
5. BÖLÜM
"Ayla karanlığın içinde kaybolmadı; çünkü gökyüzündeki dolunay gibi kendi ışığını taşırdı."
Küçüklüğümden beri umursamaz bir çocuk olmuşumdur. Benim bu kadar umursamaz olmamın sebebi de belki de budur. Çocuklar, ailelerin hal ve davranışlarından etkilenir; bu gerçek benim içimde de geçerliydi. Fakat ben bir ayna işlevi görmüş, sadece "ebeveyn" denilenlere öyle davranmıştım.
Belki bu aileyle büyümeseydim, her şey farklı olabilirdi.
Belki bu aileyle büyümeseydim, okul etkinliklerinde beni izleyen birisi olurdu.
Belki bu aileyle büyümeseydim, ben de parkta aileleriyle oynayan çocuklardan biri olabilirdim.
Belki bu aileyle büyümeseydim, ebeveynlerime sarılabilir, anne-baba sıcaklığını hissedebilirdim.
Belki bu aileyle büyümeseydim, sol elimdeki çoğu kemik kırıldığında hastaneye tek başıma gidip, doktor "Ailen nerede?" diye sorduğunda başımı geri çekip sessiz kalmak zorunda kalmazdım.Dört kere katlanmış kâğıdı açmaya başladım. İlk katı açtım, sonra ikinci, ardından üçüncü ve son olarak dördüncüyü... Gözlerim hızla yazılar üzerinde gezmeye başladı. Gözlerim gezindikçe, kâğıdın iki yanından tutan ellerim birbirine yaklaşmaya başladı. Gözlerimi büyüterek baktığım noktada aradığım cevabı bulmuştum:
"Şebnem Kanyılmaz ve Cihan Kanyılmaz’ın, %99.99 ihtimalle Ayla Aytekin’in biyolojik anne ve babası olabileceği tespit edilmiştir."
Önce kocaman bir sessizlik çöktü ortama. Ardından kalp atışlarımın sesi yükseldi. Nabzım, şahdamarımda patlayacak gibi atıyordu. Bütün bunlar olurken, karşımda duran gerçek annem Şebnem ve gerçek babam Cihan duruyordu. Başımı kâğıttan kaldırarak onlara baktım. Yüzlerinde boş bir tuvalin tüm boyalarla doldurulması gibi bir ifade vardı. Ancak ne tuvalde ne de boyalarda anlam vardı. Öndeki şefkat, her bir hücresiyle tüm duygularla kuşatılmıştı. Bu da bana karmaşık bir tabloyu andırıyordu.
Onlardan sonra gözlerim, bana değil de elindeki kâğıda bakıp ne olduğunu anlamaya çalışan Mehtap’a kaydı. Elindeki tepsiyle bile bunu yapabiliyordu; bu mesafeden bile kâğıdı okumaya çalışıyordu. Sinan'a gelecek olursak, gözleri herkesin üzerinde gezindi, son olarak kâğıda değdi.
Evdeki kâğıdı sıkı sıkı tuttum. Parmak uçlarımdan kayıp yere süzüldü.
“Yani…” dedim.
Bu sözü kimse anlamlandıramamıştı.
“16 yıldır neredeydiniz? Şimdi karşıma çıktınız. Sizin çocuğunuz olduğuma dair kanıt gösterdiniz. Bunu zaten ben istedim ama... şu an koşup size sarılmamı falan beklemiyorsunuzdur herhalde,” derken ellerimdeki titreme vücuduma yayılacak gibi hissediliyordu.
Şimdi olmazdı.
Şu an güçlü durma vaktiydi.
Ayakta kalma vaktiydi.
Bunu kendime yapamazdım...
Sanki ellerimin titremesi ve düşüncelerimin gideceğini umarak öne doğru sağlam bir adım attım. Bu adımı atarken yeterince dik durmaya ve sakin olmaya çalıştım. Bu sayede titremem de son bulabilirdi.
Attığım adımın ne kadar sağlam olduğunu düşünmeme neden olan şey, Mehtap’ın benimle birlikte geriye adım atmasıydı. Bu durum, kendimi iyi hissetmeme neden oldu. Ben her şeye rağmen güçlüydüm.
Şebnem, söylediğim sözlerden sonra kırılmış görünse de ben doğruyu söylemiştim. En azından ben böyle düşünüyordum.
Sinan, ortamın gergin sessizliğini bozarak,
"Oturup konuşabiliriz, lütfen," dedi. Elini koltuklara doğru uzatmıştı.
Bu sözler karşısında kendimi tutamadım. Kahkaha atmaya başladım. Bunca yıl yaşananlardan sonra her şeyin konuşarak çözüleceğini sanması komikti. Vücudumdaki titreme tamamen durmuştu ve attığım kahkaha öncekinden daha gür çıkıyordu.
Çevremdeki herkes bana anlamsız bakışlar atarken ben kahkahamı durduramıyordum. Mehtap önümden geçip elindeki yiyecek ve içeceklerle dolu tepsiyi sehpaya bırakırken:
"Gülünecek ne var? Delirdin mi?" diye sordu.
Attığım kahkahalar hafiflemişti.
"Evet," dedim.
"Beni siz delirttiniz! Yaptığınız her hareket benim daha da çıldırmama sebep oluyor!"
Kahkahalarım yavaşladı ve son buldu.
"Bunca zaman ortalıkta yoktunuz. Sonra gelip hayatıma dahil oldunuz ve şimdi bu yakınlaşmaya sebep oluyorsunuz. Bu mu yani? Kağıt üzerindeki bir yazıyla, şu evde tek sevdiğim, yanında kendimi iyi hissettiğim kişiden beni ayıracaksınız!"
Yorulmuştum ve daha fazla ayakta duramadan, bir hafta önce oturduğum koltuğa kendimi bıraktım. Benim oturduğumu gören Cihan, kendisi ve eşi için de oturma işareti verdi. Odada bulunan herkes oturduktan sonra tüm dikkatimi, Şebnem ve Cihan’ın oturduğu koltuğa verdim.
