24. Bölüm

23. Yandı Tüm Işıklar

sevde
zorronezi


Bölümü dün atacaktım ama düzenlemesi yetişmedi. Geç de olsa iyi okumalar <3 <3 Sonraki bölüm için beklemede kalın <3

 

 

***

 

 

23. BÖLÜM

"Yandı Tüm Işıklar"

Soluk gri duvarlardan buharın oluşturduğu taneler aşağı üzülüyordu. Hira sıcak suda yıkanmaya zorlanmış ve şimdiyse üzerine asla giymeyeceği bir gecelik veriliyordu. Bırakılan birkaç kıyafeti deşip sonunda uzun bir şey bulmuştu. Dizlerine kadar uzanan elbisenin üzerine uzun bir sabahlık bulduğu için kendini şanslı saymalı mıydı bilemiyordu.

Gözyaşları durmak bilmiyordu. Günler öncesinde güvendiği adam iğrenç biri çıkmıştı ve birazdan bunu çok net anlayacaktı. Elinin tersiyle birkaç damlayı daha sildiği sırada kapı yeniden açıldı. "Sonunda!" diye kükredi biri.

Çıktığı gibi arkasından kilitlendi tuvalet ve banyo. İçeride yatak ve halıfleks dışında hiçbir şey yoktu. Clause'un kafasına geçirebileceği bir vazo, komodin çekmecesi ya da en azındna terlik bile göremedi.

"Uslu uslu bekle. Eğer sorun çıkarırsan seni yaşlı, iğrenç bir adama verirler. O yüzden ayağını denk al."

"Sence kimin yaptığının bir önemi mi var?" dedi umutsuzca. "Cehennemde yanarken benim gözlerimi göreceksiniz."

Gözleri pencereye kaydı, onu sökebilirdi ve atlayabilirdi. Evet, kadın gittiğinde bunu yapacaktı. Gözlerini devirip kapıdan çıktığı gibi arkasından kilitlendi. Hira hızlı davranıp perdeyi çekti fakat gördüğü manzara pek hoş değildi. Pencereler vidalanmıştı. Çöküp ağlamaktı artık niyeti ilk başka ama onu yapacak kadar aciz olmadığını biliyordu. Aklından geçen tek şeyi yapıp kapının arkasına geçti ve Carter pisliğini beklemeye başladı. Böylece tekemelerini savurup bir ihtimal de olsa kaçınılmaz sonunu erteleyebilirdi ya da en iyi ihtimalle kendini öldürtürdü.

Kapının kilidi dönmüş ve yeniden aralanmıştı ki içeri attığı ilk adımda yakasına yapışıp sıkı bir kafa attı Hira. "Seni öldüreceğim!" Fakat attığı kafa ona ulaşamadı çünkü Clause'un refleksleri daha hızlıydı ve darbeden hızla kaçındı. Hira'nın öfke dolu çırpınış ve çığlıklarına karşılık tek eliyle kapıyı itti ve onu zapt etmeye çalıştı. Kapı dışarıdan kilitlendi.

Hira çaresizlik içinde çırpınıyor, ağlıyor ve bağırıyordu. Sinir krizi geçiriyor gibi görünüyordu. "Dokunma bana! Dokunma!" Clause onu dinlemesi için kollarını kavradığı gibi arkasında sabitledi ve duvara doğru itip harekerini kısıtladı. "Dokunma, lütfen dokunma!" Gözyaşları sınır tanımayarak süzülüyordu.

Clause canı yanarak "Şttt! Bir şey yok." diye fısıldadı. Dışdarıya ses gitmeyecek kadar yalıtımlı görünüyordu fakat yine de tehlikeye atamazdı. "Bir şey yapmayacağım. Hira beni duyuyor musun?"

Hira ilk cümlesini duymasa da ikincisini duymuş fakat idrak etmesi zaman almıştı. Dakikalar önce buz gibi bakan gözlerin artık hüzün dolu olduğunu yeni fark edecek kadar dağınıktı çünkü zihni. "Seni çıkarmaya geldim. Senin için geldim." İki bileğini de sol eliyle tutup sağ elini Hira'nın yanağına kaldırdı. Gözyaşlarını silmeye çalışıyordu fakat ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. "Sakinleştin mi? Ellerini bırakacağım." Hira yutkundu, hıçkırıkları arasında başını salladı çünkü sözlerine hemen inandı. Mavi gözlerinde kendininkine benzer acıyı gördü, güveni gördü, sıcaklığı gördü.

Elleri çözüldüğü gibi bacakların bağı kopmuş gibi yere yığılmak üzereydi Hira. Fakat Clause buna izin vermeyip belinden yakaladı, "Gel buraya." dedi onu içeriye çekerken. Loş ışıkta kollarındaki kadını yatağa doğru götürürken Hira hursuzca kollarından çıktı."Artık takatim kalmadı, dayanamam daha fazla." Yeniden ağlamaya başlıyordu halbuki bu hareketler ona oldukça zıttı.

Clause ona sarılıp tüm yaralarının geçmesi için sarmalamak istiyordu, sözleriyle güven vermek istiyordu ama şu an dokunuşunun ona iyi gelmeyeceğini düşündü. Fakat Hira bunun aksine kollarını ansızın boynuna dolayıp sıkı sıkı sardı. "Teşekkür ederim Clause. Teşekkür ederim, teşekkür ederim." Clause bir süre hareketsiz kaldı ama nefsi daha fazlasını kaldıramadı ve kollarını Hira'nın beline dolayıp yüzünü boynuna gömdü.

"Teşekkür etme sakın." İkisi de sıkıca sarılyorlardı. Hira ayrılmaya niyeti yokmuş gibi görünüyor fakat ayakta duracak hali de yoktu. Clause onu rahat ettirmek adına kollarını çekti, yatağa oturması için bileğinden yakalayıp çekti.

Hira yatak başlığına sırtını dayayacak şekilde oturdu, bacaklarını kendine çekti. Clause yanına geçmek yerine karşısına geçti. Parmaklarını saçlarına daldırdı, daha da kısalmışlardı zifir karası saçları. Sonra yanağındaki gözyaşlarının devamını sildi. "Böyle iğrenç bir şeyin yaşandığına hala inanamıyorum." dedi Clause. "Yirmi birinci yüzyılda kadın ticareti."

