Öncelikle hepinize iyi okumalarr ❤️
Önemli bir bilgilendirme vermem gerekti. Bundan sonraki bölüm küçük bir sezon finali niteliğinde olacak. Zaten okuduğunuzda da anlayacaksınız yeni bir dönem başlıyor. Biraz cebelleşeceğiz ama mutlu olacağız gibi düşünün 🤝
Sizden diğer hikayemin finalini yayımlamak üzere izin istiyorum. İlk bölümden bu yana yaklaşık on günde bir bölüm attım. Umarım bunu bana çok görmezsiniz. Aylar sürmez ama bir ay kadar sürebilir. Beni anlayışla karşılayın lütfen 🥲 bir koltukla iki karpuz gitmiyor. Gecenin Bir Vakti final yaptığı gibi burada olacağım.
Tabiki yeni bölüm duyurumu da yine buradan ve Instagram hesabımdan yaparım ❤️
Çok güzel bir bölümle bırakayım sizi hehehe 😘 öptümsss
***
"Kardan Gül"
Bazı insanlar hayatımıza yetkimiz olmadan girer, iyilik yapar ve bir şekilde giderdi; aynı Beyzade gibi. Benim kurtarıcım, Efsun'un acı kaybıydı.
Karşısına geçtim, içimde Efsun'a karşı büyük bir mahcubiyet ve acıyla duruyordum annesinin karşısında. "Seni her gördüğümde daha da yükseliyorsun." Başımı salladım, övgüye karşılık birçok cevabım olurdu ama bu defa yoktu çünkü karşımdaki Meryem Gümüş'tü. "Anlat bana."
İkimizin de yüzünde kırık bir tebessüm oluşmuştu. Gözleri aynı ona benziyordu, annesi olduğunu bildiğim için daha da büyüyordu benzerlikleri. Ona oturup Efsun'u anlatmak acımasızlık olurdu, her ikisine de.
Her zaman giydiği gömleği ve bileklerine kadar uzanan kot eteği vardı. Onu tüm bu zamanlar içinde hiç başka tip kıyafet içinde görmemiştim. "Ondan uzak duramam artık." Kaşları çatıldı doğruca oturduğu yerde dikleşti. "Kuzgun." dedi uyarıcı bir tonda. "Böyle konuşmamıştık."
"Biliyorum." dedim. Bunu konuştuğumuz zaman ortada Efsun diye yanıp tutuşan bir kalp yoktu.
"Ona bahaneler uydurdukça daha çok kırılıyor. Uzak durmak bir yana dursun gözlerimi bile ayıramam bundan sonra." Kollarımı birbirine geçirip rahat bir nefes verdim. Büyük bir yükün altından kurtulmuş gibiydim. Sanki artık engel kalkmıştı.
Tüm kusurlarımı yüzüme vuracağını bildiğimden sadece dinlemeye başladım sözlerini. "Küçücük bir sakinleştiriciye bile muhtaçsın, kızımın yanında kendini kaybedip nelere mal olabileceğinin farkında mısın? Bir gün gidip dönmemen gerektiğinde ne yapacaksın? Ya işler yolunda gitmezse ne olacak düşündün mü?"
Öfkemi kontrol altında tutmak güçtü ama en önemlisi de şimdi sakin kalmamdı. Gözlerimi birkaç saniye yumup sanki hiç öfkelenmemiş gibi davranmalıydım. "Beni onun yanında hiç görmedin." Kendimi daha iyi ifade edebilmek adına dikleşip masaya yaklaştım. "Sizin yıllarca tedavi edemediğiniz o öfkeyi tek bakışıyla yerle bir ediyor. Eğer beni onun yanında istemiyorsan gidip kızına bizzat kendin söyle Meryem Hanım. Çünkü onu daha fazla kıramam."
Gözlerimdeki ciddiyeti görebiliyordu. Ben de aynı şekilde onun derin düşüncelerde olduğunu. "Hep böyle inattın, hiç değişmemişsin." dedi hoşnutsuzca. "Ben değil belki ama birileri bu duygularının bedelini ödetirse seni değil kızımı düşüneceğimi bilmelisin."
Bu beni kırmalıydı belki ama düşünülmemeye alışkındım. Hastanede, bir başıma büyürken de kimse düşünmemişti şimdi de öyle.
Derin soluğunu duydum. "Mutlu mu?"
"Ona kendin sormak istediğin sorulara neden beni aracı kılıyorsun? Artık gidip görebilirsin, biliyorsun."
"Görevim bitip İstanbul yeniden Türkiye'nin olduğunda kavuşacağım kızıma ve oğluma. Ben bu ülke için çoktan feda ettim evlatlarımı."
Kime kızmalıydım bilmiyorum. Bir yanda özel göreve çağırılmış bir hemşire, diğer yanda her şeyden habersiz kızı vardı. Ne Meryem Hanım'a kızını bıraktığı için kızabiliyor ne de helal olsun diyebiliyordum. Çünkü önünde artık bir engel yoktu kızı ile ama yine de görmek istemiyordu onu. Neye benzediğini bile bilmiyordu.
Cevap verme gereği duydum. "Mutlu. En azından babasından kurtulduğu için." Histerik bir gülüş attı ama altında büyük bir acı gördüm. Küçük Çağlar'ı o çukurdan kurtarıp kendi kızını kurtaramayan Meryem Gümüş acısı vardı.
