26. Bölüm

25. Yuva

sevde
zorronezi

 

 

 

İyi okumalarrr

 

***

 

 

 

 

 

 

 

25. BÖLÜM

 

 

 

 

"Yuva"

Bazen yaşadıklarımı düşünüp şaşkınca seyrediyorum dışarıdan hayatımı. Bir yıl içinde yalnızca hayatım değil kendim, ailem ve her şey değişmiş meğer. En küçük Elene bile pişmanlıklarını dile getirmişti evlendiğimiz gün.

Şimdiyse askeri bir aracın arka koltuğunda İstanbul'a gitmek üzere yoldaydım. İçimde konduramadığım büyük bir karamsarlık olsa da yanımda Çağlar varken bunu ikinci plana atıp yalnızca ona bakmaya devam ettim.

Öyle heyecanlıydım ki neredeyse titreyecektim. Tüm bu kaosun içinde güzel şeyler de oluyordu artık; İstanbul'u görmem gibi; İstanbul'u Çağlar'la görmem gibi. Burası da İstanbuldu biliyordum ama kimsenin Türkçe konuşmamı yargılamayacağı, garip bakışlar altında kalmadan kendimi özgür hissedebilceğim İstanbul şimdilik yalnızca anadolu yakasında olacaktı.

Araçtan inmem için elini uzatan Çağlar'ın avucuna bıraktım elimi. Sabah bile sayılmayacak bir saatte yola çıkmıştı. Yüzümdeki heyecanı görüp "Küçük bir kız çocuğu oldun gözümde." deyince utandım ama belli etmemeye çalıştım. Dirseğimi hafifçe karnına geçirdim. "Herkes senin gibi hem burayı hem orayı görmüyor. İlk kez gidiyoruz herhalde heyecanlı olacağız."

Konuşmamızı duyan Clause "Ben bile stres oldum şu an." diyerek bizi dinlediğini belli etmişti. Hira ve Clause da yan yanaydı artık hep.

Evin kapısı açılıp içeri geçtiğimizde o gün gördüğüm gibiydi her şey. Salonun ortasından aşağı doğru adeta bir yokuş gibi yol açılıyordu. Bizim gelişimizle birlikte elektrik panelleri bir bir açıldı ve tünelin içi az da olsa aydınlanmıştı.

Herkesin ağzından farklı sesler yankılanıyordu.

"Burası karşıya mı açılıyor?"

"Biz görmüyorken neler dönüyormuş böyle?"

"Annem de görsün isterdim."

Umutla ve biraz da hüzünle baktım. Ben de isterdim annemin görmesini, birlikte zaferi yaşamayı.

"Tünelde şimdilik yalnızca bir araç var o yüzden gruplar halinde girişinizi yapacağız. Tek araca beş kişi binebilir." Asker etrafına bakınmaya başladı birini arıyor gibi. O an tanıdığım buraya geçen geldiğimizde bana burayı anlatan asker İzzet'di o. "Çağlar komutanım gelecekti ama."

Kalabalığın arasında elimi yakalayıp öne doğru çekti beni Çağlar. İzzet aceleyle selam verdi. "Rahat İzzet."

"Komutanım ilk gruba sizin eşlik etmeniz isteniyor."

Çağlar askerin omzuna dostane bir şekilde vurdu. "Ender, son grup sende." Ender'e seslenip döndüğünde onun burada olduğunu bile bilmiyordum. Etrafa bakınmak için dönecektim ki Çağlar'ın "Hadi Efsun." deyişiyle önüme döndüm.

Hira'yı Clause ile görmek canını yakıyor olmalıydı. Keşke arkadaşça yanında olabilseydim. Adımlarımı Çağlar'ın hızına göre ayarlamış ilerlerken son anda gördüğüm Ender ve Nil yüzünden şaşkınca baktım ikisine fakat bunun üzerine düşünecek vaktim olmadığından önüme döndüm sadece. Şimdilik başka şeyler heyecanlandırıyordu beni.

Birkaç metrenin sonunda görünen askeri araca binmek üzere Çağlar açtı kapıyı. Birkaç küçük aydınlatma dışında karanlığa yakındık burada. Arabanın motor sesinin dışında pek bir şey yoktu; bir de benim kalp atışım.

Başımı arkaya çevirip bizimle birlikte olan kızlara baktım. Yüzlerinde endişe ve umut karması duyguları vardı benim heyecanımın aksine. Zerre endişe duymuyordum artık. Çünkü bu mucize gerçekleştiyse bundan sonra yaşanmama ihtimali olan hiçbir şey yoktu.

Sessizdik, herkesin zihninde değişik fikirler yankılanıyordu fakat Çağlar'ın bu denli derin düşünceli hali garip gelmişti. İçinde bir kurt var gibiydi, artık onu öyle tanıyordum ki hareketlerindeki duyguları sezmek zor değildi benim için.

Ne kadar zaman geçtiğini bilmediğim bir anda aydınlatmalar sıklaşmıştı. Tebessüm dolu yutkunuşlarım vardı. Fakat içimdeki küçük bir yerde korkuyu hissetmeden de edemiyordum. Bir şeyler ters gidiyordu ama yol nasıl da güzeldi; sonunda gelebilecek her musibete boynum bükük kalırdı. Sevdiklerimle birlikte çocukluk hayalime adım adım gidiyordum, İstanbul'a.

Vatki geçti ve vuaslat bitmişti. Tünelin ucundan yayılan küçük bir nokta beni koltuğumda dikleştirdi. Çağlar'ın bakışlarının bende olduğunu gördüm, gülüşüme bakıyordu. "Bitti mi?" dedim küçük bir çocuk edasıyla. "Bitti." Benim aksime kederli çıkmıştı sesi.

O küçük nokta büyüdükçe büyüdü ve sonunda kalabalık bir asker topluluğunun arasına ulaştı. Girdiğimiz ucun aksine bu taraf geniş ve aydınlıktı, koca bir fabrikaya açılıyordu. Herkes alkışlıyor, çığlıklar atıyordu. Gördüğüm tüm üniformalarda Türk bayrağı, yüzlerde koca tebessümler vardı. Gözlerim dolmuştu, ben de aynı onlar gibi gülümsüyordum.

Çağlar benim iki katım hızla indi, kapımı açtığımda yanıma ulaşmıştı bile. Elini sırtıma yerleştirip kalabalığın önüne kadar eşlik ettikten hemen sonra aniden duruşunu dikleştirdi; kalabalığın önündeki adam kıdemli biri gibi duruyordu.

"Kıdemli Üsteğmen Çağlar Kuzgun!"

Gözlerimi Çağlar'dan alamıyordum. Kaşları aniden çatıldı, ciddiyetle çenesini sıktığı belli oluyordu, gergindi. "Emredin komutanım."

"Aferin evlat! Rahat."

Çağlar aniden sıktığı çenesini serbest bırakıp derin bir nefes verdi. Gözlerinde gurur, dudağının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. İşte o an anladım sırtında biriken yükleri. Onun bana destek olduğu kadar ben ona olamamıştım sanırım. Stresini, korkusunu ve diğer duygularını neden bu kadar geç görmüştüm ki?

Güldüğünde yüzünü hayranlıkla izlemek istedim ama ortam müsait değildi. Komutanın bakışlarını bende hissettiğimde hızla gözlerimi Çağlar'dan uzaklaştırdım. Kıdemli birinin yanında gerilmiştim. "Eşim, Efsun Gümüş Kuzgun." Tebessümle komutanın uzattığı eli sıktım. "Efsun Gümüş demek." Biraz kendi kendine konuşur gibiydi. "Vatanınıza hoş geldiniz."

Komutanın hemen ardından yanındaki askerlerin birkaçı daha aynısını tekrar etmişti. "Vatanınıza hoş geldiniz." İlk defa huzursuz hissetmiyordum. İlk defa evimden uzak olup bu denli evimde hissediyordum.

"İlk defa bir yere bu kadar güzel hoş buluyorum." dedim gülerek.

"Kızlar güvenli yerlere yerleştirilecek. Sizin için de tahsis edildi, dilersen göz atmaya gidebilirsin." Komutanın bakışları arkamıza kaydı. "Sen, Clause Carter olmalısın. Hira Grivas ve Clause Carter bizimle geliyorsunuz."

Kaşlarım çatıldı ve korkuyla arkamı döndüm. İkisinin de gözlerinde korkuyu görebiliyorken komutanın kahkahası üzerine şaşırıp yeniden önüme dönmek zorunda kaldım. "Yahu korkmayın, sadece tedbir alıyoruz. Tünelden bahsedilmemesi için gizlilik sözleşmesi imzalaması gerek."

Hepimizden derin bir nefes sesi yükseldi. "Karını güvenli bir yere yerleştirdikten sonra beni bul Kuzgun." Sözleri yeniden içimdeki korkuyu fitillemişti. Aynı saniyede Çağlar'ın parmaklarını elime geçirmesi az da olsa içimi rahatlatsa da o küçük his hiç gitmiyordu.

Komutanın Hira ve Clasue ile uzaklaşmasıyla birlikte etraftaki askerler Çağlar'la el sıkışık küçük sohbetler etmişti. Genelinde hoş geldiniz, nasılsınız ve sizi gördüğümüze sevindik gibi şeylerdi. Kalabalık canımı sıkmadı aksine hepsinin simasını ezberlemek ister gibi baktım. Yüzlerinde ne düşmanca bir mimik ne de küçük bir his vardı; yalnızca meraklı gözlerle bakıyorlardı. Ben de onlara öyle bakıyordum tabi.

Askerlerden biri Çağlar'a selam verip eline araba anahtarı bıraktı. "Gidelim mi?" Gözleri merakla bakıyordu, içimdeki heyecanı görüp gülümsemişti. Başımı sallayıp kolundan ayrılmadan devam ettim yoluma. O da buradan ilk kez geliyordu ama sanki her şeye hakim gibi yolundan sapmadan çıkışı kolayca bulmuştu.

"Önce kalacağımız yere gidip güzelce dinleniyoruz." Arabanı kapısını açtı, içeri girdim. "Sonra görmeyi istediğin her yere götüreceğim seni."

"Rüyada gidi hissediyorum."

Elimi yakalayıp dudaklarına götürdü. "Bu gerçek hissettirdi mi?" Gülümseyişine karşılık ben de başımı salladım ve yola çıktık. Kontantinopolis'den daha kalabalık olduğunu daha yola çıktığımız ilk anda anlamıştım. Oranın aksine çocuklar da fazlaydı.

Çok uzun sürmeden bir evin önünde durduk. "Askeri bir tesise gideriz sanıyordum." dedim. Arabadan inip küçük, şirin eve baktım. Bahçesi yıllardır girilmediğini belli eden diz boyu otlarla doluydu.

"Artık tesisle işimiz yok." Tozlu bahçe kapısını sertçe ittirip girdi, elini uzatıp gelmemi işaret etti. Yeşil gözlerinde hüzün kırıntılarını görebiliyordum. "Annemle babamın yaşadığı ev."