Şebnem gözlerini yere eğiyordu.
"Özür dilerim," dedi birden.
"Senin hayatın bunca yıldır bir gerçeği bilmeden geçti. Karanlıklar içinde boğuldun. Seni anlıyorum. Artık dayanamadığın için çıldırdın. Bunların hepsi bizim suçumuz. Bize ne dersen haklısın. Fakat büyük bir pişmanlık duyduğumuzu bil lütfen. Sen, dayın gibi kendi ışığını taşıdın ve gecenin karanlığıyla baş etmeyi bildin. Tekrar özür dilerim yaşadıkların için. Büyük bir pişmanlık duyan ve senin için her şeyi yapmaya hazır olan bir annen var. Çok pişmanım..."
Sözlerine beni anladığını söylemesi gerçekten de doğru görünüyordu. Evet, 16 yıldır yanımda değillerdi. Bu kötüydü. Hayatıma girişleri de pimi çekilmiş bomba gibiydi. Fakat bana karşı gerçekten sabır ve sevgi gösterdikleri konusunda yalan söylemek doğru olmaz. Gerçekten de öyleydiler.
"Hâlâ biz seninle konuşurken dikkatle dinliyoruz. Peki sen? Sen bizi dinliyor musun?" diye devam etti Cihan.
"O kadar haklısın ki... Seninle konuşmadan önce iki kez düşünüyoruz. Fakat senin haklı olmadığın veya yanlış düşündüğün yerler de var. Senin artık kızımız olduğun ortada. Eğer bundan sonra seni endişelendiren veya yanlış düşünmene neden olacak sorular varsa, lütfen bize sor," dedi.
Oturduğu koltuğa yaslanıp rahat bir konum aldıktan sonra, duygularım artık taşmıştı.
"Neden?" dedim.
"Neden beni bıraktınız lan? O kadar mı değersizdim gözünüzde? Ben bir hiç miydim? Neden bir çöp gibi attınız beni? Bu yaptığınızın mantıklı bir açıklaması var mı? Söyleyin, hemen cevap verin!"
Sesim duygusallaşmaya başlamıştı. Bakışlarım ise derin anlamlar taşıyordu.
Ortamda sessizlik hâkimdi ama herkesin gözleri bir şeyler söylüyordu — Duru hariç. O burada değildi ve sanırım en iyisi de buydu. Oturmak bile beni daha da geriyordu. Bunu belli etmemeye çalışsam da, Cihan’ın üzerimdeki bakışları dikkatimi çekmişti. Ona baktığımda gözlerimi kaçırıp etrafta gezindirdim. Bir şey belli etmemek için yaptığım, hem garip hem de en mantıklı şey olmuştu:
Yerimden kalktım ve koltukların ortasındaki sehpaya doğru ilerledim. Üzerinde üst üste dizilmiş tabaklar vardı. Bir tabak alıp çay altlığına bir bardak çay koydum. Yanına birkaç küp şeker, birkaç dilim kek, biraz da salata ve çatal-kaşık ekledim. Hazırladığım tabakları, odada şaşkın bakışlarla beni izleyen herkese dağıttım. Sonra kendime de bir tabak hazırlayıp tekrar koltuğuma oturdum. Elime aldığım çatalı kullanarak fındıklı, tarçınlı kekten bir parça aldım. Gerçekten güzel olmuştu.
Cihan bir tabağa, bir bana baktı. Konuşacağımı anlamış olacak ki dikkat kesildi. Yerimde dikleştim.
"Bunu daha önce de açıklamıştık," dedi. "Fakirdik. Yiyecek bir lokmamız, sığınacak bir evimiz bile yoktu. Seni sokakta büyütemezdik. Ben de pişmanım, özür dilerim. Ama senden anlayış bekliyorum."
Ben zaten anlayış gösteriyordum, daha neyin anlayışıydı bu? Neyse… Bunu sonra konuşabilirdik.
Aklımda bir fikir vardı. Onlara gerçekten inanıp inanmamamı sağlayacak bir şey… Aynı zamanda hayatımda onlarla ilk kez dışarı çıkacaktım. Merak içindeydim ama önce bunu onlara söylemeliydim.
Yerdeki kağıdı işaret ederek,
"Bunun doğruluğuna inanmak için bu testi yapan kişiyle görüşmek istiyorum," dedim.
Bu sözlerim üzerine Cihan kaşlarını kaldırıp gözlerini büyüttü. Yanında oturan Şebnem hemen cevapladı:
"Tabii canım, görüşebilirsin."
İlk kez biri bana "canım" demişti. Kalbimde ufak da olsa bir güven kıvılcımı oluştu. Bu sözcük gülümsememe sebep olmuştu.
Samimi olmaya çalışarak:
"Teşekkürler," dedim. "Ne zaman konuşacağız?"
Çok geçmeden Şebnem, o yumuşak sesiyle sordu:
"Cuma günü uygun mudur, tatlım?"
Bu kadın her seferinde beni gülümsetmeyi başarıyordu. Başımı birkaç kez aşağı yukarı sallayarak onayladım.
Şebnem'in aksine, sessiz kalan Cihan bana bakıyordu. Elinde az önce verdiğim tabak vardı. Göz göze geldik. Sonra o da tabağa baktı.
Çayından bir yudum aldı, ardından çatalı eline alarak keke geçirdi. Küçük bir hareketle kekten bir parça aldı ve ağzına götürdü.
Yine gülümsedim.
"Anlayışınız için teşekkür ederim," dedim.
"Ne demek tatlım," diye karşılık verdi Şebnem.
Ne iyi bir kadındı…
Fakat Mehtap'ın kıskanç bakışları, bir benim üzerimdeydi, bir Şebnem’in.
Şebnem, Cihan ve ben gülümsüyorduk. Sinan ise ikramları bir bir silip süpürüyordu.
O sırada kısa bir sessizlik oldu.
Mehtap aniden,
"Tatlım mı?" dedi ve ardından kakara kikiri gülmeye başladı.
"Sizin bu sahte samimiyetiniz de ne Şebnem Hanım?"