Hira gözlerini kapattı. "İşte içinde yıllarca yaşadığım Green Örgütü." Sesi titriyordu konuşurken hala. Gözlerini dehşetle açtı. "Efsun!" dedi telaşla. "Ya biri onu seçtiyse ve... ve şimdi Efsun. Allah'ım düşünmek bile istemiyorum."

Clause onu sakinleştirmek adına iki yanağını da avucuna aldı. "Sakin ol. Benden sonra kimse yoktu davetiyede. Sınırlı sayıda alıyorlar. Yani bu gece kimse Efsun'u götüremez." Hira derin bir nefes verdi. "Sen nasıl girdin? Beni nasıl buldun Clause?"

"Yanına oturabilir miyim önce?" Hira şaşkınca başını salladı. Clause sırtını yatak başlığına dayadı, birbirlerine kolları deyecek kadar yakındılar. Perdesi yarı açılmış pencereden dışarıya baktılar bir süre. "Sen örgütten bahsettikten sonra bir şey olmasın diye takip ettiriyordum. Sonra bu iş böyle olmaz dedim ve mikro bir takip cihazı aldım. Göreve gidiyorum dediğin gün taktım. Hep siyah tokayla bağlıyordun saçını ve en azından onu takmasan bile eşyalarınla beraber yanında gider ve böylece Atina'da da seni kaybetmem diye düşünerek tokana taktım. Seçimlerin olduğu gece seni merak ettim, sinyalin yoktu. Saatlerce gelmedi, evine gittim, Ender ve Boris de yoktu."

Clause cümlelerini toparlayabilmek için bir süre düşündü. Hira'nın aklında ona karşı en ufak bir şüphe dahi kalsın istemiyordu. "Sonra tam senden umudumu kesmişken etelefonuma bir bildirim düştü. Pek konuşmadığım Atina'dan eski arkadaşlarımdan biri buranın konumunu atıp bahsetti. Ona kızıp telefonu kapattım, kime ne diyeceğimi düşündüm. Kadın ticareti yapılan bir yerin konumu vardı elimde sonuçta. Ülke seçimlerden bu yana gizli savaşta. Annem ve kardeşimi böyle bir yerde tutazdım bu yüzden yeniden Atina'ya gönderdim ve seni bulmak için kaldım. Karakola şikayette bulunmak için gittiğimde her şey rengini daha da belli etti. Kimse şikayeti kayda almadı Hira. Kimse."

Hira'nın dudaklarından psikopatça bir gülüş duyuldu; altınca acı yatan bir gülüştü bu.

"Eve dönerken kara kara düşündüğüm sırada bu defa takip cihazından bildirim düştü. Hareket halindeydin ama zayıftı. Her yerde sinyal kesici olduğu için gözümü kırpmadan nerede durduğuna baktım. Son sinyalin burayı gösteriyordu; aynı arkadaşımın bana attığı konumdaki gibi."

Hira başını çevirip sonunda Clause'un gözlerine bakabildi. "Öylece içeri mi daldın yani."

"Hayır." dedi Clause. Onun bakışlarından güç alıp kolunu omzuna attı. "O arkadaşımı arayıp beni götürmesini istedim ilgi çekmemek için. Davetiye verdi ve girerken bunu kullan dedi. Gecenin son davetiyesini de ben almış oldum. Duyulmaması için şimdilik sınırlı konuk çağırıyorlar ve yalnızca zengin iş adamlarını ya da askerlerini."

Hira'nın vücudunun titrediğini fark edip bir anlık elini çekmek istedi ama onu da yapamadı. "Sonra seni gördüm." Omzundaki parmaklarını kaldırıp saçlarını okşadı. "Seni almadan da gitmeyeceğim."

Hira sırtını dayadığı yerden doğruldu ve Clause'un karşısına doğru hareket etti. "Çağlar'ı bulmalısın. Bizi sadece o çıkarabilir. Ya da Ender ve Boris." Sonra etrafına bakındı ama hiçliğin ortasında olduklarını hatırlayıp bıkkınca bir nefes verdi. "Şimdi sana adres vereceğim ama sakın unutma. Oraya gidip bizim burada olduğumuzu haber verir misin?"

Clause hızla elini Hira'nın yanağına koydu ve Hira gariptir ki geri çekilmek istemedi. "Emret ve gerçekleştireyim Grivas." Hira'nın ansızın düşen gözyaşı karşısında dehşete kapıldı Clause. Elini çekti ve "Yanlış bir şey mi yaptım?" diye sordu hızla.

Hira başını olumsuz anlamda salladı ve onu yeniden dehşete düşürerek kollarına atladı. Bu Hira'nın kendini isteyerek bir erkeğin kollarına ilk atışıydı. Clause onu kucağına daha da çekerek göğsüne yerleştirdi. "Örgütteyken bana ismimi unutturmuşlardı. Adımı yeniden hatırlamak aylarımı almıştı ve sen de dakikalardır bana Grivas demedin... Küçücük bir şey gibi görünebilir ama aslında en korktuğum şey."

Clause onun kısa saçlarını yeniden okşadı. Belindeki elini sıkılaştırıp saçlarının arasına öpücük kondurdu. "Seninle ilgili hiçbir şey küçücük değil."

Bu defa Hira korkmuştu. Başını kaldırdı ama Clause'un kucağından inmedi. "Bunu neden yapıyorsun Carter?" Burnunu çekti ve önüne düşen kısa saçlarını kulağının arkasına iliştirdi. "Onlar gibi olmadığını fark ettim, gözlerini yummak yerine şikayete gitmişsin. Ama ailenle Atina'ya dönmek yerine neden beni aradın?"

Clause bu güne kadar hep kaçtı aşktan. Fakat Hira'nın yokluğu ona zamanın akıp gittiğini ve insanların da yanı zaman gibi hayatından çıkıp gittiğini fark etti. Ömründe tanıdığı tüm insanları düşündü, hiçbirinin hayatından çıkışına bu denli üzülmemişti. Hira'nın gidişiyse onu gözyaşına boğmak yerine kalbinin atışını durdumuştu. Bu, hissettiği en saf sevgiydi; çıkarlar olmadan, beraberken hem itişip hem gülüşerek.