Artık her şey daha da anlamlı olmuştu. Belki de onların mutlu olabildiği tek yere getirmişti beni; yuvalarına. Çağlar'ın hiç görmediği anlardı, hiç hissetmediği duygulardı. Ona hissettirmek isterdim, biliyordum, yanından bile geçmezdi ama belki bir benzerini yaşayabilirdi.

İçerideki kapıyı açmak için anahtar çıkaracağını düşünürken etraftaki saksılardan birinin altından çıkardı. "İstihbaratçı adamın anahtarı sakladığı yere bak." Sırıtıp "Türk kafası." dedi. İkimiz de hüzünle harmanlanmış bir neşeye hakimdik.

"İçeriyi temizlettim ama birkaç hafta oluyor, ne halde bilmiyorum. Seni ilk göndermek istediğim zaman buraya bıraktıracaktım Hira ile."

Adımımı attığım ilk anda salonun kendine has havasına hayranlıkla baktım. Bizim evimize nazaran çok eşya vardı, hepsi düzenli görünüyordu ama doluydu da. Amerikan mutfak olduğu için eve girer girmez her yeri görebiliyordunuz. Bahçesine açılan boydan bir cam dahi vardı. Diğer odaların kapısı kapalı ve bir de koridoru vardı.

Çağlar kapının hemen yanındaki şartellere uzanıp açtığında loş aydınlatmalar yanmaya başlamıştı. Hepsi yaşanmışlık kokan, her ayrıntısı düşünülmüş bir evdi. Hayatlarının sonuna kadar burada yaşayacaklarını düşünürken başlarına gelenler öyle trajikti ki düşünmeden edemiyordum.

"Burayı birkaç sene önce buldum." Çağlar da benim gibi etrafı inceliyor, elini eşyaların üzerinde gezdirip duruyordu. "Babamın bir iki resmini annem göstermişti ama beraber olan fotoğraflarını hiç görmemiştim birkaç yıla kadar." Elini attığı çerçeveye bakmak üzere yaklaştım.

Çağlar aynı babasına benziyordu, hatta öyle çok benziyordu ki bu benzerlik beni dehşete soktu. "Babana benziyorsun." Mahcup gülüşünü duydum. "Öyleymiş." Çerçevede annesi dünyanın en mutlu kadını gibi babasının omzuna doğru atlıyordu fakat onun aksine babası Akif'in ciddi bir ifadesi vardı. "Ama annen gibi gülüyorsun."

Yine aynı şekilde güldü ama bu defa biraz hüzün de vardı. "Öyleymiş." Derin bir iç çekti. "Yaşarken hiç gülmemişti." Çerçeveyi elinden alıp yerine koydum ve ensesinden yakalayıp eğilmesini sağladım sonra da sıkıca sarıldım. Kolları doğruca belime dolandı, yutkunuşunu duydum, içinde tutuyordu tüm gözyaşlarını. "Başına bunlar gelmeseydi eminim gülümserdi. Sadece kötü şeyler yaşamış. Biliyorsun değil mi?"

"Sen ne yapardın Efsun?"

Donup kaldım. Böyle bir şeyin ihtimalini bile düşünemezken nasıl karar verebilirdim ki.

"Nasıl yani?"

Kollarını benden ayırdı. "Hamilesin ve ölüm haberim geldi. İnanmadın. Peşimden geldin ama işler yolunda gitmedi. Deli olduğunu söyleyip seni hastaneye yatırdılar, doğum yaptın. Sever miydin çocuğumuzu?"

Sadece gözlerine baktım. Kendimi Martina'nın yerine koyacak güçte bulamıyordum, başıma gelse ne yapardım düşünemiyordum. Tam bir bebeğin varlığını öğrenmişken Çağlar'ı kaybetmek düşünülmezdi ama ikisini birden kaybetmek daha kötüydü benim açımdan.

"Ben." Cümlemi toparlayacak gücü aradım bir süre. "Seni kaybetmişken bebeğimizi de kaybetmek istemezdim ama annene de kızamıyorum. Herkes kayıplarıyla aynı seviyede başa çıkamaz."

Başını salladı. "Haklısın." Derin bir nefes alıp parmaklarını burun kemiğine yerleştirdi ve bir süre sıktı. "Hadi sen biraz dinlen ben de alışveriş yapıp geleyim."

"Ben de geleyim."

Birkaç saniye bocaladı, neden olduğunu anlayamadığım bir şaşkınlıkla kaldı. "Döndüğümde konuşalım." Yanağımdan öpüp hızla çıktı. İçimdeki kuşku ve huzursuzluk da aynı hızda büyümüştü. Benden sakladığı her neyse ne zaman anlatacaktı?

Çağlar'ın gidişinden hemen sonra duş alıp evin içinde kıyafet aradım. Annesinin kıyafetleriyle bir süre bakıştım çünkü bunun onun canını yakabilme ihtimali küçük de olsa aklıma takılmıştı fakat başka seçeneğim olmadığından üzerime pijama ve askılı bluz almıştım. Haftalardır düzgün yemek yemediğim için zayıflamış olmama rağmen bluz dar olmuştu. Bu kadın kaç kiloydu böyle?

Evin diğer odalarına hiç göz atmadığım için gezinmeyi düşünmüştüm fakat üzerimde öyle bir yorgunluk vardı ki yatağı bozmadan üzerinde birkaç dakikalık kestirmek için uzandım. Tabi ki işler yine umduğum gibi gitmemişti ve hafif uykudan derin bir uykuya daldığımı hissediyordum.

***
 

Gözlerimi yeniden açtığımda karanlık çökmüştü. Algılarım birkaç saniye gördüğüm kabusun da etkisiyle nerede olduğumu anlayamamış ve panikle doğrulmuştum. Elimi kalbime koyup kendi kendimi sakinleştirmeye çalıştım fakat zihnimde dönen senaryolar dinmiyordu. Çağlar hala gelmemiş miydi? Kaç saattir uyuyordum ve o hala yok muydu? Gelseydi beni uyandırırdı diye düşünüyorum.

Panikle kalktım, kapıyı kırarcasına açtım ve karşıma çıkan manzaraya şaşkınca bakakaldım. Çağlar aspiratör ışığı altında yemek yapıyor, bahçe kapsının önündeki masa romantik bir akşam yemeği için hazırlanmış gibi görünüyordu. Kapı sesiyle birlikte hızlı refleksleriyle bana üzerime doğru panikle koşturdu. "Senin uyanmaman lazımdı." Parmakları gözlerimi kapattığında kıkırdadım. Beni içeri itmeye başlamıştı. "Görmedim ki bir şey."

Ellerini indirdiğinde yüzünde sahte bir hayal kırıklığı vardı. "Uyanma diye iki saattir ayak ucumda yürüyorum." Ellerimi yüzüne yerleştirip sevdim. "Sen bana sürpriz mi hazırlıyordun?" Yanağından öpüp "Görmedim gibi yaparım ben, hadi git devam et." dedim.

Benden ayrıldı, işaret parmağını kaldırıp "Beş dakika sonra gel." dedi.

Ansızın dank eden bir gerçeklikle "Ama romantik akşam yemeğimizde pijama mı giyeceğim ben?" diyerek üzerimize gösterdim. Bu halime kahkahayla gülüp yanağıma uzanarak makas aldı. "Sen her halinle güzelsin."

Kapanan kapının ardından uzunca baktım. Ömrümün hangi noktasında onu hak etmiştim? O küçük kız çocuğuna gülümsediğimde mi? Dualarımda bir kurtarıcı istediğimde mi? Yoksa onu ilk gördüğüm an onun pek de iyi biri olmadığını düşündüğüm için mi hayat bana doğrusunu göstermek istemişti?

Gülümsemeyi öğrenmiştim. Başkaları için yaptığım iyilikleri kendime de yapmayı, kendime değer vermeyi öğrenmiştim. Çağlar benim tüm varlığımdı ve artık kendi topraklarımız üzerinde onunlaydım. Daha ne isterdim ki?

Kapı yeniden açılmış ve gülümseyerek girmişti. "Gözlerini kapatacağım." Kaşlarımı çattım ama engel olmadım. "Neden?" dedim harfleri uzatarak. "Ştt, sorma." Beni bir yere çarptırmadan ilerletiyor ben de koşulsuzca ona güvenerek atıyordum adımlarımı. Bir eli yüzümde diğer eli belimdeydi. Masanın önüne geldiğimizde gözlerim aydınlığı değil loş mumlara açılmıştı; pasta mumları.

Kulağıma doğru fısıldadı. "İyi ki doğdun karıcım." Şaşkınlıkla elimle ağzımı kapattım, gözlerim dolmuştu. "Çağlar..." Boğazım düğüm düğümdü. Arkamı dönüp sıkı sıkıya sarıldım ama bu defa gözlerimden birkaç damla akmış olabilirdi. "Sana inanamıyorum, onca şeyin içinde bununla mı uğraştın bir de."

Alnını alnıma yasladı. "Geç oldu biraz ama es geçemezdim." Elimi ensesine attım, traş olmuştu. Önce bir yanağını sonra diğerini öptüm. "Hadi üfle bakalım." Yeniden önüme döndüm, önümdeki birkaç mumu hızlıca üfledim ve ikimiz de alkışladık. "Efsun." Sesi biraz ürkmüş gibi geldiğinden panikle "Ne oldu?" dedim. Gözlerini kısıp saçlarıma baktı. "Saçın mı beyazlamış senin? Yeni yaşına girer girmez yaşlandın mı?"

Kaşlarımı bükerek "Hayır ya! Beyaz değildir, ışıktandır ışıktan." dedim ama sonra dayanamayıp "Hani, hangisi beyaz. Göster." diye ekledim. Ama sonra dudaklarını birbirine bastırarak gülüşünü engellemeye çalıştığını görünce omzuna sertçe vurdum. "Ben yaşlandıysam sen dede oldun o zaman."

"Öyle mi olduk şimdi?"

"Evet."

Yüzümün asıldığını görünce "Şaka yapıyorum canım." dedi. Yüzümü asmaya devam ettim ama konuşmak yerine sandalyenin üzerinde henüz gördüğüm hediye paketini uzatınca burun kıvırarak aldım elime. Şekli bir garip duruyordu aslında, ağırlığı bir tabağınki kadardı. Biraz heyecanla açtım çünkü bu annemin ölümünden sonra aldığım ilk doğum günü hediyemdi. Zaten ilk hediyemi de Çağlar almıştı; gümüş kolyem.

Paketi çektiğim gibi cam bir fanusla karşılaştım; içinde de kırmızı bir gül. Küçükken annemle fanusun içinde çizdiğim gül resmi eski odamdaydı. Yoksa...

"Bu... Nasıl aklına geldi. İnanamıyorum!"

"Duvarında asılıydı."

"Çağlar." Olduğum yerde adeta zıpladım ve yine yeniden sarıldım. "Çok güzel, çok güzel." Heyecanıma kahkahayla karşılık verdi yine. Yeşil gözleri mutluluktan kısılmıştı. Dişlerini göreceğim kadar gülümseyip mutluluğumu seyretti bir süre.

"Ben hikayedeki Küçük Prens ve sen de gülüm. Sadece bana özel olan." Elini elime geçirdi. "Seni ilk gördüğümde dikenli bir gül olduğunu anlamıştım. Kimseye dokunamayan dikenli bir gül. Benim tüm hovardalığımı tek gecede yok eden bir gül. Ne zaman senden bir gün uzak kalsam ertesi güne bahane yaratmaya çalıştım. Kendime itiraf edemedim bir süre ama bu hep böyleydi."

Gözlerinde gördüğüm samimi gülüşünden sevdim onu. "Benim için o kadar değerlisin ki Çağlar." Elimdeki fanusu masaya bırakıp kollarımı sarmak üzere ona döndüğümde benden hızlı davranıp bir elini belime yerleştirdi. Sonra dikkatle yüzüme yaklaşıp uzun zamandır beklediğim öpücüğü verdi. İkimize dair en özel anlardan birindeydik ve kalp atışım öyle yüksekti ki kolaylıkla duyabildiğine emindim.

Kendimi tamamen Çağlar'a bıraktım. Belimdeki eliyle hafifçe okşuyor, dudağımdan ayrılmıyordu. Fakat bir süre sonra soluklanmak gerekti ve ikimiz için en zor aylığı yaşadık. Alnını alnıma yerleştirdi. "Hep benimle kal." dedi fısıltıyla. Başımı salladım onunla beraber.

Elimi ensesine atıp saçlarını avuçladım. Bundan aylar öncesine kadar hayal dahi edemeyeceğim dokunuşlar artık sıradanlaşmıştı. Gerçi söz konusu Çağlar olduğunda hayatımdaki hiçbir şey sıradan değildi fakat doğaldı, içtendi.

Alnımdaki dokunuşu eksikti ama uzaklaşmak yerine yüzünü kulağıma ve oradan da yavaş yavaş aşağı doğru hareket ettiriyordu. "İzin verir misin bu gece?" Küçük öpücüklerini hissetmek midemdeki tüm kelebekler uçurtmuştu. Hiçbir şey söylemedim, sadece ensesindeki elimle onu kendime daha çok çektim. Kısık gülüşünü duyup ben de gülümsedim. "Çok güzel kokuyorsun." Belimdeki ellerinden birini kısa saçlarıma daldırmıştı.

"Galiba pastamın tadına yarın bakacağım." Daha fazla konuşmama izin vermeyip beni yeniden öpmeye başladı. Bu defa tüm mantığım kapanmış ve sadece hislerimle yaşıyordum.

***

 

Bazı sabahlar güzeldi, bazı sabahlar hoştu ama bu sabah huzurdu. Yarı açık perdeden sızan güneş tüm odaya yayılıyor, pencerenin önündeki kumru ötüp duruyordu. Gözlerimi sanki sabahın beşinde uyanıyor gibi güçlükle açıyordum fakat aydınlıktan anladığım kadarıyla öğlen olmuştu bile.

Çağlar'ın kokusunu çok yakınımdan alıyordum. Başımı arkaya doğru atıp yüzüne baktım, çatık kaşlarla uyuyordu. Aslında uykusunda pek çatmazdı kaşlarını, belki de kabus görüyordu. Kolunu belime sıkı sıkıya sarmışken ona doğru dönmekte güçlük çektim. Sonun derin bir nefes alıp güneşin parıldattığı göğsüne sokuldum.

Az önce belimdeki kolu doğruca saçlarıma yerleşip okşamaya başlamıştı, neredeyse yeniden uykuya dalacaktım. Başımı yukarı kaldırıp baktığımda gözleri hala kapalıydı ama nefesinden uyandığını anlamıştım. Uzanıp çenesine küçük bir öpücük kondurdum. "Günaydın sevgilim."

Pürüzlü bir sesle "Günaydın gülüm." dedi. Gözlerini açtı, öyle güzel gözleri vardı ki hep kıskanacaktım. Mutlu olduğunda sanki bir cam varmış gibi parıldıyordu yeşilleri. Saçlarıma öpücük kondurdu. Eli yavaşça saçlarımdan kaydı ve dizimin arkasına uzanıp yakaladı, kendi üzerine attı. "Birkaç saat daha uyuyalım." Sesinden uyku akıyordu ama benim daha fazla yatmaya niyetim yoktu.

"Çok uyuduk zaten." diye nazlanarak bacağımı da geri indirip doğrulmaya çalıştım. "Çok falan uyumadık." Beni yerime geri çekip uzanarak yeniden bacağımı kendine çekti. "Geç yattık." derken sesinden muziplik akıyordu.

"Ben kalkayım sen uyu."

"Sen gidersen uykum kaçar."

Gülümseyip biraz daha sokuldum. "Sırf bu güzel cümlen için beş dakika daha yatıyorum." Gülüşü odada yankılandı ve şaşkınlıkla kahkahasına baktım. "Sabah sabah gülmek için ne kadar enerjiksin." Yanağımdan makas aldı. "Artık gülmek için daha çok sebebim var."

Üzerimden kolunu uzatıp komodindeki telefonunu aldı. Sıkıntıyla nefes verdi, dertleriyle yeniden karşılaşmayı istemiyor olmalıydı. Sertçe aldığı nefes dikkatimi çektiği için için başımı kaldırıp yüzüne baktım. Kaşları çatılmış ekrandaki bir yazıyı okuyordu. "Bir sorun mu var?"

Nefesini yine aynı sertlikle verdi. "Rüya gibi bir sabaha kabus gibi bir haberle başlamak tam da benim bahtsızlığıma yakışırdı zaten." Onunla birlikte dertlenmiştim, ne olduğunu bilmesem de canının sıkılması benimkini de sıkmıştı. "Tesise dönmem lazım." İstemeye istemeye doğruldum ve yataktan kalkışını izledim.

Ayaklarını yere indirip bir süre yatağın köşesinde durdu. Ellerini saçlarına daldırdı, öfkeliydi ve sakinleşmeye çalışıyordu. Ona doğru kayıp kollarımı beline doladım, yanağımı sırtına yasladım. Benimle birlikte o da başını geriye atıp ellerini benimkinin üzerine sardı. "Sakinleştikten sonra git. Sinirli halde araba sürme lütfen." Uzanıp komodinin üzerindeki sakinleştirici paketini alıp bir tanesini ağzına attı. Uzun zamandır kullandığını görmemiştim. Bu denli canını sıkan ne olmuş olabilirdi ki?

Telefonu çalmaya başlayınca yeniden öfkeyle aldığı nefesini bıraktı. "Efendim." deyip bir süre karşıyı dinledi. "Gördüm... Ondan önce daha önemli dertlerimiz var... Haberleri kısıtlattır ya biri görürse... Tamam Boris halleder... Ulan daha büyük ne olabilir, ne kadar tehlikeli olduğunun farkında mısınız... Herkesi topla ben geldiğimde bir kişiyi eksik görmeyeceğim, istediğim tüm bilgileri de getirmiş olsunlar!.. Lan siktirtmeyin belanızı, yarım saatiniz var!.. Ayrıca iki sivil polis için izin çıkarttır vereceğim adrese..."

Yataktan kalkacağını anlayınca kollarımı çektim. Tek kelime etmeden duşa girmişti. Ben de hızlıca üzerime tişört alıp yataktan kalktım. En azından kahvaltı yapıp çıkmalıydı. Dün marketten aldıklarını mutfaktaki adaya dizdim. Yumurtayı hızlıca kırıp tavaya attığım gibi masadaki eksikleri de yerleştirdim.

On beş dakika henüz olmuştu ki Çağlar çoktan duştan çıkıp üzerine resmi üniformasını giymişti bile. Araba anahtarını cebine atarken seslenecektim ki yüzüme bile bakmadan hızlı adımlarla salonun ortasından geçip gitmişti. Kapıyı öfkesiyle birlikte sertçe kapattı, ardından sıçradım. Ne kadar öfkeli olursa olsun beni görmezden geleceğini hiç düşünmemiştim ve bu biraz kırmıştı açıkçası.

Önümdeki kahvaltılıklarla bir süre dikildim oracıkta. Çağlar!ı hayatımda o kadar üst bir noktaya koymuştum ki onun yokluğunda artık bir hiç olmaya başlamışım meğer. Ve bunun alında ne denli zararlı, hastalıklı bir hareket olduğunu yeni idrak ediyordum.

Ayaklarım beni salondaki kanepeye götürdü. Bacaklarımı vücuduma çekip bir süre duvarı izledim. Bir şeyler yapmalıydım bu hep böyle mi gidecekti?

Zamanın ne kadar aktığını bilmediğim bir anda evin dağınıklığı gözümü almıştı. Önce dün gece dokunulmamış masadan pastayı alıp dolaba koydum. Sonra yavaş yavaş açlığa karşı direnemeyip bir şeyler atıştırdım ve tüm mutfağı toparlamaya başladım. Evin çoğunda gördüğüm danteller simetrik görünmüyordu bu yüzden hepsini tek tek düzelttim.

Sonra kendime baktığımda ne kadar mutlu olduğumu anımsayıp duş aldım ama burada herhangi bir bakım malzemesi olmadığı için dışarı çıkmak istiyordum. Telefonum yoktu, iletişime geçebileceğim herhangi şey yoktu ve bilmediğim bu yeri keşfetmek istiyordum.

Bir süre sonra çalan zille beraber kapıya koştum. Delikten gördüğüm sima beni tüm bu çıkmazdan kolaylıkla çıkarabilecek biriydi. Kapıyı aynı hızda açtım. "Hira! Hoşgeldin." Bonuna atlamamı beklemediği için bir süre hareketsiz kalmış ama hemen ardından o da bana sarılmıştı. "Hoş buldum Efsun!"

Hemen ardından duyduğum "Pardon Efsun Hanım ama ben de buradayım." diye Clause ikimizin de kıkırdamasına sebep olmuştu. "Sen de hoş geldin Clause."

"Hoş buldum küçük boy Kuzgun." İkimizden önce içeri girmişti. "Bu ev iki binler partisinden mi çıktı? Danteller fazla demode değil mi?"

Hira hızla onun peşine koşup "Dokunma insanların eşyalarına, ayrıca sana ne?" diyerek onu kanepeye doğru çekiştirdi. "Burası Çağlar'ın anne, babasına aitmiş yani eski olması çok normal. Ayrıca çok hoş bir havası var bence."

Hira dantellere tuhaf tuhaf baktı. "Kesinlikle." Clause, onun kulağına eğilerek "Cidden beğenmedin değil mi? Ben evime bunlardan almam." diye fısıldadığını sanıyordu. Hira dirseğini geçirip susturmuştu.

Çaprazlarındaki kanepeye yerleştim. "Çağlar komutanım nerede?"

"Askeriyeden çağırdılar, haberin yok mu?"

"Ben süresiz izindeyim."

Şaşkınlıkla kaşlarım kalktı. "Hayırlı olsun mu demeliyim ne demeliyim bilmiyorum."

"İnan ben de bilmiyorum. Sadece bir süre sessizce dinlenmek istiyorum."

Clause pür dikkat Hira'yı izliyordu konuşurken. Artık ikisinin de birbirinden emin olduğuna emindim. Zaten her noktada birbirlerini tamamlıyorlardı da.

"Çay, kahve?"

Clause parmak kaldırır gibi yapıp "Ben bir İngiliz çayı alabilir miyim? İçine süt koyuluyor falan, biliyorsundur sen Ofelya olduğun zamanlardar." diye masumca kendini açıklamaya çalıştı. Hira yakın oturduğundan dirseğini sertçe geçirince "Türk kahvesi de olur aslında, severim malum." diye düzeltti.

"Zaten İngiliz çayını bilmiyorum." diye kıkırdadım. Amerika mutfak olduğu için ben kahve yaparken de konuşmaya devam ettik. "E, nasıl buldun İstanbul'u." diye sordu Hira.

"Henüz dışarı hiç çıkmadım."

"Çağlar gezdirmedi mi hiç?"

"Aslına bakarsan vakit olmadı. Şimdi de tek başıma çıkmak istedim ama telefonum olmadığı için çıkamadım."

Lafın arasına Clause atladı. "Bugün yoldan geçerken bir teyze bana kot kafalı dedi biliyor musun Efsun? Ve öyle hızlı konuşuyordu ki Türkçe bilmediğimi sandım bir an."

"Karadeniz şivesini anlamıyor." dedi Hira.

"Şiveleri anlamamam çok normal. Konstantinopolis'deki Türkçe tam olarak böyle değil. Daha doğrusu buradakiler iki cümleden birinde deyim ya da mecaz kullanıyor. Türk deyimlerini nereden bilebilirim."

Kahveleri bardağa dökerken "Bu arada kot kafalı çok tanıdık geldi ama anlamını ben de bilmiyorum." dedim. Tepsiyi almadan önce önlerine sehpa koydum.

"Aklı eksik gibi bir şey." diye açıkladı ikimize Hira.

Onların gelişiyle sabahki karanlık ruh halim dağılmıştı ama Çağlar'ın akşam yeniden kötü bir halde gelmesinden korkuyordum. Çünkü sinirlendiğinde tam olarak ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum.

"Haberlere bakamadım, yeni bir şeyler var mı?"

Clause memnuniyetsizce bir ifadeyle kahvesini bıraktı. "Yeni cumhurbaşkanının örgüt üyesi çıkmasından sonra mı?" Öfkeyle nefes verdim. "On kadar asker rehin alınmıştı en son. Bir de Türk istihbaratından biri daha vardı, neydi adı." Elini çenesine yerleştirip düşünmeye çalıştı.

Hira gergince oturduğu yerde kıpırdandı. "Kimliği belirlendi mi ki?"

"Evet, bilerek tüm haberlere verdiler adını ve lakabını da. Bey'li bir şeydi... Beyzade. Evet lakabı Beyzadeymiş."

Hira kahvesi boğazına kaçtığı için birkaç defa öksürdü. Clause benden önce atıldı. "İyi misin bebeğim?"

"İyiyim, iyiyim."

***


 

ÇAĞLAR

Birilerine, birine değer verdikçe her konuda kaybetmekten kaçmak, korkmak gerçekten de varmış meğer. Sadece onu kaybetmekten de değil ondan bir şeyler kaybetmek de. Güvenini, sevgisini, gülüşünü; Efsun'u.

"Komutanım yayın yasağının onaylanması için en az altı saati varmış."

Elimdeki kalemi geri maya sertçe bıraktım. "Tamam, sen gidebilirsin."

Her şey üst üste geliyordu. Sırtım öyle doluydu ki bir tanesini daha kaldıramazdım artık. Sabahki mesajın anlamını hala bulamamıştık. İşleri şifreler üzerine olan bir grup askerin bile aklını karıştırmıştı çünkü bunun daha kişisel bir şifre olduğunu biliyordum. Bu, ben çözeyim diye gönderilmiş bir mesajdı.

"Gümüş'ün ağzına pembe inciler dolmak üzere."

Tüm gün zihnimde tekrar edip durdu. Pembe inciler neydi? Gümüş, Meryem Hanım mıydı yoksa Efsun mu?

Telefonumu çekmeceye bırakıp odadan çıktım ve koridorları aşıp komutanın odasına vardım. "Gir!" komutundan hemen sonra odanın ortasında dikiliyordum.

"Dinliyorum Kuzgun, mesaj hakkında bir gelişme mi var?"

"Komutanım, aslında hiçbir yol katedemediğimizi söyleyecektim." Başarısızlıktan nefret ederdim ve şimdi de açıkça bunu ilan ediyordum. "Bir de yayın yasağını hızlandırabilir miyiz diye soracaktım."

Komutan yorgun bir şekilde iç çekti. "Yasak için en erken altı saate çıkar karar." Önündeki koltuğu işaret etti. "Otur sen bir."

Oturup burun kemiğimi sıktım ve odaklanmaya çalıştım. "Örgüt, Beyzade'ye karşılık Efsun Gümüş'ü istiyor." İsmini duyar duymaz irkildim. Kimse, yeryüzündeki hiçbir insan onu benden alamazdı. Tek bir saç teli için bile her şeyimi feda edebilecekken bunu başaramazlardı. İstemsizce öfkelendim, zaten tüm gün alev topu gibi gezmiştim. "Asla." Komutanın karşısında sakin kalmaya çalıştım.

"Zaten böyle bir tehlikeyi göze alamayız. Sen karını olaylardan olabildiğince uzak tutmaya çalış."

"Ben söylemediğim sürece bilmesinin imkanı yok soyunu." Canım acıya acıya devam ettim. "Annesinin yaşadığını da."

"O kadar emin olma üsteğmen. Yakında Nikolas Zaharyas'ı bulup onunla da tehdit eder. O yetmezse kardeşi Viktor var. O kızı bizden almak için her şeyi yapacaklar. Yaşadığı bilinen son varisken kolay kolay vazgeçemezler."

Kimsenin Zafer'den haberi yoktu tabii. Doğduğundan beri sürekli tehlikede olması her şeyi açıklıyordu. O gece Efsun'un da ölmesi gerekiyordu, tüm planları öyleydi fakat başaramadılar, yaşayacak günleri vardı daha. Nikolas Zaharyas'ın bile bilmediği bu bilginin örgüt tarafından öğrenilmesiyse bizim için en kötü haberdi.

O benimdi ve sonsuza kadar benimle kalacaktı. Koruyabildiğim noktaya kadar kanatlarımın altında kalmalıydı. Bu yolda canı yanmasın diye canımı yakardım ama öğrenmeye çalışırsa da onu üzmeden nasıl başaracaktım bilmiyordum.

***

EFSUN

En son ikindi saatlerinde uykuya daldığımı hatırlıyordum. Salondaki kanepede kıvrılmış üzerime aldığım pikeye sarılmış ve sıkıntıdan gözlerimin kapanmasına engel olamıyordum. Çağlar'a beni bu sessizlikte bıraktığı için kızgın ve kırgındım. Beni can sıkıntısına dahil etmediği için üzgündüm. Ve hayallerimin şehrinde olmama rağmen böylesine evde tıkılı kaldığım için de kendime öfkeliydim.

Kapının açılıp kapanma sesinin ardından hışırtılar duydum. Işığı açmamıştı, üniformasının kalın kumaşından çıkan sesi çok net duyabiliyordum. Sonra onu bir yere bıraktı ve doğruca üzerime bir karartı çöktü.

Pikeyi kaldırıp küçücük kanepede kollarını belime sarıp başını boynuma gömdü. Gözlerimi aralayıp kollarımı boynuna sardım. Bir elimi kısa saçlarının arasına daldırdım. "Özür dilerim." Sesi boğuk ve yorgundu.

Bir şey demedim, onun yerine saçlarından öptüm. "Öfkemi en zon görmesi gereken insan bile değilsin. Sana patlamamak için aceleyle çıktım." Küçük bir çocuk gibi başını okşamaya devam ettim. "Aslında sana öfken konusunda kırıldım ama asıl nedeni o değil."

Başını boynumdan ayırıp yukarı kaldırdı. Yeşil gözleri buradan bakınca gerçekten de küçük bir çocuk gibi görünmesine sebep oluyordu. "Tüm gün yalnızdım, ne televizyon var ne telefon ne de oyalanacağım bir şey. Dışarı çıkacaktım ama sonra haber veremem diye çıkmadım. Hem de ilk seninle gezmek istedim İstanbul'u."

"Özür dilerim, çok özür dilerim." Üzgün bir şekilde nefesimi verdim. "Ama bir süre daha yalnız dışarı çıkmaman gerekecek."

Şaşkınca "Ne? Ama neden? Burada tehlikeli ne olabilir ki?" dedim.

Başını göğsümden kaldırdı, gözlerinin beyaz kısımları kırmızılaşmıştı. Tüm gün öfkeli gezdiğinden mi böyle olmuştu acaba?

"Sen hala eski Bakan'ın kızısın ve istedikleri birkaç şeye sahipsin. Bu yüzden tehdit ediliyoruz." Yanağıma gelen birkaç teli yakalayıp kulağımın arkasına attı. "Dışarı çıkma demiyorum, benimle çıkabilirsin. Bu, öyle sıradan tehditlerden değil Efsun."

Yüzümün aldığı üzgün ifadede takılı kaldı gözleri. Sonra kollarımdan tamamen ayrılıp ayağa kalktı. "Hadi," diyerek elini uzattı benim de kalkmam için. "Gezelim bakalım şu İstanbul'u."

Kaşlarım havalandı. "Bu saatte mi?"

"Karanlıktan mı korkuyorsun Efsun Hanım?"

"Kıyafetim de yok!"

"Saat daha dokuz. Buluruz bir alışveriş merkezi."

 

***

 

 

 

 

Biliyorum biraz geç bir bölüm oldu ama anca yetiştiriyorum artık. Okulum sona yaklaştıkça zorlaşıyor ve bazı şeylerden feragat etmem gerekiyordu :(

 

 

 

İstemeye istemeye de olsa bir hafta yazmaya ara verdim bu yüzden gecikti. Bekleyen herkese çooook teşekkür ederim ve umarım beklemenize değmiştir.

 

 

 

Lütfen oy ve yorumlarınızı unutmayın kalpkalpkalp

 

Bölüm : 16.03.2025 00:30 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş