
Biz geldikkkk
Umarım severek okursunuz <3<3
***
28. BÖLÜM
"Göz Bebeği Tina"
Masadaki sessizliği anlatamazdım kimseye. Clause durumdan pek hoşnutsuzdu, Çağlar'sa mesajları tam olarak çözmeye çalışıyordu. Evet, Dorian Gray'in Portresi kitabından alıntılardı bunlar ama tam olarak ne diyordu bize?
Mesajları sesli sesli okumaya başladı Çağlar. "Gümüş'ün ağzına pembe inciler dolmak üzere."
"Gümüş, Meryem Hanım mı yoksa Efsun mu?"
Kısa bir sessizliğin ardından "Kimlerin ağzına pembe inci koyulur biliyor musunuz?" diyen Clause olmuştu. "Ölülerin. Yani kitapta öyle diyor. Bir yer isminden bahsedip sonra da oranın yerlilerinin ölülerin ağzına pembe inciler koyduklarından bahseder."
"Sanırım mesajları atan adam kitabı okumamış; Dorian Gray olmuş." dedim kara kara.
Çağlar telefonundan birkaç tuşa basıp birini aradı. "Vereceğim adrese dört beş tane Dorian Gray'in Portresi kitabını getiriyorsun... Evet doğru duydun..." Telefonu kapatır kapatmaz temkinli bir şekilde etrafına bakınmaya başladı. "Eve dönmeliyiz ve siz ikiniz de geliyorsunuz. Madem o kadar bilgin var, bize lazımsın."
Telaşlı olmasına rağmen doğal hareketlerle bileğimden yakaladı. Adımları hızlıydı çünkü oldukça geç kalmış olduğumuzu biliyordum. Mesaj geleli günler oluyordu ve belki de annem...
Farkında olmadan bileğimi sıkıyordu, "Çağlar," diyerek elinin üzerini tuttuğumda sanki daldığı rüyadan uyanmış gibi tepki verdi. "Özür dilerim yavrum." Parmakları bir tüy kadar hafifledi ama telaşı bitmiyordu.
Hira ve Clause kendi arabalarına ilerlerken biz de öyle yapıyorduk. Sonra telefonu çalıp açmak durumunda kalınca parmakları benden ayrıldı. Ne olduysa da o an koptu kıyamet zaten. Çağlar'ın elinden düşen telefon sesi sandığım şeyin aslında susturucu takılı bir silah olduğunu yalnızca sokağın karşısından koşarak gelen adamı görünce anlamıştım.
Ceketinin altındaki beyaz tişörtte beliren kan yüzünden çığlık atmıştım. "Çağlar!" Doğruca üzerine atılıp ellerimi bastırdım. "Efsun, kaç." Dağ gibi adam yıkılmamak için direniyordu fakat dizleri üzerine çökmüştü bile. "Git." diye fısıltısına rağmen yapamadım. Bırakamadım ellerimi, çekemedim.
Dünyam ilk kez bu denli kararıyordu. "Çağlar, bırakma beni!" Hıçkırıklarımın arasında henüz birkaç saniye bile geçmeden bir kol tarafından tutuluyordum. "Hep sevdim." Canımın gözleri kapanıyordu, yeşilleri artık neredeyse yoktu ve kan göğsünün altından sızmaya devam ediyordu.
Söylemişti. Bana sevdiğini söylemişti, kaybedeceğini sanıyordu. Kaybedemezdim değil mi? Tam da mutluluğu buldum derken benden nasıl alırlardı!
Kolu çekiştirip ayrılmak istedim. "Bırak beni!" diye haykırdım. "Çağlar! Çağlar gözlerini aç ne olursun bırakma beni! Ben de seni seviyorum. Çok seviyorum gitme!"
Sokağın diğer ucundan koşarak gelen Hira ve Clause bana küçük bir umut pınarı olmuştu fakat geriye doğru savrularak çekildiğim için devamı karanlıktı. Bindirildiğim arabada hemen ardımdan kapanmıştı kapı.
Elimi cama vurdum. "Çağlar!" Birileri beni hala çekiştirip duruyorken son kez gördüm onu, kanlar içinde ve gözleri kapalıyken. Bir kaldırım kenarında kalbimi bırakacağımı değil düşünmek kabuslarıma bile girmezdi.
Sonra bir sprey sesi yükseldi ve gözlerim aynı saniyelerde kapandı. Zihnimde sadece onu zikrettim tüm o saniyeler boyunca; Çağlar Kuzgun.
Ben de seni...
***
Kaderim nasıl yazılıydı asla bilemeyecektim fakat benim ellerimde olduğundan emindim. Ben tutunmayı seçersem tutunurdum, düşmeyi seçersem düşerdim. İstersem Efsun, istersem Ofelya olacaktım ama ne olursa olsun günün sonunda yanım hep Çağlar'ın yanı, ismimin devamıysa Kuzgun olacaktı. Çünkü kaderi Allah bilir, kul seçerdi.
Kirpiklerimi açılmaya zorlayan bir acı vardı. Öyle güçlüydü ki sanki fırtınanın ortasında gibiydi ve açmak zorunda kalmıştım. Bir odanın içinde deri döşemelerde uzanıyordum. Devamlı olarak sallanıyor muyduk yoksa benim mi başım dönüyordu anlamam zaman almıştı. Fakat bir süre sonra gemide olduğumu idrak edebilmiştim.
Doğruldum, sallanan gemi yüzünden midem alt üst olmuştu. Birilerinin olmadığını sanırken siyah maskelileri görmem uzun sürmüştü çünkü gözlerim yalnızca kusacak bir yer arıyordu. İki adım ötemde kapının kulpunu kavradığım gibi koşarak çıktım, sadece kusacak bir yer arıyordum şimdilik. Merdivenlerin sonu gökyüzüne bakıyordu, öyle dikti ki güçlükle çıkmıştım. Hızlıca demirliklere tutunarak başımı sarkıttım ve kusmaya başladım.
Boğazım yanarken hatırladım acı gerçekleri. Çağlar'ı kanlar içinde bırakmıştım, benim yüzümden vurulmuştu üstelik. Benim bozuk kanım yüzümden.
Omzumda hissettiğim güçlü bir el beni adeta arkaya doğru çekip fırlatmış ve sırtım sertçe yere çarpmıştı. "Sen, ne yaptığını sanıyorsun!" Öfkeyle geri kalktım, yıkılmanın sırası değildi. "Kimsin sen!" Olabildiğince sert bir yumruk geçirmek istedim fakat bileğim çoktan bükülmüştü bile.
Acı dolu nida dudaklarımdan dökülürken ansızın bir el karşımdaki adamı geçirdiği yumrukla yıkmıştı. "Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun ahmak!" Acı içinde çevirdim başımı. Diğerlerinin aksine maskeli değil üstelik takım elbiseliydi. "Efsun Gümüş, tanışmak ne güzel bir şeref."
Parmaklarım doğruca gömleğinin yakalarına yapıştı. "Kocam nerede seni adi herif!" Elbette onu sarsmam korkutmamıştı, bıkkın bir ifadeyle bakıyordu gözlerime. "Son saray mensubuna yakışan hareketler mi bunlar, biraz hanımefendi ol lütfen."
"Ya sen neyden bahsediyorsun!" Adeta sinir krizi geçiriyordum, atabildiğim en sıkı yumruğu göğsüne geçirdiğimde diğer adamın aksine yüzünde küçük bir acı görmüştüm; asker olmadığı ortadaydı. "Bırak beni! Geri götür evime!"
"Kanının yarısının Türk olduğu nasıl da belli oluyor, şu barbarlığa da bak." Başıyla yaptığı tek işaretle iki koluma da yapışan adamlardan kurtulamayacağımı biliyordum. Beni içeriye sokmuşlardı fakat ardından herkes çıkarken o yine buradaydı.
Hava kararıyordu, denizin ortasındaydık. "Nereye götürüyorsunuz beni?" Saatine bakınıp çektiği sandalyeyi ters çevirdi ve karşıma oturdu. "Öncelikle tanışalım, ben Adrian. Adrian Constantinou." Hiçbir cevap vermeyip dik dik bakmaya devam ettim.
"Efsun-"
"Adım Ofelya! Sen bana Efsun demeyi hak eden insanlardan değilsin."
Tam bir şerefsiz zengin kahkahasından atıp "Peki madem." dediğinde yüzüne sıkı bir yumruk geçirmek istemiştim. "Neden bu kadar üzgünsün? Annenin yanına gidiyorsun, kavuşuyorsunuz anneciğinle!"
Anneme mi? "Beni neden anneme götüresin?"
"Green'in size ihtiyacı var hanımefendiler."
Normalde iğrenç biri değildim fakat bu adam tüm sinirlerimi alt üst etmişti bu yüzden doğruca yüzüne tükürdüm. "Sıçarım Green'e." Yüzü buruşmuş ve hızla kaşları çatılmıştı. Öfkeme yenik düşmemem gerekirdi, karşısında öfkemi koruyup onu daha da sinirlendirmeliydim fakat hakim olamamıştım.
"Anlaşılan Türk kanını yok olana kadar akıtmamız gerekecek." Sandalyesinden kalktığı gibi yüzüme sıkı bir tokat geçirmişti. Koltukta sağa doğru yalpaladım ve elimi hızla yüzüme yerleştirdim. Ağzımın içinden kan tadı gelmişti.
Saçımı çekerek başımı kaldırdı. "Adaya hoş geldin Efsun Gümüş." Sonra sertçe geri itti. Gözlerim hızla camlardan dışarıyı taradı, gerçekten de bir adaya yaklaşmıştık.
Adrian camın önünde ellerini cebine attı. "Büyük Konstantiopolis Devleti işte burada kurulacak; Heybeliada." Yerimden kalkıp ondan uzakta kalan diğer cama yaklaştım. Aynı saniyelerde dudağımdan sızan kanı elimin tersiyle sildim.
İskelede kalabalık vardı. Neredeyse tamamı siyah Green üniforması giyiyor olsa da yüzleri açıktı. Ellerinde silahlarla kimi volta atıyor kimi de sadece dikiliyordu. Türk bayrağı yerine Konstantinopolis'in Yunan ve İngiliz karışımı bayrağı asılıydı.
Gemi iskeleye yanaştığı gibi Adrian kolumdan yakalamıştı. Sonra yüzüme iğrenir gibi bakıp elini cebine attı. "Sil şu kanı." Uzattığı peçeteyi avucumda buruşturup yere attım ve doğruca önüme döndüm.
Dışarı çıkar çıkmaz sert rüzgar yüzüme vurmaya başladı. İskeleye varmış ve geminin çıkışı açılmıştı. Kalabalık bir grup örgüt üyesinin ortasından götürülüyordum. Beni neyden sakınıyorlardı ki? Adadan kaçış yoktu, artık kapana kısılmıştım.
Tek düşünebildiğim Çağlar'dı. Yaşadığını biliyordum, benim için tutunacaktı hayata, bırakmazdı. Bu yüzden ben de bırakmayacaktım, cehennem de olsa çıkış kapısı olmalıydı buranın.
Bileğimi çekiştirip "Bıraksana artık!" dedim öfkeyle. Fakat tahmin ettiğim gibi pek de işe yaramamıştı. İskeleden kopan alkış sesleri ile kaşlarım çatıldı. Yuhalanmam gereken yerde neden alkışlanıyordum?
"Yaşasın Konstantin! Yeniden Konstantin!"
İşte şimdi yavaş yavaş oturuyordu taşlar. Green, İstanbul'un Yunanistan'a ait olmasını değil kendilerine ait olmasını istiyordu. Burayı vermek istemiyorlardı ve en büyük kozlarıysa annem ve ben olacaktık. Yeni bir devletin kapısını aralamaya çalışıyorlardı.
"Siz delirmişsiniz." dedim fısıltıyla.
"Prenses." Merdivenlerden adeta sürüklenerek çekildim. Tuttuğu bileğimi havaya kaldırıp "Ofelya Zaharyas!" diye haykırdı tek nefeste ve koca bir alkış tufanı koptu akşam karanlığında.
O zehirli gözleri parıldadı. "Yeniden tanışalım, son hanedan üyelerinden Adrian James Constantinou." Muzip sesi ve gülüşü midemi yeniden bulandırmıştı. Bu defa oyun öyle büyüktü ki ezilecek gibi hissediyordum. Yalnızdım çünkü Çağlar yoktu ve onun dışında hiç kimse yok edemezdi yalnızlığımı.
Kalabalığın arasından öyle zor sıyrılmıştık ki çekiştirilmekten bileğim acımıştı. Bir an olsun kırpamıyordum gözlerimi, sanki her şeye hakim olmalıydım. Araba heybetli bir yalının önünde durduğunda kapım açılmıştı.
"Annem burada mı?"
Cevap vermediğinden daha da öfkelenmiş fakat hiçbir şey yapamamıştım. En azından annem vardı, buralarda bir yerlerdeydi. Yıllarca kokusuna hasret kaldığım canım, canımın içi yakınımdaydı. Onun dizlerinde olabilirdim.
Fakat bir canım buradayken diğeri yoktu işte. Neden sevdiklerimi toparlayamıyordum? Annem, Çağlar, Abim; bir akşam yemeğinde hayal ettim hepimizi. Annem en sevdiğim yemekleri yapmış, aynı masada yemek yiyoruz. Bize çocukluğumuzdan anılar anlatırken son yaşananları 'Vay be, ne günlerdi geldi geçti!' diye yad ediyoruz.
Fakat gerçekliğe uyandığımda yalının bahçesinden içeri girmiştik bile. Pencerelerin en üstünden birkaç kadın bakıyordu, merakla izledim bir süre ama içeri girmem gerektiğinde kayboldular.
İçerisi de adeta bir saray gibiydi, etraftan Yunanca sesler duyuyordum. Adrian bir an olsun rahat bırakmadığı için hiçbir yere doğru düzgün bakamadan sürüklenip durdum odalarca. Sonunda bir odanın kapısını tıkladı. "Sakın o çeneni fazla açma. Gerekenlere cevap ver sadece."
Beklediğimin aksine bir ofise değil yatak odasıydı içerisi. Genişte bir yatakta yaşlı adam yatıyordu; oksijen tüpü burnunu bağlı, tekerlekli sandalyesi camın önündeydi ama kapıya bakıyordu.
"Büyükbaba." dedi Yunanca.
"Adrian, gelin buraya." İçeride iki silahlı adam ve bir de hemşire olduğunu düşündüğüm kadın vardı. Saçları tamamen beyaz, gözleri ise griye yakın bir maviydi ama damarları öyle kırmızıydı ki mavileri örtüyordu. "Ofelya." diye fısıldadı güçlükle. Kaşlarını çatarak torununa baktı. "Yüzüğü neden hala parmağında. Onu adaya böyle mi getirdin seni aptal!"
Adrian, dedesinin sözleri ile telaşlanmıştı ama ben ondan daha telaşlıydım çünkü değerlimi vermezdim. Avucumu sıktım, "Asla!" diye bağırdım öfkeyle. Kapalı avucumun üstüne diğer elimle de destekledim. "Benimle mezara gidecek bu yüzük."
Adrian üzerime doğru gelmeye başlayınca adımlarımı geri geri atıp yüzüğü daha da saklamak adına yere çöktüm. "Bırak şunu!" Kollarımı tutup çekiştiriyordu, parmaklarımın üzerine ilişmiş elini rastgele ısırdım.
Acı dolu inlemesinin ardından "Ne bakıyorsunuz tutun kızı!" diye haykırdı adamlara. Gardımı düşürmedim ama üç adama karşı çaresizdim. "Bırak diyorum sana! Bırak kolumu!" Kollarımı iki yana açmayı başarmaları saniyeler bile sürmemişti. Son olarak avucumu açıp yüzüğü sertçe çeken Adrian olmuştu.
Gözlerimden süzüldü yaşlar. Gelişigüzel tekmemi Adriana indirmiştim, eliyle dizini tutup kaşlarını çatmaktan başka bir şeye de sebebiyet verememek canımı sıkmıştı. "Çağlar geldiğinde bunu hepinize ödetecek!" diye bağırdım.
"Çağlar adanın yanından geçsin yalıyı üzerine yaparım."
"Kızı önüme getirip çenenizi kapatın hepiniz."
Tekerlekli sandalyenin önünde diz çökmek gururuma dokunsa da çaresizce baktım adamın yüzüne. "Annesine benziyor," dedi kısık sesiyle. "Yakında çok önemli politik bir meselenin başlangıcı olacaksın. Diretmek istersen senin seçimin olur ama sonucunda önce annenin canı yanar sonra da kocan gibi o da ölür."
Kalbim sızlamıştı. "O ölmedi!" Haykırışım tüm odada yankılandı. "Benim için yaşamaya devam ediyor!"
"Cesedini istersen senin için getirtebiliriz."
"Sizin gibi insanların söyledikleri bir kulağımdan girer diğerinden çıkar. Çağlar ölmedi!"
Adrian'ın saçımı çekiştirip yukarı bakmamı sağlamasıyla canım yanmıştı ama gıkımı bile çıkarmadım. "Prens Aleksi ile doğru konuş!"
"Ne Prensi ne Aleksisi! Krallık yıkılalı yıllar oluyor siz hala bir araya getirme derdindesiniz! Cumhuriyetçiler sizi kabul eder mi sanıyorsunuz!"
"Yunanistan'dan daha fazla askeri güce sahibiz. Edirne sınırından hiçbir askeri güç geçemiyor. Birkaç güne İngiliz yandaşlarımız da geldiğinde resmi olarak Büyük Konstnatinopolis Devleti kurulmuş olacak ve başında torunum olacak. Sen de soyumuzun devamı için damızlık bir koyun olacaksın!"
Kahkaha attım. Durum öyle komikti ki deli gibi gülüyordum. "Siz şaka mısınız? Üç beş kişilik örgütünüzle koca bir ülkeye mi kafa tutuyorsunuz? İngilizler daha dün Yunanistan'ın yanındaydı, sizi de satmayacağı ne malum? Üstelik ortada Türkiye Cumhuriyeti diye de bir gerçek var ki yakında kendi topraklarını almaya gelecektirler."
"Örgütümüzün adını tekrar et Zaharyas." dedi yaşlı adam. Fakat beni beklemeden kendisi tamamladı. "Green. Greece and England. Başından beni Yunan ve İngiliz ortaklığıyla devam etti. İngilizler bizim en baş müttefikimizdi. Yunanistan'ın yanında resmi olarak duruyor olsa bile bizim içimizdeydi hep ki bunu Yunanlar da biliyordu. Yapacak hiçbir şeyleri olmadığından gözlerini kapattılar mecburen."
Adrian atladı söze bu defa. "Türkiye şu an İzmir'le meşgul. Bizim bir milyon askeri gücümüzün tamamı Konstantinopolis topraklarında ve hepsi adeta bir insanın uzuvları gibi senkron hareket eden robotlar. Hiçbirinin geride düşüneceği ailesi yok, korkacak hiçbir şeyleri yok."
Planları çoktan hazırdı ve günlerdir tek eksik sanki bendim onlar için. Belki de yılların planıydı bunlar. Fakat bilmedikleri hala iki tünel ve Türkiye'de bekleyen milyonlarca askerimizdi. Bu işe Türkiye'nin el atacağından emindim artık.
"Kızı annesine götürebilirsin. Belki ondan ders alıp sesini kesmeyi öğrenir."
Kolumu çekiştirdim. Diz çöktüğüm yerden yüne kolumdan çekiştirilerek kaldırıldım. Prens Aleksi denen o yaşlı bunağa son kez öfkeyle baktım. Neredeyse bir ölüyü andıran soluk teni açıkça büyük bir hastalıkla boğuştuğunu gösteriyordu. Oracıkta gebermesi için dua ettim içimden.
Fakat daha da önemlisi annemin yanına götürülüyor olmamdı. Üzerinden uzun yıllar geçmişti, yokluğuna varlığından daha çok alışmış olduğum annemi görecektim. Ona benzediğimi söylüyorlardı; hala benziyordum yani. Peki baktığımda da yaşlılığımı mı görecektim o yüzüne?
Yalı kocamandı, zihnimde haritasını çıkaramayacağım kadar çok oda vardı. Yalnızca bir üst kata çıktığımızda üçüncü katta olduğumu biliyordum. Krem rengi kapıların hepsi kapalıydı, yalnızca birinde koruma dikiliyordu.
"Aç." dedi kolumdan sürükleyen adamlardan biri. Nefesimi tutarak girdim içeri, kollarım da dakikalar sonra ilk kez serbestti belki de.
Biri vardı, sadece biri. Camın önünden doğruca dışarı bakıyor, ellerini arkasına atmıştı. Dik duruşundan, giydiği uzun kot eteğinden tanımıştım; annem. Burnum sızladı ama bu defa gözyaşım yoktu akacak.
Saçları uzun ve siyahtı onu hatırladığım gibi. Benimki babama çekmiş biraz daha kestaneydi rengi. Kapı sesinin hemen ardından olduğu yerde arkasını döndü. Cam gibi parlayan gözlerini, çıkık elmacıklarını ve zayıflıktan oluşan yanaklarındaki çukurları görmüştüm sonunda.
Fısıltıyla "Anne," deyip bir adım ileri attım. Öyle öfkeliydim öyle kırgın ve kızgındım ki onu görmeden önce bağırıp haykıracak kelimelerim hazırdı. Fakat göz gördüğünde gönül nasıl da yumuşuyormuş görmüş oldum.
Yutkunamadım, gözlerinin dolduğunu gördüm. Hiç yanıma gelmeyecek gibi hissettiren asırların ardından kollarını açıp bana doğru yürüdüğünde ağlamaya başlamıştım. "Gülüm." Kollarımı öyle sıkı sardım ki sanki bağrına daha da basmasını istiyordum. "Kızım, Efsun'um, bir tanem."
Beklemediği anda bir adım geri attım. Bilerek değil aksine dürtüseldi adımım. Sanki vücudum ona karşı bir koruma geliştiriyordu. Kızgın ve kırgın kalbim hem koşup sarılmak hem de hesap sormak için yanıp tutuşuyordu. Böyle mi olacaktı yıllar sonraki karşılaşmamız?
Yeniden "Kızım." dediğinde o naif sesiyle "Anne." diyerek ağlıyordum ben de. Onun bana söylediği kelimelerin aksine benim tek kelimem vardı ve o da dünyalara bedeldi. Kokusu cennetti, varlığı en büyük armağan. Annem bahçemizdeki tek güldü ve ben dikeniyle onu sevecek tilki.
Omuzlarımdan tutup beni tam karşısına dikti. "Bir bakayım canıma, benziyor mu herkesin dediği gibi bana?" Gülerek ağladım bu defa, beceremiyordum kin tutmayı, kırıldığımı belli etmeyi. İkimizin de büyük gözleri, kavissiz kaşları ve uzun kirpikleri vardı. Onun gözleri yeşil benimki ela; onun saçları uzun benimki kısaydı farklı olarak.
Artık omuzlarımdan aşağı sarkmaya başlayan saçlarımı kulağımın arkasına attı. "Yavrucuğum benim." dedi yine o şefkatli sesiyle. Alnında ve göz kenarlarında kırışıklıklar vardı, saçının önündeki beyazlar da cabası ama hala onu son gördüğümdeki kadar güzeldi.
Asla çıkarmadığı kot eteği ve gömleği yine üzerindeydi. Onu daha önce hiç farklı kıyafetlerle görmemiştim beyaz önlüğü dışında. "Neden böyle olduk anne? Neden burada karşılaştık ki?" Sitem doluydum ve yansıtmadan edemedim. "Neden söylemedin yaşadığını. Sadece varlığını bilseydim, annem yaşıyor deseydim içimden."
Yorgunluk dolu bir nefes verdi. "Bu yola çıktın mı ne ailen olur ne arkadaşın. Tek yoldaşın nefsin olur kızım. Siz daha güzel günlerde yaşayın diye hepsi, sizin için."
"Biliyorum ama." Kendi kendimi susturdum çünkü bunun bir aması yoktu. "Haklısın da... Çağlar hayatıma girdiğinde de mi gelemezdin anne." Yeniden sızladı burnum. "En mutlu günlerimi bari görseydin anne."
"Duydum." dedi kısık sesle. "Bana anlattılar seni her gün, her gece dinledim. Görmemeliydim, görürsem geri gidecek gücüm kalmaz diye gelmedim yanına. Onun yerine sana sağ kolumu verdim kızım."
Sağ kolu, Çağlar mıydı?
Anlamadığımı fark etti. "Çağlar Kuzgun, ben büyüttüm onu. Büyüdü sonra görevlerine abinle gitti. Güvenmesem kızımın yanına sıradan birini mi gönderirdim?"
"Benim için miydi?"
"Sen en önemlisiydin, en başından beri en korunması gerekendin. Senin için geldi Çağlar, sana zeval gelmesin diye. Ben yoktum, bir parçam vardı."
Benim koruyacak annem vardı, abim vardı; Çağlar o zaman da kimsesizmiş meğer. Gerçekten kimsesi olmamış, ne yaptılarsa görev için yapmışlar meğer ona. Şu sıralar sürekli dolan gözlerim bu defa da onun için doldu. Annem bile onu yetiştirirken kendi kızını düşünüyormuş meğer.
"Şimdi neden ağlıyorsun kuzum?"
Hıçkırıklarımın arasında konuşmaya çalıştım. "Sen beni düşünmüşsün, abim beni düşünüyor ama Çağlar'ı düşünecek kimse yokmuş anne. Hiç yuvası olmamış diye üzülürken meğer hiç düşüneni de olmamış. Sadece asker olmayı bilmiş, ömrü bir şeyleri korumakla geçmiş. Bir de bağırıp kızdım ben ona, annemden haber vermedin diye." Ellerimle yüzümü kapatıp utancımdan daha da ağladım.
Canım, Çağlar'ım; ömrümün sonuna kadar tek düşüneceğim sen olacaksın. Bunu sana ilk tattıran olmak beni her ne kadar üzse de sevindirecek de.
Artık zihnimde konuştuğum kişi annem değil Çağlar'dı. Bu durum korkutmuştu çünkü annemin ölüsüyle konuşurdum, Çağlar yaşıyordu!
"Hiç de öyle değil bir tanem." Ellerimi çekip gözyaşı içindeki yüzümü açtı. Benim aksime gayet sakin bir tavırla gözyaşlarımı silerken konuştu. "Çağlar'ın annesini ilk gördüğümde karnı burnundaydı. Birkaç haftaya doğurdu, o gece nöbette ben vardım. Çağlar'ı ilk kucağıma ben aldım, kendi oğlum gibi bağrıma bastım. Yasaktı, tüm protokolleri çiğneyip bir süre evde baktım ama her yavrunun yanı annesinin yanındadır dedim, Martina oğlunu yanında istedi geri getirdim daha üç aylıktı. Hastane Martina'yı çıkarmıyor, Martina da çıkacak güce sahip değildi. Bebeği korumaya almak istediler, direttik güç bela yıllarımızı o hastanede Çağlar'ı büyütmekle geçirdik. Ama sonunda ne oldu? Örgüt kaçırdı, koruyamadım sabiyi. Türk istihbaratı için o koca hastanedeydim, çocuklar kaçırılmasın diye ama en yakınımdan başlamışlardı almaya. O operasyonların sonunda bizzat ben girdim içlerine Çağlar'ı alabilmek için. Kollarımda büyüdü, sırtını sıvazlarken delikanlı oldu. Sizi kaybettim ama onu yetiştirdim. Ha, kanı farklıydı, babası gibi deli akıyormuş öyle dedi bilenler. Bir asker gibi büyüdü ama ayağına cam batsa canım yandı."
Ağlamayı kesmiştim ama hala hıçkırıyordum ve durmuyordu bir türlü. "Barış Bakanı'nın yanına birini yerleştirmek gerektiği duyulunca özel izin istedim üst makamlardan. Kızımı emanet edecektim bir nevi. Kızıma o kadar yakın olacak hangi asker olursa olsun ince eleyip sık dokurdum ama neyse ki gerek kalmadı, benim seçmeme izin verdiler. Onlar kimsesiz olduğu için, kimliksiz olduğu için Çağlar'a onay verirken ben adamlığına güvendiğim için istedim yanında." Yüzünde sahte bir öfke belirdi. "Ha sadece koruma olması gereken yerde tutup kızımla nişanlanınca kafasına geçirdim masayı o ayrı. Canımsın, canımdan öte tüm varlığımsın yavrucuğum."
"Yine de üzüldüm anne. Kimliği yokmuş yıllarca. Kimsesizlerin bile bir kimliği var, bir köşede ölse kimse yerini bulamazdı belki de."
Moralimi düzeltmek için "Kız," dedi şakadan. "Kocan taraflı mısın sen? Anneni yeni bulmuşken üstelik."
Burnumu çektim. "Ne yapayım, her şeyim o benim."
"Bak sen." dedi uzatarak. "Biz neyiz?"
"O bir tanem sen nar tanem." dedim annemin bize küçükken dediği gibi. Hangimizi daha çok seviyorsun dediğimizde "O, bir tanem. Sen nar tanem. Sen de nur tanemsin." derdi hep.
"Gülümsün." dedim tekrar sarılıp.
"Sen de gülümsün."
Yatağa oturmak üzere çekti yanına. "Gel dizlerime." Kaşlarım büküldü. Nasıl anlamıştı tam da ihtiyacım olanı? "Saçlarımla da oynar mısın?"
"Sen gel bakayım da." Birkaç saniye bilem geçmeden. "Dur bekle, sana ne getireceğim. Bunları Çağlar'a vermen gerek."
Kaşlarımı çatıp baktım. Odanın içindeki belge yığınlarıyla dolu masanın altından iki ajanda çıkardı. Eskimiş ve sanki yüz yıllık gibi duruyorlardı. "Onlar ne?"
"Martina'nın günlükleri. Evlerinin bahçesine gömmemi istemişti, Kontantinopolis'e dönerken çıkarıp belgelerin arasına koymuştum Çağlar'a vermek için. Yeni buldum sayılır. Buraya çaldıkları belgelerin arasında gelmiş, gördüğüm gibi sakladım."
Günlüklerden birini aldım. Gerçekten de toprak altında gömülmüş gibilerdi. Annem birini eline alıp diğer eliyle dizlerini işaret etti. Başımı dizlerine koyup gözlerimi yumdum.
"Günlükleri okusak Çağlar kırılır mı?"
"Çağlar okumaya hiç cesaret etmedi daha önce. İstersen okurum, bana bıraktığında okumama izin vererek emanet etti."
"Oku lütfen."
"Pembe işaretli sayfayı açıyorum. Yunanca yazılmış. Merhaba günlük. Bugün yine gördüm onu, gözlerime bir kez olsun bakmadı. Ama Tina affetmez, bırakmayacağım peşini. Annemler arıyor her gün, Türkiye'den çıkmam için. Tabi ki reddediyordum, iki yıldır aradığım adamı burada buldum, bırakmam. Ah sana bugün öğrendiğim garip Türkçe kelimelerden bahsedeceğim. Birincisi Maço. Herkes Akif'in maço bir karakter olduğunu söylüyor. Hala anlamını tam bilmiyorum ama eğer maçoysa bile onu böyle sevmişim demek oluyor. Diğeri de göz bebeği diye bir şey. Akif'in telefonunda ismimde yazıyordu. Göz bebeği Türkler için değerli miydi yoksa gözbebeklerini hiç görmedikleri ve küçücük bir şey olduğu için mi böyle yazmış bilmiyorum. Sanırım öğrenmem uzun sürse de bir gün öğreneceğim."
Sayfanın bitişiyle çevirdi. "Bu sayfalar İtalyanca yazılmış mecburen atlamak zorundayım. Telefonum olsaydı çevirirdik aslında." Uzun uzun atladı sayfaları mecbur. "Ah, Türkçe yazmaya başlamış."
"Merhaba günlük. Türkçe öğrenmeye başlayali yıllar geçmiş ama hiç Türkçe yazmamışim. Bundan sonra Türkçe yazacağım ki bir gün belki Akif'le okuruz. Dün her şey çok güzeldi. Akif, sonunda döndü. İki hafta olmuştu, yine tek kelime etmiyordu nerede olduğuna dair ama ben biliyor, o hep ülkesine çalışıyor. Bana aldığı yüzüğü hiç ama hiç çıkarmıyordum. Annemler artık aramıyor ama Akif benimle. Her gün yanımda, arkadaşlarımız yanımızda. Onlar bizim ailemiz, ben doğru yoldayım. Sevdiğim adamla bir yuvam var, evimiz var. Hatta belki bir gün..."
Sayfanın sonuydu yine. Martina mutluymuş, bu mutluluğu Çağlar'ın okumamış olması çok yazıktı. Anne ve babası hakkındakileri en çok o hak ediyordu bilmeyi. "Akif yazmış bu sayfayı sanırım, farklı bir el yazısı var. İkisinin de resmini koymuş bak."
Önüme uzattığı sayfaya baktım. İnci gibi bir el yazısı ve küçük bir fotoğraf vardı. Martina yine deli gibi gülümsüyor, Akif de ona bakıyordu; çok mutlulardı. Martina, Akif'in koluna sarılmış doğruca kameraya gülümsüyordu.
"Tina. Güzelim. Sana hayatımdaki gerçekleri açıklamamın üzerinden iki gün geçti ve sen hala gözlerime bakmıyorsun. Bu gece on ikiden sonra doğum günün, yine eline alacaksın günlüğünü ve ilk benim satırlarımı oku istedim yeni yaşında.
Sen, gördüğüm ilk andan beri gözlerimi alamadığım göz bebeğimsin. Bunu sana sesli olarak söylememi hep istedin, sana göz bebeğim dememi istedin ama yapamadım. Benim aptallığıma ver, bu gece hem göz bebeğim diyeceğim hem bebeğimize istediğin o oyuncak arabadan alacağım; kırmızı ferrari."
Neredeyse ağlayacaktım. Çağlar'ın kırmızı Ferrari sevgisi meğer annesinden geliyormuş. Bilmeden içinde onu yaşatıyormuş aslında.
"Tina'm. Sana böyle seslendiğimde hep gülümsüyorsun, seni kırk yaşına da gelsen, seksen yaşına da gelsen bırakmayıp hep yanında duracağım. Biliyorsun kocan çok inatçı. Buraya en sevdiğim fotoğrafımızı bırakıyorum. Bebeğimizi bana söylediğin gün, bana dünyaları verdiğin gün. Artık asker olduğumu ve ailemle neden beraber olmadığımı bildiğine göre seni yine önce Allah'a sonra da aileme emanet edeceğim sanıyordum. Fakat yavrumuz doğduğunda artık aileme değil birbirinize emanet edip rahatlayabilirim.
Beni sevdiğin için teşekkür ederim. Her şeyi söylemem bu kadar geciktiği için özür dilerim. Ve sonsuza kadar seni seviyorum. Ya seni ilk terslediğimde bırakıp gitseydin hayatım nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyorum."
Sayfa yine bitmişti ve gözlerimden yaşlar süzülüyordu. Burnumu çektiğimi duymuş olacak ki "Ne zaman bu kadar sulugöz oldun sen?" dedi.
"Bilmiyorum, son zamanlarda sürekli ağlayıp duruyordum. Biri beni durdursun artık." Ağlamakla gülmek arasında bir yerdeydim artık.
"O zaman bu kadar ağlamak yeter, sonra okursun Çağlar'la bunları."
"Anne." dedim konudan bağımsız. "Çağlar vuruldu. Ya... Ya ona bir şey olduysa."
"Şt! Çağlar seni almaya gelecek. Yanında da Türk askerleriyle. İkimiz de değerliyiz."
"Abim. Onu kimse-"
"Kimse bilmiyor. Bilmemeli. Bilmeyecek."
***
Bu adadaki iki haftamız bitmişti, belki de yirmi günü bile geçiyor olabilirdi. Annemin bu denli rahat oluşu beni de etkileyip sakinleştirmeye başlamıştı. Bu süreçte odadan neredeyse çıkmamış, bize verine iki öğünü beraberce yiyerek geçirmiştik vaktimizi.
Aslında bir nevi terapi olmuştu. Fakat zihnimin bir köşesinde hep korkuyla yaşadım günlerimi. Ya Çağlar'a bir şey olduysa ve ben burada bu kadar rahatken o çoktan gittiyse?
Martina'nın günlüğünü okuduğumdan beri kaderim onunkine benzemesin diye dualar ediyordum. Sevdiğini kaybetmenin yükünü nasıl taşındığını düşündükçe kalbim ağrıyordu. Kilitli olmayan tek pencereden görünen denize ve karşıdaki küçük kara parçalarına bakarak yalnızca onu düşünüyor ve güzel günler göreceğimizi hayal ediyordum. Çünkü annem bana bu güveni vermişti.
Günler sonra gözlerimi üçüncü kez mide bulantısı ile açıyordum. Yaptığım o gemi yolculuğundan sonra kendime gelemiyordum nedense. Kusmaktan nefret eden biri için özellikle zulüm oluyordu tüm bunlar.
Tuvaletten çıkıp yeniden pencerenin önüne geldiğimde annem hala uyuyordu ve günler sonra ilk kez kapımız sertçe açılmıştı. Bu saatlerde, güneşin henüz doğmaya başladığı vakitlerde kimse gelmezdi odaya.
İçeri doluşan adamların hemen bitişiğinde Adrian vardı elbette. Takım elbise değil de resmi bir tören kıyafeti giyiyor gibiydi fakat oldukça öfkeli görünüyordu. Annem kapı sesine doğruca uyanmış ve "Ne oluyor burada!" diyerek kalkmıştı bile.
Adrian, tek hedefi benmişim gibi doğruca üzerime gelerek boğazıma yapmıştı. Gözleri kıp kırmızı, sanki kuduz bir köpek gibi görünüyordu. "Bir defa soracağım ve bana doğruyu söylemezsen ellerimle boğarım seni!" Önce boğazım yanmaya başladı ardından da gözlerimin önüne siyah bir perde çekildi. "Zafer yaşıyor mu?"
Bana cevap verecek güç bırakmamıştı. Dudaklarımdan "Hayır." kelimesi öyle güç çıkmıştı ki duyduğundan emin değildim. Kulağıma doğru "Doğru söyle!" diye bağırdı bu defa. Parmakları hafiflemiş ve ben cevap veremeden öksürmeye başlamıştım. Güçlükle aldığım nefesler arasında "Hayır, hayır." diyebildim yalnızca. Fakat boğazımdaki parmaklar yeniden sıkılaşıyordu.
Gözlerimin önüne inen perde bu defa zihnime de inmiş olacak ki artık sesler de duyulamaz bir hal almıştı.
***
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım lütfen :)))
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.92k Okunma |
291 Oy |
0 Takip |
29 Bölümlü Kitap |