Sonraki bölümü olabildiğince hızlı yazmaya çalışacağım. Sizi merakta bırakmak istemiyorum ama artık derslerimi toparlamam ve kendime vakit ayırmam gerekiyor.
Beni desteklediğiniz için teşekkür ederim. Her yorumu tek tek okuyup dakikalarca ne yazacağımı düşünüyorum. Bildirimlerde gördüğüm sayıların artışının ne kadar mutluluk verdiğini anlatamam. Yaşadığım en güzel duygulardan biri yazdıklarımın okunmasıymış meğer. Bunca yıl kendimi bundan mahrum bıraktığım için de üzülüyorum.
Bölümü yolun başından bu yana yanımda olan sizlere ithaf ediyorum. Yolu yarıladık ve diğer yarısı için yazmaya devam ediyor olacağım. Sadece küçük bir ara :))
***
21. BÖLÜM
"Efsun ve Hira değil Ophelia ve Helen"
Hira kollarındaki kediyle öylece kala kaldı yüzüne kapanan kapının karşısında. Çok yakın bir zamanda buradan gidecekti ve apartmandaki komşusuyla görüşüp kedisini ona bırakmak üzere anlaşmışlardı. Fakat kadın aniden karar değiştirdiğini ve bir arkadaşından kedi sahiplendiğini söylediği için öfkeden kuduruyordu.
Merdivenlere çöktü. Onu bırakmak zorundaydı, yanına fazladan bir çanta götürme izni bile yokken bir canlıyı götüremezdi. Fakat yeni bir sahip bulacak zaman da yoktu. Saat akşam dokuzu gösteriyor, dışarıdaki görevini bitirmiş ve son olarak Mila'yı yeni evine bırakmaktı bugünkü son planı.
Kedi miyavladı, Hira çaresizce düşündü. Sonra zihninde uzun zamandır belirip duran kişi yeniden gözleri önüne geldi; Clause Carter. Mila'nın onun kollarına zıpladığını hatırlayıp yanlışlıkla gülümsedi. İnsanlara mahçup olmayı sevmiyordu ve bir canlıyı verecek kadar büyük yükümlülük yüklemekten de hoşlanmıyordu. Hem gidip ne diyecekti ki ona?
Çoktan telefonunu eline alıp Carter ismini tuşladığını fark etti. "Kahretsin." deyip hızla kapattı çünkü bu çok aptalcaydı. Fakat saniyeler bile geçmeden aynı isim yeniden belirmişti ekranda.
Mecburen cevapladı "Efendim?" diye.
"Efendim mi? Beni arayan sendin Grivas." Sesi uykulu geliyordu ve bugünün cumartesi olduğunu hatırladı. Onun gibi birinin hafta sonunu partileyerek geçirdiğini düşünürdü hep.
"Yanlışlıkla aradım, aldırma."
"Uykumdan uyandırdın ve şimdi de aldırma diyorsun? Artık bana bir uyku borçlusun Bodyguard." Mila miyavlamaya başladığında kaşlarını çattı Hira.
Uzun zamandır şu aptal kelimeyi duymadığına seviniyordu fakat yine kulağını tırmalamıştı.
"Özür dilerim." deyip tek seferde kapattı telefonu. Sonra yeniden titredi ve derin bir soluk verip öfkesini içinde tutmaya çalışarak açtı. "Ne var Carter?"
Miyavlama sesleri yükseldi, daha fazla o küçük plastik şeyin içinde kalmak istemiyor gibi tırmalıyordu her yeri.
"Evde misin?" dediğine kendi de şaşırdı genç kadın.
"Şey, senden bir iyilik isteyeceğim ama biraz büyük ve kesinlikle bu yükümlülüğü almak istemezsen anlarım. Aslında insanlardan bir şey istemeyi sevmem, başımın çaresine hep bakarım. Hatta kabul etmezsen de sorun değil çünkü bir başkasını bulabilirim bunu yapması için. Sonuçta bir canlı söz konusu."
"Sen... Neden söz ediyorsun? Hiçbir şey anlamıyorum. Ya bana gel ya da ben geliyorum."
"Ben aslında merdivendeyim ve müsaitsen gelebilir miyim? Yanımda-"
Yanındaki kedi mamasını ve birkaç oyuncağı kollarına aldı ve Clause'un sitesine doğru yola çıktı. Yalnızca bir sokak ileri gitmesine rağmen sağanak yağmur yüzünden saçları hemen ıslanmıştı. Asansöre binip kapısının önüne vardığında kapıyı çoktan açtığını fark etti.
Temkinli bir şekilde içeriye adımını attı. "Clause?" Kapının biraz ilerisindeki odadan üzerine tişörtü çekiştirerek giyerken geliyordu. Yüzünde gerçekten de yeni uyanmış bir ifade vardı ve Hira'yı istemsizce gülümsetmişti. Sonra kendini toparlayıp garip halini açıklamak istedi.
Omuzları istemsizce titremişti sözleriyle. Salona doğru onun yönlendirdiği şekilde ilerledi. "İçinde durmaktan hoşlanmıyor gibi. Aç artık da dışarı çıksın." İçi rahatlamıştı nedense. Bu küçücük şey bile bir umuttu.
İçini açıp Mila'yı bıraktığı gibi koltuğun altına kaçtı. "Yeni geldiği yerde hep böyle yapıyor." Bakışlarını Mila'dan ayırıp ona merakla bakan gözlere dikti. "Şey."
"Şu kelimeyi kullanıp durmasana. Sana hiç yakışmıyor. Tanıdığım Hira Girvas tüm sözlerini haykırırdı."
İstemsizce yeniden gülümsediğinde bu adamın karşısında indirdiği duvaların birçoğunun artık moloz yığınını süpürüyordu zihni. Clause ikinci kez gördüğü gülüşün etkisiyle gözlerini kırpıştırdı.
"Mila'ya yeni sahip bulmalıyım. Bir komşum alabileceğini söylemişti ama az önce gittiğimde vaz geçtiğini, artık yeni bir kedisi olduğunu söyledi. Daha önce haber vermeliydi ama bunu da yapmadı ve şimdi Mila evsiz."
Kaşları çatıldı Clause'un. Burnuna kötü kokular geliyordu. "Mila'ya neden yeni bir ev buluyorsun?"