"Bundan sonra sana emanet. O gün de dediğim gibi, madem en başında görev sana verildi layığıyla yap Çağlar."
Bu defa histerik gülüş atma sırası bendeydi. "Kaç yaşıma geldim, hala başımı okşuyor gibi konuşuyorsun benimle."
"Merhametimi en azından sözlerimle gör istedim. Asker olarak yetişirken yumuşak davransaydım olmazdı."
"Seni hep öyle hatırladım zaten." Ona karşı evlat hissi içerisinde değildim belki ama bana yaptıklarını asla göz ardı edemezdim; ismimi bile o koymuşken. Annemi o hastanede terk etmeyip ölümüne kadar yanında duran, zaman zaman bana yuvanın ne demek olduğunu anlatan kadındı. Kendi evlatlarını bırakıp görevi için beni İstanbul'a götürürken başıma gelen tüm talihsizlikleri ona borçluydum.
Karnında Efsun'u taşıdığı günler hayal meyal anılarımda duruyordu. Kim bilebilirdi ki hayatımın tamamını adayabilecek cesaretim olacak kadının Beyzade'nin karnında olacağını.
Tek kelime etmeden ayrıldık o dakikadan sonra. Çünkü son cümlemin ardından konuşulacak her şey bir istihbaratçı için fazla derinleşirdi ve tehlikeliydi. Bilinmemesi gereken hep yerin altında kalmaya devam etmeliydi.
Arabaya atlayıp planladığımdan erken dönerken hala röportaj saatiydi. Bunalmış olabileceğini biliyordum ve gözlerinde büyülendiğim kadını yılanların arasından çıkarmalıydım.
***
Dış kapıya kendimi nasıl attığımı bilmiyordum. Öyle kötü hissediyordum ki içimde duygu seli yaşanıyordu. Babamın böyle biri olmadığı, en azından annemin ölümünden sonra beni kızı gibi sevdiği başka bir gerçeklikte nasıl olurduk diye düşünmeden duramıyordum.
Geceleri gıcırdayan kapılardan bile ürkerken Viktor'la birkaç sefer karşılaştığım için günlerce odama kapatıldığım zamanlar kin tutabilmeyi isterdim. Affet beni dese ağlayarak kollarına atılacağımı biliyordum ama neyse ki asla bunu yapmazdı.
Akan gözyaşımı elimin tersiyle silip buğulanmış gözlerimle çantamda anahtar aramaya başladım. Herkesin evde hazırlanan yemeğe oturduğunu aralık kapıdan duyulan seslerden anlamıştım. Neyse ki hızlı davranıp çıkmıştım yoksa tüm duygularımın yüzümden anlaşılmasına engel olamazdım.
Aptal çantayı karıştırmaya devam ediyordum ama lanet anahtar bir türlü elime gelmedi. Öfkeyle -ki asla böyle bir kişiliğim yoktu- çantayı yere fırlatıp olduğum yerde çöktüm. Bana neler oluyordu böyle?
Önce kısa bir fren sesi duydum, sonra endişeli "Efsun." nidasını. Duyduğum sesle beraber başımı doğruca kaldırdım. İşte tek ihtiyacım olan adam sanki beni hissetmiş gibi karşımdaydı. Tam benim için eğilecekken ondan önce davranıp kalktım ve sadece sarıldım. Daha doğrusu sokuldum.
Kollarımı ceketinin iç kısmından beline dolamıştım. O da tüm bedenimi saracak şekilde sarılıyordu. "Bilmiyorum. Sadece ağlamak istiyorum ve çok öfkeliyim." Bunurmu çektim. "Ya da kırgın."
Bir eliyle çenemi kavrayıp yukarı doğru kaldırdı. Gözlerini görmek bile iyi gelmişti. "Kötü bir şey mi oldu? Anlat bana." Sesi kısık ve merhametliydi.
Derin bir nefes aldı, bana bakmak yerine etrafına bakınıp "Gidelim." dedi. "En başında buraya gelmemeliydin belki de."
Kollarıyla beni siyah arabaya doğru yönlendirirken "Arabam!" dedim endişeyle. Bu halime gülümseyip "Tamam alırız sonra arabanı korkma." dedi. Gülüşü yüzünden ben de gülmüştüm. Sonra yeniden çantam için endişelenecektim ki benden önce davranıp yerden aldığı gibi içeri geçti. Ben de oturunca kucağım koydu. Yol boyu onun bakışları bende, benim bakışlarım dalgınca yoldaydı. Üzerimde hissettiğim gözlerine bakarsam duygu seline kapılırım diye korkuyordum. Tam da ikimizin arasında her şey güzelleşmişlen dertlerimle onu sıkmak istemiyordum.
İçeri girdik, ikindi vakti olmasına rağmen hava karanlık ve ev soğuktu. Sessizce odaya geçtim, arkamdan dolanıp banyoya girerek o da sessizliği bozmadı. Bana alan tanıyordu, kendime gelmemi bekliyordu belki de. Çünkü yere çanta atmak hiç bana göre değildi, insan içinde ağlamak da öyle.
Öfkeyle üzerime basan sıcak yüzünden üzerime askılı bir bluz giydim. Saçımı yukarıdan bağlayıp mutfağa geçtim. Acıkmış ve üstelik tatlı yemek istiyordum. Dolapları karıştırırken Çağlar'ın ayak sesleri mutfakta belirdi. Beni yeniden es geçeceğini düşünmüştüm ama aksine tam arkamda durup kollarını belime doladığında gözlerim saniyelik olarak kapandı.