Şebnem, Mehtap’a gözlerini kısıp baktı. Bir gün sonra Ela hallerine döner gibi oldu.
"Siz... ne demek istiyorsunuz Mehtap Hanım?"
Mehtap, sağ bacağını solunun üstüne atıp, ellerini dizine yerleştirdi.
"Ne mi demek istiyorum? Güleyim bari!" dedi alayla.
"Bunca yıl sonra çıkıp, sahte samimiyet mi? Ne gerek var buna ŞEBOOO!"
"Şebo" sözü Şebnem’in hoşuna gitmemişti. Güzel gözlerinde meydan okuyan bir ifade belirdi. Dikleşti.
"Şebo mu?" dedi sertçe.
"Sen kendini ne sanıyorsun 'sarı şeytan'! Aileye bunca yıl zarar veren sensin. Şimdi çıkmış bana konuşuyorsun? İnsanda biraz gurur olur sarı çiyansın! Sen sarı şeytansın! Çiyansın!"
Şebnem'in "sarı şeytan" ve "sarı çiyan" lafları Mehtap’ı kızdırmıştı. Mehtap, gözlerini kocaman açıp cesur görünmeye çalıştı ama buna ihtiyacı yoktu.
Şebnem ise... onunla uğraşmaktan keyif alıyor gibiydi. Bu kez de Mehtap’ı iyice çileden çıkarmak istercesine arkasına yaslandı, rahatça oturdu.
Mehtap, ellerini yumruk yapmış, tırnakları avuç içlerine batıyordu.
Sinan ve Cihan ortamı yatıştırmak istese de hareketsiz kaldılar.
Mehtap: "Tek derdin kaos, insanların sana nasıl seslendiği. Ben rahatsız olmuyorsam sana ne oluyor?"
Şebnem bu sözlere gülümsedi. Mehtap ise göz devirdi.
Ben ise ortadaki sehpadaki çiçeğe bakıyordum.
Yerde duran o kâğıt artık umurumda bile değildi.
Derken, Şebnem saatine baktı. Yanındaki çantasına uzanıp kurcaladı.
İçinden bir hap kutusu ve iki küçük su şişesi çıkardı.
Birini Cihan’a uzattı. Eşi şişeyi aldı. Şebnem ise bir adet kan kırmızısı hap verdi.
Aynı hapı kendisi de almıştı.
Şebnem ve Cihan, ellerindeki hapı ağızlarına attıktan sonra, su şişelerinden bir yudum alıp yuttular. Tüm gözler üzerlerindeydi. Şaşkın bakışların farkındaydılar.
Cihan hafifçe gülümsedi, durumu açıklamak istercesine:
“Günlük vitamin niyetine aldığımız bir ilaç,” dedi.
Ben de başımı hafifçe salladım, "anladım" der gibi.
Çok geçmeden Şebnem, Cihan’a gözleriyle bir işaret verdi. Anlamıştım. Yine Cihan konuştu:
“Artık müsaadenizi isteyelim. Zaten uzun süredir buradayız.”
“Aynen öyle,” diye ekledi Şebnem.
Üzerini düzeltti, çantasını koluna taktı. Sonra bana baktı. Bakışlarında sanki bir mesaj gizliydi: "Geldiğimde sarılmadın, şimdi bari sarıl. Özledim..."
Gülümsedim. O da anladı gülümsediğimi. Kollarını iki yana açtı. Daha da içten gülümsedim, dişlerim bile görünüyordu.
Bir adım… iki… üç… ve dördüncüde yanındaydım.
Kollarının arasında kayboldum. Bu kez ben daha sıkı sarıldım. Ama o da bırakmadı. Bir eşitlikti aramızdaki…
Sarılmamız bitti. Cihan, önden ilerliyordu.
Şebnem geriye dönüp bana tatlı tatlı gülümsedi:
“Görüşürüz güzel kızım.”
Nasıl konuşacağını biliyordu. Her kelimesi, dudaklarımı gülümsetmeye yetiyordu.
Ayakkabılarını giyerken, Mehtap kapıyı sonuna kadar açmış, ortada dikiliyordu. Şebnem ve Cihan, hazırlandıktan sonra kapıya yöneldiler.
Çıkarken, dönüp bana el salladılar. Ben de tebessümle karşılık verdim.
“Görüşürüz, tatlım…”
"Görüşeceğiz, Şebnem Hanım," dedim içimden.
Tam o sırada Mehtap, hızlı iki büyük adımla kapıya yanaştı. Sanki sarılacakmış gibi yaptı ama sonra birden kapıyı iterek kapattı.
Sonra bana döndü. Her zamanki sert bakışlarını gönderdi. Ama ben önemsemiyordum. Daha fazla maruz kalmamak için ona arkamı döndüm ve mutfağa yöneldim.
Soğuk bir su, iyi gelecekti.
Mutfağın önüne geldiğimde, Sinan büyük bir bardakla su dolduruyordu.
İçeri girdim. Göz göze geldik ama hiç tepki vermedi.
Benim de umurumda değildi zaten.
Sinan, pencere kenarındaki masaya geçti. Oturdu.
Bardağı bir dikişte içmeye başladı. Karnı şiştikçe, boşta kalan eliyle göbeğine vurdu. Davul gibi sesler çıktı. Gülünçtü.
Sonra yavaş adımlarla antreye doğru yürümeye başladı.
Ben mutfak dolabına yöneldim. Parmak uçlarımda yükselip bardakların olduğu bölmeyi açtım. Rastgele bir tanesini aldım, kapağı kapattım.
Cam kenarındaki masaya yöneldim. Sandalyeye oturup bardağımı masaya bıraktım.
Kenardaki sürahiyi elime alıp bardağa su doldurmaya başladım.
Düşünmemeye çalışıyordum. Ama olmuyordu.
Hiçbir ses susmuyordu.
Görsel hafızam, yaşadığım her şeyi, sanki sinema perdesine yansıtıyordu.
Sustum. İçimdeki filmi izledim…
Geçmiş, geçmişte kalsa da unutulmuyordu.
