42. Bölüm

10. Bölüm_1. Part

Roman diyarı1
zozanli

Gecikme için kusura bakmayın🙏🙏

Keyifli okumalar 💞

On gün sonra...

Havin'den

İnsan bazen en sevdiği şeyin, en çok canını acıtacağını öğrendiğinde büyüyordu aslında; hem de sessizce, kimse fark etmeden... Ne bir haykırış, ne de bir gözyaşı dökmeden. İçinde sustuklarınla boğularak...

Yıllarca içimde büyüttüğüm o sevda, bana bir tek şey öğretmişti: Bazı insanlar, dualarına dahil olur da kaderine yazılmazmış. Ben onun gözlerinin içindeki o ışığa, suskunluğuna, öfkesine bile bağlanmıştım belki... Ama o, benim sevgime hiç bakmamıştı. Onu hep uzaktan sevmiştim, hep içimden... Belki bir gün fark eder umuduyla, belki bir gün dönüp bana da bakar diye. Ama o bir kez dönüp bakmamıştı bile...

Yaman Ali... Adını içimden her geçirdiğimde bile kalbim titrerken, onu başkasının yanında, hem de en yakın arkadaşımın yanında görmek... Bu acının tarifi yoktu. İçimde büyüttüğüm hayaller, tek tek kırılıp dökülürken ben hiçbirine tutunamamıştım. Bazen geceleri gözyaşlarım yastığıma değil de içime akıyormuş gibi hissediyordum; kimse görmüyordu ama ben içimde paramparça oluyordum.

Onu ilk gördüğüm andan beri, içimde ona ait bir yer vardı ve o, o yeri fark etmemişti bile...

Ne garip, değil mi? İnsan, kalbine sığdırdığı biriyle aynı masada oturur da, bir gün onun gözlerinin içine bile bakamayacak kadar yabancı hisseder kendini. Ben artık Yaman Ali için bir yabancı bile değildim ki...

Meyra ile ikisinin düğünlerinin üstünden tam on gün geçmişti. On koca gün... O on gün boyunca her sabah, gözlerimi kapattığım anda o sahne gözümün önünde canlanmıştı: Meyra'nın gözlerindeki o acı, Yaman Ali'nin dudaklarında yarım bir 'evet', benim içimde ise tamamlanmamış bir hikâye... O sahne zihnimden hiç silinmemişti. O gün orada, kalabalığın arasında gülümsemeye çalışırken içimden bin kez kırılmıştım. Herkes o gün onların evliliğini alkışlarken, ben içimden bir vedaya sessizce ağlamıştım.

Yaman Ali, başkasıyla, yani sevdiğini söylediği o kızla evlenmiş olsaydı, yine de bu kadar üzülür müydüm? Bilmiyorum... Belki de onun, en yakın arkadaşım, kardeşim dediğim Meyra'yla evlenmesi beni bu kadar üzmüştü.

"Yine kendini kapatmışsın buraya." Yaren'in koluma dokunmasıyla dalıp giden bakışlarımı ona çevirdim. Yüzümdeki yorgunluğu, gözlerimin ardındaki suskunluğu fark etmişti. "Buraya geldiğinden beri hep böylesin," dedi ve yanıma oturdu. Düğünün hemen ertesi sabahı, onlarla birlikte Midyat'a gelmiştim. O topraklar... Artık nefes alamadığım, her köşesinde içimi acıtan izler taşıyan o topraklar... Orada daha fazla kalamazdım. İçimdeki yükü biraz olsun hafifletmek umuduyla, annemin doğduğu yerlere, dedemlerin yanına sığınmıştım.

"Biliyorum, Meyra'nın yaşadıkları sana da ağır geldi. Onun senin için ne kadar kıymetli olduğunu hepimiz biliyoruz," dedi Yaren, omzuma uzattığı eliyle içimdeki kırıklığa dokunur gibi.

Ağır...

Aslında bundan sonrası benim için asıl ağır olan değil miydi? Bir yanda kalbimden söküp atamadığım adam... Diğer yanda, kardeşim gibi sevdiğim, her şeyden çok önemsediğim Meyra...
Şimdi onları yan yana görecek olmam, her gün aynı evde nefes aldıklarını bilmek, içimde kanayan o yaraya her gün yeniden dokunmayacak mıydı?

Ben bu acıyla nasıl baş edecektim? Onlara bakıp içimdeki fırtınayı nasıl susturacaktım? Hiç bilmiyordum...

"Evet, bir gün evlenip o eve gideceğini biliyorduk..." dedim sonunda, sesim boğuk çıkmıştı. "Ama böyle değil, Yaren... Böyle olmamalıydı..." Gözlerim nemlenmişti. Utandım. Yaren görmesin diye başımı yana çevirdim, camdan dışarı bakar gibi yaptım ama aslında içime bakıyordum. Kırık bir aynaydı o görüntü. Parçalanmış, dağılmış...

"Kalbinde Melih varken, Yam-" Yutkundum, devam etmek benim için o kadar zordu ki... Kelimeler ağzıma gelse de çıkarken yarım kalmıştı. O iki ismi aynı cümleye bile sığdıramıyordum. Yan yana getirmenin yükü göğsüme çökmüştü. "...onun abisiyle nasıl olacak?" dedim birkaç saniye sonra, sesim neredeyse fısıltı halinde çıkmıştı. Derin bir nefes aldım. "Söylesene Yaren... Bu, ikisine de büyük haksızlık değil mi?"

Yaren bir süre sustu. Gözlerime baktı, belki de içimi okumaya çalışıyordu.

"Evet... Haksızlık,"dedi sonunda. "Hem de büyük bir haksızlık. Ama kader... kader dediğimiz şey ne zaman bizden izin aldı ki?"derken yüzünde acı ve gülümseme karışımı bir ifade belirmişti. "Bak, hepimiz yıllarca Meyra'yı Melih ile düşünürken, Meyra'nın kaderi onu Melih'in abisine itti. Bu ikisi için de zor olacak ama alışacaklar... Zaman ikisini birbirine alıştıracak."

Yaren'in sözleriyle o an içimde tarif edemediğim bir acı oluşmuştu. "Yani... Alışacaklar mı birbirlerine?" dediğimde, gözümden bir yaş süzülüp yanağımdan aşağıya indi. "Zaman ikisini birbirine yakınlaştıracak mı diyorsun?" Sesim benden bağımsız titremişti.

Gerçekten de Meyra, her şeyi bilmesine rağmen alışır mıydı ona?
Hayır, hayır! Meyra, benim onu sevdiğimi bile bile ona yakın olmazdı...
Benim Meyra'm bana bunu yapmaz!

"Şöyle düşün: Aynı çatı altında, aynı odada, her gün yüz yüze... Alışmayıp da ne yapacaklar? Biliyorsun, insanlar yan yana zaman geçirdikçe birbirlerine alışırlar... Bir bakmışsın, onlar da birbirlerine alışmışlar," dedi içimi rahatlatmak istercesine.

Ama Yaren bilmiyordu ki, onun bu sözleri benim içimi daha da acıtıyordu.

Aramızda bir süre sessizlik oluştu. Yaren, bu sessizliği bozarak ayağa kalktı ve elini bana uzattı.

"Hadi, kalk. Biraz dışarı çıkıp gezelim, hava çok güzel. Hem yarın dönüyorsun... Kalan son gününü burada bir başına mı geçireceksin?" dedi, hafifçe gülümseyerek. Kafamı iki yana salladım. Çıkmak istemiyordum.

Evet, yarın boğazıma düğümlenen anıların, her bakışta canımı acıtan yüzlerin, daha başlamadan biten hikayemin ortasına geri dönüyordum...

"Hadi ama... Biz senin bu hallerine alışık değiliz, sen gittiğin her yere neşe saçardın her zaman,"dedi elimden tutup çekiştirmeye çalışarak.

Her ne kadar başta reddetmiş olsam da, Yaren'in ısrarlarına daha fazla karşı koyamamıştım. Önce sadece dışarı çıkar, biraz hava alırız sanmıştım ama yanılmıştım. Yaren, planını çoktan yapmış; Zelal ve Diyar'ı da çağırıp bizi küçük bir gezintiye çıkarmıştı.

Kısa bir araba yolculuğundan sonra Yaren'in bizi getirmek istediği yere varmıştık. Arabadan indiğim gibi karşımda uzanan manzaraya dakikalarca bakakalmıştım. Bir süre sonra Yaren'in "Hadi, şuraya oturalım," demesiyle kafamı usulca onlara çevirdim. Yaren'in gösterdiği yere Diyar ve Yaren önde ilerlerken, Zelal ve ben de bir iki adım gerisinden gidiyorduk.

Bahçenin içinden geçip ahşap köprüyü aştığımızda, karşımıza bambaşka bir dünya çıkmıştı sanki. Buz gibi akan, berraklığıyla göz kamaştıran bir dere, iki yakasına kurulmuş sedirlerle çevrelenmişti. Suyun üstüne uzanan tahta iskelelerin üzerine yerleştirilmiş rengârenk minderler, halılar ve kilimler sanki insanı oturup saatlerce o suyun serinliğini dinlemeye çağırıyordu. Yukarıdan sarkan ağaç dalları dereyi adeta bir tünel gibi gölgeliyor, güneşin ışıkları suya vurdukça kristal gibi parlayan dalgalar kıpır kıpır dans ediyordu. Kenarda oturan birkaç aile, çocukların suya taş atışlarına gülüyor; bazılarının sesi dereyle birlikte yankılanıyordu. Mis gibi ıslak toprak ve yaprak kokusu içime dolduğunda, buranın sıradan bir mesire yeri değil, insana huzuru unutturmayan saklı bir cennet olduğunu düşündüm.

Geçip oturduktan kısa bir süre sonra önümüze atıştırmalıklar birlikte semaver gelmişti. İnce belli bardaklara dökülen çayın buharı, dere kenarındaki serinlikle buluşunca havaya karışan o keskin koku içimi ısıttı. Bir yandan suyun şırıltısı, diğer yandan kuş sesleri eşlik ediyordu bize. Yaren heyecanla herkesin bardağını doldururken, Zelal kahkahalarla ona takılıyor, Diyar ise elindeki kamerayla etrafı çekiyordu.

Zelal'in önüme koyduğu çay bardağını parmaklarımın arasına alırken bakışlarımı akıp giden suya çevirdim. Su akıyor kendi yolunu buluyordu. Keşke içimdeki sevda da bu deredeki su gibi akıp gitseydi! Ama gitmiyordu... Sanki yüreğime hapsolmuş gibi bırakmıyordu beni. Kalbim, onun benim için imkansız olduğunun bilincindeyken, neden ısrarla onu istiyordu ki?

Nereye baksam, nereye gitsem, her yüzde sanki onu görüyor oluyordum. İçimdeki acı o kadar büyümüştü ki... Ne anlatabiliyor ne ağlayabiliyordum. Hem böyle bir şeyi nasıl anlatabilirdim ki? İçimi döktüğüm bir Meyra vardı. O da artık yoktu. Bundan sonra içimi Meyra'ya da dökemezdim ki...

"Havin!" Diyar'ın koluma dokunmasıyla dalgın bakışlarımı ona çevirdim.

"Kaç defadır sana sesleniyorum, nereye daldın öyle?"dediğinde, 'yok bir şey' der gibi omuz silktim.
Bana seslendiğini duymayacak kadar kendimden geçmiştim.

"Sen şimdi sahiden yarın gidecek misin?" Diyar'ın sorusuyla kafamı tekrar sallayıp elimdeki bardağı dudaklarıma götürerek bir yudum aldım. Gidecektim. Evimi, yuvamı özlemiştim, en çok da Meyra'yı...

"Biraz daha kalsan olmaz mı?"diye sözlerine devam edince Diyar, daha cevap veremeden Zelal araya girdi. "Biz çok ısrar ettik ama hanımefendiye bir türlü kabul ettiremedik."

"Kalmak isterdim ama olmaz... Belki başka bir zaman,"dedim. Aslında bir yanım buradan hiç gitmek istemiyordu. Ama aklımda sürekli Meyra vardı. Buraya geldiğimden beri onunla hiç konuşmamıştık. Ne o beni arayabilmişti ne de ben...

"Ama böyle olmadı ki... Her zaman geldiğinizde daha çok kalırdınız ve daha çok gezerdik. Sen bize neredeyse bütün Mardin'i gezdirtiyordun. Bu sefer hiç bir şey yapamadık ki..."dedi Diyar ve ardından Yaren ve Zelal'e dönerek, "Haksız mıyım kızlar?"diye sordu.

"Haklısın. Fakat demin dediğin gibi her zaman geldiklerinde yanında Meyra da vardı. Aslında Meyra olmadan bu kadar kalması bile şaşırtıcı. O Meyra olmadan yapamaz ki!"dedi Yaren bana doğru kısa bir bakış atarken. Evet, haklıydı. Ben Meyra'sız hiç bir zaman buralara gelmemiştim, bu ilk olmuştu.
Biz bu şehir de o kadar hayal kurmuştuk ki... Benim hayallerimde Yaman, onun hayallerinde ise Melih vardı. Bir gün, ben sevdiğim adamla, o sevdiği adamla bu şehrin sokaklarında el ele dolaşmayı hayal etmiştik.

Ne acı değil mi? Meyra'nın benim sevdiğim adamla evlenmek zorunda kalması ya da sevdiği adamın abisiyle...

Hem, kim bilebilirdi ki bunun böyle olacağını?

"O zaman şimdilik dönmene gerek yok ki... Meyra zaten bir iki gün sonra Mardin'e gelecektir. Sen dönsen bile onu göremeyeceksin... O yüzden bir kaç gün daha kalabilirsin bence,"dediğinde Diyar, üçümüz birden ona dönmüştük.

"Ne!!?" Nasıl yani? Meyra buraya mı gelecek? İyi de ama neden?

"Nasıl yani, Meyra Mardin'e mi geliyor gerçekten?"dedi Zelal, şaşkınca. Biz de en az onun kadar şaşırmıştık.

"Evet. Yani düğüne gelir diye düşünüyorum..."

"Kimin düğünü?" Üçümüz aynı anda aynı soruyu sormuştuk.

"Seyitoğulların düğünü... Siz hiç duymadınız mı? Günlerdir herkes onların düğününü konuşuyor. Eşref Seyitoğlunun oğlu evleniyormuş..."deyince Diyar, kaşlarım daha da çatılmıştı.

"Seyitoğulları kim? Ve Seyitoğullar ile Meyra ne alaka?"diye sordum, yüzümdeki şaşkınlık ifadesiyle. Seyitoğulların kim oldukları, Meyra'nın neden onların düğününe katılacağı ile ilgili hiçbir fikrim yoktu.

"Eşref Seyitoğlu, Yaman Ali'nin dedesi ya..."dediğinde, kelimeler adeta havada asılı kaldı. Yüzümde o an şaşkınlıkla karışık donuk bir ifade belirmişti. Yaman Ali'nin dedesi mi? Yaman Ali'nin anne tarafının da köklü bir aile olduklarını biliyorduk. Bunu Helin'den defalarca kez duymuştuk; anne tarafının ne kadar varlıklı ve köklü olduklarını, sadece kim olduklarını bilmiyorduk.

"Keşke bizde düğüne katılabilseydik. En azından Meyra'yı görmüş olurduk. Ama bizimkiler, o ailenin hiçbir düğününe katılmamıza izin vermiyorlar ki... Oysa onlar herkesi düğünlerine davet ediyorlar; varlıklı ya da mütevazı farketmeksizin. Bütün halk o düğüne katılacakken biz neden katılamıyoruz anlamıyorum vallah,"dedi Zelal düşüncelerimi bölerek.

"Neden? Yani dedemler o ailenin düğünlerine katılmanıza neden izin vermiyorlar ki?"diye sordum. Herkes katılıyorsa neden onlar katılmıyorlardı ki?

"Bilmiyoruz. Bize bu güne kadar sadece o aileden uzak durmamız gerektiği söylendi."dediğinde Diyar, yüzüne anlamsızca baktım.

"İyi de neden? Bunun bir nedeni olmalı."

"Bilmiyorum."dedi omuz silkerek.

Kafam karışmıştı. Dedemlerin Seyitoğlu ailesiyle ne gibi bir sıkıntısı olabilirdi ki? Dedemler kendi halinde, küçük, sıradan, gösterişsiz bir aileydi. Onların dedemlerle ne gibi bir ilgisi olabilir ki?

****************

Üzerime çöken ağırlıktan dolayı akşam yemeğinden hemen sonra odama çekilmiştim. Sanki bütün Midyat'ı baştan başa gezmişiz gibi bedenime tarifsiz bir yorgunluk sinmişti. Ayaklarım zonkluyor, göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Aslında beni yoran şey gezmekten ziyade, kafamın içinde boğuşan düşüncelerdi.

Günlerdir kafamın içindeki düşünceleri silmek isterken, şimdi de başka düşünceler beynimi kemirmeye başlamıştı. Diyar'ın orada söyledikleri kafamı bulandırmıştı. Dedemin, yıllar önce Seyitoğulların yanında çalıştığını, sonra her ne olmuşsa oradan ayrıldıklarını ve bir daha değil onlarla yan yana gelmek, adlarını bile anmadıklarını söylemişti Diyar.

Ama neden? Aralarında ne geçmişti de dedem onların adlarını bile anmıyordu?

Bir dakika ya! Selma Hanım, Seyitoğlu ailesinin kızıysa, dedemler de orada çalışmışlarsa, o zaman annem ve teyzem Selma Hanım'ı çok önceden tanıyorlardı.

Peki, annem ve teyzem bize bundan neden hiç bahsetmemişlerdi? Neden Selma Hanım'ı daha önceden tanıdıklarından hiç söz etmemişlerdi?

Neden bilmiyorum ama burnuma kötü kötü kokular geliyor.

Telefonumun sesiyle girdiğim düşüncelerden bir anda sıyrılmıştım. Kafamın içindeki düşüncelerden arınmak istercesine ellerimle yüzümü sıvazlayıp, parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim. Her şey neden bu kadar zordu ki?
Telefonu elime alıp ekrana baktığımda Helin'in ismini görmemle duraksayıp birkaç saniyeliğine gözlerimi yumdum. Günler sonra onun sesini duymak bana iyi gelecekti biliyordum ama kendimi şu an onunla konuşmaya hazır hissetmiyordum.

Peki onlardan daha ne kadar kaçabilirdim?

Yarın oraya döndüğümde Helin'den kaçabilmek mümkün olabilecek miydi? Peki ya Meyra?

Ekran tam sönecekken, telefonu açıp kulağıma götürdüm. Lakin ne ben konuşabildim ne de o... Aramızda birkaç saniye sessizlik oluştu.

"Artık açmayacaksın sanmıştım." Sessizliği ilk bozan Helin oldu.

"Senden kaçmak ne mümkün..."dedim gülmeye yakın bir tonla. "Şimdi açmasaydım eminim ki, sen buraya kadar gelme zahmetinde bulunurdun." Amacım, her ne kadar bana inanmasa da ona takılıp, içinde olduğum durumu ona çaktırmamaya çalışmaktı. Sesimi olduğundan neşeli çıkarmaya çalışsam da, içimdeki ağırlığı saklamak kolay değildi.

Helin'in karşıdan gülümsediğini hissettim.

"Nasılsın canım?"dedi birkaç saniye sonra.

Sahi, nasıldım? Sanki üzerime çöken görünmez bir enkazın altında nefes almaya çalışan, her şeyini yitirmiş ama hâlâ hayatta kalmaya mecbur bırakılmış biri gibiydim.

"İyiyim..."diye bildim sadece, içimdekilerin aksine. İyiyim demek ayakta durmamın tek yoluydu.

Aramızda boğucu bir sessizlik oluşmaya başlamıştı o an. Sadece nefes alışverişlerimiz yankılanıyordu.
İki dudağımın arasından çıkan 'iyiyim' kelimesi ile aslında iyi olmadığımı, öyle görünmek için çabaladığımı biliyordu.

"Siz nasılsınız?"dedim, aramızdaki o kasvetli havayı dağıtmak istercesine. Gözlerim dolmuş ama sesimin titrememesi için derin bir nefes almıştım.

Onun da karşıdan derin bir nefes aldığını duydum.

"İyiyiz..."dediğini işittim saniyeler sonra. "Her şey bıraktığın gibi..."

Her şey bıraktığım gibi! Aynı acı, aynı kırgınlık, aynı sessizlik. Zaman sanki orada donup kalmış gibi..

"Meyra..."deyip duraksadım kısa bir an. "Ona iyi bak Helin. Onun şimdi en çok yanında olmana ihtiyacı var,"dedim. Meyra'nın şu an kafasını yaslayıp, göz yaşlarını akıtacak bir omuza ihtiyacı vardı ve bunu şu an yapabilecek tek kişi de Helin'di.

"Konuşmuyor ki benimle. Kaç defa denedim ama her defasında sessiz kalmayı tercih etti. Kimseyle konuşmuyor, her şeyi içine atıyor,"derken sesi titremişti Helin'in. "Havin, ben artık onun için endişeleniyorum..."

Helin'in sesi söylediği cümlelerle titrerken, benim de içim titremişti. Meyra'nın bu günlerden kolay kolay geçemeyeceğini elbette biliyordum. Ama bu cümleleri ondan duymak, kırık kalbimin parçalarını daha da küçültüp dağıtmıştı.

Ne Helin ne de ben bir kelime daha edebilmiştik. Telefonu kapatıp bir köşeye bıraktığımda, içinde olduğum odayı derin ve ağır bir sessizlik sarmıştı. Sessizlik büyüdükçe, sanki içimdeki acılar konuşuyor, bastırmaya çalıştıkça da çoğalıyordu.

Keşke şu an Meyra'nın yanında olabilseydim; elini tutup ona güç verebilseydim. Nasıl ben onun yokluğunda ona daha çok ihtiyaç duymuşsam, şimdi onun da bana ihtiyaç duyduğunu derinden hissediyordum.

Ama asıl canımı acıtan şey neydi, biliyor musunuz? Ne ben onun yanında olup acısını omuzlayabiliyordum, ne de o benim yanımda olup kalbimdeki yaraları sarabiliyordu. İkimiz de ayrı yerlerde, kendi sessizliğimize gömülmüş, birbirimize en çok ihtiyaç duyduğumuz anda birbirimizden en uzak noktada kalmıştık.

Oysa biz, birbirimizin yükünü hafifleten, birbirimizin gölgesinde serinleyen iki dost, iki dosttan da öte kardeştik. Ama şimdi sanki aramızda görünmez bir duvar vardı; ne kadar uzansak da ellerimiz birbirine değmiyordu. Ve ben, her geçen gün bu çaresizliği iliklerime kadar hissediyordum.

***************

Başımda uğuldayan ağrıyla elim, refleksle komodinin üzerindeki telefona uzandı. Gözlerimi hafif aralayıp ekrana baktım; daha sabahın erken saatleriydi. Dün gece nasıl yatağa geçtim, ne ara uykuya daldım hiçbir fikrim yoktu. Güneşin perdelerin arasından sızan ışıkları odayı yavaş yavaş aydınlatıyor, loş havayı dağıtıyordu. Dağınık yastıklar, üzerime yarım yamalak örtülmüş yorgan ve ağır bir sessizlik, geceden kalma yorgunluğumu hâlâ hissettiriyordu.

Sabahın erken saatleri olmasına rağmen mutfaktan gelen sesleri duyabiliyordum. Yengem kalkmıştı sanırım. Dönüş biletim sabah saatlerinde olduğu için kahvaltıyı erkenden hazırlamak istemiş olmalıydı.

Yatakta sırt üstü uzanıp bir süre gözlerimi tavana diktim. Başımın içindeki uğultu susmuyordu, ama kendimi toparlamam gerektiğini biliyordum. Derin bir nefes alıp doğruldum, kalkar kalkmaz saçlarımı gelişigüzel toparladım. Yatağın dağınık hâline gözüm takılınca, çarşafları düzelttim, yastıkları yerine koydum. Ardından ağır adımlarla banyoya geçtim.

Musluğu açıp avuçlarıma doldurduğum suyu yüzüme çarptığımda, soğuk damlaların tenimde bıraktığı serinlik bedenimdeki uyuşukluğu biraz olsun dağıtmıştı. Aynaya baktığımda gözlerimin altındaki morluklar ve yorgunluk izleri hemen göze çarpıyordu. Birkaç saniye boyunca kendime bakakaldım; sanki karşımda ben değil de benden daha yorgun, daha suskun birini görüyordum.

Banyodaki işimi halledip giyindikten sonra mutfağa, yengemin yanına geçmiştim. Benden sonra ev halkı da birer birer kalkmıştı. Yengem ve Yaren ile birlikte kahvaltı kurduktan sonra kahvaltıya başlamıştık; diğer günlere nazaran daha sessiz geçen bir kahvaltı olmuştu.

Kahvaltı faslı bittikten sonra herkesle tek tek vedalaşıp, ardından dayımla beraber taksiye binmiştik. Aslında tek gitmek istemiştim, ama dayım ısrarla beni otogara kadar uğurlayacağını söylemiş, kararından dönmem için hiçbir çabam sonuç vermemişti.

Otogara vardığımızda, dayıma sıkıca sarıldım. Artık gitme vaktim gelmişti. Dayımdan ayrılıp ağır adımlarla beni bekleyen otobüse doğru yürüdüm.
Yerime geçip oturduktan kısa bir süre sonra otobüs hareket etmeye başlamıştı.

Gözlerimi kapatıp kafamı geriye yasladım.

Yaklaşık altı buçuk saatin sonunda nihayet yolculuğun sonuna gelmiştik. Yorgun bedenim otura otura daha çok yorulmuştu. Otobüsten inip valizimi aldıktan sonra, beni almak için gelen abimin yanına doğru ilerledim.

"Hoş geldin, güzelim," dedi abim, beni kendine çekip saçlarımın üzerinde öptükten sonra.

"Hoş buldum, abi," deyip, onun sarılışına karşılık verdim.

Abim elimden valizi aldıktan sonra arabaya geçmiştik. Araba hareket ettikten kısa bir süre sonra camı sonuna kadar indirip havanın yüzüme çarpmasını sağladım. Havanın çıkardığı uğultu, motorun derin sesiyle karıştığında içimde garip bir dinginlik oluşturmaya başlamıştı.

"Ee, yolculuk nasıldı?" Abimin sesiyle bakışlarımı ona doğru çevirdim. "Suskunluğuna bakılırsa yolculuk bayağı yormuş seni,"dedi bir an gözünü yoldan alıp bana bakarken.

"Evet, biraz yorucu geçti,"dedim kısık bir sesle.

Yol boyunca abim dedemlerle ilgili türlü türlü sorular sormuştu; orada keyifli vakit geçirip geçirmediğimden, kendimi nasıl hissettiğime kadar... Ama ben, hepsine kısa cevaplar vererek geçiştirmistim. Konuşmak değil de, sadece camdan dışarıya bakmak istiyordum.

Eve vardığımızda bu kez annem aynı sorularla karşıma çıkmıştı. Dedemleri sormuş, nasıl olduklarını öğrenmek istemişti. Ona da aynı şekilde kısa yanıtlar vermiş, ardından hiç oyalanmadan odama geçmiştim.

Yorgundum; şu an yapmak istediğim tek şey ılık bir duş alıp, üzerime rahat bir şeyler geçirmekti.
Pencereden süzülen gün batımı, odanın duvarlarını turuncuya boyuyordu. İçimdeki yorgunlukla birleşince manzara neredeyse rüya gibi geliyordu. Birkaç saatliğine de olsa uyumak, bütün bu ağırlığı susturmanın tek yolu gibiydi.

Kısa bir duş alıp odama geçtiğimde hafif bir ferahlık hissetmiştim. Yorgunluğum tamamen kaybolmamıştı ama üzerimdeki ağırlık biraz olsun hafiflemişti. Pencereyi araladım; gün batımının son renkleri gökyüzüne yayılmıştı. Dışarıda tatlı bir esinti vardı. Derin bir nefes alıp gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım.

Birkaç saniye sonra yatağa uzandığımda gözlerim hızla ağırlaşmıştı. Ne düşünmek istemiştim ne de konuşmak... Sadece suskunluğun içinde kaybolmak. Gözlerimi kapatırken dışarıdan gelen sesleri ve rüzgârın perdeyi hafifçe dalgalandırması, uykuya geçişimi kolaylaştırdı.

Bir süre sonra düşüncelerim bulanıklaştı ve günün ağırlığına yenik düşerek derin bir uykuya daldım.

Birinin kolumu hafifçe dürtmesiyle gözlerimi araladım. Uykunun ağırlığı hâlâ üzerimdeydi; kirpiklerim birbirine yapışmış gibi açılıyordu. Karşımda annemi gördüm.

"Hadi kızım, kalk. Yemek hazır, " dedi yumuşak bir sesle. Kafamı sallayıp yerimden doğrulduğumda, annem odadan çıkmıştı; odada oyalanmayayım diye de kapıyı kapatmamıştı.

Yerimden kalkıp sessizce mutfağa yöneldim; masaya bütün yemekler özenle kurulmuş, herkes yerini çoktan almış gibi yemeğe başlamıştı. Yerime geçip sessizce onlara katıldım.

Herkes yemek eşliğinde sohbet ederken ben elimdeki kaşıkla tabağımdaki yemeği öylesine karıştıyordum. Yengemin koluma dokunmasıyla bakışlarım bir an onu buldu. Kaşlarıyla önümdeki tabağı gösterip neden yemediğimi sorduğunda omuz silktim. Aç hissetmiyordum. Ama yine de kimse neden yemediğimi sormasın diye birkaç lokma da olsa kendimi yemeye zorladım.

Yemekti, çaydı derken nihayet bitmiş, nefes almak için kendimi bahçeye atmıştım. Salıncağın üzerine oturmuş, ayaklarımı kendime çekmiş bir şekilde gökyüzünü izliyordum. Akşamın serinliği içimi titretiyor, yıldızlar sessizliğe eşlik eder gibi birer birey ortaya çıkıyordu.

Bir süre sonra kafamı dizlerime yaslayıp, bakışlarımı toprağa düşürdüm; gözlerim hiçbir şeye odaklanmıyor, sadece dalgınlığımın içinde kayboluyordu. Bahçenin sessizliğinde, Midyat'ta zihnimi kurcalayan o sorular yeniden kulağımda yankılanmaya başlıyordu. Dedem neden Seyitoğlu ailesi ile görüşülmesini istemiyordu? Annem ve teyzem neden Selma Hanım'ı daha önceden tanıdıklarını gizleme gereği duymuşlardı? Dahası, neden birbirlerinden hiç haz etmiyorlardı? Özellikle de Selma Hanım ve teyzem...

Salıncağın hafif yana savrulmasından, yanıma birinin oturduğunu anlamıştım. Kafamı dizlerimden kaldırmasam da, yanıma oturanın annem olduğunu anlamıştım. O da sessizliğime ortak olmayı seçti.

"Sen, teyzem ve Selma Hanım..."dedim kısa bir süre sonra, ardından duraksadım. Annemin bakışlarının şu an bana çevrildiğini hissediyordum.

"Size bakınca beraber büyüdüğünüz hiç de anlaşılmıyor, anne," deyip bakışlarımı ona çevirdim. Yüzündeki ifade birden değişti. Sanki sözlerim, hiç beklemediği bir yerden dokunmuştu ona. Önce gözleri irkildi; şaşkınlıkla açıldı, sonra hızlıca toparlanmaya çalışır gibi hafifçe kısıldı. Kaşlarının arasına yerleşen o belirsiz çizgi, düşüncelerinin aniden karıştığını ele veriyordu.

"Neden anne? Neden Selma Hanım'ı çok önceden tanıdığınızı söylemediniz? Ne sen, ne de teyzem..."

Annem bir anda bakışlarını benden kaçırdı; gözlerini yere indirip parmakları birbirine kenetledi. "Bu da nereden çıktı şimdi?"dedi birkaç saniye sonra, üzerindeki şaşkınlığı atmak istercesine. "Nereden duydun bunu? Sana bunu kim söyledi?" Sesini düz tutmaya çalışsa da, içindeki telaş yüzünden okunuyordu.

"Nereden veya kimden duyduğumun bir önemi var mı?"

"Nereden, kimden ne duydun bilmiyorum ama yok öyle bir şey, "deyip ayaklandı. "Geç oldu. Sen de yorgunsun, içeri geçip yat artık."dedi ve kaçarcasına benden uzaklaştı. Bakışlarım annemin arkasından kala kalmıştı. Bir şeyler sakladığı o kadar belli oluyordu ki...

O zaman dedemin önceden Seyitoğlu ailesinin yanında çalıştığı da mı yalandı?

Kendi kendime düşünürken kafamı iki yana salladım. Annemlerin sakladığı o şey her neyse bunu mutlaka öğrenecektim...

Ertesi gün

Saat iki sularıydı. Aynanın karşısına geçmiş, solgun yüzüme biraz renk vermeye çalışıyordum. Göz altlarımda uykusuzluğun bıraktığı gölgeler hâlâ yerli yerindeydi; ne kadar gizlemeye çalışsam da... Ama Meyra'nın artık beni böyle, üzgün ve dağınık görmesini istemiyordum.

Dün gece boyunca yatakta dönüp durmuştum. Onu görmeye hazır mıyım diye defalarca düşünmüştüm. Çünkü Meyra artık eski Meyra değildi; Yaman Ali'nin karısıydı.

İçimde iki ayrı ses birbirine karışıyordu. Bir yanım özlemin dayanılmaz ağırlığını taşırken, diğer yanım karşılaşmanın beraberinde getireceği hüzünü ya da onu Yaman Ali ile birlikte görmenin acısını yaşıyordu... Aslında asıl kaçmak istediğim o sahneydi; Yaman Ali ve Meyra'yı yan yana görmek. Onları yeniden görmek, tüm yaralarımı bir kez daha kanatacaktı, bunu çok iyi biliyordum.

Aynadaki yansımama uzun uzun baktım. Dudaklarımda beliren o zayıf gülümseme, aslında içimdeki çelişkilerin bir maskesiydi. Belki hazır değildim, ama biliyordum; ondan kaçmak, kendimden kaçmaktan farksızdı.

Tamamen hazırlandıktan sonra derin bir nefes alıp ayaklandım. Günler sonra Meyra'yı görmek hem içimdeki özlemi bitirecekti, hem de içimdeki acıyı tekrar alevlendirecekti...

Son kez aynadan kendime baktıktan sonra çantamı alıp odadan çıktım. Annem ve yengemlerin sesi koridora kadar taşarken, seslerini ardımda bırakıp çıktım.

Yarım saat kadar sonra, taksi konağın önünde durduğunda derin bir nefes alıp indim. Adımlarım olduğundan daha yavaş ilerlerken bakışlarım önümde duran evi bulmuştu. Uzun uzun baktım. Oysa ne hayaller kurmuştum... Ama bunun sadece hayalde kalacağını, o hayallerin bir gün canımı yakacağını bilemezdim ki...

"Buyrun, kime bakmıştınız?" Kapıda duran güvenlikçinin sesiyle kendime geldim.

"Meyra için gelmiştim," dedim hafif boğazımı temizledikten hemen sonra. Güvenlikçi bakışlarını üzerimde gezdirirken, "Kuzeniyim. Onu görmeye geldim,"dedim. Kafasını yavaşça sallayıp uzaklaştı.
Saniyeler sonra kapı açıldığında adımlarımı eve doğru ilerlettim. Buraya bu ikinci gelişimdi.

Bakışlarım bir an terasta, ellerini göğsünde birleştirmiş Selma Hanım'a kaydı. Kaşları çatık, sanki görmekten en haz etmediği birini görmüş gibi bana bakıyordu. İçimde tuhaf bir huzursuzluk belirdi; bakışlarımı hemen indirip zile bastım. Daha fazla onun o bakışlarına maruz kalmak istemiyordum.

Birkaç saniyenin ardından kapı açıldı. Bakışlarım bu kez Esra'yı buldu; Helin'in ablasını. Esra, ilk bakışta bile annesini anımsatıyordu. Helin'in yumuşak ve sıcak hâllerinin aksine Esra'da daha sert, daha mesafeli bir hava vardı. Helin'in aksine annesinin izlerini taşıyordu. Daha kapının eşiğinde bile onun Selma Hanım'ın kızı olduğu o kadar belli oluyordu ki...

"Hayırdır, ne istiyorsun? Helin için geldiysen evde yok," dedi, bana üstten bir bakış atarken. Sözlerinin soğukluğu öyle belirgindi ki... Oysa buraya ne için geldiğimi benden daha iyi biliyordu. Zaten Helin için hiç buraya gelmemiştik; hep dışarıda buluşurduk.

"Meyra’yı göreceğim," dedim, bakışlarımı arkasından içeri kaydırmaya çalışarak.

Önüme geçip görüş alanımı kapattı. "Göremezsin!"
Sesi bu kez daha sert, daha keskindi.

Sakin kalmaya çalıştım. Bu kadın benim sinirlerimle oynuyordu. İçimde kabaran öfkeyi bastırıp dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Ne duruyorsun hâlâ?" diye üsteledi.

"Meyra'yı göreceğim dedim! Ya Meyra'yı çağır, ya da çekil önümden!"dedim. Sesim benden bağımsız yüksek çıkmıştı.

Bir adım öne çıktı. Eli hâlâ kapının üzerindeydi. "Seni yaka paça buradan attırmamı istemiyorsan, çık git buradan!"dedi dişlerinin arasından. "Ve bir daha da gelme!" Bir anda kapıyı suratıma çarpar gibi yüzüme kapattı. Kapı öyle bir hızla kapanmıştı ki, yüzüme çarpan rüzgârı bile hissettim. Tok sesi, sanki göğsümün ortasında patlamış gibi yankılandı. Bir an olduğum yerde donup kaldım. Avuçlarım istemsizce yumruk olmuştu; tırnaklarımın avuç içime battığını hissediyordum.

Adımlarımı konağın kapısından hızla uzaklaştırırken dişlerimin arasından söylemeye başladım.

"İnsan kılığına girmiş şeytan! Sanki eve girsem yiyeceğim onları! Bu ne kibirdir, anlamıyorum ki!" Öyle öfkeliydim ki, sanki ayaklarım yeri dövüyor gibiydi.

"Anası kılıklı, ne olacak! Annesinden ne olmuş ki, o iblisten ne olsun! Cehennem zebanisi!"

Her kelimeyle içimdeki öfke daha da büyüyor, göğsümde kaynayan ateş dışarı taşmaya çalışıyordu. Tam o sırada önüme gelen adama çarpmamak için duraksadım. Yolu ona vermek için sağa yöneldim, o da sağa kaydı. Sola adım attım, o da önümde aynı hareketi yaptı. Ne yapmaya çalıştığını anlamadım. Geçmesi için yana kaydım fakat adam geçmek yerine bakışlarını bana dikmişti.

"Ne dikiliyorsun, geçsene kardeşim!!"dedim öfkeyle. Öfkemin üzerine bir de bu adam çıkınca, içimdeki sabır tamamen taşmıştı.

Adam hâlâ bakışlarını benden ayırmamıştı. Sessizliğiyle, duruşuyla, önümde bir engel gibi duruyordu.

"Ne bakıyorsun öyle aval aval! Ya geç, ya da çekil önümden!"dedim.

Adam hâlâ yerinde duruyor, bakışlarını benden ayırmıyordu. İçimdeki öfke doruğa ulaşmıştı; sabrım taşmış, ellerim istemsizce gerilmişti.

"Çekil ya!" diyerek elimin tersiyle onu sertçe itip yanından geçtim.

Bahçe kapısına yaklaşırken adımlarım birden durdu. Orada, beklemediğim bir şekilde, tam önümde Yaman Ali duruyordu.

Gözlerim istemsizce ona kilitlendi; kalbim göğsümde çarpıyor, nefesim kesiliyordu. Bir an tüm öfkem, tüm cesaretim yerini tedirginliğe bırakmıştı

Bölüm : 25.09.2025 19:19 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...