"Kim kırdı canına yandığım kalbini?" Parmaklarım tezgahta asılı kaldı. Başımı arkaya yatırıp göğsünde dinlendim. Gözlerim kapandı, dudaklarını saçlarımın arasında her hissedişimde olduğu gibi mest oldum.
Parmakları belimi okşadıktan hemen sonra benden ayrıldı. Kaşlarım çatıldı kesilen temasını geri istedim. Beklemediğim bir anda omuzlarımdan tutup beni kendine çevirince artık konuşmam gerektiğini farkedebilmiştim. "Babam." dedim omuzlarımı düşürerek.
"Sana bir şey yapmadı değil mi?" Başımı olumsuz anlamda salladım korkulu gözlerine karşılık. "Röportajda söylediği yalanlar biraz beni yaralamış olabilir. Altı üstü rojörtaj deme, gerçekten etkilendim."
Elini yanağıma yerleştirdi. "Söz konusu kalbinse asla altı üstü bir şey olamaz." Başımı yere eğdim. "Güya beni yalan haberlerden korumak için saklamış. Güya tam bir baba- kızmışız." Histerik bir gülüş attım. "O Viktor'un elinden tutup bahçede koştururken ben müştamilat camından onları izliyordum."
Yine başımı kaldırmam için çenemden kavradı. "İşler istediğimiz gibi gittiğinde sana tüm dünyaya gerçekleri haykırman için varımı yoğumu ortaya koyacağım." Bana dünyaları vadeder gibi baktı. Gözlerini kısarak "Akıttıkları her gözyaşı için bir yalan ortaya çıkaracağım."
"Sen zaten çok şey yaptın. Dertlerimle boğulma o kadar işinin arasında." Sözlerim biter bitmez kaşları çatılmıştı bile. "Bir daha duymayacağım." Ayrılmadan hemen önce yanağıma kondurduğu öpücükle gülümsedim. Buz dolabına gidip bir şeyler karıştırmaya başlayınca "Buzlukta sarma vardı onu pişireyim." diyerek ilerledim.
Dolabı çak diye kapatıp buzluğu açtı. "Şaka?" Hışırtılı seslerin ardından poşetlediğim buzlu sarmayı çıkardı. "Sen harika bir şeysin." Gözleri parlamış ve heyecanla belimden yakalayıp döndürmeye başladığında sevinç nidaları haykırıyordum. Kollarım boynuna dolandı, kahkahalarla güldüm.
"Elinden her iş gelen becerikli bir karım varmış meğer."
Ayaklarım yere bastığında uzaklaşmak için kollarından ayrılmama izin vermedi. "Acıktık, bırak da yemek yiyelim." dedim. Benim aksime tasasız bir şekilde beni transa sokacak bir cümle kurdu. "Seni öpebilir miyim?"
Birkaç saniye eriyip biten haline acıdım ama planlarım içinde kesinlikle kolay lokma olmak yoktu. Onun beni beklettiği her gün için ben de onu bekletme niyetindeydim. Deliler gibi istememe rağmen "Olmaz." diyerek kollarından kaçtım. Tezgahtaki sarmaları poşetten çıkarıp çözülmesini beklerken çay suyu koyuyordum.
Kuyruk gibi peşimde dolanmaya başladı. "Ne demek olmaz?" Sesinde bir çocuğun hayal kırıklığı vardı, gülmemek için iki dudağımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. "Bir kerecik öpsem?"
Hemen arkamda ben ne tarafa kaysam o tarafa ilerliyordu. Onu kâle almıyor gibi eğlenmeye başlamıştım. "Beklediğim kadar bekletme hakkımı kullanmak istiyorum." Şaşkına dönmüş bir şekilde yanıma geçip başını eğerek yüzüme bakmaya çalıştığında kendimi tutamayarak güldüm.
"Gerçekten ölebilirim." Omzunu sıvazladım. "Turp gibisin, bir şey olmaz." Yavru köpek ifadesini görmek için başımı kaldırmışken camdan aşağı doğru süzülen kar taneleriyle beraber şaşkınca bir "Aa!" nidası çıktı dudaklarımdan. "Kar yağıyor!"
Benim sevincimin aksine o hevesi kursağında kalmış gibi "Yağıyor, baya baya başımdan aşağı yağıyor." dedi. Güldüm, yeniden. Ömründen yılları almışım gibi bakıp durduğu için dayanamadım ve hızlıca yanağına bir öpücük kondurup önüme döndüm. Derin bir iç çekti. "Artık hissettiğim mevsimlere de sen karar veriyorsun demek. Yaz geldi birden."
O gece yemeği beraber yaptık. Mutfak becelerinden en gelişmişi bıçak kullanmak olduğu için tüm doğrama işlerini ona verip el lezzeti gereken noktaları ben yaptım. Sonra gece çöktü, salondaki koltuğu kar seyretmemiz için bahçenin boydan camına doğru çevirip kalınca bir battaniye getirdi. Koltukta ayaklarımı sallayıp gelmesini bekliyordum ama bir süredir ev öyle sessizdi ki merakla etrafa bakınmaya başladım. Battaniyeyi üzerimden çekip odalara göz atmaya başladım; Çağlar evde yoktu.