Hafıza denilen şey, bazen en güzel, bazen en kötü anıları hatırlatıyordu. Fazla iyi bir hafızaya sahip değilimdir, çoğu şeyi unuturum. Fakat bazı anlar vardır ki... Unutulmaz.
Unutamıyordum.
Bu gidişle de unutamayacağım gibi görünüyordu.
İnsan bazı anları öyle silmek ister ki, keşke silmek istediği şey ne zihinden ne de kalpten tamamen yok olup gitse... Ama inatçıdır o anılar.
Her anlamda silinmez bir lekedir; izdir.
İnsanın hem kalbinde hem zihninde mühürlenmiş gibi durur.
Kara toprağa gömmek, unutmak istersin.
Fakat imkansızdır.
Belki de her anı, biraz zehirlidir.
Elimdeki sürahiyi eğik bir şekilde tutarken dikleştirip masaya koydum. Bardak dolmuştu, hatta taşmak üzereydi. Parmaklarımla kavrayıp havaya kaldırdığımda birazı dökülmüştü. Elimdeki bardaktan yavaşça su içmeye başladım.
Soğuktu.
Fakat içimi serinletmiyordu.
“Dolunay gibi kendi ışığını taşıyorsun.” demişti Şebnem.
Haklıydı.
Fakat beni aydınlatan şey, içimdeki yangındı.
Ve bu yangın öyle büyüktü ki…
Elimdeki o soğuk su bile, en ufak bir kıvılcımı bile söndüremedi.
Bardağın dibinde bir damla bile kalmamıştı.
Masaya sinirli bir şekilde bıraktım.
Sandalyeden kalkıp antreye yöneldim. Hedefim, Duru’nun odasıydı.
Her attığım adımda zihnimi düşüncelerimden sıyırıp oraya yönlendirmeye çalışıyordum.
Kapının önüne geldiğimde onu, kardeşimi; bu hayattaki tek varlığımı, gözümde canlandırdım. Yüzüme, farkında olmadan tatlı bir tebessüm yerleşti.
Yüzündeki ifadeyi hayal ettim ve sonra kapıyı açıp içeri girdim.
Kapıyı arkamdan kapattım.
Bakışlarım odayı taradı.
Ve onu buldum.
Duru yatağın üstünde oturmuştu.
Bir elinde çikolata, diğer elinde tablet…
Oyun oynuyordu.
Gözleri ekrandayken birden bana döndü.
Benimse yüzümdeki tebessüm, derin bir gülümsemeye dönüştü.
Çünkü Duru’nun ağzının kenarları çikolataya bulanmıştı ama sanki hiçbir şey yokmuş gibi dişlerini göstererek gülümsüyordu.
Kardeşlik…
Benim hayatımdaki en ve belki de tek kıymetli bağdı.
Anne babadan hayır göremeyince birbirimize sarılmıştık.
Tutunacak başka dalımız yoktu.
Sırtımızı güvenle dayayabileceğimiz tek gövde, birbirimizdik.
Ve o, Duru…
Benim için her şeydi.
*🌸*
"Gençler, okulumuz üç hafta sonra bir festival düzenleyecek. Akıllı ve başarılı, pırlanta gibi öğrenciler olduğunuz için bu festivale katılım sağlayarak okulumuzu gururlandırmalısınız. Ben sınıf öğretmeniniz olarak tiyatroyu düşündüm. Senaryoyu kendiniz yazacaksınız. Sizin için uygun mudur? Yoksa değiştirebiliriz."
Kimya öğretmenimiz Sabiha Hoca’nın bu sözleriyle etrafa bakınmaya başladım. Kardelen’in gözleri parlıyordu. Nehir ise oldukça istekli görünüyordu.
Bana gelecek olursak... Zamanlama açısından pek uygun sayılmazdı. Başımda milyon tane dert varken, tek istekli olduğum söylenemezdi. Eğer böyle bir zamanlama olmasaydı, belki evet derdim.
Elimi havaya kaldırdım. Sabiha Hoca ile göz göze gelince sordum:
“Hocam, herkesin katılımı zorunlu mu?”
Kumral saçlarını geriye doğru savurup gözlüklerinin üzerinden bize baktı:
“Evet gençler, herkes katılıyor. Zorunlu.”
Bu cevap, beklediğim gibi değildi. İçimdeki kanlı sesi bastırmaya çalışarak yalnızca “Tamamdır hocam, sağ olun.” diyebildim.
Cümlemle birlikte sınıfta her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
— “Hocam çift kale maç yapalım!”
— “Hocam, resim sergisi açalım.”
— “Defile yapalım hocam!”
— “Mukabele yapalım!”
— “Hocam yemek yarışması yapalım. Gurme de ben olayım!”
— “Hocam güzellik yarışması yapmaya gerek yok çünkü zaten Nehir birinci olacak!”
Denizcan'ın bu son cümlesiyle sınıf bir an sessizleşti.
Bu sessizliği bozan ise Kardelen oldu:
“Ayla, sen istemiyor musun? Neden bu kadar durgunsun?”
Neşeli sesiyle beni yerimden doğrulttu. Bedenimi ona doğru çevirdim.
“Uygun bir zamanda olsa olurdu... Hadi neyse, bunu kabul ederim. Ama zorunlu olması iyi olmadı, en azından benim için.”
Açıklamamdan sonra Kardelen daha fazla kurcalamadı.
“Tamam.” dedi sadece.
Ben de sessizce eski pozisyonuma döndüm. Yanımda oturan Buğlem gözlerini bana çevirdi. "Bir sorun mu var?"
Gözlerim dalıp gitmişti. Gözlerine döndürdüm bakışlarımı.
"Buğlem sen iyi bir insansın ama tanışalı daha iki hafta bile olmamış birine derdimi anlatamam."
Başını hafif sağa eğerek, anlamaya çalışır bir ifadeyle baktı:
“Sen bilirsin ama anlatmak istersen buradayım.” dedi.
Ben de uzatmadan cevapladım:
“Teşekkür ederim.”
Konuyu kapattım ve neredeyse bitmek üzere olan derse döndüm.
