Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen ❤️
***
24. BÖLÜM
"Mensup"
Yüzü gözü kan içinde bir örgüt üyesi, Nil'in şakağına dayamıştı silahı. Gözlerinde artık korku bile kalmayan Nil boş bakışlarla, çaresizce dikiliyordu yalnızca. "Silahları atın yoksa sıkarım diyorum." Çağlar'ın kulaklığından cızırtılar duydum fazlaca yakınımda olduğu için. "Sakin ol, o tetiği çekme, indiriyoruz silahı." dedi Çağlar. Ardından arkasına doğru diğerlerine de bağırdı. "İndir silahları tim!"
Hepsi ağır hareketlerle indirmeye başlamıştı. Ne yaptıklarını biliyorlardı bu yüzden sadece Çağlar'ın koluna tutunmakla yetindim. Gözlerim Enderi aradı, çünkü acil çıkış kapısının hemen önünde olmalıydı ama gitmişti.
"Silahları ileri fırlatın şimdi de. Derhal! Tek kurşunla bitiririm kızın işini."
Nil'in gözyaşı damlası içimdeki kor alevleri harladı. "Bırakın sıksın kafama! Bu zulüm anca böyle biter, acılarım anca böyle diner benim!" Farkında olmadan her bir kelimesinde daha çok sıkmıştım Çağlar'ın kolunu. Bakışları korkakça beni buldu Çağlar'ın ama hemen ardından timine emir verdi "Silahları uzak bir yere bırakın!" diye.
Bu defa kimse hareket etmedi çünkü adamın görüş açısında olmayan acil çıkış kapısında Ender göründü. Elindeki tabancayı doğruca adamın ensesine tutup tek kurşunla ağzından kan fışkırtacak şekilde öldürdü leş herifi. Nil'in üzerine devrilmemesi için de ensesinden kavradığı gibi arkaya doğru çekti ve sesli bir şekilde düşmesini sağladı.
Nil gözleri kapalı ağlıyordu. Yıkılmamıştı, ayaktaydı ama hareket de etmiyordu. Ender ürkekçe önüne geçti, bir şeyler söyleyip elini uzatıyordu ona. Açıkça titreyen kıza ne yapacağını o da bilememiş gibiydi. Nil'in açtığı gözleri kıpkırmızıydı ve baktığı ilk nokta Ender'in üniformasındaki Türk bayrağıydı.
Titreyen elini kaldırıp işaret parmağını Türk bayrağında gezdirirken Ender kıpırdamadı, kaskatı kesilmişti. Nil Türk bayrağına baktıkça daha da ağlıyor, titreyen elini de çekmiyordu. "Geldiniz." dediğini duyduk. "Bizim için geldiniz." Burnunu çekip içli içli ağlamaya devam ederken ayakta duramayıp neredeyse düşüyordu. Ender askeri refleksleriyle ürkekçe yakaladı Nil'i. Dokunup dokunmamakta karar veremiyor ve olabildiğince az temas ediyordu sanki.
"Nadir!" die seslendi Çağlar. "Sende."
Ender maskenin içindeki başını salladı ve ondan sonrasına bakamadım. Çağlar'ın sıkı sıkıya tuttuğum kolu beni nereye götürürse yoluma devam ettim. Merdivenleri inerken, dışarıya çıktığımızda ve diğer tüm o anlarda gözlerinin ucuyla beni süzdüğünü görebiliyordum.
"Talih! Son aracı da çalıştır. İçeriyi üç kişi kontrole gidip kalan biri var mı bakın ve timi toplayıp gelin!"
Diğerlerinin bindiği askeri aracın önüne geldik. "Komutanım, ön koltu-"
"Sen geç Şahin, ben arkadayım."
Belimden yakalayıp beni yukarı kaldırdı, parmaklarım doğruca omuzlarını buldu. Ayaklarım aracın içini bulduğunda geri adım atıp ellerimi çektim. Benden hemen sonra o da rahatça binmişti. İçerisi kalabalıktı, karşılıklı olarak dizilmişti herkes. İleriye doğru geçince Çağlar'ı gören askerlerden biri kenara çekilmiş ve bize yer açmıştı. Kızlar perperişan, askerler tetikte duruyordu.
Çağlar konuşmadan beni köşeye alıp yanıma geçti. Sanki bilerek yüzüme bakmıyordu. Duygusal olarak kötü bir halde olduğum için mi böyle görüyordum yoksa gerçek miydi anlayamadım bile.
Bir süre taşlarla dolu yolları kat ettik. Zaman kavramım kayışlarını kopardığı için ne kadar sürdü bilmiyordum. Diğer araçlarla iletişime geçip farklı istikametlere dağıldığımızı biliyordum yalnızca. Başım sürekli öne düşüp duruyordu, yorgunluk ve açlıktan hareket edecek takatim yoktu.
Araçtan inerken yine kollarını bana açmış ama gözleri uzaklardaydı. Karanlıkta nerede indiğimizi anlayamamıştım, ıssız bir ormanın içindeydik ve küçük bir askeri tesis vardı. Ana kısım dışında yer yer prefabrikler kuruluydu.
Soğuktan titreyen bedenime rağmen beni kendine çekmemişti. Bekledim, ama yine benden bir adım uzakta durdu. "Boş misafirhaneye birkaç kızı yerleştirin. Kalanlara da kendi odalarınızı boşaltıp verin. Olabildiğince seri olmanızı istiyorum, güneş doğmadan kızların hepsi odalarda olmuş olsun. Etrafta kimse görünmesin." Otoriter sesi ve emirler verirken ki tınısı beni bile hazır ola sokmuştu adeta.
Şahin emri alıp gitmek üzereydi ki "Hira Grivas döndüğünde beni bulsun." diye ekledi. Sonra beni diğer kızlardan ayırıp prefabriklerin arasına doğru çekti. Sadece adımlarına ayak uyduruyordum. Benimle birlikte titrediğini de ancak o zaman fark etmiştim.
"Beni burada bekle tamam mı? İstersen uyuyabilirsin, buradakiler bana ait." Hala gözlerime bakmayışında takılı kalmıştım. Başı yere eğikken "Çağlar." dedim dikkatini vermesi için. Başını bile kaldırmadan "Önce görev, sonra sevda." dediğinde asıl sorunumun görevi olmadığını bilmiyordu.
Kapıyı kapattı ve ben dudaklarımda kalan cümleyle öylece durdum. "Neden bakmadın ki gözlerime. Görürdün her şeyi. Sorun gitmen değildi."
Tek kişilik küçük yatağın hemen önünde çöküp ağladım bir süre. Tam da en ihtiyacım olan anda neden bakmıyordu ki gözlerime?
***
Bir çift ela gözü kıpkırmızı ve korku içinde gördüğümden beri dünyam tersindeydi. Yalnızca birkaç saniye görmüştüm halbuki ama artık vazgeçilemez biçimde tepetaklaktım bile. Elimi attığım her noktada o gözleri acı içinde görüyordum.
Yolda, kapıyı açarken, emirler verirken. Her an gözlerimin önünde Efsun'un sadece ama sadece acı içinde olduğunu görüyordum. Geçen birkaç gün yokluğu yeterince acı gelmişti ama birkaç dakika geç kalsaydım yaşanabilecek ihtimallerin yalnızca bir tanesi bile o günlerde düşündüklerimin yanından geçmiyordu.
Ölebileceğini düşünmüştüm, yaralanabileceğini ya da bir süre izini bulamayabileceğimi; ama Clause'un dün anlattıklarından sonra zihnimde dönenler cehennem azabıydı. Kıyametin binlerce defa kopup her seferinde yer yüzünün yeniden eski haline gelmesi gibiydi.
Kapıyı kapatırken de ela gözleri ardımda bırakırken de ona nasıl yaklaşacağımı düşünüp durdum. Baver Abi gelene kadar sorumluluğumda olan onlarca asker ve canı yanmış kadınlar da cabası. Tam da gelecek hayalleri kurmaya başladığım günlerde her yerin cehenneme dönmesi, neden bir askerin asla hayal kurmaması gerektiğinin kanıtıydı.
Ülke öyle bir vaziyetteydi ki hareket eden her canlı tehlikedeydi artık. Hele ki herhangi bir Türk'le bağlantın varsa sonun gelmiş demekti. Orduda örgütle bağlantısı olmayan tüm askerleri ihraç etmişlerdi. Bizse çoktan ifşa olmuş kara listelerindeydik.
Ana binaya geçerken etraftaki kalabalığın azaldığını fark ettim. Kızların bir an önce rehin psikolojisinden çıkması ve kendilerini rahat hissetmeleri çok önemliydi. İşleri biten askerler emir verdiğim gibi toplanmışlardı.
"Rahat asker." Hepsinin derin nefes verişini duydum. "Kızların hepsi yerleşti mi Şahin?"
"Hepsine kalacakları yerler gösterildi komutanım. Yerleşiyor olmalılar."
Boris'e döndüm. "Hira Grivas nerede?"
"Carter'la beraber konteynerde. Carter yaralanmış, onunla ilgileniyor."
Başımı salladım. "Yarına kadar nöbet listesi kaldığı gibi devam edecek. Bir sonraki emre kadar kimse habersiz tesisi terk etmeyecek. Binbaşı erzak ve mühimmat için görüşme içinde. O gelene kadar da erzaklar dikkatli kullanılacak. Kadınlara karşı her zamankinden daha dikkatli davranmanızı emrediyorum. Yarın da onlarla görüşeceğim ve karmaşa çıkmaması adına yeni kurallar koyacağız. Emirlerim dışına çıkılırsa normal şartlarında alacağınız cezalar iki katı olacak. Şimdi herkes işinin başına."
Boris'e işaret verip yanıma çağırdım. "Ender'in yanındaki rehin alınan kız nerede?"
"Ender ilgileniyordu, görmedim komutanım."
Başımı salladım. Yarın Baver abi geldiğinde yükümün az da olsa hafifleyeceğini umarak çıktım ana binadan. Onu hain bilen herkes şaşıracak ama bu haberle güçlenecekti. Bundan emindim.
***
Uyumak istemedim. Doğrusu Çağlarsız bir gece daha istemedim. Her yer onun gibi kokuyordu, yatağı bile hiç yatılmamış gibi görünse de onun gibi kokuyordu. Çöktüğüm yerden kalkmamıştım gittiğinden beri. Saat gecenin hangi vaktiydi bilmiyordum ama güneş doğmamıştı henüz.
Bir saat kadar önce gelen seslerin hepsi kesilmişti artık. Duyduğum en ufak seste bile başımı kaldırıp kapının açılıp açılmadığına bakıyordum. Fakat bu defa doğru tıkırtıya bakmıştım. Çağlar, aralık kapıdan içeri girip postallarını bir kenara koydu. Üzerinde üniforması yoktu ama yeşil içlik duruyordu. Künyesinin zincirlerini görebiliyordum sonunda.
"Neden uyumadın?" dedi sanki hiçbir şey yokmuş gibi ruhsuzca. Gözlerini ovuşturup öfkesini dindirmeye çalışıyordu ama onu öfkelendirecek bir şey de yapmamıştım. Elini cebine atıp tanıdık bir sakız paketi çıkarttığında ayaklanıp elinden kaptım. Gözleri hızla açıldı, kızacak gibi oldu ama derin nefes alıp yeniden gözlerini benden kaçırdı. Kışkırtmama bile izin vermiyordu.
"Neden uyumadım mı?" dedim imalı bir şekilde. "Bana bunu mu soruyorsun gerçekten!" Sesimdeki sitemden anlamış olmalıydı artık. "Gözlerime bakmıyorsun Çağlar. Gözlerime neden bakmıyorsun?"
Belki de artık onun için ilgi çekici değildim. Gözlerimde büyütmüştüm onu. Zaten en çok seven bendim, beni birazcık sevmiş ve unutmuştu belki de. Gözlerim dolmuş ve tüm bu düşüncelerin gerçeklik payı karşısında kaskatı kesilmiştim.
"Pardon." deyip elimdeki sakinleştiriciyi yere attım. "Sanırım artık duygularından emin değilsin." Gerçekten arkamı dönüp her şeyden vaz geçmek üzereydim. Tüm hayatım anlamını yitirmek üzereydi ki ayaklarıma değmeden yerde diz çöküp gözlerini yumdu. "Çağlar." dedim korkuyla. "Ne yapıyorsun?"
Tek kelime etmiyordu ama yüz ifadesinden acı içinde olduğunu görmüştüm. Eğilip kollarından kaldırmaya çalıştım ama kalkmaya niyeti olmadığı için başaramazdım. Dağ gibi adam dal gibi bükülmüştü karşımda.
"Yapamıyorum." Sesi çatallı ve kısıktı. "Bakamıyorum gözlerine Efsun." Yere güçlükle eğildim çünkü üniforması hareketimi kısıtlıyordu. Kollarımı boynuna geçirip onu kendime çektim ama o kollarını belime dolamadı. Belki de dediği gibi; yapamadı.
"Ne kadar geç kaldım, canın ne kadar yandı bilmiyorum. Sana nasıl yaklaşmalıyım bilmiyorum. Benim yüzümden daha başına neler gelecek bilmiyorum."
Sözleri karşısında şiddetle çektim kollarımı ondan. Avuçlarımı iki yanağına koydum kaşlarım çatık bir halde. Yeşil gözlerinin beni bulmasını sağladım; gözleri dolmuş, cam gibi görünüyordu. "Sen bana geç kalmadın. Tam vaktinde geldin Çağlar. Tek ihtiyacım sensin görmüyor musun?"
Kaşları kalktı ve sanki bana inanmıyormuş gibi "Ben miyim?" dedi masumca. "Hep sendin." dedim başımı sallayarak. "Gözlerime bakmadığında tüm aldığım yaralardan daha çok yanıyor canım."
Burnunu çekti benimle aynı anda. Sonra hızlıca sardı kollarını bana. Sanırım o noktada başlamıştım içli içli ağlamaya. Belki de tüm yaşananları o an idrak ettiğimdendi. Kokusunu sonunda daha yakınımda alabiliyor, görüntüsü hayallerimdekinden bile daha net olduğundan içim rahatlıyordu. "Hemen eski Çağlar olur musun?"
Kollarımı daha da sıktım. Parmaklarını kısa saçlarıma daldırıp öptüğünde artık gerçekten eski saçlarımı özlemeye başlamıştım. "Duygularımı da mahvettin be kızım." dedi öpücükleri yanağımı bulmuşken.
Kıkırdadım. "Seninle bir gelecek düşünmeyen Çağlar'ın sensiz düşünemez olması hoşuna mı gitti?" Neden hala yerde olduğumuzu bilmiyordum ama rahatım yerinde olduğu için sesimi çıkarmadım.
Yüzüme öyle dikkatli bakmaya başlamıştı ki ellerimle gözlerini kapattım, dişleri görünecek kadar gülümsedi. "Şu sıralar çok çirkinim bana bakmasan daha iyi." Kolları belimde olduğu için gözlerini açamıyordu ama başını sağa sola sallayarak ellerimden kurtuldu. "Kimse karıma çirkin diyemez." Konuşmama fırsat vermeden belimdeki elini sıkılaştırıp sarılmaya başladı yeniden.
"Kusura bakma ama yamuk ve kısacık saçlarla gayet de çirkin diyebilirim."
Bu defa belimdeki elini bıraktı. "Gördüğüm en güzel yamuk ve kısa saçlar demek istedin sanırım." Bıraktığı eliyle beni gıdıklamaya başladığında ancak anlamıştım niyetinin beni güldürmek olduğunu. Kahkahalarla gülüyordum. "Çağlar dur ya!"
"Hayır!" diye inat ettiğimde daha da gıdıklamaya başlamış ve kendimi yere doğru bırakmıştım. Tabi ki o pes etmiyordu. "Demezsen bırakmam." Benimle birlikte gülüyordu ama gülümsemekten gözlerim kısıldığı için güçlükle görebiliyordum yüzünü.
"Tamam dur tamam!" Ellerini üzerimden çekmeden durdurdu. "Güzelim." dedim. Başını bana doğru eğdi. "Duyamadım."
"Ben çok güzelim." Sesimi biraz daha yükseltip söylemiştim bu defa. Tatmin olmuş gibi gülümseyip beni belimden yakaladığı gibi yerden kaldırdı. Ayakta duracak gücüm kalmadığından yatağına oturdum. İçerisi sıcak değildi ve üzerimdeki üniformadan açıkta kalan bacaklarım çok üşümüştü.
Diz çöktüğü yerde avucunu soğuktan diken diken olmuş bacağıma doladı. "Sana Hira'dan kıyafet getirsek iyi olacak." Omzundan yakaladım uzaklaşmadan. "Sabah alırsın şimdi uyuyordur."
Dudaklarını ısırarak gülümsedi. Yanında artık eskisinden binlerce kat rahat olduğumdan gülüşüne dakikalarca bakabiliyordum. "Çıkar üniformayı da kazak vereyim o zaman sana." Başımı sallayıp üniformasını çıkardım ve ona uzattım. Üzerindeki ay yıldızda gözüm takılı kaldı bir süre. Üzerimdeki yalnızca gecelik kaldığında daha da üşüyüp titriyordum.
Kumaştan dolabının fermuarını açıp içinden çıkardığı kazağı bana attı. Sonra kalın siyah bir pijama. Ben ikisini giymek için küçük odanın köşesine çekilirken o da yeşil tişörtünü çıkarıyordu.
Benden önce giyinip bana alan tanıyarak yatakta sırtını dönmüştü. Geceliği yatak başlığına bıraktığımı hissettiğinde arkasını dönüp avucuna aldı ve odanın herhangi bir köşesine fırlattı. O iğrenç herifin ellerinin değdiğini düşünürsek bulunduğu yer iyi bile kaçıyordu. "Yarın en yakın ateşte yakacağım onu da."
Sanki günlerce alıkonup zihnimi kemiren düşüncelerle yaşanmamış gibi yeniden ikimizdik. Bana sorular sorup tekrar aklıma getirmesindense bu şekilde devam etmek hoşuma gitmişti.
Pijamaların paçası ve kazağın kolları üzerimden sarkıyordu. Yatak alçak olduğundan üzerine çıkmak için eğildim. Oldukça küçüktü ve halihazırdaki Çağlar'ın bedeni daha da ilerlememe izin vermemişti.
Uzanmadan önce sırtlarımızı yatak başlığına yasladık. Önce sağ kolumu yakaladı, kendine yakın olanı; kolunu kıvırıp diğerini aldı ve sonra onu da kıvırdı. "Sana daha güzelini alırım." Kahkaha atıp ona döndüm. Benimki gibi yandan yandan gülüyordu. "Giyeceğimin garantisini veremem ama."
Kollarımla işi bitip gözlerimdeki yorgunluğu gördüğünde kendiyle beraber yorganın içine aldı beni de. "Yaa öyle mi?" Yapmacık sesine bile gülüyordum artık bu adamın. Her hareketi her sözü bendeki mutluluk hormonunu ikiye katlıyordu.
Yorganın altında ve Çağlar'ın kollarında olmama rağmen üşüyordum, titriyordum. Günlerin acısı çıkıyordu sanki bedenimden. Belimdeki elini bacağıma doğru çekip kendi üzerine aldı, elini ağır ağır hareket ettirdi orada bir süre. "Kızların odalarında ufo var, çok üşüdüysen oraya fazladan yatak koydurabilirim." Sanki istemeye istemeye yapıyordu teklifi.
"Hayır." deyip daha da sokuldum göğsüne. "Burada rahatım." Tatlı bir homurtuyla öptü yanağımı. "Zaten gönderemezmişim ben de seni."
Yeniden güldüm sanki günlerin acısını çıkarır gibi. "Neden buradayız Çağlar? Neler oldu birkaç günde?"
"Örgüt. Yeni cumhurbaşkanı, örgüt mensubu çıktı. Seçildiği gibi tüm Türk'lere saldırmaya başladı. Çok hazırlıksızdık ve açıkçası böyle bir şeyi beklemiyorduk. Bizim onların içinde olduğumuz kadar onlar da bizim içimizdeymiş meğer. Tek tek Türk mahallelerini, beldelerini basmaya başladılar. Sonradan fark ettik ölenlerin neredeyse hepsinin erkek ve yaşlı kadınlardan oluştuğunu. Özellikle genç kızların hepsi kaybolmaya başlamıştı ama bir türlü iz bulamadık. Sonra Clause çıkıp adres verdi. Tek günde. Tek gün yetti oraya gelmemiz için. Direkt emir geldi zaten; sizi oradan çıkarıp yeni yeni kurduğumuz tesislere geçici yerleştirmemizi söylediler. Buradayız."
"Böyle anlatınca çok basitmiş gibi geldi ama değildi Çağlar."
"Gözlerimi kuşkuyla kırptım. Ya bir dakika fazla kapatırsam da her şey için geç olursa diye ödüm koptu... Biliyor musun orada Ahu'da vardı."
Bacağımdaki eli dondu. "Ahu mu?"
"Evet. Arananlar listesinde adım varmış, beni tanıdı ama adımı vermedi ve oraya götürülmeme göz yumdu. Öyle ağır konuştu öyle ağır baktı ki bir gün karşıma çıkarsa elimde silah olsun isterim. Kimsenin canını yakmak istememiştim ömrümde ta ki Ahu'yu karşımda görene dek."
"En yakınından gelince acıtır en çok da."
Yeniden ağlamamak için kendimi sıktım. Burnumu çekip iç geçirdim. "Ama sonunda geldin. Benim için, bizim için. Çıkardın oradan."
Bacağımdaki elini yukarı doğru çıkarıp kazağın altından belime iliştirdi. Avucu sıcacıktı belimin aksine. "Hep gelirim." Saçlarımı öptü yine. "Hem artık bir süre hiç ayrılmamıza gerek kalmayacak."
"Nereye kadar gidecek böyle? Türk askeri gelmeyecek mi yardıma?"
Derin bir iç çekti. "Emir ne zaman gelirse onlar da o zaman yola çıkacaklar. Elbet vardır bir sebebi gecikmelerinin."
Konuşmamız burada kesilmişti. Ne benim ne de onun takati kalmamıştı zaten. Bu küçük oda ve yatak hasretini çektiğim kokuyla birleşince bana en güzel yuva olmuştu. Çağlar'ın kolları arasında gece boyu gördüğüm kabuslara rağmen mutluydum.
***
Araçtaki tüm bu kalabalığın arasında sanki oraya ait değilmiş gibi duran tek bir kişi vardı; Clause Carter. Hira'ya sormak istediği binlerce soruya rağmen sessizdi, Hira da öyle. Zira Clause'un neden hala onlarla beraber olduğunu çözememişti. Yerlerini söyleyip pekala evine dönebilirdi ama bunun yerine onun için vurulmayı göze almıştı.
Örgüt üyesinin tetiği çektiğini görmesine rağmen kenara çekilmek yerine kendini Hira'nın önüne bırakmıştı. Hira aracın önündeki diğer askerlerin kurşun seslerini bile duymamıştı o an. "Clause!" diyerek bir adım önündeki adamın beyaz gömleğinden akan kanlara bakakaldı.
Yutkunuşu keskindi Hira'nın. Titreyen elleriyle ne yapacağını bilemeyerek etraftaki askerlere seslendi. "Çabuk buraya bakın! İlkyarım kiti getirsin biri!"
Bu, Clause'un kurşunla ilk tanışmasıydı. Canının yandığını hissetmiyordu; gerçekten yanmıyor muydu yoksa onun için endişelenen kadına bakmaktan acıya fırsat mı olmamıştı?
"İyiyim ben," dedi telaşla titreyen Hira'nın kolunu yakalayıp. "Kimseyi çağırma."
Hira kolunu sertçe çekerken bir asker yanaştı yanlarına. "Komutanım ilkyarım çantası diğer araçla beraber gitmiş. Tesise kadar dayanması lazım."
Clause'un zihni yalnızca bu kelimeyi seçebilmişti aradan. Bu asker sarhoş muydu? Hira Grivas; onun tanıdığı Hira korumaydı. Grivas bir asker olamazdı hele ki bir Türk askeri kesinlikle değildi.
Hira'nın kolunu yakaladığı gibi sarstı. "Bu adam ne diyor Grivas?"
Hira aynı hırçınlıkla çekti kolunu. "Kolunu oynatma Carter! Kan kaybediyorsun!"
İkisi de neredeyse alınları birbirine değecek kadar yakınlaşmışlardı. Gözlerinde aynı öfke vardı ama öfkeden daha da kıymetli birkaç duygu daha parıldıyordu. Yalnızca göremeyecek kadar çok korkmuşlardı.
"Komutanım kalkışa hazırlanıyoruz, tesise dönmeliyiz sizi araca alabilir miyiz?"
İkisi de tek kelime etmeden birbirlerinden ayrılıp yine aynı araca bindiler. Yol boyu karşılıklıydılar. Hira'nın gözleri damlayan kan tanelerine gittikçe öfkeleniyor ve vicdan azabı çekiyordu.
İçeride tanıdık bir yüz aradı ve sonunda İzzet'i bulduğunda hareket halindeki araçta arka sıradaki İzzet'in yanına ulaştı. Bu sürede Clause'un göz hapsinde olduğunu görebiliyordu. "Bana bir bıçak ve yaralının kolundaki kanı durdurmak için sargı bezi gibi bir şey bulabilir misin?"
Bir süre sonra aracın alt kısmından çıkardığı paçavra parçası ve çakıyı uzatmıştı. Hira adım adım yeniden Clause'un yanına ulaşıp oturduğu yerin önünde diz çöktü. Tek boşluk orasıydı. Clause tek kaşını kaldırmış halde ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu.
Elindeki çakıyla gömleğinin kolunu yaranın hizasında kesip paçavrayı da üst kısımdan sıkı sıkıya bağlamıştı. Parmaklarının her yerini artık Clause'un kanı kaplamıştı. Dakikalar geçip tesise varana kadar tek kelime etmediler fakat gözlerini de ayırmamışlardı birbirlerinden.
Hira indikleri bu yeri bilmiyordu, ilk defa görmüştü. Çağlar'ın emir veren sesini duymuş fakat onu görmek için de fırsat bulamamıştı araçtan inerken. İzzet koşar adım dibinde bitti. "Ben doktor var mı diye sordum, gelen kızlardan biri hemşireymiş ama Ender komutanım kızın kendisinin de kötü olduğunu ve gelemeyeceğini söyledi." Elindeki ilk yardım çantasını uzattı. "Sizin için bunu bulabildim. Dikiş malzemeleri de var."
Hira umutsuzca tek eliyle aldı çantayı. "Kızları içeri yerleştirdik. Çağlar komutanım sizin için konteyner ayarladı." Çağlar, Hira'nın yalnız uyuyabildiğini bilen nadir kişilerden biriydi ve düşünceli bir harekette bulunmuştu.
Ardında şok olmuş ifadeyle duran Clause'un kolundan tutup peşinde götürmeye başladı. Bu adamla ne yapacağını bilmiyordu ve her saniye daha da kafası karışıyordu. Onun için kurşun yemesine mi üzülmeliydi yoksa hala etrafında olmasına mı?
İzzet'in gösterdiği küçük konteynerin içine girdiler. İçindeki yalnızca yatak ve kumaştan bir giysi dolabı vardı, soğuktu. İkisinin de üzeri inceydi ve Clause her geçen saniye az da olsa kan kaybediyordu.
Bir eli cebinde diğer eli Hira'nın elindeydi. "Otur." dedi ve ikiletmeden onu dinleyip yatağın üzerine oturdu. "Çıkar gömleğini." Clause anlamsızca baktı bir süre Hira'nın yüzüne. Hira göz devirdi ve diğer elini neredeyse kullanamadığını hatırlayıp en baştan açmaya başladı gömleğinin düğmelerini.
Bu süreçte Clause sessizce onu izliyordu. İkisi de en perişan ve sefil hallerindeydiler. Hira gömleği kollarından dikkatlice çıkarıp yatağın bir köşesine bıraktı. Çantayı açıp dikiş için malzeme çıkardı. "Ne kadar profesyonelsin?" Sahte bir gülüş attı. "Yeteri kadar." Elinin titrediğini varsayarsak yeterliden biraz düşüktü ama bunu sadece onu korkutmak için yapmıştı.
"Yüzden fazla dikiş atmışımdır korkma. En az on beş tane de kendime."
Clause tek kaşını kaldırdı. "Kendine?" Derisine ince bir iğnenin girdiğini hissedip bir dudağını ısırdı.
"Evet. Dağda, bayırda yanımızda doktor taşımıyoruz."
Hira yeniden gülümsedi. "Şüphen mi var?"
Hira'nın aksine Clause'un yüzü düşüktü. "Ayrıca çok da iyi bir yalancısın."
Hira bir dikişi daha atıp başını kaldırdı. "İşim gereği."
"Evet. Bunu zaten biliyordun."
"Hayır gerçek manada Türk'leri destekleyen bir Türk'sün. Her şey, tüm sözlerin bir yalandı yani."
Hira makasla son hamleyi yapıp dikişi bitirdi. Artık o da gülümsemiyor kaşları çatıktı. "Türküm. Elbette ülkemi ve kendi ülkemin askerlerini destekleyeceğim."
"Haklısın." Yüzünde mimik oynamıyordu Clause'un. "Sanırım bu noktada ayrılıyoruz. Burada kaldığım her saniye ülkeme ihanet etmiş oluyorum."
"Artık buradan çıkmayan izin vermezler. İfşa olma tehlikesini kimse göze alamaz." Hira öfkeyle makası çantaya attı. "Hem nasıl bir ihanetten söz ediyorsun? Çocuk kaçıran ve kadınlara tecavüz eden bir örgüte karşı olduğun için mi? Sırf Türk oldukları için ölüm emri veren İngiliz ve Yunanları sen kendi halkından sayabiliyor musun yani?" Daha fazla oturduğu yerde kalamadı, ayaklanıp devam etti konuşmaya. "Bu işin Türkü, İngilizi, Yunanı yok Clause! Görmüyor musun orada yaşadıklarımızı! Türk askerinden başka kim geldi bizi kurtarmaya? Türk kadınından başka hangi ırk vardı orada, kadınların arasında?"
Clause sözlerinin yanlışlığını ancak fark edebilmişti fakat hala vicdani olarak susturamıyordu içini. Sanki burada sıkılan her kurşun atalarına gidiyordu. Düşününce iğrençti yaptıkları. Tüm bu kadınların orada yaşadı%C
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
1.77k Okunma |
277 Oy |
0 Takip |
28 Bölümlü Kitap |