Ne yapacağımı bilemeyerek bir süre daha beklemeyi düşündüm ama yerimde duramıyordum çünkü habersizce gitmeyeceğinden emindim. Tam telefonumu bulmak için battaniyenin altını üstüne getiriyordum ki kapının açılıp hızla kapandığını duydum. Hemen ardından salon kapısında dikilmiş üzerinde kar taneleriyle belirmişti.
"Nerelerdeydin?" dedim enşiyle. Endişe etmem hoşuna gidiyor gibi yarım ağız gülümsediği sırada elindekini fark ettim. Omzundaki karları tek eliyle silkledi, "Bu senin için." Karşıma dikilip ince bir ağaç dalına yaptığı kardan çiçeği uzatıyordu. Gözlerimin içi parladı, onunkiler de öyle. Burnuma soğuk kokusu dolarken "Kardan Gül." deyince uzanıp parmaklarıma aldım.
"Kardan Gül mü?" Gülümsedim. Güller ve bizim aramızda bir bağ vardı artık. Burnumu uzatıp kokladım. "Kokusu da güzelmiş." Üzerinde erimiş kar taneleri ceketini ıslatmış olsa da kollarımı sardım omzuna. Bir süre sessizce sarıldık, gülümün şekli yavaştan bozulmaya başlıyordu. Her güzel şeyin sonu vardı biliyordum ama en azından bu anın sonu olmayacaktı. Çünkü zihnimde bozuk bir plak sürekli oynatacaktı bunu.
Koltuğa oturup erimesini umursamadan parmaklarım arasında tutmaya devam ettim. Çağlar yere düşmek üzere olan battaniyeyi alıp üzerime doğru örttü. Ceketini asıp geldi, yanıma oturdu. Öylece durmayacağını biliyordum ama ondan önce davranıp kolunu yakaladım, omzuma attım. Bir refleks gibi başımın üstünü öptü.
"Yerler tam tutmamış, nasıl yaptın sen bu gülü?"
İkimizin arasındaki sessizliği bile sevmiştim. Kolumu sıvazladı, başımı göğsüne yerleştirdim. Kalp atışlarında kaldım bir süre. "Bana senden bahset." Sesini duymak istiyordum, onu daha çok bilmek istiyordum. "Bahsedecek pek bir şeyim kalmadı ki güzelim."
Başımı kaldırıp kaşlarımı çattım. "Sen en sevdiğim çiçeğe kadar biliyorsun ama ben o kadar da tanımıyorum seni Çağlar."
"Tanımadığın bir adamla evlisin o zaman?"
"Galiba öyle oldu. Ama hiç kimseyi de bu kadar tanıdığım söylenemez." Konuyu değiştirme çabalarına karşı dirseğimle dürtükledim. "Anlat hadi."
"Annemin bana öğrettiği ilk isim Meryem Gümüş'tü."
Zihnim annemin ismine karşı o kadar hassastı ki hızla doğruldum. "Nasıl yani?" Benim aksime çok sakindi. "Anneme doğumda yardım eden tek hemşire oymuş. Annen yani." Gözlerimin dolmasına engel olamıyordum, bu hayatımda yaşadığım en güzel denk gelişti.
Annem onu benim için kurtarmıştı sanki. Hiç tahmin etmiş miydi acaba bir gün yardım ettiği o küçük cocuğun gelip beni bulacağını?
"Ne zaman fark ettin bunu?" dedim heyecanla. Benim gibi heyecanlı olmasını beklemiştim ama değildi, aksine buruk bir ifade vardı yüzünde. "En başından beri."
"Nede söylemedin? Çok güzel bir tevafuk."
Sanki kendi kendine söylendi ama kelimeler anlaşılmazdı. "Fırsat olmamıştı." Doğrulup ona heyecanla baktığımı gördüğünde başını olumsuzca sağa sola salladı. "Gel buraya." Bacağımdan yakalayıp beni kucağına çektiğinde yüzümüz hizalanmıştı, neredeyse dizlerimin üzerindeydim.
Kolumu boynundan geçirdim, elini enseme atıp beni çekebildiği kadar yakınına çekti. Nefesimi boynunda aldım, Çağlar sarhoşu zihnim bulandı. "Hastanede büyüdüm demiştim ya, annen gelirdi yanımıza."
Meğer dünyanın en güzel şeyi sevdiğin adamdan anneni dinliyor olmakmış ve ben yıllarca bundan mahrummuşum. Sesi bana duyduğum tüm şarkıları unutturdu. "Küçüktüm ama bana verdiği nasihatleri, getirdiği yemekleri unutmuyorum. Annem cam kenarında babamı beklerken annen sırtıma giyecek bir kazak getiriyordu. Hastaneden atılmadıysak annenin sayesindeydi çünkü bir çocuğun orada büyümeyi bırak girmesi bile yasaktı."
Başımı geri kaldırdım. "Aramızda kaç yaş var bizim?" dedim merakla. "Ben 2014 doğumluyum." Dudaklarında hoşnutsuz bir kıvrılma meydana geldi. "Ne oldu?"
"Otuz olduğumu hatırladım. Hatta otuz bir yaşıma girmek üzere olduğumu."
"Aramızda beş yaş falan var yani?"
"Annem bana hamileyken yanına gelmiş miydi?"
"Hayal meyal karnı burnunda olduğu zamanları hatırlıyorum." Gülüşü büyüdü. "Kızı olacağını söylemişti annem sorduğunda."