Hira'nın bu cümle karşısında korkacağını biliyordu ama duygularını küçük bir şekilde ifade edemezdi. "Çünkü seni seviyorum." Aynı beklediği gibi oldu ve gözleri büyüyüp kendini geriye çekti Hira. Hala kucağındaydı ama kaskatıydı.

Hira daha önce birkaç defa daha bu cümlenin aynından duymuştu. Hiçbiri şimdiki kadar hızlı attırmamıştı kalbini. Hiçbirinde ansızın gözlerinin önünde hayaller gezinmemiş, küçük şirin bir ev görünmemişti. Clause'un mavi gözlerine öyle derin baktı ki hipnoz olduğunu sandı.

"Bana bir şey söylemene gerek yok. Bil diye söyledim çünkü bundan sonra geri durmayacağım. Buradan çıktığımızda nereye gidersen git bir adım arkanda geleceğim."

Sonr asırlarını hatırladı Hira. Mesleğini, yeminlerini ve diğer yükümlülüklerini. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp mutlu olduğu senaryolarla biraz daha takılı kaldıktan sonra gerçekliğe açtı yeniden. Ona karşı olumsuz bir tepki vermek istemiyordu bu yüzden sadece sustu. İlk defa gerçekten kalbini kırmak istemediği bir adam vardı karşısında.

Kapının ansızın çalışıyla ikisinin de gözleri büyüdü. Hira panikle Clause'un elini sıktı. "Bay Carter, istediklerinizi getirdik efendim." Derince nefes verdi Clause. Hira'yı beliden yakalayıp istemeyerek uzaklaştırdı kendinden. "Hemen geleceğim, sakin kal." Ondan onaylar bakış almadan hareket etmedi.

Kapıyı açmadan hemen önce amatörce görünmemesi gerektiğini bildiğinden kravatını sökmeye başladı. Ardından lacivert ceketinden ve gömleğinden de kurtulup kapıyı araladı. Tamamını açmadan bir tabağı ve içeceği alıp geri kapattı ve kilit sesini duyana kadar bekledi.

Hira hala tetikte bekliyordu. Cluase'un elinde gördüğü tabakla ona yeniden minnet duydu çünkü günlerdir bayat ekmekten başka bir şey yememişti. Yeniden örgütte günlerine dönüyor gibi hissediyordu.

Clause tabağı Hira'nın önünde koydu. "Al bakalım." Eline kaşıyı verdi ve sadece onu izlemeye koyuldu. "Sen mi düşündün bunu?"

Clause bağdaş kurup kucağındaki tabaktan kaşıklamaya başlayan Hira'ya dalgınca "Kilo vermiş görünüyordun." dedi. Bu defa yatağa uzanarak dirseğini yatağa koydu ve başını eline yasladı. Hira ardı arkasına kaçıkları ağzına atarken fazla dikkatle izlendiğini fark etmişti sonunda.

"Ne?" dedi. "Öyle dikkatli bakmasana." Clause sonunda kendi gibi konuşmaya başladığı için mutluydu ve onu sinirlendirmeye devam etti. "Sana söyledim, artık gözlerimi de ayırmam bir saniye."

Hira sahte bir öfkeyle dirseğine vurdu ve başının yatağa düşmesini sağladı. Boş tabağı yere bırakıp yeniden Clause'a döndü. Clause gözlerini tavana dikmiş bakınıyordu.

"Şimdi ne olacak?"

Hira'yı bileğinden tutup yanına çekti ve uzanması için belinden yakalayıp biraz daha yakınlaştırdı. "Sabah yedide çıkış yapmam gerekiyor. O zamana kadar burada dinleneceksin, yarın için güç toplayacaksın."

Hira başını Clause'la aynı yastığa koyduğuna inanamayarak uzanmaya devam etti. Clause, Hira'nın tarafına döndü, konuşurken gözlerine bakmak istiyordu. Hira da kendini biraz uzaklaştırıp ona döndü. Loş ışıkta bir süre sessizce birbirlerinin gözlerine baktılar.

Clause elinin tersiyle yanaklarını okşadı. "Bana kendini anlat Hira."

"Bana bunu söyleme. Sana yalanlar söylemek istemiyorum."

"O zaman doğruları duymama izin ver."

Bunun için önce izin almalıydı Hira. Artık gerçekten gizli görevlere gönderilmeyeceğinden emin olursa açıklayabilirdi her şeyi. Onun kadar uzun yıllar gizli görev yapan her istihabaratçı veya asker sıradan görevlere, stabil yerelere gönderiliyor ve gerçek kimlikleriyle yaşıyorlardı.

"Bir gün, işimi değiştirdiğimde sahil kenarında bir evim olsun istiyorum." Bu cümle Clause'u gereğinden fazla hayallere daldırmıştı. "Çiçek sevmem, pencere kenarında duran birkaç kedim olsun istiyorum. Köpeklerden dehşet korkarım ama bunu yenip bahçemde de köpek sahiplenmek istiyorum." Clause gülümseyerek elini yanağından çekti ve beline attı. Onu biraz daha çekti kendine. "Hmm, başka." dedi önüne düşen tutamları kulağına atıp yeniden beline yerleştirdi beline.

"Başka..."

"Mesela yanında uzun boylu, kumral, mavi gözlü bir adam da hayal ettin mi?"

Hira'nın kıkırtısı bu defa Clause'u mest etmişti. Parlak dişlerinin görünüşü, kocaman siyah gözlerinden alamıyordu kendini. Omuzlarına gelen saçlarını sevmişti ama kulak hizasındaki de güzelliğinden hiçbir şey götürmemişti.

"Neden ben?" diye sordu merakla. "İstediğin kadını kolayca elde edebilirsin. İlgi çekiyorsun, tanınan bir zenginsin. Neden ben?"

Clause gözlerini kıstı. "İlgi çekiyorum demek." Sonra gülümsedi. "Sorun da bu söylediklerin. Her şey fazla kolay. Ben zor olanı, benim olamayacak gibi olanı istedim." Parmaklarıyla çenesini kavradı. "En güzelinde kaldı gözüm."

Hira yeniden gülümsedi ama bu defa kendini hızlı toparladı. Gülüşünü daha fazla görsün istemediği için kollarını Clause'un çıplak göğsüne geçirip ona doğru çekildi. Saçlarının tepesinden öptüğünü hissetti, sonra ensesinden kavrayıp başını boynuna yaklaştırdı.

"O gün." dedi güçlükle Clause. "Bende kaldığın akşam uyurken kendini sıkıyordun. Hatta önce beni sıkmaya başladın sonra kendini."

Hira başını korkarak kaldırdı. "Kötü bir şey yaptım mı?"

"Hayır, tabi ki. Sadece endişelendim Hira." Başını yeniden kendine çekti. "Örgütten kalan bir alışkanlık olduğunu düşündüm."

Hira titrek bir nefes verdi. "Öyle. Geceleri halatla yatağa bağlanarak uyuturlardı bizi. En ufak kaçma ihtimalimizi dahi düşünürlerdi. Belimde bir bağ hissetmeye öyle alışmışım ki geceleri istemsizce kendi kollarımla kendimi sıkıyorum. Kendimi sıkmaya alıştığım için gece sarıldığım her şeyi de sıkıyorum doğal olarak." Kollarını yine Clause'a sardığını fark etti ve gevşetti. "Bak, yine aynısını yapmak için zemin hazırlamışım kendime."

Clause gevşeyen kollarını fark etti. "Neyse ki sarılmaya karşı fobim yok bebeğim." Bu defa alnına kondurdu öpücüğü ve Hira'nın gözleri kapandı. "Sen rahatça uyu, ben tetikteyim."

Hira aynı günler öncesindeki gibi rahatça uyudu o gece. Uykusuz geçen günlerin ardından ilaç gibi gelmişti. Clause gözünü dahi kırpmadan yanında kıpırdanan kadını izledi saatlerce. Ona sırtını döndüğü saniyelerin hemen ardından huzursuzca mırıldanıp yeniden kollarına dönmesine sırıttı gece boyu.

Sabaha karşı, havanın aydınlanmasıyla beraber ciddiyet bürüdü tüm vücudunu. Buradan kurtarılması gereken onlarca kadının yükünü taşıyordu omuzlarında. Hira'nın verdiği adresi içinden tekrar tekrar söylemeye devam etti, unutup unutmadığını kontrol ediyordu.

Parmaklarını Hira'nın yanağında gezdirdi. "Hira." diye fısıldadı uyanması için. Fakat Hira normalde tüğ kadar hafif uykusundan bir türlü çıkamıyordu, yalnızca dudaklarından mırıltılar çıkarıp hareket etmişti.

"Grivas." dedi bu defa biraz daha sesli fısıldayarak. Elini yanağında biraz daha gezdirip saçlarını okşadı. "Hm?" Mırıltısı karşısında gülümsemeden edememişti. "Gün doğuyor, artık uyanman lazım bebeğim." Hira hızla, dehşet içinde açtığı gözleriyle doğruldu. Nefes nefese kalmıştı saniyeler içinde. "Korkuttum mu?" dedi onunla beraber doğrulurken Clause.

Elini kalbine koyup kendini sakinleştirdi Hira. "Hiç bu kadar ağır uyuduğumu hatırlamıyorum." Alnına yapışan saç tellerini Clause avucuyla arkaya doğru itti. "Son defa tekrar edelim konuştuklarımızı, birazdan gelirler senin için."

Hira uyandığı bu iğrenç gerçeklikten kemiklerine kadar nefret etti. "Tamam." dedi sessizce dikleşerek.

"Adrese gidip Çağlar'ı buluyorum ve ona buradan bahsediyorum. O yoksa bile Boris, Ender veya onları tanıyan birine gidiyorum. Eğer yarın sizi buradan çıkaracak kimse gelmese bile ben yine senin için geleceğim. Kimseye izin vermem."

Hira cümleleri karşısında yeniden mahcup oldu. Bir kısmı da deli gibi düştü bu tavırlarına. "Peki Efsun. Sen benim için gelirsen Efsun ne olacak?"

Clause bir süre düşündü. "Onun için de güvendiğim bir dostumu bulup gelirim."

"Güvendiğin dostun da seni buraya davet eden gibi olmasın?"

"O sıradan bir arkadaştı Hira."

Clasue etrafa bakınıp gözlerini kaçırdı. "Ben çıktığımda üzerindeki sabahlığı çıkar... Yani yakalanmak istemiyorsan." Hira kapının çalışıyla irkildi. Aklında yapmaktan çekindiği ama bir türlü atamadığı o şey için atak yaptı. Clause'un yüzünü dönük yakalamışken yanağına hızla bir öpücük kondurdu. "Yanlış anlama. Sadece teşekkür etmek istedim."

Clause sırıtırken kapının kilidi açılmıştı ve ikisi de ciddiyete büründü. Yerden kaptığı gömleğini kolunun altına aldı. Zihninde, Hira'nın son hareketini tekrarlayıp dururken kalbi endişe kaplıydı. İsteği dışında ona dokunulma ihtimali bile nabzının iki katı atmasına yetmişti.

Hira kilit sesi duyduğu an üzerindeki sabahlığı yatağın bir köşesine iliştirmişti bile. Üzerinden kalkan ince satenin ardından tüyleri ürperdi. En nefret ettiği hissi yeniden yaşıyordu. Kıyafetleri konusunda oldukça hassastı ve teninde hissettiği boşluklar nefes alışını engellemeye başlamıştı.

Omzunun üzerinden Clause'a bakınırken başının yerde olduğunu gördü. İçeri giren kadın "Hızlı ol." diyerek kolunu yakalamıştı bile. "Ortalıkta böyle dolanmak istemiyorum, en azından sabahlığı alayım." diyerek elini hızlıca çekti. Eğilip yataktan yere düşen sabahlığı üzerine geçirdi. Kadının ruhsuz bakışlarının tam karşısına dikildi. "Size nefret kusmak istiyorum." Çenesini dikleştirdi. "Tek bir şey söyleyeceğim. Cinayetin bile affını yapardım kafamda ama bunun bir affı yok." Ardından tükürür gibi konuştu ama sesi kısıktı. "Şeref, haysiyet, izzet ne halt diyorsanız artık; işte o kelimeyi lugatınıza almamışsınız. Siz almadığınızdan gelip öğretmesi için Türk askerini bekleyin burada."

Son sözlerinde yediği tokadın sesi Clause'un kulağında yankı yapmıştı. Parmaklarını sıktı, söylediği sözleri zihninden tekrar edip durdu. Hira'ya karşı hatırladığı son şey Türklüğünü daha önce hiç ama hiç bastırmamış oluşuydu. Fakat şimdi zihni bunu tekrar etmek yerine Hira'ya kalkan elleri kırmanın bin bir yolunu tasarlıyordu.

 

***

 

Ertesi sabaha kadar uyumamıştım. Hira ortada yoktu, yaşayacağı şeyin de haddi hesabı yoktu. Döndüğünde ne söyleyeceğimi veya ne yapacağımı bilmiyordum. Hatta onu geri getirecekleri bile muammaydı. Gece boyu ettiğim duaların kabul olması için yalvardım çaresizce. Her kötü şeyin ardından bir güzelliğin geleceğini biliyordum, inanıyordum ve bu sayede ayaktaydım sanırım.

Sabahın kör vaktinde eski, yıpranmış kıyafetleriyle değil de saten sabahlıkla odaya geldi Hira. Yüzünde kocaman bir kırmızılık ve dudağında taze bir kan vardı. Sadece mimiklerini izledim. Daha kötü olacağını düşünüyordum fakat Hira suskundu sadece.

Diğer kızlar koltuklara uzanmış uyurken ben sırtımı dayamış bekliyordum yanıma gelmesini. Adımlarını yanımda durdurdu ve sadece uzattığım bacaklarıma uzandı. Parmaklarımı saçlarına değdirmeye bile korktum.

"Dokunmadı." diye fısıldadı. "Clause bana dokunmadı." Parmaklarım havada asılı kaldı. Siyah, kısa saçları taze kıyanmış gibiydi, temiz kokuyordu benim aksime. "Çağlar'a yerimizi bildirmek için gitti. Akşam onunla dönecek." İsmini duyunca bile içime yayılan rahatlama hissine engel olamadım.

"Şükürler olsun." dedim.

"Benim bildiğim Türk askeri burada tek bir kadın bırakmaz." Her vatandaşın askerine güvenerek söyleyebileceği bir cümle değildi bu.

Mutlulukla doldu gözlerim. Daha dün gece bitmeden ertesi günü nasıl çıkaracağımızı düşünüyordum kara kara. Bu korku öyle diğerleri gibi gündelik korkulardan değildi; yaşamaya dair tüm umudunu emen, yaşamaktansa ölmeyi yeğleyeceğin bir korkuydu.

Bir gün sonum gelecekti ama çaresizlik içinde ölmeyi hiç düşünmemiştim. Aklıma gelen ölüm şekillerinde hep kısa yoldan kurtulmak vardı; psikolojik bir ölüm diğerlerinin yanında öyle ağır basıyordu ki korkudan titreyip durmuştum gece boyu.

Bu iğrenç insanların hiçbir şeyden çekinmeyeceğini artık çok net biliyorduk. Zira koridordan çığlık çığlığa duyulan sesler hepimizi mum gibi dikmişti. Hira dizlerimden kalkıp duyduğum en acı feryada üzgün gözlerle baktı. O, geceyi atlatmıştı ama bazıları hala en büyük kabusundaydı.

Kapı birinin tekmesiyle açıldığında içerideki kızlar da çığlık attı korkarak. "Seninle mi uğraşacağız be! Gir şuraya, kes sesini!" Saçlarını avuçladığı kızı tam dizlerimin dibine fırlattı. Üzerime sıçrayan kan iliklerime kadar dondurdu beni.

Kızın acı dolu inleyişlerini adamın bağırışı bastırıyordu. "Dünü atlattın ama bu gece öyle bir şey olmayacak!" sonra kapıyı vurup kapattı.

Adamın çıkışının ardından ikimiz de etrafını sardık. "İyi misin?" Artık bu raddede birine dokunmayı umursamıyordum. Kızın başını kaldırmasına yardım ettim, düştüğü yerden biraz doğruldu. Ağlıyordu, hem de hüngür hüngür. "Bak bana," dedi Hira yumuşak ama otoriter bir sesle. "Yaralarını sarmak isterdim ama elimizde hiçbir şey yok. Üzerindeki yeleği çıkarırsan kanını temizleriz en azından."

İki eliyle de yeleğinin yakalarını sıkı sıkı tutuyordu. Gözleri kıpkırmızıydı, titriyor ve donukça bakıyordu ikimize. Odadaki diğer gözler de onun üzerindeydi ve rahatsız olabileceğini düşünüp önüne geçtim. Sadece Hira ve benim görebileceğim şekilde oturuyorduk, temas etmemeye çalıştım çünkü eğer bir şeyler yaşamışsa bundan ürkebilirdi.

Bunu düşünüyor olmamız bile bu yüzyılın en büyük ayıbıydı. Dünyanın gözleri önündeki bir ülkedeydik ama ülkenin polisinin bile gözleri kapalıydı. Kadın hangi yüzyılda olursa olsun hep güçlük içindeydi.

Bir saatin sonunda titremeleri durmuştu. Başını duvara yaslayıp boş boş etrafa bakınıyordu. "Adın ne senin?" dedim nazikçe. Düşündüğü tüm o kirli şeyleri silmek isterdim fakat elimden tek bu geliyordu.

"Nil." dedi sessizce. "Nilsu." Siyah saçları vardı ama gözleri kırmızılıklardan görebildiğim kadarıyla elaydı. Bembeyazdı teni. "Ölmedi." diye fısıldadı ama daha çok sayıklıyor gibiydi. "Öldüremedim onu da kendimi de."

Hayalimde canlanan tüm görüntüleri silmek için birkaç saniye gözlerimi kapatıp açtım. Soluk pembe duvarlar üzerime gelmeye başlamıştı. "Çakıyı sapladım ama yıkılmadı yere." Bunu birkaç defa daha tekrar etti kendi kendine.

Hira elini omzuna atacakken vazgeçti. "Hepsi geçti artık." Kızın onu dinlemediğini fark etti. "Nil, bana bak." Donuk bakışlarını Hira'ya çevirdi. "Buradan çıkacağız, birlikte. Çok azıcık daha sabredersen gideceğiz."

"Nereye?"

"Bilmem."

"Gidecek yuva kalmadı. Hepsini öldürdüler ki." Çok masumdu, benden yaşça küçük olduğu belliydi. Belki yirmisine bile henüz basmıştı. "Bir tek o ölmedi. Ha bir de ben."

Ne diyebilirdim şimdi ben bu kıza? Ne kadarını yaşadığını bilmiyordum bile.

"Akşama geri gelip yapamadıklarını yapacaklar." Gözyaşını elinin tersiyle sildi. Üzerinde incecik bir sabahlık vardı. "Sabaha kadar bekledim kan kaybından ölmesini ama nabzı atıyordu."

Koridorda yeniden kopan kıyametin sesleri yankılandı. Kulaklarım ömrümün hiçbir bölümünde böyle sesler işitmemişti. Nil kulaklarını tıkadı, Hira gözlerini kapatıp gözyaşlarını sakladı bense sadece duvarı izledim. Zihnimde Çağlar'ın bizi buradan çıkaran görüntüleri gezindi. Bırakması hiçbirimizi.

Saatler geçti, havanın kararışı içimizi de kararttı. Her duyduğumuz seste irkildik, artık olacaklar ikiye ayrılıyordu çünkü. Ya bizi kurtarmaya geleceklerdi ya da... Yadası yoktu. Çağlar'ın burada olduğumu öğrendiği ilk anda geleceğine emindim.

Bulutlar iyice karardı, gece çöktü. Saatten bihaberdik ama koridordaki sesler sıranın bize geldiğini söylüyordu. Ellerimi açıp dua ettim, bildiğim en iyi şeydi ne de olsa. Sonra cehennemin kapıları aralandı ve zebani seslendi "Kapıya dizilin, derhal!"

Bu zebaniyi tanıyordum, Ahu'nun sesiydi. Hira'yla çaresizce bakıştık. Eğer içeri gizlice gireceklerse Ahu onların oyununu bozardı, her şey mahvolurdu.

Hira yaklaşırken "Onlar ne yapacağını bilir." diye fısıldadı. Sadece güvendim. Gözlerim Nil'i aradı, onun o masum yüzünün bugün daha fazla donuk kalmasını istemiyordum. "Çık dedim, çık!" Sesinin iğrenç bir cırtlaklıkta olduğuna hiç dikkat etmemiştim.

Nil'in bükük kaşlarla yanımızda bittiğini gördüm. Yüzünde herhangi bir duygu yoktu, sadece hareket ediyordu ruhsuzca. Koridorun boğuk havasında dizildik kasaplık koyunlar gibi. Koyun sonunu bilmiyordu belki ama biz ihtimallerin hepsinde dahildik.

"Başlarınız dik!" diye uyardı. Gözlerim seğirdi. Tütün kokulu bir adam göründü. Kırkların ortalarında gibiydi, önümde durdu ve ayaklarımın bağı çözüldü. Sonra bizi es geçip uzaklaştı ve derin bir soluk bıraktık. Onun ardından gelen adamın yüzüne dikkat etmedim yine. Bir süre oyalanıp koridorun sonuna ilerledi.

Koridorun diğer ucundan kopan çığlıkla tüm dikkatimi toparladım. Ahu telsizine sarıldı "Dokuzuncu kata takviye! Acil!" diye seslendi. Koşar adım çığlıkların kaynağına giderken yerine başkası geçmişti. Gülümseyişimi içimde tuttum.

"Düz durun siz de!" Yüzünü ekşitti. "O leş kokunuz yüzünden burnumun direği sızladı."

Sonra koridorda tanıdık bir sima gördüğümü düşündüm. Hızlıca önüme döndüm yoksa heyecanıma yenik düşecektim. Yanlarında iki iri yırı adam ve bir kadın da vardı. Anlaşılan Ahu'nun icabına bakmışlardı.

Fakat öyle olmadı. Birkaç dakikanın ardından gözlerim yeniden Ahu'yu gördü, tanıdık olduğunu sandığım adamsa sadece Clause'a benzeyen bir başkası çıkmıştı. "Dön önüne, çevir kafanı!" Ahu'nun tek eliyle yüzümü kavrayıp önüme çevirmesi vücudumda elektrik etkisi yaratmıştı.

Ahu bana ilk kez dokunuyordu. Yıllar süren arkadaşlığımızda beni şevke getirmişti dokunmam için. Ben hep sorunlu olduğumu düşünürken o asla öyle olmadığımı söyleyip beni ikna etmeye çalışmıştı. Şimdiyse öyle zıt yerlerde duruyorduk ki dünya yıkılıp yeniden inşa edilse yine yan yana duramazdık.

Gözlerimiz birleşti, ben hüzün ve öfkeyle bakıyorken onunkinde saf öfke ve kin vardı. "Bu gece kaçışın olmayacak Ofelicik." diye fısıldadı kulağıma. İfademi sabit tutmaya çalıştım, sözlerini kaldırması zordu. Sanki bir parçam kopmuş gibi hissediyordum fakat kopan parça zaten zehirli olduğu için acılı bir ayrılış da olsa sonunda rahatlayacağımı biliyordum.

"Seni öldüreceğim." Bu, birini ölümle ilk tehdit edişimdi. Hatta birinden böylesine ilk nefret edişimdi. "Ellerimle." diye ekledim saf bir nefretle. "Olur da ben yapamazsam Çağlar yapar." Kaşlarım iyice çatıldı. "O olmazsa bir başkası ama eninde sonunda ölüp gideceksin. Kimse adını bilmeyecek sanma mezar taşına bizzat ben yazacağım Hain Ahu diye. Bir kadına böyle aşağılık bir şeyin yapılmasına nasıl göz yumarsın?"

Sözlerime devam edecektim, oldukça hırslanmıştım ama bağırışı sözlerimi böldü. Gözlerimin içine bakarak seslendi gelen adama. "Bay Collins. Burada harika bir parça var sizin için." Gözlerim dehşetle açılıp içimden gelen o şeyi yaptım. Sinsi gülüşünü yaydığı yanağına okkalı bir tokat yapıştırdım.

Eliyle yanağını tutarken kısacık saçlarımdan yakalayıp başımı aşağı eğdirdi. Hira ve diğer kızlar karşı çıkmak için adım atmışsa da gelen diğer görevlilerin çıkardıkları tetik sesi herkesi susturmaya yetmişti. "Seni orospu!" Adamın ayaklarının dibine düştüm. Hira çekilen tetiklere rağmen Hira kollarımdan yakalayıp yanıma gelmişti. "Çekil sen de şuradan!" diyerek Hira'yı adamlara yakalatıp duvara yasladılar.

"Sen olay çıkarırsan onun canı yanacak bundan sonra!" Hira'nın yüzüne inen birkaç yumruk ve karnına aldığı darbelere karşı çaresizce çığlık atıp atıldım. Fakat benim kollarımı da yakalayın birileri vardı. "Kızı hazırlayın, sevdim bunu."

Tüm öfkem, kinim ve diğer kötü duygularım dondu. sürüklenip gidiyordum, kum saati aleyhime akıyordu ve kimse bizim için gelmemişti. "Bırak beni, bırak! İğrençsiniz! Bırakın beni!" Kollarımı çırptım, ellerim çaresizlik içinde hareket ediyordu fakat banyo zeminine düşüşüm son noktayı koymuştu.

"Kokuşmuş vücudunu sen mi yıkarsın yoksa beni mi istersin hı?" Saçlarımı tutup sorduğu soruya sadece başımı olumsuzca sallayabildim. Ağlamaktan akan gözyaşlarım ve çığlık atmaktan acıyan boğazım alarm veriyordu. "Beş dakika içinde işini halletmezsen içeri girerim."

Su sesi bile bastıramamıştı yakarışlarımı. Umudum tükenip gidiyordu. Hira'nın mucizesinden istedim. Bir şeyler yapmayı düşündüm ama zihnim çalışmadı. Gözlerim çaresizce her bulduğu noktaya bakınıyordu. Bir yandan su altındaydım diğer yandan titrek bakışlarla gözlerimi kapatmıyordum.

Su borularını birbirine geçirmek için sarılmış kalın tel ilişti gözlerime. Ne işime yarardı bilmiyordum ama yine de görebildiğim en kesici şeydi. Ayak ucumda yükselip yüzüme düşen su damlalarına rağmen tırnak ucumla bağlı teli açmaya çalıştım. Oldukça kalındı ve bükmesi zordu.

Parmaklarım kıpkırmızı kesilene kadar teli çekiştirdim. Sonunda kalıp halinde çıktığında hızlı davranıp suyu kapattım. Lavabonun kenarına iliştirilmiş saten gecelikle birkaç saniye çaresizce bakıştık. Kapının ardından gelen sesler yükseldikçe vermem gereken kararlar birbirine giriyordu. Nefes nefese kalmış bir halde üzerime kısa gelen krem rengini geçirdim üzerime. Yanındaki sabahlığı bile kısaydı. Kalın tüm gücümle büküp belime sardım ve elbiseyi aşağı çektim.

Kısa saçlarımdan damlayana sular yanağıma akıp dururken kapı saniyesinde açılıverdi. Nefesim kesik kesik çıktı bir an. "Geç içeri." diye kısa bir emir ilişti kulaklarıma. Son günlerde gördüğüm tüm simalar birbirine benziyordu. Siyahlar içinde, ellerinde silahlı adamlar ve kadınlar gözlerimi ne zaman kapatsam hep oradaydılar.

Adımlarım ürkekceydi ama sırtımdan itilip durduğum için yalpalıyordum. Odanın banyosunu kilitleyip elindeki anahtarı tehdit eder gibi salladı. "Uslu uslu bekle burada. Olay çıkarırsan, kaçmaya kalkışırsan öldürmem doğruca başka bir adamın kollarında bulursun kendini."

Gözlerim titredi, sadece yutkundum kapanan kapının ardından. Ağlamak çare değildi ama engelleyebildiğim bir şey de değildi. Tüm bu yaşananlar koca bir kabusa benziyordu. Sanki cehennem kapıları birkaç günlüğüne aralanmış ve bu zebaniler de oranın kaçkınlarıydılar.

Teli belimden güçlükle çıkardım. Ortasından büküp iki sivri ucu da yan yana getirip avucumda tuttum. Kapının yanında dikilmeye devam ediyordum. Bakır telin hedefi ya o adamın şah damarını bulacaktı bu saatten sonra ya da benim.

Duyduğum tüm kundura sesleri titreyişimi arttırıyordu. Bakır teli sanki artık çift görüyordum, midem altüst olmuştu. Kulpun hareket edişi ve içeriye basan ayak iyice paniklememe sebep olmuştu. Kapının hemen arkasındaydım ve beni bir adım atsa görebilirdi ama doğruca karşıya baktığı için ardından kapanan kapıyla arkasında kalmıştım.

Teli avucumda sıkıp tam varlığımı fark ettiği ve arkasına dönmeye yeltendiği anda ensesinden, gerçekten de şah damarına yakın bir yere sapladım. Fakat telin pek de sivri olmayan ucu ve benim yetersiz gücüm yüzünden tel boylu boyunca ensesini ve boynunu kesmekle kalmıştı.

Eli doğruca boynunu sarmış ve arkasını dönüp beni tek hareketi ile yere sermişti. Benden güçlüydü ve uzundu. "Seni küçük piç!" Üzerime doğru eğildi ve kanlı ellerini omuzlarımda sabitledi. Tekmemi doğruca kasıklarına attım. "İğrenç, rezil herif! O pis ellerini çek üzerimden!"

"Kimse yok mu kapıda! elimden bir kaza çıkacak, öldüreceğim bu kızı!"

Resmen cebelleşiyordum. Savurduğum tekme canını yakmış ve saçlarıma yapışıp beni sürüklemeye başlamıştı. Saçlarım hala kulak hizamda ve rahatça avuca alınacak kadar uzundu. "Öldür! Sen beni öldürmezsen ben seni öldürürüm!" Acı içinde bağırıp saçlarımı kurtarmaya çalıştım ama sırtımı sertçe yatağın tahta kısmına vurmuştum. Acıyla inledim, nefesim kesilmişti bu darbeyle.

Yüzümü sertçe kavrayıp nefesini hissedebileceğim şekilde yaklaştı. "Ölüm sizin için kurtuluştur tabi!" dedi iğrenç bir şekilde. Boştaki eliyle kanını üzerimdeki geceliğin eteklerine sildi. Vücudumu yatak ve yer arasındaki köşeye sıkıştırmış ve başımı geriye atabileceğim hiçbir nokta kalmamıştı.

Tam o anda söndü tüm ışıklar. Karanlığın gafletinden faydalanıp kaçmak istedim ama gelişigüzel bir şekilde elini savurup saçlarımdan yakaladı. "Nereye gidiyorsun bakayım." Çığlık attım, tekmelerimi savurdum.

Koridordan kopan bağırışlar ve etraftan yükselen silah sesleri gülümsetmişti. "Azrailin geldi, duyuyor musun Türk askerinin sesini?"

Yüzünde tükürür gibi bir ifadeyle "Türk askeri mi?" Ansızın kahkahasını patlatıp sonra bir psikopat edasıyla ciddiyete büründü. Saçlarımdan tutup beni yeniden iğrenç yüzüne yaklaştırdı. "Türk askerinin İngiliz toprağında barınmasının imkanı yok."

Yüzüme yakın olmasını umursamadan gülümsedim. "İngilizmiş, Yunanmış. Türk toprağı burası, Türk! İstanbul burası!" Işıklar yeniden yandı konuşmamın hemen ardından.

Sözlerimi kaldıramamış olacak ki saçlarımı hızla serbest bırakıp arkaya çarpmam için boynumdan ittirdi. Sert darbe bugün ikinci kez nefesimi kesmişti. Fakat asıl nefesimi kesen şey kapının açılışıydı. Üzerime eğilmiş duran pislik panikle arkasını döndüğü an darbe indirecek gücüm kalmadığı için dirseklerimden destek alarak süründüm geriye doğru.

İçeri giren askeri tanıyordum. Yüzü maskeli de olsa, gözlerinden, kaşlarının öfkeyle çatılmış halinden ve heybetinden tanımıştım. Onu hep tanırdım. "Seni ecdadını köreltirim lan!" Elindeki koca silahı adama doğrultmak yerine yaklaşıp yüzüne yumruğu savurdu, yere düşürdüğü gibi adamın inlemelerini umursamadan devam etti. Ve ben asla durmasın istedim. Kanlar içindeki halini izlemekten keyif aldım.

Sonunda Çağlar'ı görmüş olmanın verdiği rahatlık ve tüm yaşananlar gözlerimin önünden geçip giderken gözyaşlarım yeniden akmaya devam etti. "Piç kurusu!" Dışarıda kopan kızılca kıyametin seslerini duyuyordum fakat beynim onları arka plana atıp yalnızca Çağlar'a odaklanıyordu. "Senin tüm ecdadını kurutacağım lan! Bu topraklara gelmeye karar veren tüm ataların mezarda inleyecek!"

İğrenç herifin bedeni hareket etmeyi bıraktığında anın farkındalığına varmıştı o da. Nefes nefese geldi yanıma, ağır ağır çöktü dizlerine. Onu tanıyamayacağımı düşünüp maskesini alnına kadar kaldırdı. "Efsun." dedi ve ben kollarına atladım. Bu defa sesli sesli ağlıyordum. "Özür dilerim, özür dilerim. Affet beni, çok geç kaldım sana."

Söyleyecek tek sözüm yoktu. Boynundaki kollarımı daha da sıktım. "Bırakma beni." Annem gibi bırakma beni, Devran gibi, Zafer gibi, büyük annem ve büyükbabam gibi. Sen hiç gitmeyenlerden ol Çağlar. Sözler boğazımda takılı kaldı ama onun hissettiğini biliyordum.

"Bırakmam canına yandığım." Seslerin yükselişi ikimizi de ayırmıştı. Yüzümün halini, saçlarımı ve tüm çirkinliğimi görmüştü artık. "Ben dokunmaya bile kıyamadım şerefsizler." diye fısıldayışını belli belirsiz duydum. Gözleri üzerimdekilere kaydı, küçücük bir parça sönen alevi de yeniden harlanmıştı. Konuşmak için açtı ağzını ama çenesi titredi. Gözlerimi kaçırdım nedense, kendimi berbat hissediyordum.

Üzerindeki kamuflajı çıkarmak için hareketlendi. Sonra doğrulmama yardım edip ayağa kaldırdı beni. Elindeki büyük kamuflajı omuzlarıma bıraktığında ağırlığında ezilecektim, öyle güçsüzdüm artık. Önünü kapatıp dudaklarını alnıma bastırdı. Bir elini benimkine kenetledi, diğer elinde kocaman bir silah tutuyordu hala.

Ayrılmasını istemedim ama artık buradan gitmek de istiyordum. "Hepimizi kurtaracaksınız değil mi? Kimse kalmayacak." Odaya bakınırken "Kalabalık geldik, kimseyi bırakmayız arkamızda." dedi. Cam kenarına gitmek için hareketlendi, elimi bırakmamaya niyetliydi bu yüzden ben de ardından ilerliyordum. Şikayetçi olduğum söylenemezdi ama bu çirkin halimle bana bu kadar yakından bakmasını da istemezdim.

Yerdeki şerefsizin kanı ayaklarıma bulanmıştı. "Çıkıyoruz." Çağlar'ın sözü bana değil kulağında takılı olan kulaklığaydı. Maskesini indirip beni arkasında tutarak kapıyı açtı. Koridorda sesler vardı. Önce o çıktı, sağa sola bakındı ve dışarıdan yükselen "Komutanım, temiz." cümlesiyle beni de çekti dışarı.

Soğuk hava bacaklarımdan yukarı doğru esti. Tüm camlar yere inmiş ve etraf cereyan içindeydi. Üzerimdeki kamuflajın Türk bayrağında takılı kaldı o sırada gözüm. Demek artık her şey açıktaydı. Koridora dizilmiş örgüt üyelerinin cansız bedenleri ve kızların titrek hallerine dehşetle baktım. Küçücük yaşta gördüğüm ölü bedenlere rağmen tüm bu kan gölü midemi bulandırmıştı.

"Sakin olun, hepinizi buradan çıkaracağız, hızlı hareket etmelisiniz. Biliyoruz canınız yandı, günlerdir aç ve susuzsunuz ama vaktimiz yok artık."

Bir başka asker kızlara durumu açıklayıp açtıkları acil çıkış kapısının yanında duruyordu; sesinden tanımıştım Ender olduğunu. Koridorun diğer ucundan kopan çığlığın saniyesinde Çağlar hızlı bir refleksle beni kendi arkasına çekip kendi bedeniyle duvar arasına aldı.

"Silahları atmazsanız kızı öldürürüm."

 

***

Sonraki bölümde görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın <3

kalpkalpkalp

 

Bölüm : 03.02.2025 14:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...