz nasılsınız?" diye bir genel soruda ben yöneldim.
"Biz de iyiyiz, çok şükür." derken, ben Duru'nun yatağına oturmuştum.
Duru, etrafta zıplarken telefonla aramızda kısa bir sessizlik oluşmuştu. "Ne için aramıştınız?" diye bir soru yönelttim. "Ayla," dedi telefondaki Şebnem. "DNA testi sonuçları açıklandı."
"Telefonda mı duymak istersin, yoksa yüz yüze mi?" diye sordu. "Bizim ev size fazla uzak değil, arabayla bir buçuk saat falan sürer, istersen..."
"Gerçekten uzak değilmiş!" diye geçirdim içimden. Fakat gelmelerini istediğim için, "Gelin!" dedim anında.
DNA testi sonucu ne çıkarsa çıksın, Şebnem ve Cihan'ın duygularını görmek, hem de kendi duygularımı göstermek istiyordum. "Evimize gelebilirsiniz, sonucu yüz yüze öğrenmek isterim. Sizi güzel ikramlarla bekliyor olacağım."
"Tamamdır, çok sürmeden orada olacağız. Zahmet etme, yorma kendini. Görüşmek üzere," dediğinde elimi aramayı sonlandırma tuşuna yönelttim ve bu konuşmayı, "Görüşürüz," diyerek sonlandırdıktan sonra telefondan ayrıldım. Gözlerim odanın içinde, bu sefer de kanguru gibi zıplayan Duru'yu gördüm. Mutlu görünüyordu. Bu anı bölerek, "Duru!" diye seslendiğimde bakışları bana döndü. Zıplayarak bana doğru gelirken, ben de oturduğum yataktan ayağa kalktım. Tam karşımda duran Duru hala zıplıyordu. Artık durması gerektiğini düşündüğümde, iki elimi de kaldırıp omuzlarına yerleştirdim. Bu hareketimin ardından gözlerini gözlerime dikip, "Ya abla, beni neden durdurdun? Ne güzel zıplıyordum işte," diye cırladı.
"Şimdi biraz dur ablacığım," dedim. Eğilip onunla aynı hizaya geldim. "Mutfağa gidip kek yapmak ister misin?" Duru'nun gözleri büyüdü, omzuna yerleştirdiğim ellerimden kurtulup tekrar zıplamaya başladı. "Kek mi? Neli neli?" Kıkırdadı. Onun bu hallerini, ikimizin de hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmesini garipsiyordum ama bu beni sevindiriyordu da.
"Tarçınlı," dedim, onu daha da heyecanlı ve mutlu edeceğini düşündüğüm bir sesle. Daha önce tarçınlı kek yapmamıştım, fakat becerebileceğimi düşünüyordum. Her zamanki kek hamurunu yapıp tarçın eklemek zor olmasa gerek. Duru hala suratıma bakarken, daha fazla dayanamayacağı yüzünden anlaşılıyordu. Bu yüzden bana da onun benim elimden tutup çekiştirip, sürüklediği gibi, benim de ona aynısını yapmam düşerdi. Vakit kaybetmeye gerek yok. Duru'ya bakan gözlerim, ellerine kaydı. Ellerimi devreye sokup elini tuttuğum gibi arkama döndüm. Şu an duruyor, göremiyorum fakat yüz ifadesini tahmin etmek zor olmadı.
Önümüzdeki açık olan kapıdan antreye birkaç adımda giriş yapıp bir süre daha bu adımlarımızı sürdürdük. Biz, hedefimiz olan mutfağa ulaşmışken, Mehtap açık olan kapıdan elinde hala dumanı tüten kahve kupasıyla yolumuza çıktı. Bir adım sağa gidip önüne gelerek onun ilerlemesini durdurdum.
"Şebnem ve Cihan birazdan buraya gelecek," desem de bunu pek takmamış gibi, "Burası, sence de biraz yanık korkmuyor mu?" dedi. Mehtap titiz bir insandı, anlamış olmalıydı.
"Yooooooo ne alaka?" dedim umursamaz bir tavırla. Mehtap, ince ve kavisli kaşlarını yukarı kaldırdı. "Emin misin? Hem geçenlerde aldığım tepsi ortalıkta yok." Konu tepsiye gelince köşeye sıkışmıştım. Sanırım bu sebeple alt dudağımı dişledim. "Evet, eminim. Hem bu senin sorunun," dedim ve boş olan sol taraftan elini tuttuğum Duru ile beraber sarıldım. Artık mutfağa giriş yapmış bulunmaktaydık.
Duru'nun eline bırakıp kek yapmak için gereken malzemeleri toplamaya başladım. 3 yumurta, şeker, belli miktarda süt ve sıvı yağ, kabartma tozu, vanilya, un, tarçın, mikser, kek kalıbı ve sana yağ. Bir avuç dövülmüş fındık, ne küçük ne de büyük olan bir kap ile birlikte hepsini tezgaha toplamayı başardığıma göre, artık başlayabilirdim.
Başlayabilirdik.
Duru, dolaptan bulduğu Kinder Pengu’yu yerken, ben keki yapmaya başlayabilmiştim. Önce üç yumurtayı kırıp kabuklarını bir kenara koydum ve mikseri çalıştırarak çırpmaya başladım. Yeteri kadar çırpıldığında ise durdurdum.
Bir su bardağından biraz az yağ ve şekeri çırpılmış yumurtaların üzerine ilave ettim. Ardından tekrar çırpmaya başladım. Mikseri durdurunca bir su bardağı sütü de biraz suyla ekleyip tekrar mikserle çırptım.
Artık kuru malzemeleri ekleme vakti gelmişti. Bir miktar unu eleyerek kaptaki sıvıya aktardım. Onun yanında bir paket vanilya ve kabartma tozunu da ekledim. Bu sefer mikserle değil, plastik bir spatula ile alttan üste doğru karıştırdım. Hamur, olması gereken kıvama gelince biraz tarçın ve dövülmüş fındık ekleyerek spatula ile kek hamuruyla birleştirdim.
Hamuru hazırlama kısmı bitince, biraz tereyağı alıp kek kalıbını yağladım. Hamuru yağlanmış kalıba döktükten sonra kalıbı tezgâha iki kere vurdum. Sonra elimle kaldırıp, Duru tarafından kapağı açılmış fırına koydum. Ben gereken ayarları yaparken, Duru üçüncü, belki de beşinci çikolatasını yiyordu.
Bu kız çikolatadan soğumazdı. Fırına yerleştirdiğimiz kek hamurunun pişmek için bir saate ihtiyacı vardı.
*🌸*
Keki fırından almama son üç dakika kala, önündeki Rus salatasını hızla servis edebileceğim güzel bir tabağa yerleştirdim. Sonra hızla fırına yönelip ellerime renkli benekli eldivenleri geçirdim. Son bir dakika kalmış olsa da fırını durdurup kapağını açtım. Açmamla birlikte burnuma güzel kokular dolmaya başladı. Başardığımı hissettiğim anda yüzüme büyük bir tebessüm yerleşti.
Elimi fırının içine doğru uzattığımda sıcaklık yüzüme vuruyordu. Kalıbı tuttuğum gibi, sanki elimde eldiven yokmuş da yanacakmışım gibi bir hışımla oradan çıkardım. Demlediğim siyah çay fokurtular çıkarırken, elimdeki kalıbı tezgâha yerleştirdim. Mutfağı çay ve tarçın kokuları sarmıştı.
Ben ise camın önündeki masanın sandalyelerinden birine oturup soluklandım. Bir yandan da kendimi tebrik ediyordum. Tarçınlı fındıklı keki ilk kez yapmama rağmen mükemmel olmuştu, üstelik hiç yanmamıştı!
"Sonunda her şey hazır," diye içimden geçirirken o sesi duydum.
"Din, dan, don..."
Kapı zili çalmıştı. Şebnem ve Cihan gelmiş olmalıydı.
Önümdeki açık kapıdan, Duru’nun nun "ABLAAAAĞĞ KAPIIIIIII!” diye bağırarak, kucağındaki peluş oyuncak bebekle koştuğu bir manzara gözüktü. Bu hâli, dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu.
Oturduğum yerden bir ışın hızıyla ayağa fırladım. Masanın yanından ayrılırken adımlarım hem hızlı hem de sabırsızdı. Sonuçları merak ediyordum. Mutfak kapısından çıktığım gibi sağa döndüm.
İlerlerken kapıya varmama birkaç adım kalmıştı ki, oturma odasında ayağa kalkıp kıyafetlerini düzelten Mehtap’ı gördüm. Fakat onu şu an takamazdım. Kapının önüne geldiğimde, Duru ayakkabılığın önünde zıp zıp zıplıyordu. Derin bir nefes alıp tek hamlede kapıyı açtım.
Artık göz göze gelmiştik. Şebnem ve Cihan, yüzüme karşı sıcak gülümsemeler gönderirken, ben de sabırsız ifademi silerek aynı şekilde gülümsedim.
“Hoş geldiniz.”
Bir adım geri çekilip elimle salonu işaret ettim. “İçeri geçebiliriz.”
Bunu dediğim anda, arkamdan Duru, Şebnem ve Cihan içeri girerken, salona ilk giriş yapan ben olmuştum. Mehtap hâlâ saçını başını düzeltirken, benim geldiğimi fark edip yandan bir bakış attı.
Sinan ise telefonu ile oynadığı Candy Crush oyunundan gelen sesler eşliğinde yerinden doğruldu. Herkesin salona giriş yapmasıyla, Mehtap iki elini birleştirerek:
"Hoş geldiniz, Cihan Bey," dedi ve ardından ekledi: "Ve Şebnem Hanım."
Ona göz ucuyla baktım. "Misafirlere ikramlarımızı getirir misiniz, Mehtap Hanım?" dedim, "Hanım" kısmını özellikle vurgulayarak.
Bu sözlerimle yüzündeki ifade değişti. "A-ama..." diye kekelemeye başladı. Kaş-göz hareketlerimle kapıyı işaret ettim.
"Hadi."
Mehtap gözlerini devirdikten sonra kapıdan çıkarken, koltukta oturan Sinan birden ayağa fırladı.
"Hoş geldiniz, hoş geldiniz," dedi başını hafifçe eğerek.
Yaptıklarının hiçbir önemi yoktu benim için. En önemli kişiye, Duru’ya döndüm.
"Duru, ablacığım, odana çikolata bırakmıştım. Gidip onu yerken oyun oynamak ister misin?"
Duru şaşkın bir şekilde bana baktı. Başımı "Lütfen" anlamında hafifçe yana eğdim. Bunun üzerine, başını "Evet" anlamında aşağı yukarı salladı. Yine bir dediğimi ikiletmedi ve minik adımlarla odasına doğru ilerlemeye başladı.
Duru’nun odadan çıkmasıyla hâlâ ayakta olan Şebnem ve Cihan’a döndüm.
"Evet, sonucu söylemenizi bekliyorum."
Sözlerimle birlikte önce birbirlerine baktılar. Ardından, Şebnem kolundaki büyük siyah çantasının içinde bir şeyler karıştırmaya başladı. Bir süre daha arandıktan sonra, içinden bir zarf çıkarıp uzattı.
"Bu zarfın içindeki belgede gerçekleri öğrenebilirsin." dedi.
Zarfı elinden aldım ve elimde tuttum. İçindeki belgeden öğreneceğim sonuç, hayatımı, geleceğimi, hedeflerimi, hayallerimi... beni tümüyle değiştirebilirdi. Derin bir nefes alıp içimden geriye saymaya başladım.
10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1, 0...
Bu sefer gözümün önünden hiçbir an geçmemişti.
Elimdeki zarfa baktım. Ona olan bakışlarımı sonlandırıp, parmaklarımı kullanarak zarfın bir kısmını yırttım.
4. BÖLÜM SON
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