"Yıllar önce birbirimizi teğet geçmişiz."
"Hastanede daha önce hiç hamile kadın görmediğim için çok garip gelmişti aslında."
"Hastanenin dışına ilk çıktığım gün annemin ölüp, örgütün beni kaçırdığı gündü."
Bu defa gözlerine bakarak dinleyemezdim. Kollarımı beline dolayıp yasladım kulağımı göğsüne. "Pek bir şey yapmadılar aslında. Köklerimizi unutup bir robota dönüşmemizi istediler." Parmakları güç alır gibi saçlarımı okşadı. "Bir süre sadece İngilizce konuştular, gece gündüz kocaman ekranın önünde İngilizce ne varsa izlettiler. Hira benden önce oradaydı ve bildiği tek dil İngilizce olmuştu. Sonra Yunanca'ya başladılar. Aylarca, okul çağındaki çocukları ağır eğitimlere sokup soyunu sopunu unutturdular."
"Çünkü bana her şeyi anlatan annem ve Meryem Hanım vardı. Öyle çok anlattılar ki asla unutmadım anneme yapılanları. Sadece Türk soyadı taşıdığı için acılar içinde terk edilmiş doğum yaparken." Bir süre sessiz kaldı. "Öfke onların en büyük silahıydı. Psikolojiyle araları da çok iyiydi. Kandırabildiklerini ailelerini öldürenlerin Türk isyancılar olduğunu empoze ettiler, kandıramadıklarının da psikolojilerini bozdular. Gecenin bir köründe uyandırıp deli gibi aydınlık odaya attılar, sonra ansızın koca bir ringde ölesiye birbirimize kırdırdılar. Sekiz yaşımda girip yetmiş yaşımda çıktım. Üç yıl o örgütün elinde birinin bizi kurtarması için dua etmekten başka hiçbir şey yapamadık."
"Sana teselli vermek, artık geçip gittiğini söylemek istiyorum ama acıları hiçbir şeyin silmediğini bildiğim için sadece sarılsam olur mu?"
"Sen sarıl, geçmeyen acım varsa ben keser atarım."
"Kötü günlerini hatırlattıysam özür dilerim."
"Bana soru sormanı seviyorum. Tanımak istemeni. İstediğin her şeyi de anlatırım, yeter ki böyle sarıl."
Huzurla nefes verişimiz aynı anda olmuştu. "Bir gün," dedim emin olmayarak. Çünkü geleceğe dair güzel planlar yapmaya alışkın değildim. "Seçimlerden sonra, burada yeniden Türk bayrağı dalgalandığında bir ailemiz olur mu Çağlar?"
Kollarının gerildiğini hissettim. "Bir gün, kocaman bir ailemiz olacak. Şu bahçede tüm sevdiklerimizle up uzun masada bir akşam yemeği yiyeceğiz. Sonra diyeceğiz ki bugün İstanbul'un kutruluş yıldönümü. Soykırım bitti, Türkçe'yi istediğimiz gibi konuşuyoruz, ben yüzbaşı olmuşum."
"Yüzbaşı Çağlar Kuzgun. Kulağa güzel geliyor."
"Rize? İzmir'e abimi ziyarete gitmek yok mu?"
"Oraya da bir sonraki tatilde gideriz."
"O zaman Aydın'a da gidiyoruz, orası da benim memleketim."
"Tamam hepsine." Güldü. Hayalini kurmadığımız tek şey vardı sanırım; bebek. Dilimin ucuna gelip gelip geri döndü, cesaretim yoktu gerçekleşmemesinden en çok korktuğum hayalimi istememesinden. Kocaman bir ailem olsun istemiştim Çağlar'ı tanıdıktan sonra; ondan önce tek düşüm hayatta kalabilmekti zaten.
"Bir de ela gözlü kuçuk bir kız çocuğu."
Göz yaşımın tişörtüne damlayışı öyle hızlı olmuştu ki ağladığımın farkında bile değildim. Burnumu çektim. "Hayır, yeşil gözlü erkek çocuğu."
"Erkek çocuğuna daha büyük bir ev gerekir boş ver onu." Kahkaha atıp doğruldum. "Daha önce hiç hayalini kurmamıştım ama seninle tanıştıktan sonra hep erkek çocuğum olsun istedim. Benim çok iyi bir abim var ve kız çocuğum olursa onun da abisi olsun isterim."
"Hem çocuk istiyorsun." Saçlarımı omzumdan arkaya attı. "Hem bir tanecik öpücüğü benden esirgiyorsun. Nasıl olacak o iş?"
Gözlerimi kaçırdım. "Hemen istiyor değilim ya canım. Önce başımızdaki musibetler gitsin, o Türk bayrağını göreyim öyle."
"Ölme eşeğim ölme." Kıkırdayıp yüzünü avuçlarım arasına aldım. "Çok tatlısın böyle." diyerek alnını alnıma yasladım. "Sen de fena öpülesi."
***
Hira'nın lugatında bazı sözcükler hep eksikti. Aile, aşk, sevgi, mutluk gibi. Uzun zamandır heyecanlanacağı tek bir şey bile yoktu. Diğer kızlar gibi vaktini ne ailesiyle ne de sevgilisiyle geçiriyordu. Onun tek sevgisi işiydi. Fakat yaş aldıkça, etrafına baktıkça aslında git gide kalbinin yalnızlığa karşı hassaslaştığını görebiliyordu. Artık sessizlik koca bir gürültü olmaya başlamıştı ve korkutuyordu. Arkadaşlarını seviyordu, onlarla geçen vaktine değersiz demiyordu ama eksik bir nokta vardı ve onu bir türlü yakalayamıyordu.
Saat on bir olmuştu bile. Elindeki market poşetiyle gece yürüyüşünden dönüyor, kulaklığında çalıp duran şarkıya içinden eşlik ediyordu. Genelde korkmazdı geceleri, gücünün birçok erkeğe yeteceğini bildiğinden rahattı fakat bu gece birinin onu izlediğinden oldukça emindi. Tüyleri diken diken olmuştu, eve varmasına birkaç sokak vardı ve eğer yakalarsa gözlerini oyacağı kişiyi bir türlü göremiyordu.
Köşeyi dönüp evinin sokağına çıktığında duyduğu havlama sesi yüzünden neredeyse çığlık atacaktı. Köpekler... Örgütün işkenceleri yüzüden en büyük korkularından biriydi. Çenesi titremeye başlamış anında kan şekeri düşmüştü. Hızlandı, adımlarını iki katı atmaya başladı.
Gri swetinin kapşonunu çekiştirip iyice kamufle olmaya çalıştı. Ansızın yükselen cızırtı sesi yüzünden neredeyse dengesini kaybediyordu. "Hey." Elektirik çarptıran şok aleti sessiz caddede yankılandı. Gözlerinin önünden geçti çocukluk travmaları. Bileğinden çarpan o elektriği hissetti, kablolar gözünün önünden geçti. Bu örgütün işiydi. "Nerelerdeydin bunca yıl." Ses kulağında yankılandı.
Ayak seslerinin yaklaştığını duyabiliyordu. Çığlık atmak üzereydi çünkü başka yacak bir şeyi yoktu. Gücü tüm korkularını bilen birine yetmezdi. Bir kez daha elektrik cızırtısını duydu ve ardından kemer sesi yankılandı. İki kişiydi, ayak sesleri de çiftlenmişti.
Arkasına döndüğü gibi iki kapüşonlu adamla denk düştü. Birkaç adım uzakta ellerinde tahmin ettiği şok cihazıyla duruyorlardı. "Green eski küçük askerine selam gönderiyor." Titreyen ellerinde derman kalmadığı için indirdiği yumruğu boşluğa düşmüş ve yüzüne yediği darbe yüzünden sersemlemişti. Birinin ölmeden önce onu duyması için çığlığı bastı son gücüyle.
Öldürmeye gelmediklerini karnına yediği darbelerle anlamıştı. Öldürmek isteselerdi doğruca şakaklarını hedef alacaklarını biliyordu. Duyduğu ince fren sesinin tanıdık birine ait olmasını diledi. Yüzünün her bir noktasından kanlar aktığına emindi ama en çok karnı acı içindeydi.
"Hira!" Duyduğu sesi tanıdığına emindi. "Siktirin lan!" Birkaç güçlü yumruk ve rüzgar gibi kaçan iki ayak duydu. Zaten amaçları verdikleri mesajı iletmesi olduğu için kaçmaları çok normaldi. Garip olan gözlerini araladığında gördüğü simaydı. "Grivas! İyi misin? Konuş benimle."
Gözlerini kırpıştırdı ve hala kalan son enerjisiyle kalkmaya çalışıp "İyiyim." dedi. Clause'un yerden kalkması için elini uzatacağını sanırken kolunu yakalayıp omzuna attığında ne yaptığını anlayamadı Hira. Sonra aniden havalanıp kendini onun kollarında bulduğunda itiraz edecek mecali kalmamıştı. Fakat evinin olduğu tarafa değil de tersi istikamete ilerlemeye başlayınca "Nereye götürüyorsun?" dedi.
Clause öfkeli ve endişeliydi. Hiç olmadığı kadar korkuyla atıyordu kalbi. "Beni evime götür Carter." dedi ama sesi fısıltı gibi çıkıyordu acıdan.
Öfkeden gerilen çenesini sıkmaya devam etti. "Aklın varsa bir süre bana karşı gelmezsin. Boris'in geceleri çalıştığını ve Ender'in dünden beri görevde olduğunu biliyorum." Hira tam bir şey söyleyecekti ki hızla "Yani sus." dedi. İtiraz edeceğini sanıyordu. Fakat Hira aksine ilk kez üzerindeki yüklerden kurtulup düşünmeden başını birinin göğsüne yaslamıştı. Clause bu hareket karşısında gerilse de siteye giren kapıdan geçip ilerlemeye devam etti.
"Ağrı kesicin var mı diyecektim. Karnım... Acıyor."
Clause'un kollarının gerildiğini hissedebiliyordu. Aynı zamanda iki katı hızlanan kalbini de duyabiliyordu. Asansörün açılıp kapısını açmak için şifre girdiğini duydu. Sonra uzun bir koridordan geçip tanıdık kokusu olan odaya girdi. Hira yarı açık yarı kapalı gözlerle başının yastığa düştüğünü görüp kendine gelmeye çalıştı.
Clause yastığı düzeltti ama gözleri yüzünde kanlar olan Hira'daydı. Birileri onun dokunamadığı yüzü kana bulamıştı. Daha önce kimseye karşı öldüresiye bir nefret beslememişse de artık bu hissle doluydu.
Hira yattığı yerden başını kaldırıp oturdu ve yastığı sırtına koydu. Yanlışlıkla uykuya dalmaktan korktu. Bir süre sonra ayak sesleri koridordan yaklaşıp odaya geldi. Clause üzerindeki ceketi çıkarmış, gömleğiyleydi. Bir elinde kutu diğer elinde su vardı.
Hira'nın hemen yanına oturdu, dip dibeydiler. "Teşekkür ederim." diyebildi yalnızca. Clause cevap vermek yerine öfkesini dizginlemeye çalışıyordu. Kutuyu açıp önce nemli pamukla yüzünü temizledi. "Kimdi onlar?" dedi yalnızca.
Hira hiç olmadığı kadar duygusal çöküntüdeydi. Çünkü zihni hala karmaşıktı. Clause siyah gözler üzerine dikilince tüm dikkatini kaybetmişti. Çenesini tutup yüzünü sabitledi, parmaklarının değdiği en güzel şeydi. "Bana gelince çok güzel yumruk atıyorsun." Kendine gelmesi için ortamı yumuşatmaya çalışıyordu ama o da öfkeliydi. "O herifler çantada keklik olmalıydı."
Gözlerinde gördüğü titreyiş yüzünden cümlesinden pişman oldu ama Hira onu şaşırtarak cevapladı. "Çünkü ellerinde şok cihazı vardı ve neyden korktuğumu biliyorlardı." Nefes alışlarının aniden düzensizleştiğini fark edip onu sakinleştirmek istedi ama bunu nasıl yapacağını da bilmiyordu.
Yüzündeki kanlı yaraları hepsini temizlediğinde içindeki öfke de gücünü yitirmeye başlıyordu. Parmaklarını çekmek istemedi, onu yatıştırır mıydı bilmiyordu ama avucunu yanağına yasladı. Hira bu hareket karşısında kaskatı kesildi. Clause ise baş parmağıyla dudağının kenarındaki yarayı okşamakla yetinebildi.
"Örgütü araştırdım. Yani birkaç illegal yoldan."
Hira kaşlarını çattı. "Bunu yapmamalısın." Clause yeniden onun öfkesini görebildiğine bile mutluydu. "Kaç yıl onlarlaydın?" Gözlerini kaçırdı, yüzündeki elin eksikliği yüzünden ürpermek üzereydi. "Hatırlamıyorum. Belki üç belki altı. Belli bir süreden sonra zaman kavramım yitikti."
Zaman kavramını en son babası öldüğünde yitirmişti Clause. Muhteşem giden bir hayatı varken ansızın onun ölümüyle üzerine binen yük hayatından o yılı çalmıştı. Zaman denen şeyin kıymetini de o vakitlerde anlamıştı.
Eline aldığı küçük yara bandını kaşına tutturdu. Hira canı yanmasına rağmen mimik oynatmıyor ve bu Clause'un daha da canını sıkıyordu. "Acıyorsa acıyor de."
Başını olumsuz anlamda salladı Clause. "İflah olmazsın. Gözlerin doldu, görebiliyorum."
"O zaman o kadar yakından bakma." Göğsünde hissettiği avuçla şaşırdı. Hira onu birkaç santim geriye itebildiğine şükretti ama bu yaptığından hemen pişman oldu. Bileğini büktüğü gibi canı yanmıştı.
Clause yüzündeki küçücük bir mimikten bunu fark edip yakaladı bileğini. "Bu böyle olmayacak, doktora gidiyoruz." Bileğini geri çekip "Olmaz." diye itiraz etti hızla. "Hastane sevmem."
"Ne önemi var!" diye çıkıştı Hira onun da sesini yükselttiğini görünce.
"Birçok önemi var! Senin canın yanınca ben de öfkeleniyorum!"
İkisi de donup kalmıştı. Clause'un derince yutkunduğunu adem elmasından gördü Hira. Söylenmemesi gereken bir şeyi söylemişti Clause. Henüz kendisi bile kabullenmemişken bunu söylemiş olamazdı! Döndürmeliydi.
"Sonuçta bir kadının böyle canının yanmasına her erkek öfkelenir." dedi ama bu söylediğine kendi de inanmıyordu. Hira'nın kafası karışmıştı ama yine de üstelemedi. "Doğru." demekle yetindi. "Evet, haklısın."
"Haklısın dedim zaten. Neden yeniden vurguluyorsun?"
"Hı?" dedi kabaca Hira. Çünkü beklediği kelimeler değildi bunlar. Clause'un dudaklarından genelde iğneleyici keilemelere alışmıştı.
"Yani haklı olmayı seviyorum. Yeniden belirtmek istedim." Gözlerini birkaç saniye kapatıp düştüğü bu aptalca halden çıkmaya çalıştı. Genelde dikkatli ve ne yaptığını bilen bir yapısı vardı ama nedense ne zaman bu Türk kızının karşısına çıksa kelimeleri toparlayamıyordu.
"Uzan Grivas." Hira kaşlarını çattı. "Aptalca düşlerine beni alet etme. Sadece şu jeli süreceğim."
"Annemin özel yaptırdığı zedelenme, morluk, kızalıklık işte ne varsa iyi gelen doğal bir jel. Ağrı kesici etkisi de var."
Elini uzattı. "Ben sürerim." Clasue umutsuzca başını sağa sola sallayarak "Keyfin bilir. Bileğine dikkat et."
Clause hızla yataktan kalkıp dolabından birkaç parça aldığı gibi odayı terk etti. Kapıda soluklanması gerekti çünkü köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. Misafir odasında gömleğinden kurtulup tişörtünü ve hızla diğer parçaları da değiştirdi. Saat on iki olmak üzereydi ve yan odasında onu hem deli eden hem öfkelendiren hem de meraktan kıvrandıran bir kadın duruyordu.
Evi oldukça sıcaktı ama onun üşüyebileceğini düşünüp ısıyı iyice arttırdı. Bir süre sonra kahve makinasına kapsül atttı, dolabında annesinin bıraktığı kurabiyelerden birkaçını tabağa koydu. Tatlı belki mutluluk hormonunu yükseltir de keyiflenir diye düşündü.
"Şey." Duyduğu çekingen sesle beraber arkasına döndü. Hira üzerinde ince askılı bluzla duruyor, kapşonlusunu koluna takmış gitmeye hazırlanmış gibiydi. "Ben eve dönsem iyi olur. Daha iyi hissediyorum ve her şey için teşekkür ederim." Onu ilk defa böyle kırılgan görüyordu.
"Boris ya da Ender dönmeden olmaz. Yarın sabah istediğin zaman gidersin."
"Konu tartışmaya kapalı. Çok rahatsız olursan ben giderim. Apartmanınız güvenli değil, sitede en azından güvenlik var, yabancı kimseyi almazlar ve evim de güvenlik sistemleriyle donatılmış durumda."
Utandığını görüp hafifçe gülümsedi Clause. Bu kızın her çabasız hareketi içinde dağ deviriyordu. "Kahve ve kurabiye için masaya oturabilirsin."
Dumanı üzerinde kahveleri masaya koydu, karşısına oturdu. Hira'nın gözlerini her kaçırışında daha da odaklanarak baktı onlara. Gördüğü en koyu gözlerdi. "Öyle bakmaya devam edersen nezaketimi kaybedebilirim."
Clause'un dudaklarından muzip bir gülüş çıktı. "Hemen huysuzlan zaten." Dudaklarına aldığı kurbiyeye gözlerini büyüterek baktı. "Nereden aldın bunları?"
"Vay canına! Annen pastane açmalı, harikalar." Kurabiye tabağını ona biraz daha itti. "Yediğim ilk ev kurabiyesi."
"Evet. Hep yetiştirme yurdunda kaldım, sonra kendim de yemek yapmaya vakit bulamadım. Sadece karnımı doyuracak kadar yapıyorum. Tatlılar ve diğer şeylerden uzağım. Ama bu yediğim en güzel şey."
Clause en zor günlerinden bile utandı. Çünkü bu kızın sıradan bir günü bile ömrünün çileli gecelerinden daha ağırdı. "Hira."
Hızla dikkat kesildi çünkü Clause'un dudaklarından ismini ciddiyetle duymaya alışkın değildi. Fakat hemen sonra dudaklarından dökülen "Kar yağıyor!" cümlesiyle birlikte ayaklanmıştı.
"Evet, görebiliyorum." dedi düz bir şekilde Clause.
Hira cama yaklaştığında hemen yanında bitti. "Yılın ilk karını seninle gördüğüme inanamıyorum! Bütün yılım lanetli geçecek." Omzunun üzerinden yanında ondan bir buçuk karış kısa kalan zifir karası kadına baktı. "Nedenmiş?"
Hira da ona dönmüş ve gözleri siyah halkanın içindeki masmavi şeritlere kilitlenmişti. "İlk karı kiminle görürsen ya onun düğününde ya da cenazesinde yeniden denk düşersiniz derler."
Clause gözlerini kısıp cama döndü. "Ne aptalca şeyler."
"Evlenmeyeceğime göre cenazeme geliyorsun."
"Cenazeleri sevmem ve gitmem."
"O zaman ben senin düğününe geliyorum."
"O zaman sen... Boş ver. Bence de saçmalık."
Kaşlarını çatıp bu aptal düşünceden çıkmak üzere "Başkalarının uydurmalarını bırak da beni dinle." Hira zaten hala ona bakıyordu. "İlk karı kiminle görürsen onu ya öpersin ya da öldürürsün."
Hira sertçe omzuna yumruk geçirdi. "Bir silahım var." Clause ciddiydi ve ifadesi değişmemişti. "Bu durumda ölüyor muyum?" Gözlerini kısıp gülümsedi. Yağan karın hızını arttırdığı gibi hızlandı ikisinin de kalp atışları. Hira cevap vermedi ama Clause yüzünü onunkine yaklaştırırken gerildiğini gördü. Niyeti onu öpmekti elbette fakat bunu izinsiz yapamazdı ve onun da buna pek niyeti yoktu. Bu yüzden sadece burukça gülümsedi ve "Ölüyorum anlaşılan."
Yüzünü teğet geçip masaya döndüğünde Hira bir süre dikildi camın önünde. "Ölmüyorsun." dedi arkasından. "Ben yapılan iyiliği unutmayanlardanım. Savaş meydanın karşıma çıkmadığın sürece tetiği çekmem Carter."
"Neden bilmiyorum ama bunu duyduğuma sevindim."
***
Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyinn ❤️
Sonraki bölümde görüşene kadar kendinize iyi bakın 😘
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.77k Okunma |
277 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |