27. Bölüm

26. Varlığını Bilmek

sevde
zorronezi

✨Öncelikle gecikmeli bir bölüm olduğu için özür dilerim. Sırf yazmış olmak için değil kurguya uygun bir bölüm yayımlamak istedim bu yüzden öylesine yazıp atmak içime sinmedi, muhtemelen asla da sinmezdi. ✨

✨Bekleyen herkese çooook teşekkür ediyorum. Hadi bölüme geçelimmm ✨



***

26. BÖLÜM

 

"Varlığını Bilmek"

Her anından zevk aldığım bir akşamın sanırsam ortalarındaydık. Önce benim için bir dolu kıyafet almış sonra da Çağlar'a birkaç parça. Her yer o kadar kalabalıktı ki alışmam zaman alacaktı. Daha önce omzuma hiç bu kadar insan çarpmamıştı.

Çağlar kolunu bir an olsun omzumdan ayırmıyordu, garip bir şekilde fazla tetikteydi. Bana sonradan itiraf etmese fark edemeyeceğim uzaklıkta iki koruma da bizimle geliyordu üstelik. Bu durum canımı sıkıp içimi bir tuhaf yapmıştı fakat anın tadını çıkarmaya karar verdiğimden sadece keyifle Çağlar'ın kusursuz yüzüne bakıyordum.

"Şimdi benim için efsanevi bir yere gideceğiz."

"Nereye?"

Arabayı sahil kenarına yakın bir yere çekmişti. Saat gece iki sularındaydı ve kız kulesine oldukça yakındaydık. Bu saate kadar gece müzesi olarak açılmış olan Beylerbeyi Sarayına gitmiştik. Sonra yirmi dakikalık yürüme mesafesinde bir çay bahçesine gitmiştik fakat tam kapanma saatine denk geldiğimizden on dakika kadar oturabilmiştik. Kuzguncuk sokaklarında el ele yokuş inip çıktıktan sonra son olarak da buradaydık.

"Burası çok tanıdık geldi." dedim heyecanla etrafa bakınırken. Sahile yakın bir bank vardı ve tam da o kısımda gözlerimin önüne birkaç sahne geldi. Elini ayırmadan banka doğru yürürken aniden duraksadı. "Yoksa biliyor musun?"

Kaşlarımı çattım. "Çıkaramadım ama hissi tanıdık."

"Eski Türk dizilerini izler miydin?"

"Evet."

"Muhtemelen bunu izlememişsindir ama burası Kurtlar Vadisinde Polat ve Elif'in oturduğu bank."

Şaşkınlıkla açtım gözlerimi. "Biliyordum! Çok tanıdık gelmişti!" O da benim kadar şaşkın duruyordu. "Nasıl biliyorsun? İzledin mi yani?"

"Abim bayılırdı ben de onun için ilk sezonları izlemiştim. Sonra da lise yıllarımda bitirmiştim."

Gözleri parıldadı. Şu erkeklerin Kurtlar Vadisi aşkı cidden beni benden alıyordu. "Artık daha anlamlı oldu." Yeniden banka ilerlemeye başlamıştık. "Belki garipsersin ama seninle bu bankta kız kulesini izlemeyi uzun zamandır hayal ediyordum." Utangaç bir bakış attığında kahkaha attım. Gülüşüme bakıp dudağının kenarını kıvırdı.

Banka oturmadan önce "Ophelia ve Hamlet olduk şimdi de Elif ve Polat olalım bari." dedim. Kolunu omzuma atıp yan gözle baktı. "Biz sadece Efsun ve Çağlar olalım bir süre."

Kız kulesine baktım. Bu kadar yakından görmemiştim. Karşıdaki yalılara takıldı sonra gözlerim. "Hatırlıyor musun Konstantinopolis bayrağının ilan edildiği gece balkondan karşı yakayı izliyorduk." dedim.

Başımı kaldırıp yüzüne baktım, benim gibi karşıyı seyrediyordu. "Buradan net görünmüyor ama o gün yalılar ne kadar yakındı, sanki içlerini görebiliyorduk. Çok merak etmiştim tüm bu kısıtlı hayatımdan sonra bir gün orada özgür olabilecek miyim diye."

Saçlarımın arasından öptü. "Cevabını buldun mu?"

"Buldum." Cevap canımı yaktığından duraksadım. "Hayır." Hüzünle nefes verdim çünkü öyle hissetmiyordum. "Dudaklarımda hala kelepçe hissediyorum. Sen hissetmiyor musun?"

"Ben hiçbir zaman hissetmedim. Ben hiçbir zaman senin kadar tutsak kalmadım Efsun." Saçlarımı okşadı, teselli vermek ister gibi. "Neden böyle hissettiğini de biliyorum. Hala kalbinin bir kısmını yaşanamamış ihtimallerle dolu karşı yakada bıraktın. Sonra buraya geldin ve orada yaşanamayanlar yüzünden yine tutsaksın."

Olduğum yerde doğruldum ve küçük bir çocukmuş gibi burnunu sıktım. "Nasıl içimdeki her şeyi görebilirsin!" Gülümseyip saçlarımı dağıttı. "Bir öyle garip hale geldim ki bugün. Sen ben misin, bilmiyorum, ben mi senim." Şaşkınca kaşlarımı çattım. "Mevlana'dan." dedi dudağının tek kenarını kaldırarak. "Şiir sevmem ama yolumu kaybettiğim bir dönem abin divan edebiyatına sürüklemişti beni."

Bir elimi ensesine attım. "Sana bir sır vereyim." Gözlerimi kıstım. "Divan edebiyatından hiçbir zaman anlamadım. Sanırım günü gelip bana birkaç beyit okuman ve seninle sevmem içinmiş."

Bir süre daha birbirimize baktık. Beyitin anlamını içimde biraz daha idrak ettikten sonra banktan kalktık. Üsküdar meydanda yürüyüp sonunda eve döndük. Akif ve Martina'nın evine. Hayatımın büyük bölümünde ait olmadığım evlerde yaşadıktan sonra fark ettim ki içinde Çağlar'ın geçtiği, ona dair en ufak bir anı bulunduran her evde rahat hissediyordum. Ne yaşanırsa yaşansın sonunda onun eve gelecek olması ruhani olarak rahatlatıyordu beni belki de.

Yeni aldığımız kıyafetleri yarısı boş dolaba yerleştirip üzerimi değiştirdim. Çağlar geldiği gibi salondaki koltuğa oturmuş telefonunu kurcalıyordu. Yanına oturup başımı koluna yasladım. "Al." diyerek elindeki telefonu uzattı. "Sana."

Gülümseyerek "Teşekkür ederim." dedim. Geldiğimizden beri kurcaladığı şey kendi telefonu değilmiş demekki.

Ekran açılır açılmaz ikimizin bir yarış gecesi çektirdiği fotoğraf göründü. Henüz yanında olmaya alışık olmadığım ama içimin hoş olduğu günlerdi. "Hira, Boris, Ender, Baver abi ve Melina'nın numaraları da var."

Rehberi açıp kendini nasıl kaydettiğine bakacaktım ki kolumu yakalayıp beni de kendisiyle beraber sağa doğru devirdi. Başının altındaki yastığı düzeltti, ben de göğsünde iyice yer edindim.

Beşım göğsüne yaslı bir şekilde telefonu açıp rehbere girdim yeniden. Kendini kocaman harflerle KOCAM diye kaydedip yanında da gül emojisi koymuş. "Kocam demek." diyerek kıkırdadım. Aynı saniyelerde kalp atışı hızlanmaya başlamıştı. Başımı kaldırıp "Çağlar." dedim şaşkınca. "Kalbin deli gibi çarptı." Kahkahalara boğulmuştum. Ellerimi göğsüne yaslayıp biraz daha doğruldum o da bir kolunu başının altına altmıştı diğerini de belime.

"Zaafım var anla işte." Göz kırptı ve ben her hareketinden etkilendiğim gibi bundan da etkilenmiştim. "Bakalım sen beni nasıl kaydettin." Arama tuşuna bastığım gibi koltuktan titreşim sesleri yükseldi. Elimi atıp yatığın arkasından çıkardım.

Gülüm yazıyordu. Yüz ifademi koruyamayıp aptal gibi sırıttığım için alnımı göğsüne bastırdım. "Senin de zaaflarını biliyoruz herhalde yavrum." Öyle yorgundum ki alnımı geri kaldıramadım, kulağımı göğsüne yaslayıp gözlerimi kapattım.

Birine kalp atışları kadar yakın olmak meğer ne kadar huzur doluymuş. Yıllarca hayalini kurmaktan bile çekindiğim o anlar meğerse dünyanın en güzel düşleriymiş. Babama kızgındım. Öyle kızgındım ki kırgınlık gibi yumuşak bir duyguyla ifade edemiyordum bu durumu.

Çağlar'ın düzenli nefeslerini hissettikten bir süre sonra ben de uykuya dalmak üzereydim. Fakat ansızın elimdeki iki telefondan biri titredi. Sonra yeniden birkaç defa daha titreyince fazla hareket etmeden baktım. Çağlar'a mesajlar geliyordu. Şifresi yoktu, açmamak gibi bir niyetim de yoktu aslında. Sonra ana ekrandaki bildirimde ismim göründü. "Dilersen Ophelia..."

Ansızın şakaklarıma güçlü bir acı girdi, sanki bir iğne batıyordu. Mesajın devamını görmek için yanıp tutuştum fakat içimden bir ses bunu Çağlar'dan duymak istiyordu. Ekranı kapatıp doğrulmak için hareket ettiğimde belimdeki kollarını sıkılaştırdı.

Sabah ola hayrola lafını içimde büyütüp geceyi düşünmeden geçirebilmek için sakinleşmeye çalıştım. En başından beri bir şeyler dönüyordu fakat susmayı ve beklemeyi tercih etmiştim. Gözlerimi kapatıp hayra açmak için bekledim.

***

 

Sabah uyandığımda ellerim kaskatıydı. Telefonu öyle sıkıyordum ki hala elimdeydi ama Çağlar yoktu. Salondaki koltuktaydım, kalbim öyle hızlı atıyordu ki sessizce doğrulup elimi kalbime koydum. Sanki çok kötü bir şeyler dönüyordu etrafımda.

Banyonun kapısı kapanmıştı, Çağlar elindeki havluyla saçlarını kurutuyordu. Silah bir pijama ve kısa kollu tişört giyiyordu bu soğukta. "Uyandın mı, bir tanem?" Ayağa kalkıp cevap vermek yerine "Sana bir şey soracağım ve dürüstçe cevaplayacaksın." dedim doğrudan.

Kaşları çatıldı. "Benden bir şey saklıyorsun, biliyorum. Dün gece bir mesajını bildirimden gördüm.." Birkaç adımda yaklaşıp tam önünde bittim, telefonu uzattım. "Sen söyle diye okumadım. Bana artık neler olup bittiğini anlatacak mısın?"

Ciddiyetimi ve duygudan arındırılmış ses tonumu fark etmiş olacak ki yüz ifadesi donuklaştı. Havluyu koltuğun kenarına atıp ona uzattığım telefonu aldı. Dün gece okumadığım mesaja uzun uzun baktı, belki de çok uzun olduğundan okuması zaman alıyordu fakat gözleri kıpırdamıyordu da.

"Bana mesleğini bahane etme. Anlatabilmenin bir yolu olmalı artık her şeyi biliyorum zaten."

Dişlerini sıkıyordu, öfkesini tutmaya çalışıyordu ama zaten bana karşı göstermeyeceğini bildiğim için korkmuyordum. "Tehlikedesin." Şaşkınlıkla kaşlarım kalktı. "Ben mi?" Emin olamıyordum çünkü benim için tek tehlike babamdı ve o da zaten Çağlar'ı korkutabilecek biri değildi. Fakat Çağlar'ın da açıkça korktuğunu biliyordum.

"Ben neden tehlikede olayım? Kim bana zarar vermek istesin ki? Babam mı yoksa?"

Neredeyse omzuma değmek üzere olan saçlarımı kulağımın arkasına attı. Oturmak için koltuğa çekti, yan dönüp yaklaştım. Mesajı görebiliyordum artık, telefonu açıkça gösterdi.

"Dilersen Ophelia için yas tut." diye tekrarladım içimden ve mesajı sesli duymak bile onu öfkelendirmişti. Bu alenen bir ölüm tehdidiydi ve tüylerimi diken diken yapmıştı.

"Anneannen hakkında bir şey biliyor musun?"

Düşünmeden cevapladım. "Ben doğmadan önce vefat etmiş."

"Atalarının Aydın'a nereden geldiğini biliyor musun?"

"Annemle bunları konuşacak kadar birlikte yaşamadım, biliyorsun."

Telefonu bırakıp iki elimi de avucuna aldı. "Anne tarafından ataların Aydın'a İzmir üzerinden yerleşmişler." Dikkatle gözlerine baktım, birçok duygu seli vardı ama korkuyu net görebiliyordum. "Ama İzmirli de değiller."

Sonucun bağlanacağı yeri deli gibi merak ediyordum. Onu bu denli korkutan ne gibi köküm olabilirdi ki?

"Ataların Atina'dan sürülmüşler Efsun."

Kaşlarımı çattım. "Bu beni ne gibi bir tehlikeye atar? Sürülme sebepleri çok mu kötü?"

Başını sallayıp ellerimize baktı. Bir dünya, bir yuva gibi görünen ellerimize. "Atina'dan sürülmüşler çünkü onlar kraliyet ailesinin birer üyeleriydiler. Kraliyet ailesi Cumhuriyet için en büyük tehlikedir. Yunanistan Cumhuriyeti onları resmi olarak sürgün edip gayrı resmi olarak da öldürmeye başlamış."

Güldüm. Yapabileceğim en mantık şeyin bu olduğunu düşündüm. "Saçmalama." Şaka yaptığını hatta beni kandırdığını düşündüm ama ciddiyeti bunun doğru olmadığını gösteriyordu. Kaşlarımı çatıp inanamayarak idrak etmeye çalıştım. "Ailem Yunan sarayına dayansa bilirdim. Annem, annem az da olsa bahsederdi bizi korumak için."

"Bu tarihe kadar ölümlerin hepsi çok doğal göründüğü için annen bile şüphelenmemiş olabilir."

"Nasıl?"

"Büyük büyük babalarından biri son kralın kuzeninin çocukları, Prens Andrew. Türk bir kadınla evlendiği için kraliyetten zaten men edilmiş. Karısı ve kızıyla İzmir'e yerleşiyor. Bu olaylar olurken Yunanistan'da iç savaş çıkıyor biliyorsun, kraliyet ailesi sürülüyor ama zaten onlar çoktan kraliyetten ayrıldığı için bu durumdan etkilenmeden hayatlarına devam ediyorlar. Birkaç yıl sonra karısı ile tekne kazası geçirerek ölüyor ve kızı Aliye kayboluyor. Tabi ölmüyor, Aliye yani annenin anneanesi olaylardan uzaklaşmak için Aydın'a yerleşiyor ve o da annesi gibi bir Türk'le evlenip bu durumu ona ve kızına anlatıyor. Onun dışında kimse bilmiyor köklerinin saraya dayandığını. Kızı yani anneannen de annene anlatıyor. Garip bir şekilde anneannen de genç yaşta ölüyor ama üzerinde durulmuyor. Neredeyse kimsenin bilmediği bu durumu bugün bir şekilde Green örgütü öğrenmiş. Birisi, kim olduğunu bilmediğimiz birisi bu durumu aktarmış ve bulamıyoruz."

Elimle ağzımı kapattım. "Beni öldürmek mi istiyorlar?" O an anladım tüm bu kaosun içinde aslında zerre değil zehir olduğumu. "Ben neyim ki onlar için bir tehdit olayım da beni öldürmek istesinler? Ne sanıyorlar ülkede hak iddia edeceğimi mi?"

Bir elini yanağıma attı. "Öyle insanlar için kanın yeterli bir sebep." Elini yanağımdan çektim. Bu belki de ona karşı yaptığım en kırıcı hareketti. "Bana söylemedin. Bana neden söylemedin Çağlar?" Sesim istemsizce biraz yükselmişti.

Benim yükselişime karşı o sakinlemişti. "Haklısın." Ama hala gözlerime bakamıyordu. "Çağlar aramızda başka bir sır daha varsa şimdi söyle. Aramızda pembe bir yalan bile olmasın." Ciddiyetle kaşlarımı çattım, o da sesimdeki otoriteyi fark etmişti. Kısaca "Yok." dedi. "Bilmen gereken bir şey yok."

Aklı telefonda kalmış gibi ekrana bakmaya başladı. "Cümle çok tanıdık." dedim. "Yani bir yerde karşıma çıkmıştı, okumuştum sanki."

Yanağımdan çektiğim elini omzuma attı. "Bırak onu da ben düşüneyim. Seni koruması gereken benim."

***

Ender'in zihin havuzu ikinci defa karışıyordu ömründe. Çaresiz kadınlar mıydı zaafı, diye düşünmeye başlamıştı. Bir yanda canını yakan görüntüler, Hira ve Clause vardı; diğer yanda kalbinde bir bıçak hissi veren bir kız. Nil kocaman siyah gözlerle ona bakıyordu yine, ilk gördüğü günkü gibi.

O gün, kadınları kurtarmaya giderken yalnızca yakıp yıkmak vardı zihninde fakat sonra onu görüp elindeki silahı yere düşürmüştü. Ender'den bile korkmuştu Nil. Ender'se ömründe ilk defa sert yüz hatlarından nefret etmişti, onu maskeden yarım açık kalmış yüzünün korkuttuğunu düşünüyordu.

Dakikalar önce rehin alınan Nil hiçbir şey hissetmediğini sanıyordu ama istemsizce titriyordu. Üniformalı askerden birkaç adım geriye giderek kaçtı. "Gelme!" diye bağırdı. Tökezleyip yere düşmüştü ama elini yukarı doğru siper edip kendini korumaya devam ediyordu. "Yaklaşma, gelme!"

Ender yerdeki silahını biraz daha ileri tekmeledi. Maskesini indirdi, kızı sakinleştirmesi ve bir an önce buradan götürmesi gerekiyordu. "Zarar vermeye gelmedik, bak silahım yok." Fakat kızın korktuğu şeyin silah olmadığını, varlığının onu korkuttuğunu geç anlamıştı.

Kendini küçücük hissetti Ender. Gözlerinin önünde mahvolmuş bir kadın vardı ve yalnızca varlığı bile onu korkutuyordu. Eğildi, onu derhal çıkarmalıydı ama bunu zorla yapamazdı. Sonra beklemediği bir anda kızın gözleri, üzerindeki armayı buldu; Türk bayrağını gördü.

Titreyişi azaldı Nil'in. Bakışlarını tam olarak armaya sabitlediği sırada tam karşısındaki yüze anca o zaman bakabilmişti. Parmağını kaldırıp uçlarıyla Türk bayrağını okşadı. "Geldiniz." diye fısıldadı o kargaşanın arasında sanki hala saklanıyor gibi.

Ender cevap vermek istiyordu ama onu korkutabileceğini düşünerek bir süre sustu. Tam da o an akabilmişti Nil'in gözyaşı. Kurumuş olmalıydı halbuki bu vakte kadar. "Sizi güvenli bir yere götürmek için geldik." Elini ürkekçe bakan gözlere doğru uzattı. "Güven bana."

Güvenin en olmadık yerde yeşermesi de Nil'in mucizesiydi. Güçlükle yutkundu. "Orada da bu adamlardan var mı?"

Ender yüz ifadesini sabit tutabilmek için büyük bir çaba sarf etti. Bir eline dünya barışı diğer eline karşısındaki ürkek ceylanı bu hale getirenleri öldürmesi için silah verseler düşünmeden ikinci seçeneği seçerdi. Yüzünün sertleşmesine izin vermeden "Sadece benim gibiler var. Gelir misin?"

Nil başını onaylar anlamda sallayıp uzatılan eli tuttuğu gibi ayağa kalktılar. Ender hızla eğilip ileri attığı silahını diğer eline aldı. Adımlarını seri atmaya çalışırken kızın ayaklarının çıplak olduğunu, ardında bıraktığı kan izlerinden de yaralandığını fark etti.

Ansızın duraksayıp önüne geçti, başını eğerek yere doğru bakan kızın dikkatini çekti. "Dokunmamda sakınca var mı?" Nil zaten hali hazırda tuttuğu eline baktı, başını olumsuz anlamda salladı. Fakat askerin onu doğruca kucaklayacağını düşünmemişti. Bir anlığına nefesi kesilse de kendini toparladı. "Yaralı ayağınla daha fazla basma diye. Her yer cam."

Cevap vermedi, onun yerine tedirgin bir şekilde doğruca karşıya bakmaya başladı. Birkaç kat merdiven inmelerine rağmen asker nefes dahi almadan indirmişti onu. Dışarısı kalabalıktı, kızları askeri araçlara bindiriyorlardı. Sorgulamayı bırakmıştı artık onların da tehlikeli olup olmadığını. Bu cehennemden daha beter neresi olabilirdi ki?

Ayaklarının yeniden toprağı bulacağını sanırken aracın içine kadar bindirmişti asker. Üzerindeki incecik geceliğin varlığını ancak idrak edebilmişti, dışarısı buz gibiydi. Tüyleri diken diken olmuş, aracın arkasında otururken hışırtı sesleri yükselip alçaldı. Başını kaldırdığı sırada ise omzundan aşağı üniforma sarkıyordu bile.

Tek kelime etmeden gitmek üzereydi asker. Dizlerini büküp kasadan atladığı sırada Nil hızlı davranıp tişörtünün kolundan bir parça kumaşı yakaladı. "Adın." diyebildi ilk evrede. "Geri vermek istersem diye soruyorum. Adın ne?"

Ender omzunun arkasından baktı. "Ender." diyebildi o da ilk evrede. Tereddütle "Senin adın?" diye de ekledi bir süre sonra.

"Nil."

İşte o geceden sonra Ender garipti. Belki de ondan sonraki gece Nil'in hemşire olduğunu öğrenip kaçırıldığı kasabaya döndüklerinde ailesinden geriye yalnızca erkek kardeşinin kaldığını öğrendiğinde garipleşmişti. Aslını o da bilemiyordu. Fakat Nil'in bir süre askeri lojmanın özel misafirhane bölümünde kalması canını sıkıyordu. Kardeşini getireceğine de söz vermişti üstelik ama henüz karşıdan cevap gelmediğinden harekete geçemiyordu.

Nil'e baktığında hissettiği duygunun Hira'nınkine benzediğini sanmıştı başta. Fakat sonra Hira'ya karşı hissettiği koruma içgüdüsünün abilik seviyesine ulaştığını ama Nil'e karşı bu hissin daha yontulmuş olduğunu fark etti. Doğru kelimeyi bulamıyordu ikisi için de.

***
 

EFSUN

İstanbul'a geleli belki de iki ay olacaktı. İlkbahar kapıdaydı, acaba yaz bize mutluluk getirir miydi? Tüm bu süreçte sessiz bir film gibiydi hayatım. Bazen mutlu ama sık sık garip.

Bir veya birkaç şey ters gidiyordu. Çağlar akşamlar geç geliyor, sabahları da bir o kadar erkenden çıkıp gidiyordu. Bana karşı tavırları kötü olduğundan değil ama mutsuz olduğunu hissedebiliyordum. Buna rağmen benimle olduğu her anı en güzel şekilde geçirmeye çalışıp duygularını belli etmediğini sanıyordu. Tüm bu olumsuzluklara rağmen beraber mutluyduk.

Uzun zamandır unuttuğum, annemin bana sürekli nasihat ettiği dualar aklıma geldi. Oturup bildiğim şekilde dua ettim ve içimdeki huzursuzluğu dinlememeye çalıştım.

Kapının birkaç defa vurulmasıyla irkildim çünkü Çağlar bu saatlerde gelmezdi. Kapının ufak deliğinde Ender'i görmek içimi rahatlatmıştı, kapıyı açıp "Hoşgeldin." dedim nazikçe.

"Hoşbuldum Efsun. Bu iki kargo Çağlar için. Geldiğinde ona iletebilir misin? Benim acelem var."

Başımı salladım. "Tabii." Bir bardak içecek ikram etmeyi teklif edecektim ki çoktan arkasını dönüp gidiyordu bile. Aslında onunla Hira hakkında konuşmak ve varsa acısına ortak olmak isterdim. Durumuna üzülüyordum.

Kutulardan birini sallayıp sehpanın üzerine bıraktım, içinde hiçbir şey hareket etmemişti. Sonra diğerini de elime almıştım ki alt kısmından elime farklı bir doku geldi. Kaldırıp altına baktım, bir zarf yapışmış gibiydi. Üstelik üzerinde ismim yazılıydı.

Zarfı hafifçe çektiğimde bantlanmamış, sadece arada kaldığı için kutuya yapışmış olduğunu gördüm. Kutuyu bırakıp doğruca zarfı açtım. Sebepsizce titriyordu ellerim artık.

"Efsun Gümüş Kuzgun." Yazıyordu ilk satırında. "Annen Meryem Gümüş hakkında bilmediklerini öğrenmek istiyorsan 15.00'da kapına gelecek olan arabaya bin."

Artık huzursuzuk yalnızca içimde değil tüm vücudumdaydı. Annem hakkında bana kim, ne söyleyebilirdi ki? Varlığını bilen insanlar bile sınırlıyken, annemi adıyla birlikte tanıyan kim kalmıştı?

Üzerime hızlıca paltomu geçirip az önce kapattığım kapıyı geri açtım. Gerçekten de siyah bir araba, motoru açık halde bekliyordu. Filtreli camlardan içeridekini göremesem de bir önemi yoktu, düşünebildiğim tek şey ucunun anneme gittiğiydi.

Ayağımın altındaki buzlanmış karları eze eze ulaştım ve içeri girdim doğruca. İlk başta sıradan bir şoför olduğunu düşünmüştüm fakat gördüğüm tanıdık simayla dikleştim. "Boris?"

Dikiz aynasından kısa bir bakış attı. "Efsun." dedi yalnızca ve hemen ardından hızla gaza bastı. "Çağlar dönmeden seni eve ulaştırmakla görevliyim, bir şey sorma çünkü sadece emir kuluyum."

Kaşlarımı çattım. "Çağlar'dan neden saklıyoruz? Ben böyle gizli işleri sevmem."

Dudağının bir tarafı kıvrıldı. "Gizli işleri sevmiyorsun ama istihbaratçı bir adamla evlisin, ne ironik." Semtten çoktan çıkıp kalabalık caddelere varmıştık. Gündüz gözüyle her yer daha da netleşmişti artık. "Başka soru yok."

Yirmi dakika kadar sonra daha az insanın olduğu bir yerde inmiştik. Sonra bir tesisin bahçesine girmemiz için yönlendirdi. Sanki sovyetlerden kalma bir bina gibi büyük ve soluk bir yerdeydik. Sadece bakmak bile içimi soğutmuştu. Bir tabelası yoktu, gri ve soluk mavı hakimdi her yerine. İçindeki zemin, suvarlar, her şey itici geliyordu gözüme.

Girdiğimiz odanın kapısında sadece isim yazıyordu. Beyzade. Daha önce birkaç defa duyduğuna emindi ama çıkaramadı.

Ender içeri girmek yerine ardımdan kapıyı kapatmış ve ben de tanımadığım bir adamla kalmıştım. Arkadan ellili yaşlarda duruyor, saçlarının neredeyse çoğu beyaz görünüyordu. Masasında oturmuyor, camın önünden dışarıyı seyrediyordu.

"Beyzade siz misiniz?"

Adamın dudaklarından hafif kahkaha duyuldu. "Ne mümkün." Kaşlarımı çattım. "Beyzade bir kadın."

"O zaman onun odasında ne işiniz var?"

Sonunda yüzünü döndüğünde beklediğimin aksine oldukça sert bir ifadesi vardı. Artık ellilerde değil altmışlarda olduğunu bile varsayabilirdim. "Çünkü kendisi şimdi Green'in elinde." Ağır adımlarla masaya yaklaştı. "Adı Meryem."

Annemin ismini her duyuşumda irkilirdim fakat bu defa olmadı. Aklıma gelen ilk şey asla annemin Beyzade olma olasılığı değildi fakat uzun süren sessizlik benim bunu çıkarmamı sağladı.

"Meryem Gümüş, Beyzade."

Ayaklarımın bağı çözülüp neredeyse düşecekken masanın önündeki koltuğa tutunup oturdum. Annem ölmüştü, annem öleli çok oluyordu, o gitmişti; Beyzade olamazdı ki.

"Bir yanlışlık olmalı." Elimi kalbime götütüp sakinleşmeye çalıştım. Yaşıyor olma ihtimaline sevinip hayal kırıklığı yaşamak istemiyordum. Bu... Bu durum beni öldürürdü. İhtimalini düşünmek bile acı veriyordu.

Masadaki şişeyi açıp suyu bardağa boşalttı. Elimin titreyişinden içemeyecektim neredeyse ama ilk yudumda zihnimin az öncesinden daha iyi olduğunu söyleyebilirdim. Bir elim göğsümde, duyacaklaım için endişeyle duruyordu.

"Annen uzun yıllar boyunca istihbaratımız için çalışmayı kabul edip hastaneye gelen, yolu bir şekilde düşmüş Türk çocukları Green örgütü kaçırmadan bize getiriyordu. Ta ki baban ayak bağı olup siyasete atılmak isteyene kadar. Bu da ikisinin arasını açtı tabi."

"Aralarının bu yüzden açıldığını hiç bilmiyordum."

"Sebeplerinden biri diyelim."

Kaşlarımı çattım. "O nerede?" Anne diyememiştim nedense. "Ve siz nasıl bu kadar şey bilebilirsiniz."

Masanın etrafından yürüyüp sandalyeye oturdu. "Ben de Türkiye Cumhuriyeti adına çalışan biriyim diyelim, senin için yetmese de bununla yetinmeyi dene. Adım Asım."

Ne hissedeceğimi bilmiyordum ama her şeyi merak ediyordum bu yüzden yeniden sordum. "O nerede Asım Bey?"

"Sanki karşımda." Anlamsız fısıltısını güçlükle duyabilmiştim. Kravatını düzeltip dikkatle yüzüme baktı. "Örgütün elinde." Ellerimle istemsizce ağzımı kapattım yoksa hıçkıra hıçkıra ağlamaktan alıkoyamayacaktım kendimi. Kavuşmak kelimesi hiç mi olmayacaktı benim lugatımda?

"Örgüt seni istiyor, annene karşılık."

Bazı zamanlar algılarımın kapanıp aptal bir kız olduğumu düşünüyordum işte bu an da tam öyle bir andı. Örgüt, annem, Asım Bey, araba, mektup; zihnim son bir saattir olan olaylar zincirini geri sarıp duruyordu.

Annemin varlığını öğreneli beş dakika olmadan başıma gelenler ne hissedeceğimi şaşrtmıştı. Gülümseyememiştim bile. "Nedenini biliyorum sanırım." Bildiğimi anlamıştı zaten, zeki bir adam olmasa böyle bir yerde olmazdı. O da annem gibi bir istihbaratçıydı, her tavrından belliydi. Sadece bilmem gerekeni söylüyor, fazla kelimeler kullanmıyordu.

"Kuzgun bilmemeli."

Kaşlarımı çattım. "Neden?" Çağlar'dan bir şey saklamak isteyeceğim son şeydi. Hele de bu haldeyken. Her şey öyle şüpheliydi ki...

"Sana olan duyguları operasyonu tehlikeye atar." Masanın üzerindeki dosyaları kaldırıp en altından mavi bir dosya çıkardı. İçi üç veya dört yapraklı kağıtlarla doluydu. "Anneni onların elinden almamız için resmi belgelerle seni takas edeceğiz. Bir nevi kaçak vatandaş alışverişi diyebilirsin." İlk sayfasını açtı. "Tabi bu değiş tokuş asla gerçekleşmeyecek çünkü operasyon tam da burada başlıyor. İkinizin de can güvenliğini bizzat biz sağlayacağız."

Parmağıyla işaret ettiği maddeyi okumaya başladı. "Tüm operasyon E.G.K'nin her türlü can güvenliği için önlemler alınarak düzenlenecek ve yeniden ülkesine, Türkiye Cumhuriyetine dönmesi sağlanacaktık." Sonra aniden en arka sayfaya geçip son maddeyi okumaya başladı. "Belirtilen maddelerin sağlanabilmesi için tek şartsa gizliliktir." Sonunda dosyayı kapatıp "Anneni getirmemiz için birçok yol var, diğer yollardan birini de deneyebiliriz fakat vaktimiz kısıtlı. Kabul etmezsen kimse seni suçlu bulmaz kızım."

Gözümden bir yaş sonunda süzülmüştü. "Annemin yaşadığını söylediğiniz andan itibaren aklımdan geçen senaryoları bilseydiniz inanamazdınız. Onun için tam şu an köprüden koşarak karşıya geçmemi bile teklif etseniz göğsümü gere gere koşardım." Kolumla akan yaşları sildim. "Bir yerlerde hala nefes alıyor oluşu bile her şeyi yapmama yeter. Ama Çağlar'a belli etmeden duramam, halime bakın."

Çekmeceyi açıp uzattığı mendili aldım. "Annenin yaşadığını öğrendiğini söyle o halde. Haberlerde esirler arasında adı birkaç defa yayınlandı, kafeye gittiğini ve oradaki televizyonda gördüğünü söyle."

Başımı salladım. "Israr etmiş gibi olmayayım kızım ama bir imza atman gerek. Tüm şart ve koşulları kabul ettiğine dair." Dosyanın sayfalarını tek tek okudum. Aleyhime tek bir kelime dahi yoktu, hepsi annemin buraya gelmesini sağlamak ve benim güvenliğim üzerineydi ama içimdeki o korkunç his atmamam gerektiğini söylüyordu. "Operasyonda bizzat ben de olacağım. Sana Boris'le haber göndereceğiz."

"Üzgünüm konuşacak halim yok. Ayrıntıları daha sonra söyleseniz, imzayı başka zaman atsam." Eklemlerim bile tutmuyor gibiydi. Çağlar aklıma geldikçe delirecek gibi oluyrdum. Biliyordu. En başından beri annemin yaşadığını biliyordu ve bana tek kelime etmemişti. Ona annemi anlatırken, anılarımdan bahsederken bana dönüp de o yaşıyor dememişti.

Ama bu adama güvenim asla Çağlar'a olan güvenimle kıyaslanamazdı. Ben onun aksine aramızdaki hiçbir gizliliğe izin vermiyordum ve vermeyecektim.

O binadan nasıl çıktım, arabaya nasıl bindim bilmiyordum. Hava kararmış görünüyordu, Çağlar gelmiş miydi emin değildim. Arabadan evin yakınlarında bir yerde inmiş ve doğuca eve yürümeye başlamıştım.

Etrafta kimse yoktu, salonun ışıklarının yandığını görünce evde olduğunu anladım ve kapıyı çaldım. Daha birkaç saniye bile geçmeden kapı açılmıştı. Öfkeli duruyordu, eve yeni geldiği belliydi çünkü üniforması üzerindeydi.

"Neredesin Efsun?" dedi sesini yükselterek. Onu es geçip kalan küçücük boşlukta yanından geçtim. Sevdiğine kırılınca insan ne tepki vereceğini bile bilemiyormuş meğer. Kırılmanın insandan insana değiştiğini biliyordum ama böyle olacağını düşünmemiştim; gözlerine bakamadım ki asıl onun benim gözlerime bakamıyor olması gerekirdi.

Kapıyı ardımdan öyle sert kapatmıştı ki omuzlarım saniyelik olarak inip kalkdı. "Efsun dedim." Sesi bu defa yüksek değildi ama sertti. Çenem titredi, ağlamak istiyordum haykırarak. Gözlerime kadar titrediğime emindim.

Doğruca odaya gidip kapıyı kapatmaktı niyetim fakat birkaç adım sonra kolumdan yakalayıp kendine çevirmişti. "Bu saatte haber vermeden neredesin? Telefonun yanında değil, bilmediğin şehirde yalnızsın! Tehdit altında olduğunu daha dün söylemedim mi ben sana?" Bu defa sitem eder gibiydi.

Onun giderek sakinleşmesine karşın ben patladım. "Annemin yaşadığını bana neden söylemedin!" Hayatımın en büyük haykırışıydı. Gözlerimin önünde yakınlarım ölürken bile sessiz çığlıklar atmıştım, annemin öldüğünü söylediklerinde bile küçük küçük hıçkırmıştım; bana gülüm diyen adam meğer benden gülümü saklamış bunca vakit.

Sözlerim karşısında aniden sindi öfkesi. Yutkunuşunun sesini duyacak kadar sessizdi her yer. İşaret parmağımla göğsünden ittirdim. "Sana annemi anlatırken canın hiç mi yanmadı?" Dağ gibi adam parmağımın itişiyle sendeledi arkaya.

Çenem hala titriyorken "Dudaklarından dökülecek tek bir kelime yeterdi!" diye bağırdım. Bir kez ve bir kez daha ittirdim işaret parmağımla. Sonunda koltuğa takılıp düşerek oturmuştu oracığa. Tekrar tekrar "Neden!" diye bağırmaya başladığımda kıçkırarak ağlamaya başlamıştım bile. "Hiç mi görmedin gözlerimde annemi ne kadar özlediğimi?"

Asım Bey'in yanında idrak edemediklerim ancak şimdi işleniyordu beynime. Orada kal gelmişti burada çözülmüştüm çünkü ne olursa olsun sadece onun yanında güvende hissedip duygularımı gösterebiliyordum. Bir tek Çağlar vardı ve bir tek o beni bu denli derin ve karşı konulamaz bir üzüntüyle sarsabilirdi.

Başı eğik bir halde oturuyordu, başını ellerinin arasına almıştı. "Söyleme öyle." diyerek yeniden ayağa kalktı. İki elimi de yakaladı, sertçe çekmeye çalıştım. "Bırak! Dokunma bana!"

Bırakmak yerine kendine çekip sarıldığında ilk kez kaskatı kesilmiştim. "İzin vermedi, yemin ederim izin vermediler söylememe." Bileklerimi kurtarıp göğsünden ittirdim. "Bilmezdim yerini, sadece varlığını bilsem yeterdi! Söylemezdim kimseye!"

Çaresizce baktı gözlerime. "Yapma gülüm, varlığını bilip nasıl uzak kalacaktın annenden?"

Elimle etrafı işaret ettim. "Bak şimdi de biliyorum ama yok!"

"Affet." dedi yalvarır gibi. "İster miydim canını yakmak." Gözlerimden süzülen damlayı silmek için avucunu yanağıma yerleştirdi, baş parmağıyla sildi. Elini uzaklaştırdım, "Git." diyebildim yalnızca canım acısada. "Lütfen yalnız bırak beni." Sesim gittikçe kısılıyorlu, elimden gelse sadece gözlerimle konuşurdum. Sesimi ilk kez bu denli yükselttiğimden boğazım yanıyordu.

Bir süre sadece gözlerime baktı ama öyle sıradan bir bakış değildi; başını eğdi gözlerimdeki acıyı görüp daha da yandı sanki canı. Yeşil gözleri cam gibi parıldıryorken ona kırgın olmak da yine neden benim canımı yakıyordu ki?

Yavaşça yaklaşıp yanağıma öpücük kondurdu veda etmek için. Sonra paltosunu koluna atıp ağır ağır kapattı kapıyı. Kapı sesiyle birlikte çöktüm olduğum yere ve daha şiddetli ağladım. Olabildiğince, tüm özlemimle ağladım. Sanki annemi yeniden kaybetmiş gibi canım yanıyordu; aksine yeniden doğmuştu benim için, sevinmeliydim. Fakat Çağlar ve Hira'nın o örgütte yaşadıklarını hatırladıkça annemin ölümden beter bir halde olabileceğini düşünmek daha da çok ağlamam sebep oluyordu.

Tüm bu içli ağlayışlarımın üzerinden bir dakika bile geçmeden kapı yeniden açılmıştı. Çöktüğüm yerde ağlamaya ara verip başımı kaldırdım, gidememişti. Telaşla kapıyı kapatıp koşar adım yanıma vardı. "Sen böyle içli içli ağlarken gidemem." Kollarımdan yakalayıp çöktüğü yerde kendine çekti beni. "Canın benim yüzümden de yansa yine benim kollarımda ağla."

Dediği gibi de oldu. Çıkamadım kollarından, ağ gibi sarmıştı yerde bedenimi. Hıçkıra hıçkıra ağladım aynı gözlerimin önünde zehirlenen Güzide de olduğu gibi. O gece yalnızdım, kollarını bana saracak bir Çağlar yoktu ama bu gece onun yüzünden perişan olsam da yine onun kollarındaydım.

Ellerini kısa saçlarımda gezdirdi, sırtımı sıvazladı. O kadar çok ağlamıştım ki artık gücüm kalmamış ve kollarından yavaşça sıyrılıp yerde dizlerine yatmıştım. Bir saatten fazla oluyordu, hıçkırıklarım dinse de içli içli nefes almaktan alıkoyamıyordum kendimi.

Parmakları saçlarımın arasında gezerken gözlerim kapalıydı ama uyumuyordum. "Özür dilerim." diye fısıldadı. "Ama buna mecbur olduğumu bil."

Burnumu çektim belki de bu gece son kez. "Biliyorum." Yutkunuşum bu gece bininci kez kaldı boğazımda. "Sen de annemi ne kadar çok sevdiğimi bil."

Uykuya o andan sonra daldım sanırsam. Onca gözyaşından sonra öyle derin uyumuştum ki Çağlar'ın beni yatağa ne zaman götürdüğünü hissedememiştim bile.

***

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım lütfen 🫶🏻

Sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın öptümmmmm

 

Bölüm : 23.04.2025 12:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...