Derse dönmemle birlikte, zaman adeta yavaşladı. Önce 10, sonra 5, ardından 4… 3… 2… 1 dakika derken, sonunda o beklenen zil sesi duyuldu.
Koridorları dolduran ayak sesleri, merdivenlerde yankılandı. Son dersin bitmiş olması, bir başka coşku yaratmıştı herkeste.
Sıranın üstünde kalan tüm defter ve kalemleri çantama yerleştirdim. Deri ceketimi sıranın altından çıkartıp giydim. Çantamı koluma taktım.
Sınıftakilere “İyi akşamlar!” demeyi ihmal etmeden, yanımda Buğlem'le sınıftan çıktım.
Koridorda ilerlerken gözlerim etrafı tarıyordu. Buğlem yorgun bir ses tonuyla sordu:
“Çok yoruldum. Eve gider gitmez dinleneceğim. Ya sen?”
Ona döndüm.
“Dinlenmeyi çok isterdim... Fakat pek mümkün değil.”
Yanımda ilerleyen Buğlem yavaşladı ve "Neden?" sorusunu sordu. Bu soruyu soracağını biliyordum, bu yüzden anında cevabı verdim:
"Bir ziyarete gideceğim."
Yüzüne anlayış dolu bir tebessüm konduran Buğlem, adımlarını eski hızına getirdi ve önüne döndü. Sanırım soru sormayacaktı, neyse ki bu benim işime gelirdi. Koridorlar sessizleşmeye başlarken, ikimizin arasında hiçbir konuşma geçmiyordu. Okul bahçesine çıktık ve aramızdaki sessizlik sürerken, kuş cıvıltıları ve uzaklardan gelen sohbetler havada uçuşuyordu. Bir süre daha yürüdük.
Önümüzde simsiyah bir kedi geçti. Yavru bir köpek, çöp konteynırından kaldırımı atladı. 8-9 yaşlarındaki çocuklar yoldan geçen arabaları umursamadan koşuşturuyordu. Çevredeki yetişkinlerin uyarılarıyla, çocuklar yakınlardaki parka doğru yürüdüler.
En son, birbirinden farklı hikayelere sahip insanlar yoldan geçerken, bu önemli: Benim hikayemize "sessizlik" yazılmıştı.
Yollarımız ayrılacağı noktaya geldiğinde, gülümseyip, "Hoşça kal" dedim. O ise "Görüşürüz" diyerek kendi yoluna gitti.
Şu an ayrıldığımıza göre, bu maketten sonraki hikayemde yazılı olan neydi? Şüphe mi? Merak mı? Heyecan mı? Öfke mi? Üzüntü mü? Ya da benim için son ihtimal: mutluluk ya da neşe mi? Hatta… Benim hikayem yazıldı mı ki?
Ne soruyorum ki, ben böyle? Tabii ki de yazıldı. Fakat bilmiyorum. Ama hayatım, malum kişiler tarafından şekillenmişken, ben kalemi elime almıştım.
*🌸*
Hayat, çukurlarla dolu bir yoldu benim için. Gittikçe, çukurların derinlikleri arttı. Bugüne dek çok kez batıp çıkmıştım bu çukura, fakat son günlerde tam anlamıyla dibe vurdum. Karanlığa gömülmüştüm. Ama şu ana kadar ilerlediğim yolda karşılaşmadığım bir umut ışığını, karanlığa gömülmeme rağmen görüyordum. Sadece görsem, bunu düşünmezdim bile. Fakat bunu bana düşündüren ve umut ışığına inanmamı sağlayan hislerim de vardı. Şu an bunları düşünüyordum. Bu umut ışığı neydi? Neden vardı? Sönecek miydi? Sönerse ne olacak? Sönmezse nelerle karşılaşacaktım? Zihnimi kara bulutlar sarmışken, soru yağmuruyla ıslanıyordum. Damlalar, ruhumda bir sele neden olmuştu. Bazen şimşekler çakıyor, gök gürültüsünün sesi duyuluyordu. Fırtına tüm şiddetiyle beynimde devam ederken, ben tam anlamıyla sadece karmaşayla ıslanıyordum.
Bir şemsiyem yoktu, sığınacak bir yerim yoktu. Benim evim bile yoktu ki. Mehtap ve Sinan'ın sahip olduğu evin istenmeyen misafiriydim. Bunları düşünürken, balkondaki hasır yapama salıncakta yavaş yavaş sallanıyordum. Elimde ise buzlu bir latte vardı. Soğuk bir şeyler iyi gelir diye almıştım ama pek de işe yaradığı söylenemezdi. Elindekilerden birkaç yudum içtikten sonra nedensiz bir şekilde gözlerimi evlerin çatılarında gezdirdim. Evet, şu an bir çatı altındaydım ama bu çadır benim hiçbir şeyim değildi. Ne benimdi bu ev, ne de içinde güzel zamanlar geçirdiğim bir yerdi. Gerçek bir ailem yoktu, sıcak değildi. Ben sıcak zannediyordum. Ama zamanla soğudu, bu evin içinde küçücük olsa da benim için.
Bu soğukluğun içindeki tek sıcaklık, Duru'ydu. Okuldan gelir gelmez ödevlerinin olmadığını ve yorgun olduğunu söyledi. Kısa bir süre sonra odasına gittiğinde, masum masum uyuyordu.
Bunun üzerine mutfağa gidip kendime bir latte hazırladım ve balkona geçtim. Şu an ise lattemden son yudumumu alırken, düşünme seansım hala devam ediyordu. Artık bu düşüncelere bir son verip ayağa kalkma vaktim gelmişti… hatta geçiyordu bile.
Sallanmama bir son verip ayaklarımı zeminle buluşturdum. Balkonun köşesindeki çöpe, bardağımda kalan buzları attım ve salona geçtim. Gördüğüm manzara ise alışıldık bir görüntüydü. Lacivert ve krem tonlarının sardığı koltukların en genişinde, beyaz atletli Sinan, ayaklarını orta sehpaya uzatmış, televizyon izliyordu. Benim gelişimi fark etmesiyle duruşunu düzeltti. Ben ise aheste adımlarla onun önünden geçerek odama yöneldim.
Odama giden o kısa yolda, koridorlar ve duvarlardaki her şey artık benim için anlamını yitirmişti. Ne sıcaklık vardı ne de aitlik… Soğuktu bu ev. Öylesine soğuktu ki, çoğu zaman duygularımı hissedemez oluyordum. Bu duygusuzluk, odama hızlıca ulaşmamı sağladı. Şimdi odamın kapısının önündeydim. Öylece bakakaldım. Bu kapı; ağlayışlarımı, sinirimi, öfkemi, hüznümü ve nadiren yaşadığım mutluluk kırıntılarını içinde saklıyordu. Ama şu an... hiçbir şey hissetmiyordum. Boşluktaydım. Belki de ruhum bir boşluktu.
Fazla düşünmemeye çalışarak, önümde duran yabancıların evinin kapısını açtım. Odama girdim. İlk yaptığım şey, çevreme bakmak oldu. Öylece bakakaldım. Sonra sol tarafa döndüm, büyük ve yavaş adımlarla dolabın önüne geldim. Karşı karşıya geldik. Başımı hafifçe sola çevirdim. Makyaj aynamın yarısında kendimi gördüm. Gördüğüm yansıma bana “Artık toparlan” diyordu. Ama ben kolay kolay toparlanamazdım. Etrafa dağılmış parçalarımı bulup yerleştiremezdim. Ancak kendime yeni bir "ben" oluşturabilirdim. Ben buydum. Başkasının yıktığını toplamak yerine, yeniden kendimi yaratırdım.
Dolaba bir adım daha yaklaştım. Ellerim dolabın kapağına uzandı. Kapak, kolumdan güç alarak hızla açıldı. Neden olduğunu düşünmeden yüzüme bir iki parça çarptı. Ardından evin neredeyse her köşesinde olan o koku… burnuma yayıldı. Bu koku, dolap askılığının bir ucunda asılı olan vanilya kokusuydu. Dikdörtgen şekilde asılmış bu dolap kokusu, etrafa yayılan hoş bir vanilya havası oluşturmuştu. İçime çekmek hoşuma gidiyordu. Kısa da olsa, bir şeyleri unutturuyordu.
Askılıkların altında üst üste duran şortlardan açık mavi olanı seçip hızlıca aldım, yatağın üstüne fırlattım. Ardından yeşil ile turkuaz arasında bir renge sahip keten gömleği aldım. Askılık kısmıyla işim bitmişti. Dolabın kapaklı bölümüne geçtim. Oradan beyaz bir crop tişört çıkarıp omzuma attım. İşim tamamen bittiğinde bir adım geri çekildim ve dolap kapağını tok bir hareketle kapattım. Kıyafetleri bir yandan taşırken, diğer yandan alt çekmeceyi açtım. Temiz bir beyaz çorap alıp üstümdeki kıyafetlerin yanına ekledim.
Tüm kıyafetleri yatağa yerleştirdikten sonra makyaj masama ilerledim. En üst çekmeceyi açtım. İçinden lacivert pofuduk bir ipe bağlı olan anahtarımı aldım. Çekmeceyi kapatırken, gözüm yanında bulunan kapıya kaydım ve elimdeki anahtarı gerekli kısma yerleştirip çevirdim.
Kilitlendiğini anladığım o tanıdık sesin, ardından anahtarı kapıda bırakıp yatağa ilerledim. Üzerimdeki tişörtten kurtulduğum gibi elime cropu aldım; başımdan geçirdikten sonra kollarımı da içinden geçirdim.
Yukarıda toplanmış cropumu alttan tutup aşağı çektim. Şortumu da çıkardıktan sonra az önce savurduğum o kot şortu elime aldım. Önce ayaklarımdan, sonra bacaklarımdan geçirdim. Elimi fermuara iliştirip yukarı çektim, ardından düğmesini kapattım.
Yataktaki yalnız kalmış keten gömleği, ilk aşkı olan askılıktan haince çekip aldım. Bu aşkı yıktım. Askılık aldatıldığı için ağlarken, ben elimdeki gömleği koluma takıp aynanın tam karşısına geçtim. Kendimi süzdüm aynada; sanki ben değilmişim gibi:
“Elmasların bile görse kıskançlıktan çatlayacağı bu fıstık da kim? Aaa! Benmişim.”
Bu sözler beni gülümsetmişti. Kolumda duran gömleği elime aldığım gibi, bir yakasından tuttum. Boşta kalan kolumu gömleğin koluna geçirdim, sonra hemen diğerini de. Kıyafet işi tamamıyla bittiğine göre sırada makyaj vardı.
Zaten makyajsız olan yüzüme güneş kremini yaydıktan sonra, uyku düzenimin berbatlığından dolayı morarmış göz altlarıma ve yüzümün bazı noktalarına kapatıcı sürdüm. Yanaklarıma tatlı bir pembe tonundaki allıkla renk kattım. Asıl kilit nokta olan maskaraya geçtim. Büyük bir dikkatle kirpiklerime maskarayı sürdüm. Dudaklarımı da kırmızı-pembe tonlarında bir tint ile renklendirip, son dokunuş olan sabitleyiciyi sıktım.
Sıra saça gelmişti. İlk adım belliydi: koyun yünü gibi olan saçlarımı taramak. Masanın üzerindeki, lila renkte dişleri kıvrımlı şekilde sıralanmış tarağı alıp saçımın yapraklarını açmaya başladım. Kabarık saçlara sahip olmak çoğu zaman can sıkıcıydı. Tarama işlemi uzun uğraşlar sonucu bittiğinde, sonunda diğer adıma geçebilmiştim.
Sağdaki çekmeceden düzleştiriciyi alıp etrafına sarılmış olan kablodan kurtardım. Ucundaki fişi tutup makyaj masamın yanındaki prize taktım. Düzleştiriciyi bir kenara bırakırken, makyaj aynasının önündeki Morfose saç spreyini elime aldım. Baş parmağım yardımıyla kapağını yukarı iterek açtım. Saçıma doğru kaldırıp bir, iki, üç kez sıktım. Etrafı vanilyalı süt kokuları sardı.
Sıra, gariban bir şekilde beni bekleyen düzleştiriciye gelmişti. Uzandığım gibi çekip aldım. Sağ elimde düzleştirici, diğer elimde tarak vardı. Önce perçemlerimden başlayarak diğer tutamlarla sıra sıra ilerledim. Uzun sürmüştü ama pes etmedim. Şu an saçlarımın bitmiş olması beni rahatlattı.
Aynada kendimi incelerken telefonumun bildirim sesini duydum. Hızlı adımlarla, telefonumun bulunduğu komidine ilerledim. Elime aldığım gibi parmak izimle açtım. Gelen bildirimlere tıkladım:
Şebo ve Ciho: “Birazdan orada olacağız.”
Ben: “Tamamdır, hazırlandım zaten. Bekliyorum sizi.”
Şebo ve Ciho mesajıma “👍🏻” ifadesini bıraktı.
Telefonun ekranından çıkmadan kapatıp şortumun cebine tıkıştırdım. Yatağın üzerinde bir köşeye fırlatılmış gibi hisseden çorabı hızla ayağıma geçirdim.
Son dokunuş olan çanta hazırlamaya geçtim. Krem renkli, biraz büyük biraz küçük büyüklüğünde olmak üzere hafif dikdörtgenimsi şekle sahip, önünde küçük bir cebi olan, takınca bana ne kadar yakıştığını düşündüğüm çantayı seçtim. İçine; nakit para, powerbank, ıslak mendil, kolonya, biber gazı, naneli sakız, parfüm, pudra, lip balm, yedek toka koyup fermuarını kapattım.
Tüm bu hazırlıkların sebebi, DNA testini yapan Doç. Dr. Erdem Kaya ile konuşmaktı.
Bu kadar süslenmem bazı kişilerce garipsenebilirdi. Ancak hayatım zaten kötüydü... En azından dış görünüşüm güzel olsun.
Odama şöyle bir dönüp baktım. Evet, her şeyim vardı. Ancak… Anne-baba sevgisinden yoksundum. Hayatımda hiçbir zaman o sıcaklık olmadı.
“Para her şey değildir,” diyerek zengin dramı yapmamıştım. Çünkü bunun doğru olmadığının farkındaydım.
Para çoğu zaman her şeydi. Yaşamak için paraya ihtiyaç vardı. Maddi olarak şanslıydım. Eğer beni evlat edinen aile, Mehtap ve Sinan'ın düşük gelirli versiyonu olsaydı, hayatımın kat kat daha kötü olacağını biliyordum. Mehtap ve Sinan’a her ne kadar nefret beslesem de, maddi olarak bu kadar iyi bir hayat yaşamamı sağlamışlardı; bunu inkâr edemezdim.
Hayatımda Durudan sonra en sevdiğim şey paraydı. Hem burada hem de paraya sahip olduğum için şanslıydım. Fakat hayatım genel olarak kötüydü. Ancak her zaman kötünün de kötüsü olduğunu unutmamalıydım.
*🌸*
Önümdeki browniden çatalımla bir parça aldıktan sonra ağzıma attım. Şebnem ve Cihan, beni evden alıp oldukça işlek bir kafeye getirmişlerdi. Sanırım bu kadar yoğun bir yere getirmelerinin sebebi, büyük ihtimalle yükselecek olan sesimin bastırılmasıydı.
Karşımda, DNA testini yapan Erdem Kaya çantasını karıştırıyordu. Koyu kumral saçları önüne düşmüştü. Keskin çene hattı ise yana dönmesi sebebiyle belirginleşmişti. Moleküler biyolog olduğunu ve merkezdeki bir hastanede çalıştığını biliyordum.
Şebnem’e baktığımda, önündeki ekleri görünümüne kıyamayıp yiyememişti ama şimdi seve seve yiyordu. Son olarak Cihan’a baktım. Ne kadar ikna etmeye çalışsa da, onu tatlı yemesi için ikna edememişti.
Erdem Bey’den çekinip çekinmediğim tartışılırdı ama ben brownimi mideye indiriyordum. İçecek olarak ben mocha, Şebnem yaprak deseniyle süslenmiş bir latte; Cihan ve Erdem Bey ise Americano almışlardı.
Browninin yanına mocha içmem herkes tarafından garipsense de, içimde bir Duru doğmuş ve çikolata aşkıyla büyülenmiştim. Fazla şekerden midemin bulanacağından emindim fakat şu an anın tadını çıkarmayı tercih ediyordum. Umursamazlık seviyem son günlerde aşırı yükselmişti.
Mocha’dan bir yudum aldım. İkinci yudumu alamayacaktım galiba. Fakat iyi yönünden bakmak gerekirse, bir süre tatlı yemeye ihtiyaç duymayacaktım.
Erdem Bey sonunda kafasını çantasından kaldırıp bana bir kâğıt uzattı.
“Üniversite diplomam bu,” dedi.
Belgeyi incelemeye başladım. Evet, bu moleküler biyolog olduğunu kanıtlıyordu.
Düşünmeye başladım. Tamam, diploma burada ama… ya sahteyse? Ama neden?
Ya da gerçekse?
İstemesem de Şebnem ve Cihan’ın ailem olduğunu kabul ediyordum. Çünkü artık itiraz edemezdim. İlk olarak benzerliklerimiz, sonra DNA derken her şey onların benim anne ve babam olduğunu gösteriyordu.
Peki, kabul mü edecektim sorularımı cevapsız bırakarak?
Yoksa sorularımın cevaplarını mı arayacaktım?
İki seçenek arasında kalmama rağmen, yine de bile bile durumu zorladım.
İkinci seçeneği seçtim: Sorularımın cevabını arayacaktım.
"Yanlış anlamayın fakat beni de anlayın. Bu diploma sahte değil, değil mi?" dedim, karşımda duran Erdem’e.
“Değil.”
Oldukça rahat bir cevap gelmişti Erdem'den. Önündeki Americanoyla aynı renk olan gözlerinde güven verici bir ifade vardı.
Fakat benim kaşlarım boş durmadı; sorgulayıcı bir şekilde havaya kalktı.
Yeri geldiğinde aşırı umursamaz, yeri geldiğinde aşırı sorgulayıcı bir karakterim vardı.
Erdem bunu fark etmiş olmalıydı ki çantasından bir, hatta iki kâğıt daha çıkardı.
“İlk kâğıt, diplomamın noter onaylı kopyası. İkincisi ise DNA testinin resmî mühürlü sonucu.”
Kâğıtları hızlıca incelemeye başladım.
Boğazıma bir yumru oturdu.
Görünen o ki artık hiçbir şeyi inkâr edemezdim.
Tüm gerçeklere rağmen inkâr etmek isteyen bir tarafım vardı aslında.
Duru’nun öz ablası olduğum düşüncesine sığınmak istiyordu bu taraf.
Fakat her şey ortadaydı.
Önce evlatlık olduğumu kanıtlayan belge, sonra DNA testi sonucu...
Şebnem ve Cihan benim biyolojik ailemdi, bu gerçeği kabullenmem lazımdı.
Onları gözlemlediğim kadarıyla kötü insanlar değillerdi.
Mehtap ve Sinan’a kıyasla kat kat daha iyilerdi.
Bana hiçbir zaman Mehtap gibi bağırmamış, Sinan gibi umursamazlık yapmamışlardı.
Onları tanıyalı henüz iki hafta olmuştu fakat bana gerçekten değer vermişlerdi.
Şebnem, beni ilk gördüğü an sarılmıştı.
İkisi de beni benimsemişti.
Beni asıl üzen şey Duruydu.
Yıllardır öz ablası olarak bildiği kişi evlatlık çıkmıştı.
Duru… o evde değer verdiğim tek kişiydi.
Neşe kaynağımdı, benim biricik kardeşimdi.
Gerçeği söylemek gerekirse Şebnem ve Cihan’ı ben de benimsemiştim.
Eskiden benim sadece bir ailem vardı: Duru.
Biz birbirimizin ailesiydik.
Onun başını sokacağı çatısı, güvenle yaslanabileceği gövdesi bendim.
Onu hep korumak zorunda kalmıştım, zarar görmek pahasına da olsa.
Şebnem ve Cihan’a baktım.
“Benim bir ailem varmış,” dedim içimden.
“Başımı sokacağım bir çatım da…”
Aile, eskiden sadece Duru’ydu benim için.
Fakat artık Şebnem ve Cihan da vardı.
Gerçek bir ailem vardı artık.
Yükseklere çıkıp bu gerçeği haykırmak, mutluluktan gözyaşı dökmek istiyordum.
Ruhum artık bir boşluk değildi, karanlık da değildi.
Artık aydınlanmıştım.
Aile… insanın hayatındaki en önemli varlıklardır.
Bazılarının hiç ailesi olmamıştır; ben de bir zamanlar onlardandım.
Ama şimdi…
Bir ailem, tutunacak dallarım, güvenle yaslanabileceğim gövdelerim vardı.
Yaprakları dökülmüş bir ağaçtım ben.
Duygularım da, ruhumun her zerresi de tek tek dökülmüş, beni terk etmişti.
Fakat şimdi…
Çiçek açmıştım.
Yeni bir ben oluşmuştum.
Artık karanlık yoktu,
Çünkü ben ışığımı kendi içimde taşıyordum.
Onlar benim hâlâ kağıtlara baktığımı zannederken, ben artık her şeyi kabullenmiştim. Mutluydum ve söyleyeceklerim için de heyecanlıydım. Ama bunları söyleyebilecek kadar da duygulanmıştım. Ne diyecektim ki şimdi?
Başımı kağıtlardan kaldırırken derin duygular sarmalamıştı beni. Şu an ağlayabilirdim, ama üzüntüden değil, mutluluktan. Gözlerim Şebnem ve Cihan’ı buldu. Onlara öylece "Ne diyeceğim?" diye bakarken, dolan gözlerim sayesinde görüşü noktamdan kayboldular. Göl misali dolan gözlerimi sıkıca yumdum ve gözyaşlarımın akmasına sebep oldum. Birkaç damlanın ardından yeniden onları görebilmek iyi hissettirdi.
Elimdeki kağıtları Erdem Bey’e uzattım. Artık boş olan ellerimi sandalyemin altına yerleştirdim ve sadece görüş açımda Şebnem ve Cihan olacak şekilde yerleştim. Onların bana olan endişeli ve meraklı bakışları, daha da heyecanlandırıyordu.
"Kızım, iyi misin?" dedi Şebnem ama cevap veremedim. Bir süre sonra, o kadar endişelenmiş görünüyordu ki, "Ayla, kızım, bir şeyler söyle lütfen, endişeleniyoruz." dediğinde gerçekten pes ettim. Bana kalsa akşama kadar konuşmazdım, ama ona kıyamadım. Artık uzatmaya, kendimle savaşmaya gerek yoktu. İçimde yıllardır taşıdığım, bastırdığım o kelime... Hasretle büyüttüğüm o tek kelime... Nihayet dudaklarımdan döküldü.
“Anne…”
Bir anda zaman durdu sanki. O kelimenin içinde çocukluğum vardı, gözyaşlarım, kırılmış oyuncaklarım, bu günlere gelene kadar sessizce ağladığım geceler... Hepsi o tek kelimenin içine gizlenmişti.
Sesim titremişti, ama içimde bir şey çözülmüştü artık. Boğazımda düğüm olan onlarca yıl, o kelimeyle birlikte çözülüp aktı kalbimden.
Ve ben, ilk kez gerçek anlamda bir yuva hissettim içimde. Çünkü "anne" demek, sadece bir kelime değildi. “Anne” demek, sonunda ait olduğum yeri bulmak demekti. Ben de ait olduğum yeri, annemi bulmuştum.
5. BÖLÜM SON
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