Hira gözlerini kaçırdı. "Atina'ya gidiyorum. Bakan'ın kızının değil başka bir politikacının korumalığını yapacağım."
Clause uzun zamandır duyduğu hiçbir habere bu denli öfkelenmemişti. Yalnızca öfke de değil içindeki duygunun tarifi bile yoktu. Karşısındaki kadının gözlerini kaçırışı yüzünden yeniden o bakışlardan mahrum olduğunda bile içi tuhaf oluyordu.
"Ve Mila'yı bırakabileceğim bir tek seni tanıyorum."
Clause'un normal şartlarda buna sevinmesi ve aptalca sırıtması gerekirdi fakat başaramadı. İstemiyordu. Hira'nın karşı apartmanda olmasının verdiği güven hissine ihtiyacı vardı. "Ne zaman gidiyorsun?" Uzak bir tarih vermesi için yalvarabilirdi. "Yarın." Saplanan kaçıncı oktu bu?
"Yarın." diye tekrarladı Hira'nın sözlerini. "Yarın demek."
"İstemezsen anlarım. Bir kedi büyük bir yükümlülük."
"Sorun Mila değil Grivas." Hira irkilip yeniden Clause'a döndü. "Mila'ya seve seve evimi açarım. Onunla ilgilenirim, beni sevdiğini biliyorsun." Yarım bir gülüş attı.
Clause bir süre düşündü ve ardından hızla "Sorun yok." deyip geçti. "Benimle kalabilir. Sana onun videolarını gönderir ve sağlığından da haberdar ederim." Bulduğu bahane tek tesellisiydi Clause'un.
"Tabii." dedi Hira hüzünle. Gittiğinde ona ulaşabilecek bir numara olmayacağını biliyordu. İstanbul'a dönüyordu çünkü.
Mila yavaş yavaş koltuğun altından çıkıp etrafa sürünerek kokusunu bırakıyordu. "Evde daha önce bir kedi bakmıştım. Sanırım onun kokusunu aldı ve yerine kendi kokusunu bırakmaya çalışıyor."
"Ah!" dedi Hira. "Eğer öyleyse onun mama kabın yemek verme çünkü yemez. Başka kedilerin kokusuna katlanamıyor. Birkaç defa beni bu yüzden tırmalamıştı, sokakta beslediğim kedilerin kokusunu alıp."
İkisi de gülümsedi. "Hira." Hızla başını kaldırıp ona dikilen masmavi gözlere baktı. Her defasında rengi karşısında biraz daha büyüleniyordu. "Film izlemek ister misin?"
Normal şartlar altında buna katiyen karşı çıkmalıydı. Kişiliğine tersti fakat bu Konstantinopolis'de son gecesiydi. Belki de bir geceliğine gerçekten olmak istediği özgür kişiliğine bürünebilirdi.
"Son geceni çalıyor gibi oldum ama"-
Clause şaşkınca gülümsedi ve Hira bu gülüşe sadece baktı. Zihninde karalama yaptı unutmamak için. Clause Carter; oldukça gıcık biraz bencil ve biraz da ukala biriydi ama tüm bu sıfatları bir kenara atıp harika ötesi yakışıklılığında takılı kaldı.
Clause televizyon karşısındaki ikili koltuğun düğmesine bastı. Koltuk biraz uzayıp arkaya doğru eğrildi. "Şu zenginler gerçekten parayı nereye harcayacağını şaşırıyor."
"Gel de film seç. Ben de içecek bir şeyler getireyim."
Sessizce koltuğa geçip eline tutuşturulan kumandayı tuşladı. Mila'yı, Clause'un peşine koştururken gördüğünde gülümsedi. Ondan gerçekten hoşlanmıştı, bu adamda şeytan tüyü olduğuna emindi artık.
Aksiyon bölümünden izlemediği bir filmi açıp başlattığında koltuğa konan efsanevi tatlılarla gözleri büyüdü. "Şerbetli tatlı adamı gibi durmuyorsun."
"Kardeşime almıştım ama bu hafta sonunu evde geçirmeye karar verdi ve bunlar da başıma kaldı." Koltuğa tamamen oturup Hira'nın yanına geçti ve arkasına yaslandı. Uzattığı ayaklarına battaniyeyi serdi, tatlıyı önüne uzattı, kapalı ışıkların ardında filmi izlemeye başladılar.
Tabi Clause'un dikkatinin filmde olmadığı aşikardı ama Hira bunu fark edemeyecek kadar hipnoz olmuş haldeydi. Filmin en az üç saatlik olmasını diledi böylece o bakmıyorken bile gözlerini dikebilirdi.
"Tüylerim diken diken oldu." dedi Hira.
"Neden?" Sesi dalgındı Clause'un. Dirseğini koltuğun başına dayamış ve yüzünü de yumruk halindeki parmaklarına.
"Gözlerini dikip baktığın için." Hira ondan tarafa bakmadan elini uzatıp tek seferde yanağını buldu ve Clause'un yüzünü televizyona çevirdi. Mila evin içinde koşuşturmaya hatta bir ara televizyona atlamaya başlamıştı. Sonra ansızın koltuğun arkasından ikisinin arasına atlayıp onları korkutmuştu. İkisi de anın şokuyla irkildiğinden kafaları birbiriyle tokuşarak acı içinde kıvranmalarına sebep olmuştu.
Clause kısa sürede kendini topladı. "İyi misin?" Bir elini Hira'nın ensesine diğerini de çenesine attıp başını kaldırmaya çalıştı. "Aptal Mila." diye söyleniyordu genç kadın saçlarının arasını kaşıyarak. "Ne kadar kalın kafalısın Carter!"
Clause istemsizce kahkaha atmaya başlamıştı. "Birçok iltifat duydum ama bu en ilginciydi bebeğim."
"Çünkü iltifat değildi seni aptal."
"Bence dudaklarından benimle ilgili çıkan her şey iltifat olabilir."
"Yine eski haline dönmeye başladın farkında mısın?"
"Son gününü güzelleştirmeye çalışıyorum."
Clasue başını sağa sola sallayıp sırıtırken geri başlattı filmi. Zihninde harekete geçmeye çalışan planlar dönüp duruyordu. Hira oturduğu yerde biraz daha yayılıp eğik olan koltuk başlığına başını yasladı. Clause da birkaç karış ötesinde aynısını yaparken biraz yaklaştı ve Hira'nın ruhunun duymamasını diledi.
Film tamamen uçan arabalar ve mermiler eşliğinde gidiyordu. Clause ise gözlerini bir an bile oraya dikemiyordu. En azından buradaki son gecesinde biraz yakınında olmak ve etki bırakmak istiyordu böylece onu unutamayıp iletişimi kesmezdi.
Hafifçe eğilip "Bu geceliğine Hira ve Clause olmak yerine sıradan iki insan olabilir miyiz?" diye fısıldadı. Hira başını çevirmedi. "Neden?"
"Çünkü Hira bunu yapmama izin vermeyebilir." Yavaşça bir elini omzuna attı ve şaşırtıcı bir şekilde Hira bundan kaçmadı.
"O zaman benim adım Helen olsun."
"Helen? Turuva Savaşı'nın başlamasının sebeplerinden biri olan Helen gibi mi?" Hira'yla konuşurken bir yandan da elini hep istediği o saçlarına daldırdı. Hira ise hafifçe kapanan gözlerine engel olmaya çalıştı. "Ben de Menelaos olacağım o zamna."
Hira kaşlarını çatıp ona döndü. "Sen de Paris olabilirsin." Clause efsaneyi bilmemeyi dilemişti. Çünkü efsaneye göre Helen ve Paris'in aşkları tutkulu ama kısaydı ve sonunda onu elde edebilen kişi Menelaos oluyordu.
"Efsaneyi biliyorum bebeğim." Ona Helen demeyi reddetmeye devam etti. Bir mesaj vermeye çalıştığından şüpheleniyordu. "Bu gece yanımda durmak istiyorsan beni Helen olarak gör."
Paris olmak istemedi. Paris, Aphrodite'in ona vaadettiği Helen'e aşık olmuş bir mitolojik karakterdi. Tabi Helen Menelaos'a aşıktı. Paris onun kalbini çalıp ikili Turva'ya kaçtıklarında büyüleyici bir aşk yaşamışlardı. Bu aldatmaktı ama mitoloji de bunun milyonlarcası vardı bu yüzden takıldığı nokta bu olmadı. İkilinin Tuva'ya kaçışı Menelaos'u kızdırmış ve Truva savaşının başlamasının sebeplerinden biri olmuşlardı. Dokuz yıllık savaşın sonlarında Paris yediği okla ölmüş, savaşın bitimiyle Melenaos koskoca on yılın sonunda Helen'i geri almıştı. Truva tarihe gömülürken Paris ve Helen'in aşkı ebedi kalmıştı.
"Asla Paris olmam." dedi net bir dille. Hira kaşlarını çatıp her zamanki cesur tavırlarıyla Clause'un kollarından ayrılıp koltuktan inmek için hareketlendi. "Dur, dur, dur!" Kolundan kaptığı gibi Hira'yı geri çekip "Paris olacağım tamam mı?" dedi Clause.
Hira çenesini yukarı kaldırdı ve hemen ardından Clause'un çaresizce oflandığını duydu. "Madem Paris olduk bari hakkını verelim." Hira gözlerini açıp kapayıncaya kadar Clause şimşek hızında yanağına öpücük kondurdu. Aslında dudağını öpmekti niyeti ama aşırıya kaçmaktan korkup son anda yönünü değiştirmişti.
Hira hızla göğsüne bir yumruk indirdi. "Sana bunun için izin vermedim Carter!" Clause kıs kıs güldü ama bir yandan da göğsüne inen darbeye şaştı. "Paris, unuttun mu Helen?" Hira bıkkınca inledi. "Yüzünü yumruklamak istiyorum."
Hira oturduğu yere geri yaslandı. "Yakışıklı yüzüne vurduğum için dava açarsın diye korkuyorum."
Clause yine kahkahayı bastı. "Yakışıklıyım demek." İstemeden dudağını ısırdığı sırada Hira gülüşünü görmek için başını çevirmişti fakat sonra bunun büyük bir hata olduğunu fark etti. Gülüşü büyüleyiciydi. Gözlerinin içinin masmavi olup dışında siyah bir halka oluşuna hayran kaldı. "Seni etkilediğimi biliyordum Helen."
Yine yanağından ittirip "Önüne dön Paris." dedi. Vaktin kalanında Hira'nın gözleri ağırlaşıyordu. Mücadele verdi fakat Clause'a karşı tüm koruma kalkanları indiği için başının sert sayılabilecek bir yüzeye düşüşüne izin vermişti.
Clause, Hira'nın göz kapaklarının düşüşünü görebiliyordu ve son anda onu göğsüne çekme gereği duyup düşen başını yakaladı. "Sersem." diye fısıldamıştı istemsizce. Dakikalar sonra derin nefes alışlarını hissetmeye başlayınca televizyonu kapattı.
Parmağının ucuyla yakaladığı battaniyenin çoğunu Hira'nın üzerine doğru örtüp kendinin çoğunu açıkta bıraktı. Yeterince sıcaktı zaten. Koltuğu biraz daha eğerek onun rahat etmesi için gerekli her şeyi yapıyordu.
Kısa saçlarının boynundaki hissine karşı gülümsediği sırada miyavlayarak onlara yaklaşan Mila'ya "Sessiz ol! Annen uyuyor ufaklık." diye fısıldadı. Kurduğu cümlenin zihninde oluşturduğu farklı versiyonlara hayret etti. Daha önce de aşık olduğunu söylebilirdi fakat hiçbir kadına karşı böyle görüntülerin zihninde dolandığını hatırlayamıyordu Clause.
Mila koltuğa atlayıp ikisinin arasında daha çok Clause'un kucağına doğru sarı tüylerini sermişti. Hira, onun sıcaklığıyla yüzünü buruşturdu, elini gelişigüzel bir şekilde Clause'un bedenine sarıp yurkarı doğru hareket etti.
Dudaklarından çıkan hoşnutsuz mırıltılar Clause'u gülümsetti. Sonra Hira'nın bedenini daha da sıkmaya bir süre sonra da soluklarının dengesizleşmeye başladığını fark etti. Sanki nefesini tutup tutup bırakıyor gibiydi. Clause parmaklarını istemsizce Hira'nın şah damarına yerleştirdi, korkmaya başlamıştı. Vücudunda hissettiği baskı gittikçe artıyordu, kim uykusunda bu denli güçlü olabilirdi ki?
Aniden kolunu geri çekip tam tersi tarafa döndü. Bu defa hoşnutsuz mırıltılar çıkaran Clause'du. "Hadi ama Grivas. Uykunda bile benden kaçamazsın." Fısıltısı neredeyse kendi duyacağı kadardı. Döndüğü tarafta cenin pozisyonunu almıştı. Bir yeri ağrıyor gibi değil de sanki... Sanki kendini sıkıyordu. Az önce Clause'u sıktığı gibi bu defa da kollarını kendine sarmış sıkıyordu.
"Hira." Onu uyandırması gerekiyormuş gibi hissediyordu. Boynunu kaplayan saçlarını kenara doğru çekip yanağını okşadı. "Hira." Kolları gevşemiş ve kendini yeniden serbest bırakmıştı. Clause'un zihninde o an patlak verdi bir şeyler. Green Örgütünün onda bıraktığı hasarlardan biri olabilirdi.
Parmaklarını beline sarıp yeniden kendi tarafına gelmesini sağladı. Pek de zor olmamıştı çünkü o da dönmek üzereydi. Kucağındaki Mila'yı da uyandırmak istemiyordu bu yüzden yan dönemedi ama Hira işini kolaylaştırıp kendini yeniden ona sarmıştı. Clause'un dudaklarına memnun bir ifade yayıldı.
Bir kolunu beline geçirmişken diğerini yanağına yerleştirip okşadı. Saçlarını kulağının arkasına attı. Bir şeyden çok emindi. Onu Atina'da bulmak için tüm servetini şu hacker zımbırtılarına harcayacaktı. Ayrıca her gün aramaktan da geri durmayacak hatta yarın sabah uyandığında da onu buna ikna edecekti.
Battaniyenin arasından telefonunu çıkarıp Hira'nın genelde kullandığı saç tokasının resmini görsellerden indirip tanıdığı birine attı. Kumaş tokanın içine koyabileceği kadar küçük bir gps aleti bulup tokanın aynısına koymasını ve birkaç saat içinde kapısına getirmesini istedi ondan.
Gözlerini kapatıp kısacık uyumayı düşündü fakat umduğu gerçekleşmemişti.
Hira güneş ışığını hissettiği sırada korkarak açılan gözleriyle dehşete düştü. Bırak yanında birinin olmasını aynı odada ondan başka nefes alan varlıkla bile uyuyamazdı. Bir süre kıpırdamadı. Başını yasladığı göğsün ritmik sesleri az kalsın onu yeniden uykuya daldıracaktı. Kollarını o mu Clause'a geçirmişti yoksa Clause mu ona bilemedi.
Erkeklerin içinde büyümüş ve yaşamış olmasına rağmen hiçbirinin kokusunu bu denli alacak kadar yakın olmamıştı. Yapmaması gereken her şeyi yapıyordu, başını kaldırıp kusursuz yüzüne bakmak gibi. Neredeyse sarı diyebileceği kumral saçları güneşte altın gibi parıldıyordu. Gözleri açık olsaydı şimdiye hipnoz olacağını biliyordu. Derin bir nefes alıp doğrulmaya başladı. Neden olduğunu anlayamadığı bir şekilde çok güçtü ayrılmak.
Mila'nın uyanıp hareketlendiğini gördü, yüzünü buruşturdu. Clause'un da uyanmasından korkuyordu çünkü çok utanç verici bir vaziyetteydi. Koltuktan kalkmadan hemen önce dizlerinin üzerinde durdu bir süre. Yine son kez inceledi yüzünü, derin nefesleri sayesinde hala uykuda olduğundan emindi. Önüne düşen birkaç sarı tutamı arkaya attı. Gülümsemiyorken böyle sert görünen biri nasıl sarı saçlı olabilir diye düşündü. Uykusunda ciddiydi, çenesini de sıkıyordu.
Koltuktan inip Mila'yla vedalaşmak için onu kaptığı gibi kucağına aldı. Yakalaması zor bir kediydi ama kucak da seviyordu. Mırıltılar eşliğinde sürtündü üzerine. "Özür dilerim." diye fısıldadı. "Seni terk etmiyorum, buna mecburum annecim." Onu okşarken gözünden düşen yaş damlasını sildi. Canından can gidiyor, etinden et koparıyorlardı sanki.
Daha fazla dayanamayıp ayaklandı. Telefonunu cebine atıp gitmek üzereydi. Kesinlikle gitmeliydi ama gözlerine ilişen beyaz tişört dikkatini dağıtmıştı. Sandalyenin üzerinde buruşmuş vaziyetteydi. Yutkundu ve kendinden utanarak tişörtü kaptığı gibi evden ayrıldı.
Artık Clause Carter ismi dudağının kenarıyla gülümseyeceği eski bir anıdan ibaret olacaktı. Belki yaşlandığında huzurevindeki arkadaşlarına anlatır belki de mezara girene kadar düşündüğü tek adam olarak kalırdı.
Telefonundaki hattı çıkarıp cebine attı. "Kendine iyi bak Paris."
***
Koskoca iki hafta geçip gitmişti. Sabahın erken saatlerinde oy kullanıp eve dönmüştük. Son zamanlarda tünelden aldığımız haberlere göre geçiş için hazırdı. Beyoğlu'ndaki henüz tamamlanmamış olsa da birçok yönden ihtiyaç karşılayacak olan büyük tünel iş görür seviyedeydi.
Çağlar, geçen bu zamanın çoğunda görevleri arasında eve geliyor, boş vaktini tünelde geçirdiği için yoruluyordu. Birkaç sefer onunla birlikte yeniden gitmiş ve işe yarayan tek yönümü kullanarak oradakilere yemek yapmıştım. Sanırım hayatta en zevk aldığım şeyi bu yaşımda bulabilmiştim. Birilerinin ellerimle yaptığım yemeği yerken zevk alması beni tatmin ediyordu.
Ender, Hira ve Boris de bizi bahçede bekliyorlardı. Hira omzumu sıvazlayarak "Nasılsın?" dedi. Gülümsemeye çalıştım ama ben de büyük bir stres altında olduğum için güçlükle belirmişti. "İyi. Sen?"
Sessizdik. Çağlar onu hiç görmediğim şekilde ciddi ve suskun duruyor, gerginliği her hareketinden belliydi. "Oturun."
Verdiği emri hepsi saniyesinde yerine getirdi, sesi her zamanki gibi değil Üsteğmen Çağlar gibi çıkıyordu zaten. Herkes rasgele yerleşirlen ikili hasırlarda Çağlar'ın yanına oturan bendim. Masaya doğru dikleşti. "Kıyamet operasyonu için kalan son kaleyiz."
Demek ismi kıyametti. "Herkes üzerine düşeni biliyor. Gitmesi gerekenler gideceği yeri ve kalması gerekenler kalacağı yeri." Ben hariç.
Çünkü Çağlar bu sürede bana anlatamayacaklarının sonsuz olduğunu ve sadece ona güvenmemi söylüyordu. "Şayet seçimleri muhalefet parti kazanırsa ilk baskın yiyecek yer Bakan'ın evi ve ardından burası. Yapmanız gerekeni biliyorsunuz, tekrarlamayacağım. Emirler gelmeye ve planda değişiklikler yaşanmaya devam ediyor, tetikte kalacağız."
Kimse yutkunamadı bile. Bense korkudan titreyecektim; kaybetme korkusundan. Ömrümde ilk kez birini kalp atışını ezberleyecek kadar seviyordum ve kaybedecek olsam delirmemem elde değildi. Çağlarsız bir ömrü düşünemezdim.
Sessizlik bölünmedi, kimse kimseyle göz göze bile gelemedi. Hira her zamanki ciddi bakışından arınmış hüzünle bakıyordu. Sanki bir veda vardı ortada ama benim haberim yoktu. Ender'in gözü sadece Hira'da kaldı bir süre fakat Hira hiçbir zaman bunu hissedemedi. Boris başı eğik, bonundan sarkan kolyelerin sallanışını izliyordu.
Çağlar yüzüme baktı, son iki haftada durgunlaşan ruh haline anlam veremiyorken şimdi ansızın kurduğu cümleler hepten işkillendirmişti. Herkesin gitmesini beklemeliydim.
"Neden? Neden onlar kazanırsa baskın yiyoruz? Biz onlara aynısını yapmıyoruz ama."
Ender cevapladı sorumu. "Aşırı sağcı Yunan milliyetçisi oldukları için topraklarında Türk kanı istemiyorlar. Çıktığı son programda açıkça kamu görevinde Türk kanı görmek istemediğini belirtmişti. Programı bile Yunanca yaptırdı, ne bekliyordun?"
"Bizim gibi şerefli olmalarını. Tarihimizde fethettiğimiz hiçbir toprakta yerlileri, halkı kovmadık."
"Şeref kanı bozukların işi değil maalesef. Üstelik adam Green Örgüt üyesi." dedi Hira. Örgüt her yerden çıkar olmuştu zaten şu sıralar. Herkesin derin soluğu yankı yaptı boş bahçede. Hava bu aralar o kadar dengesizdi ki Aralığın son günleri olmasına rağmen tepemizde güneş vardı.
Üç gün sonra yılbaşıydı ve ondan tam dokuz gün sonra da doğum günüm. Belki de ilk kez sevdiklerimle geçireceğim doğum günüm olacaktı. Belki Çağlar'la karları seyrederek girerdim yeni yaşıma...
"Hadi, herkes oy kullandığına göre geçelim Baver abiye." dedi Boris.
"Siz gidin, biz arkadan geliyoruz." Herkesin gidişinin ardından Çağlar üzerinde yoğun duygularla birlikte bahçe kapısının hemen önünde, pervaza yaklaşmış sigara içiyordu. Günlerdir içmediğini biliyordum, paketini evde bırakıp gidiyordu. Açık kapıdan içeriye deli gibi soğuk hava girerken yanına yaklaşıp arkasından sarıldım. Başımı da sırtına dayadım, bir süre hareketsizce durduk. Anda, ikimizin olduğu her anda huzurluydum.1
Sigarasını attı, parmakları bir süre elimi okşadı ardından kıpırdanıp ellerimi çözdü. "Bebeğim." Dudaklarından bana karşı hep güzel şeyler dökülüyordu artık, gülümsetti. "Gel buraya." Arkasını dönüp beni kollarının arasına alan bu defa oydu. Tüm vücudumda rahatlama hissi yayıldı.
"Son günlerde çok moralsizdin, şimdi daha iyi misin?"
Soluk verip saçlarımın arasından öptü. "İşler fazla karmaşıklaştı ama daha iyiyim." Bir kolunu benden ayırıp iki adım içeri girmemiz için hareketlendi ve ardından bahçe kapısını kapattı.
"Hira da biraz kötü gibiydi, soramadım ama bir şey mi oldu?"
İç çekti, sanki sigara dertlerini almamıştı. Belki de ondan içmemişti. "Herkes stresli. Ne olacağını kestiremiyoruz. Plan aksarsa ve tepetaklak olursa kötü şeyler olur. İstanbul söz konusu güzelim, kimse rahat olamaz."
"Ama neyse ki sen harika bir askersin canım." Parmak uçlarımda yükselip yanağına bir öpücük kondurdum. Bir dudağı havaya kalktı önceden attığı çapkın bakışlarındaki gibi. "Bana bir daha canım demen için ne yapayım hemen söyle." Kıkırdadım. "Sadece gülsen yeter."
Güldü. Yine öyle güzel güldü ki ömrümden birkaç gün eksildi sanki. "Canım." Sonunda kollarından çıktım. "Giyeceklerimi ayarlamalıyım."
Duyduğu şeyden hoşlanmamış gibi soldu gülüşü. "Değerli eşyalarını da almayı unutma." Yüzümdeki korku emarelerine sahip çıkamayarak kaşlarım çatıldı. Fakat hemen ardından sakinleşmem için parmaklarını saçlarım geçirip omzumdan arkaya attı ve "Sadece önlem." dedi.
Küçük bir çantaya birkaç değerli kolyemi koydum. Fakat onlardan daha da önemlisi Çağlar'ın bana verdiği kardan gülden geriye kalan küçük dal parçasıydı. Çantanın en altına onu yerleştirdim. Boynumda yine onun verdiği gül kolyesi vardı, en değerli parçam olduğu için onu dikkatle kontrol ettim.
Kapı açılmış ve o da eşyalarını karıştırmaya başlamıştı. Çıkardığı kutudan şıngırtılar duyduğumda arkamı döndüm. Aynanın önünde boynundaki künyeyi çıkarıyordu. Diğer elindeki künyeyi o takmadan elinden aldığımda sonunda dikkatini bana verebilmişti. Biri Konstantinopolis askeri Çağlar Kuzgun'un künyesi diğeriyse Türk askeri Çağlar Kuzgun'un künyesiydi.
Parmaklarımdaki ismi tekrar tekrar okuyup durdum bir süre. Sonra takmam için başını eğdi, bonundan geçirdim. "Asker olduğunu söylediğinde ne düşünmüştüm biliyor musun?" dedim. Yine çok sevdiği gibi çenemi kavradı. "Keşke Türk askeri olsaydı."
Buruk bir gülüş attı. "Ne diyebilirim ki duaların hızlı kabul olmuş." Yavaşça bir yanağımı öptü. "Benimkiler de olsa keşke." Hareketleri işkence eder gibiydi. "Hmm. Neymiş duların?" dedim.
Kokusundan sarhoş olmak üzereydim hatta belki de çoktan olmuştum. Gözlerim bayıklaşmıştı ama buna izin vermedi, çenemdeki eli sıkılaştı. "Seni öpmek." Kıkırtıyla güldüm, gülüşüme güldü. "Seçimleri kazanırsak düşünebilirim." dedim yapmacık bir edayla.
"Bana tüm muhalefeti öldürteceksin be gülüm."
Diğer eli belimi okşadı, hala dudağı benimkine sürtecek kadar yakındı ama temas etmiyordu çünkü bunu asla ben istemeden yapmazdı. "Doğum günümde." dedim fısıltıyla.
"Biliyorsun?" Sesim neşeli çıkmıştı tüm karamsar düşüncelere inat. Çenemdeki eli yanağımı kavradı. "Nasıl bilmem, adını bile sen doğmadan biliyorken." Gözlerim neşeyle kocaman oldu. "Nasıl? Gerçekten mi?"
"Bir keresinde," derken o da neşeliydi. "Annen yani Meryem Hemşire izne ayrılmadan önce ziyarete gelmişti. Karnı burnunda, annemle konuşuyordu. Efsun, dediğini hatırlıyorum. Kızımın adı Efsun olacak demişti."
İçim kıpır kıpır oldu. "Yaa." nidası dökülüverdi biraz cilveli şekilde. "Ya." dedi hemen ardımdan iç çekerek.
"Saat on iki oldu bu arada. Gitmeliyiz artık."
Benden ayrılmadan hemen önce başını son kez omzuma koyup birkaç saniye soluklandı. Ardından üzerine ceket alıp kendi için hazırladığı sırt çantasını taktı omzuna. Elimdeki büyük çantamı da alıp boştaki eliyle sırtımı sıvazlayarak çıkardı beni odadan. Son defa arkamı döndüğümde içimde korkunç bir his vardı. O da benimle birlikte dönüp bakmıştı odaya. Kokularımızın harmanlanışını hissedip içime çektim derince.
Arabaya gidip oturduğumuzda sessizdik. Hatta yolun çoğunda da öyle. Elini kucağıma koyduğum elime atıp dudaklarına götürdüğünde dikiz aynasına dikkatle bakıp duruyordu. "Evde herkes yapması gerekeni biliyor demiştin ya Çağlar." Elimi tutuşu gerildi. "Bana da anlatacak mısın artık bir şeyleri?"
Ciddiyetimi sesimle belli ettiğimi düşündüm. Bildiğimiz ana yollar yerine kırsaldan gitmeyi tercih ettiği için araba taşlar yüzünden sarsılmaya başlamıştı. "Sen sadece hayatta kal. Kendin için, benim için, bizim için yaşaman gerek."
"Çağlar bahsettiğimin bu olmadığını biliyorsun. Evdeki konuşman bir tür veda gibiydi ve hiç hoşuma gitmedi."
"Sana söyleyemeyeceğim şeyler var, iznim olmayan."
"Sadece beni kapsayan kısmı bilmek istiyorum zaten, planınızı anlatmanı değil."
Yorgunca soluk verdi, yüzü hiç gülmüyordu. "Seni ilk ekiple karşıya, güvenli bir yere göndereceğiz." Anında kan beynime sıçradı. "Anlamadım?"
Kelimelerini güçlükle seçiyor gibiydi. "Hira ve sen. İstanbul'a gidiyorsunuz."
Sanki beynimdeki düşünce damarlarına darbe yapılmış gibiydim. Bir süre işlevsiz kaldılar. "Arabayı durdur Çağlar." Kelimelerim açık ve netti. "Konuşmak için durdur şu arabayı!" Ani bir frenle durmadan hemen önce kolunu önüme siper etmişti. Hızlıca kemerimi çözüp kendimi dışarı attım.
Issız bir köy yolundaydık, tepemizdeki kış güneşinden ve ormandan başka hiçbir şey yoktu etrafta. "Seninle kalacağım!" dedim arabanın önüne vardığımda. "Seçimi kaybedersek çok tehlikeli olacak buralar. Tüneli bu gece deneme için açacaklar. Oradan bir grup asker gelip buradan bir grup gidecek. Artık fazla tanınıyoruz ve tanınmadık yüzlere ihtiyaç var."
Yanıma yaklaşmaya başlayınca geri attım adımımı. "Ben asker değilim ve gitmek istemiyorum. Seni bırakamam Çağlar!" Neredeyse ağlayacaktım, sesim titriyordu.
"Ben seni bırakmaktan keyif mi alıyorum sanıyorsun Efsun?" Sesi çaresiz gibi çıkıyordu ama yüzü netti. "Ama orada olursan aklım sende kalmaz, güvende olduğunu bilmeye ihtiyacım var."
Bir gözümden damladı yaş. "Benim de sana ihtiyacım var." Gözlerinin dolduğunu gördüm. Ağlamam mı yoksa sözlerim mi sebep olmuştu buna bilmiyorum ama canının yandığını hissediyordum.
Ondan kaçmama rağmen sonunda kolumu yakalayıp çekti kendine. "Bebeğim, gülüm, Efsun'um." Her bir sözü daha da ağlamama sebep oluyordu. "Yemin ederim ki bulduğum ilk fırsatta yanına geleceğim. Yalnız bırakmam seni." Sessiz ağlayışım hıçkırıklarla sarsılmalara dönmüştü. "Lütfen." dedim çaresizce. "Sana benimle gel demiyorum... Bencilce... olur." Konuşabilmek için debeleniyordum. "Vatan topraklarını koru, savaş ama beni uzaklaştırma."
Birbirimize sıkı sıkı kenetlenmiştik. Öyle ki tutuşu canımı yakmaya başlamış, nefes alışım güçleşmişti. Ama bir santim bile kıpırdamadım, kollarımı attığım boynunu iyice sıktım.
"Sana öyle saf duygular besliyorum ki iki haftadır bu kararla cebelleşiyordum." Boynunu daha da sıktım, tutunacak son dalım gibi. "Sonunda aşık olduğum kadını korumanın tek yolunun bu olduğunu buldum."
Bana aşıktı. Bunu onun sesinden duymak birkaç saniyeliğine bile iyi hissetmemi sağlamıştı.
Ansızın kollarım güçsüzleşti, kolları belimi sarmasaydı belki de düşerdim. Bir elim omzunda asılı kaldı, diğer elim ensesindeki kısa saçlarını okşadı. "Peşine düşecekler ve benim dikkatsiz olduğum küçücük bir anda tehlikeye düşersen, canın yanarsa kendimi affedemem."
Sonunda kollarımız gevşeyip birbirimizin yüzünü görmeye karar verdiğimizde alnını alnıma dayadı. "Ağlama bir tanem." Düşen son gözyaşlarımı sildi baş parmağıyla. "Senin yüzüne gülmek yakışır, gözlerine neşe yakışır."
Yeşil gözleri nemliydi. Ayrılma fikrinin onun da canını yaktığını kabul ettim ama yine de hiç istemiyordum hala gitmeyi. "Gül de gidelim, bizi beklerken dokuz doğurmuşlardır." Beni neşelendirmeye çalışıyor ama başarısız oluyordu. Omuzları düştü yüzünü hafifçe bana eğmişti. "Yapma ama böyle."
Sözlerinin bitişiyle ona fırsat vermeden benden beklemediği ama istediği o şeyi verdim; bir öpücük. Küçük ama birkaç saniye sürecek kadar dudağımı onunkinin üzerine bastırdım. Gözlerim kapanmadan hemen önce onunkinin şaşkın bakışlarını görmüştü. Elini tutarken bile deli gibi atan kalbim şuan göğüs kafesimi kıracak gibiydi.
Birkaç saniyenin sonunda ayrıldım, gözlerim geri açıldı. O da kapalı gözlerini henüz açmıştı ama benimkinin hülyalı halinin aksine onunkinden ateş fışkırıyordu. "Kahretsin benim de öpmeme izin ver." Gözlerimi kırpıştırdım, gerçekten gülümsetmeyi başarmıştı beni sonunda.
Başımı aşağı yukarı salladığım saniye ile dudaklarıma yapıştığı aynı anda olmuştu. İşte buna gerçek bir öpücük diyebilirdik. Benimkinin aksine hoyratca buluşmuştu dudaklarımla. Tadını, hissini, her bir zerresini hafızama kazıma gereği duydum. Bir eli belimde dururken diğeri yanağımdan enseme kayıp beni daha da yaklaştırıyordu kendine. Omzundaki elimle ensesini kavradım. Bilmediğim sularda rotayı tamamen ona ve içgüdülerime bırakmıştım.
Sonunda soluklanmak için bıraktığım boşlukla ayrıldık. Nefeslerimiz hala birbirine karışacak kadar yakındık. "Artık gerçekten efsunlu olduğunu biliyorum." İkimiz de gülümsedik sanki daha dakikalar önce ağlamıyormuşum gibi. "Büyülendim." dedi yine.
"Sanırım," diye itirafta bulunmak üzereydim. "Seni bırakmak daha zor olacak şimdi." Bu defa dudakları çenemdeydi. Hafifçe birkaç öpücük bırakmaya devam ederken konuştu. "Benim için de." Dudağımın kenarını da öptü. "Artık ömrümün en güzel anı senin dudaklarına yakın olduğum her an." Parmağını dudağıma sürttü. "Güzel hissettireceğini biliyordum ama böylesi benim için de büyük bir hediye oldu."
Son defa dudaklarımı yavaşça öpüp uzaklaştı. Ne ben ne de o birbirimizden bir nefesten fazla uzaklaşmak istiyorduk. İkimizin de sınırı buydu artık. Ama mecburduk. "Hadi gülüm, artık kaybedecek bir saniye bile yok." Gerçeklik canımı yakmaya başlamıştı bile.
Sessizce geçtik arabaya. Başımı koltuğa yaslayıp gözlerimi kapadım bir süre. Yaşananları sindirmeye çalıştım. Hemlet'ini yitiren Ophelia olmuştum. Belki o bedenen yitirmemişti ama babasının ölümüyle kafayı sıyırdığında zihnen ondan uzaklaşmıştı. Şimdi ed Çağlar benden uzaklaşacaktı. Dudaklarını zihnime kazımaya ve hissettiklerimi unutmamaya çalıştım. Keşke kokusunu yanımda götürebilseydim.
Gözlerim tanıdık evi görünce daldığım yerden ayırdım zihnimi. Çantamı omzuma atıp arabadan indim, etraf sessizdi bu defa. Evin perdeleri örtülü, bahçede kimseden iz yoktu. Çağlar anahtar çıkarıp bahçe kapısını açtı önce. Ardından yanımdan birkaç adım bile uzaklaşmadan içerideki kapıyı çaldı.
Bir süre sonra tıkırtılar yayıldı ve kapı açıldı. "Nerede kaldınız böyle?" diyen telaşlı Melina'ydı. "Evli çiftlere sormaman gereken soruları soruyorsun yine karıcım." diyen Baver abinin sadece sesi geliyordu.
"İşlerimiz vardı." diye kestirip attı Çağlar. "Peki. Hoş geldiniz." dedi Melina. "Hoş bulduk." dedim ben de kısaca. Hepsi televizyon karşısındaydı. Önlerinde dizili telefonlar ve birkaç bilgisayar vardı.
"Saat üçte sayım başlıyor!" diye seslendi Ender.
Çağlar ceketini çıkarıp girdi içeri. Sonra aniden üzerimde hissettim ağırlığını. "Soğuk." Halimden memnundum. En azından giderken yanımda götürebilirdim kokusunu diye düşünüp sevinmiştim bile.
Elimi tuttu, ikili koltukta tek başına oturan Boris yana kayıp bize yer açtı. Oturduğum gibi varlığını üzerimde belli ederek kolunun altına aldı. Birlikte geçirdiğimiz son saatler olduğunu bilmek canımı yakıyordu. Ne zaman sona eredi ki her şey?
"Bakan seni aramadı mı Efsun?" dedi Baver Abi. Elimle telefonumu yokladım. "Hiç arama yok." dedim.
"Anlaşılan seni gözden çıkarmış."
İçimde hiçbir şey kıpırdamadı. "Şaşırmadım." Parmakları omzumu sıvazlıyordu. Saatler üçü gösterdiğinde bir bir sayılmaya başlamıştı sandıklar. Sonucun ne olması gerektiğinden emin değildim. Sanki iki ucu boklu değnek gibiydi.
"Öyle başa baş gidiyor ki ne emir gelecek kestiremiyorum." dedi Baver Abi ciddiyetle. Çağlar kıpırdandı. "Son anda olacak ne olacaksa."
Sandıklar açıldıkça nefesler tutuldu. Çağlar boştaki eliyle de elimi kavradı, yüzüğümle oynadı. İçinde ismi yazan gümüş nişan yüzüğümüz. Belki de kalbime ilk düştüğü gündü. Efsun yazdırmıştı içine, onun parmağındakine.
"Hira, senin kediyi ne yaptın?"
Hira'nın gözleri birkaç saniyeliğine dondu. Onda gördüğüm sıradan bir donukluk değil, sanki duygularını gizlemeye çalışıyordu. "Bir komşuyla görüşmüştüm. Ona verdim."
"Kıymam ona da zor olacak ev değiştirmek." dedi Melina.
"Alışır." dedi Hira net bir şekilde. "Herkes alışır."
Saatler geçmiş, sonuçlarda artık büyük fark oluşmaya başlamıştı. Muhalefet parti beklemediğimiz bir şekilde öndeydi ki bunun anlamı gerçekten karşıya gitmem gerekecekti.
Masaya dizdikleri telefonlardan biri çaldığında Baver Abi atıldı. Onun ayağa kalkışı herkesi ciddiyete bürümüştü. "Emredin komutanım... Yanımdalar komutanım... Hira Grivas ve Bakan'ın kızı gitmek için hazırlar... Boris icabına bakabilir komutanım... Emredersiniz komutanım!"
Çağlar'ın elini istemeden sıkıyordum. Endişeliydim ve Baver Abinin gerilip alnından ter damlattığını görünce daha da endişelenmiştim. Telefonu ÇAğlar'a uzattığında daha da gerilmiştim. "Emredin komutanım... Anlaşıldı... Evet komutanım, emrimdeler... Melina mühendislerle görüştü, her şey hazır... Emredersiniz komutanım."
Telefon kapandığı gibi "Elli kişilik ekip tünelin diğer ucundan yola çıkmış. Bizden yirmi kişi karşıya gitmek için hazır. Ender ve Boris; Baver komutanımla gidiyorsunuz. Ben, askeriyeye dönüp Türk askerlerini göreve çağırırken Melina tünelde kalacak. Hira, iki saat sonra yola çıkacaksınız. Melina gidip tünelin kontrollerinin yapılıp yapılmadığına bakacak, güvenli olduğunda sizi buradan almak için bir ekip gelecek."
Baver abi kollarını Melina'ya doladığında artık veda zamanının gedliğini anlamıştım. Çağlar da zaman kaybetmedi ve hızlıca çekti beni kendine. Ağlayıp işleri zorlaştırmak istemediğimden yanağımın içini ısırdım. "Kendine dikkat edeceğine söz ver." dedim sessizce.
"Söz veriyorum." Derin bir solukla kokumu içine çekti. "Hira'nın yanından ayrılmayacaksın tamam mı? Tüneli geçene kadar değil ben gelene kadar."
"Tamam." Sesimin titrememesi için fısıldıyordum. "Beni almaya geleceksin sonra değil mi?"
"Hep gelirim. Nerede olursan ol bulurum seni."
"Sana nasıl ulaşacağım? Telefonunu bile almıyorsun yanına."
"Hira'ya ulaşacağım. O, bizi görüştürecek. Bir süre böyle devam edeceğiz ama biliyorsun her kötü şeyin sonunda bir güzellik olur."
Gülümsemeye çalışarak kollarından ayrıldım. "Çiçekler açar, kuşlar öter." Yüzünü ezberlemeye çalıştım sebepsizce. Sanki çenesindeki o belirsiz çukuru bile unutabilirmişim gibi.
"Yeri değil ama... Viktor... Babam ve Elene umurumda değil ama o suçsuz Çağlar. Ona bir şey olur mu?"
"Biliyorum." deyip soluk verdi yorgunca. "Uçak bileti aldım, İtalya'ya. Şu an havaalanında olmalı."
Minnettar bir bakış attım. "Teşekkür ederim." Parmakları yanağımı okşadı, ardından yavaşça ayrıldı. Gözlerindeki her bir noktaya baktım, harelerinin tonlarını ayırt edecek kadar. Ağır ağır koptu elimiz. Hira da Ender ve Boris'le vedalaşıyordu. Sonra Çağlar sırtına dokundu. "Önce Allah'a sonra sana emanet. Sen de öyle. Dikkat edin kendinize." dedi.
"Sen de Kuzgun." Diğerlerine baktı. "Gidin ve İstanbul'un kime ait olduğunu gösterin."
Melina ve Baver Abi'nin el sallayışlarına karşılık verdik. Sonunda kapalı kapının ardından düştü göyaşım. Gitmişti.
"An itibariyle Damian Kostas, yeni cumhurbaşkanımız ilan edilmiştir." Televizyonun sesini açtı Hira. "Bu çok kötü oldu. En olmaması gereken kişiyi başa geçirdiler... Bunun anlamı..."
Hira'ya endişeyle baktım. "Ne?"
"Korkarım ki soykırım yakındır Efsun."
Tüylerim diken diken oldu. Soykırım kelimesinin anlamını ilk kez ortaokulda duymuştum. Yaşadığımız çağa oldukça uzak sanıyordum
***
Sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın öptümmss
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.77k Okunma |
277 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |