44. Bölüm

10. Bölüm_Part 3

Roman diyarı1
zozanli

Arkadaşlar çok az oy ve yorum geliyor. Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın!!!

En az 50 oy, 30 yorum bekliyorum...

Keyifli okumalar 💞

 

Kahvaltı faslı bittikten sonra, gün boyu konakta hummalı bir hazırlık başlamıştı. Avludan gelen sesler hiç dinmemiş; sabahın erken saatlerinden itibaren kadınların telaşlı adımları, tepsilerin metal sesi, erkeklerin birbiri ardına yükselen konuşmaları birbirine karışmıştı. Her köşede ayrı bir koşuşturma, ayrı bir heyecan vardı. Kimi mutfakta tepsi taşırken, kimi avluda masa düzenliyordu. Havanın sıcaklığıyla birleşen telaş, konaktaki herkesin yüzüne aynı yorgun ama neşeli ifadeyi bırakmıştı.

Eşref Seyitoğlu'nun akrabaları birer birer gelmiş, konak kısa sürede kalabalıklaşmıştı. Avlu neredeyse tamamen dolmuştu. Çocuklar bir köşede koşturuyor, yaşlılar gölgede oturup olup biteni izliyor, genç kızlar birbirlerinin kıyafetlerini süzerek kendi aralarında fısıldaşıyordu.

Güneş yavaş yavaş dağın arkasına inmeye başladığında, artık kına vakti yaklaşmıştı. Konaktaki bütün kadınlar üst katlarda, odaların içinde son hazırlıklarını yapmaya koyulmuştu. Biraz sonra kına töreni için kız tarafına gidilecekti.

Meyra ve Helin, Meyra'ların kaldığı odada hazırlanmaya başlamışlardı. Son hazırlıklarını da bitiren ikili artık çıkmak için hazırlardı. Helin, odanın ortasında sessizce dönüp aynaya baktı. Üzerine geçirdiği siyah kıras fistan, loş ışığın altında gümüş gibi parlıyordu. Kollarından dökülen tül pelerinler, narin bir zarafetle yere süzülüyordu.
Belindeki geniş altın kemer, hem kıyafetin ağırlığını taşıyor hem de Helin'in ince belini vurguluyordu.


(Helin'in kıyafeti)

Meyra ise aynanın karşısında durmuş, üzerindeki kıras fistanın eteklerini hafifçe düzeltti. Gözleri, üzerindeki fistanla aynı tonla parlıyordu; zümrüt yeşili... Kumaş, ışık vurdukça yer yer parlıyordu. İnce işlemeler, abartıdan uzak ama zarif bir ışıltı katmıştı elbiseye. Belinde geniş bir altın kemer vardı. Boynundaki birkaç sıra altın (Helin'in zoruyla taktığı), fistanın rengine sıcak bir ton katıyor, her hareketinde hafifçe şıkırdıyordu. Saçları tamamen açıktı; hafif dalgaları omuzlarından sırtına doğru dökülüyordu. Yüzüne düşen birkaç tutam, zarif ifadesine yumuşak bir dokunuş katmıştı. Aynadaki yansımasına baktığında, sade ama gösterişli bir güzellik duruyordu karşısında; abartıdan uzak, ama göz alıcı bir zarafetle.


(Meyra'nın kıyafeti)

"Çıkalım mı artık?"

Helin'in sorusuyla Meyra kafasını sessizce salladı.
Odadan çıkıp avluya geçtiklerinde, avludaki kalabalık Meyra'ya biraz garip hissetirmişti. Burada bulunan herkes ona yabancıydı.

Arkadaşının gerildiğini gören Helin, koluna girerek onu merdivenlere yönlendirdi.

Meyra ve Helin, taş merdivenlerden ağır adımlarla inerken, avludaki kalabalığın dikkati yavaş yavaş onlara çevrildi. Bütün bakışlar onları bulmuştu, daha doğrusu Meyra'yı... Onu gören bir kez daha dönüp bakıyordu.

Yaman Ali, avlunun kenarında durmuş, bir eli cebinde, bakışlarını merdivenlerden inen karısına dikmişti. Gözleri, Meyra'nın zarif ama mesafeli duruşuna, her adımında sallanan fistanın işlemelerine takılı kalmıştı. Ancak birkaç saniye sonra, bakışları ağır ağır başka bir yöne kaydı, birkaç adım önünde duran Melih'e.

Melih'in yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu. Gözleri, Meyra adımlarını merdivenlere attığından beri hiç ayrılmamıştı ondan. Sessiz, ama yakıcı bir bakıştı bu. İçinde pişmanlık, öfke ve bir nebze de kaybolmuşluk vardı.

Yaman Ali, birkaç adım atarak aralarındaki mesafeyi kapattı. Elini kardeşinin omzuna koyduğunda Melih, ani bir irkilme yaşadı. "Artık çok geç..." dedi Yaman Ali, sesi alçak ama kelimeleri sertti. "Sen onu gittiğin gün kaybettin." Sözlerinin ardından elini omzundan çekip birkaç kez hafifçe vurdu. "Kaybettin," diye tekrar etti, bu kez gözlerinin içine bakarak. Ardından arkasını dönüp Meyra'ya doğru yürüdü.

Melih'in bakışları yavaşça yere indi, ama abisinin sözleri kulağında yankılanmaya devam etti:

Kaybettin! Kaybettin! Kaybettin!

O kelime, yüreğine saplanan bir hançer gibiydi. İçini acıttı, nefesini kesti.

Bir anlığına, Yaman Ali'nin birkaç hafta önceki o sözleri yeniden çınladı zihninde:

'Ne zaman pişman olursun, biliyor musun? Yarım bıraktığını başkası tamamlandığında... '

Melih, başını kaldırıp yeniden Meyra'ya baktı. Gözlerinin önünde, bir zamanlar kendisine ait olan bir hikâyenin artık başka birinin ellerinde tamamlandığını gördü. Ve bu, içinde yanmaya başlayan yangını daha da alevlendirdi.

Meyra ise avlunun ortasına doğru ilerlerken daha fazla gerilmemek için etrafına bakmamaya çalışıyordu. Başını dik tutmuş, sakin adımlarla yürüyordu ama içten içe omuzlarına binen bakışların ağırlığını hissediyordu. Kıyafetinin rengi, uzun saçlarının omuzlarına dökülüşüyle, farkında olmadan bütün dikkatleri üzerine çekmişti.

Yaman Ali'nin yanlarına doğru geldiğini görmesiyle, Meyra'nın adımları farkında olmadan yavaşladı. Adamın yüzü her zamanki gibi ciddi, bakışları sert ve kaşları çatıktı. Yüzündeki o ifadesizlik, her zamanki gibi içinden geçeni anlamayı imkânsız kılıyordu. Meyra, onu az önce Melih'in yanında görmüştü; aralarında geçen o kısa konuşmanın tonunu duyamasa da, ikisinin de yüzündeki gerginlik her şeyi anlatmaya yetmişti.

"Büyük halam gelmiş, onun yanına gitmemiz lazım," dedi Yaman Ali, Meyra'nın yanında durduktan birkaç saniye sonra, sesi her zamanki gibi ölçülü ve sakin ama içinde belli belirsiz bir sertlik vardı.

Meyra, yalnızca başını hafifçe sallayarak karşılık verdi. Helin kızların yanına yönelirken, Meyra ve Yaman Ali yan yana, sessiz adımlarla Gülsüm Hanım'ın bulunduğu yere doğru yürümeye başladılar. Gülsüm Hanım, Yaman Ali'nin büyük halası, Eşref Seyitoğlu'nun ablasıydı... Yaşına rağmen dik duruşuyla ailede sözü geçen bir kadındı.

Kalabalığın içinde geçerek Gülsüm Hanım'ın yanına vardılar. Yaşının ağırlığını taşıyan kadının yüzü, yılların sabrıyla örülmüş çizgilerle doluydu; ama o çizgilerin ardında, insanın içini ısıtan bir yumuşaklık saklıydı. Yaman Ali onu görür görmez elini öpmek için eğildi. Gülsüm Hanım'ın gözleri bir anda parladı, dudaklarının kenarında sıcacık bir gülümseme belirdi.

Meyra, sessizce durduğu yerden onları izliyordu. Yaman Ali'nin yüzündeki gülümseme, onun görmeye alışkın olmadığı kadar içtendi. Gözlerinde saygının ötesinde, içten bir sevgi ve bağlılık vardı. Meyra ilk kez Yaman Ali'nin bu kadar yumuşak bir yanına tanık olmuştu.

Gülsüm Hanım, Yaman Ali'nin elini bırakmadan önce başını hafifçe yana eğip, birkaç adım geride duran Meyra'ya çevirdi. Yaşlı kadının yüzünde merakla karışık bir sıcaklık vardı. Gözleri, Meyra'nın üzerindeki fistanı, duruşunu, ifadesini baştan aşağı süzdü. Ardından dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm belirdi. "Demek Yaman'ımın gelini sensin," dedi, gözlerini hâlâ Meyra'nın üzerinde gezdirirken.

Meyra'nın yüzünde, farkında olmadan doğan bir tebessüm belirmişti kadının sıcak tutumu karşısında. Gülsüm Hanım'ın gözlerinde hem şefkat hem de yılların yorgunluğundan süzülmüş bir bilgelik vardı.

"Gel, yaklaş hele kızım," dedi Gülsüm Hanım, elini uzatarak.

Meyra, tereddüt etmeden birkaç adım atıp yaşlı kadının önünde durdu. Saygıyla eğilip elini öptü, ardından elini bırakmak isterken Gülsüm Hanım, parmaklarının ucuyla onun elini nazikçe tuttu.

"Yaman'ımın yanına da böyle güzel, böyle edepli, böyle vakur bir gelin yakışırdı," dedi gözlerinde parlayan bir memnuniyetle. Ardından, yanındaki kadından küçük, işlemeli bir kutu aldı. Kutuyu iki eliyle tutarken, göz ucuyla Meyra'ya baktı. "Bu gerdanlık..." dedi, kapağını yavaşça kaldırarak. "Aile yadigârıdır. Rahmetli annemizden kalma... Ağabeyim bunca yıl ne çocuklarından birine, ne de aileye gelin gelen birine vermedi. 'Bir gün hakkıyla taşıyacak birinin boynuna takılacak' derdi hep."

Kutunun içindeki gerdanlık, ışığı yakaladığında eski altının mat bir parıltısıyla parladı. Zarif ama gösterişliydi; belli ki yıllar boyu saklanan, çok kıymetli bir gerdanlıktı.

"Ağabeyim, 'Gelinimize tak, bu onun hakkıdır,' dedi. Bu, öyle kolay söylenmez onun ağzından, bunu bilesin."

Yaşlı kadının sözleri Meyra'nın kalbini hızlandırdı. Ne diyeceğini bilemedi o an, sadece başını eğdi. Gülsüm Hanım gerdanlığı iki eliyle kaldırıp onun boynuna takarken, avlunun içinde derin bir sessizlik oluştu. Zincirin soğukluğu tenine değdiği anda, Meyra bir an irkildi; ama bu irkilişin içinde şaşkınlık, utanç ve belki de biraz minnet vardı.

"Bu evin emaneti artık senin boynunda, kızım. Eğer ağabeyim bu gerdanlığı senin taşımanı istemişse, bu kalbindeki güzellikleri gördüğü içindir..."dedi ve ardından başını eğip Meyra'nın alnına küçük bir buse kondurdu.

Yaşlı kadının sözleriyle birlikte, avludaki kadınların yüzlerinde beliren belli belirsiz ifadeler, o sessizliğin altına ince bir gerilim yerleştirmişti. Kimisi gülümser gibi yaptı, kimisi başını çevirdi. Ama gözlerde aynı şey okunuyordu: kıskançlık, öfke ve kabul edemedikleri bir haksızlık hissi.

Özellikle de Selma Hanım ve diğer iki gelini... Selma Hanım, dişlerini birbirine bastırırken, yüzüne yerleşen o yapay gülümsemeyi korumaya çalıştı. Oysa içi kaynıyordu.

Meyra kimdi ki, babasının yıllardır kimseye layık görmediği o gerdanlığı alabiliyordu? Daha dün bu eve adım atan bu kız, ne olmuştu da, babasının gözünde bu kadar kıymet kazanmıştı?

Avluda yaşanan o gergin anın yankısı hâlâ dağılmadan, hazırlık sesleri yeniden ortalığı sardı. Kadınlar birer birer toplanmaya, kına için yola çıkma vakti geldi diye fısıldaşmaya başlamıştı. Hava artık tamamen kararmış, konak avlusundaki kandiller birer birer yanmıştı.

Gülsüm Hanım, elindeki kutuyu kapatıp bir kenara bıraktıktan sonra, "Haydi, kız tarafı bekletilmez," dedi. Sesi yaşına rağmen hâlâ tok, hâlâ otoriterdi. Kadınlar toparlanırken erkekler dışarı çıkıyor, arabalar hazırlanıyordu. Meyra ise sessizce duruyor, olup biteni bir yabancı misali izliyordu.

Yaman Ali, yanına yaklaşarak sessizce, "Hazırsan çıkalım," dedi. Meyra başını salladı. Onunla birlikte kalabalığın arasından geçip avlu kapısına doğru yürüdüler.

*********

Kız tarafının evi, birkaç sokak ötede, yamacın üzerine kurulmuş eski bir taş konaktı. Yol boyunca uzanan sokaklar, evlerin pencerelerinden sarkan renkli lambalarla ışıl ışıl yanıyordu. Konvoy, korna sesleri ve arada yükselen davul gürültüleriyle sokağa girdiğinde, köyün neredeyse tamamı kapı önlerine dökülmüştü.

Arabalar konak kapısında durduğunda, dışarı taşan coşku dalga dalga yayıldı. Davullar daha hızlı çalmaya, zılgıtlar arka arkaya yükselmeye başladı. Meyra arabadan indiğinde, avludaki ışıklar gözlerini bir an kamaştırdı. Her yer özenle süslenmişti: sarı, kırmızı ve yeşil tüller, duvarlardan sarkıyor; ağaç dallarına asılmış fenerler rüzgârla hafifçe sallanıyordu.

Helin ve kuzeni, ellerinde yanan mumlarla süslenmiş kına tepsilerini taşırken kalabalık iki yana açıldı. Meyra, hemen arkalarından yürüyordu. Fenerlerin titrek ışıkları, Meyra’nın üzerindeki yeşil fistanın işlemelerinde parlıyor, her adımında elbisenin kumaşı ışığı yakalayıp parıldıyordu.

Kadınlar, ritme uyarak ellerini havaya kaldırıyor, deflerin tok sesiyle birlikte tempo tutuyorlardı. Zılgıtlar art arda yükseldikçe, atmosfer daha da ısınıyor, adeta yer gök bu coşkuyla sallanıyordu.

Kürtçe şarkının ritmi hızlandıkça, avlunun ortasında halay halkası kurulmaya başladı. Meşalelerin ışığı dalgalanıyor, kadınların rengârenk kıyafetleriyle birlikte etraf bir renk cümbüşüne dönüşüyordu. Gece, davulların sesiyle ve insan seslerinin coşkusuyla iyiden iyiye ısınmıştı.

Ve artık kına vakti gelmişti. Gelin ve damat kol kola avlunun ortasına doğru yürürken, Meyra, gelinin; Yaman Ali ise damadın yanında yürüyordu. Meşalelerin ışığı yüzlerine vuruyor, gölgeleri taş duvarlarda dans ediyordu.

Gelin ve damat yerlerini alırken, kınayı gelin ve damada kim yakacak diye herkes damadın yakınlarına bakıyorlardı. Selma Hanım, gelini Leyla'ya kafasıyla, 'kınayı sen yak' diye işaret verdi. Lakin Gülsüm Hanım onu hemen durdurdu. Ona göre yeni evli bir çiftin gelin ve damada kına yakmaları hem uğur hem bereket getirirdi.

Gözleri Meyra ve Yaman Ali’ye çevrildi. "Gelin ve damadın kınasını Meyra ve Yaman Ali yaksın,"dedi sesini yükselterek. "Kınayı yeni evli çiftin yakması uğur getirir derler. Hem evlerine bereket hem mutluluklarına mutluluk katarlar!!"

Kalabalığın içinde kısa bir sessizlik oldu. Ardından birkaç kadın onaylarcasına başını salladı, kimisi ise sadece susup gülümsemekle yetindi. Ama o an Meyra’nın yüreği sıkışmıştı.

Kınayı yakmak…

O an, bir uğurdan çok bir lanet gibi gelmişti ona.
Kendi evliliğini düşündü... Sevmediği bir adamla, sevdiği, yıllarca beklediği adamın hatasının bedelini ödeyerek evlenmişti. Şimdi, bir başka kadının mutluluğuna dokunacak parmakları titriyordu. Kınayı yakıp kendi hüznünü onların gülüşlerine karıştırmaktan korktu.

Tam o sırada Gülsüm Hanım’ın sıcak ama otoriter sesi bir kez daha duyuldu:

"Hadi kızım…"

Meyra istemsizce başını eğdi, ağır adımlarla öne çıktı. Eline kına tepsisini alıp geline doğru giderken, kına türküsünü söyleyen kadının içli sesi avluda yankılanmaya başladı.

Hinê bînin li teştê kin
Şîr û şerbetê çêkin
Kevçî bi kevî rûn lêkin
Bînin li destê zavê kin
Bînin li serê bûkê kin

Kızlar avuçlarına aldıkları küçük mumlarla gelin ve damadın etrafında dönmeye başlarken, Meyra gelinin önünde diz çöktü. Şimdiden gözleri dolmuştu. Gözkapaklarının ardında biriken yaşları bastırmaya çalışırken, derin bir nefes aldı.

Şarika bûkê heftreng e
Dayê rabe dereng e
Dawet hatî ber derî
Dawet hatî ber malê
Bîhna zavê pir teng e
Bîhna bûkê pir teng e

Kınayı alıp gelinin avucuna bırakılan altının üzerine sürdü. Kınanın rengi, ışığın altında koyu bir kan kırmızısına dönüştü. Eli titredi, parmakları kınayı yayarken bir kez daha derin bir nefes çekti. O an gözkapaklarının ardında kendi kına gecesi canlandı. Davullar, ışıklar, şarkılar… Her şey aynıydı. Farklı olan tek şey, şimdi gelinin gözlerinden inen yaşlar, ailesinden kopsa da mutluluktandı; fakat onun döktüğü yaşlar acıdandı.

*********

Kız tarafından dönülmüş, kalabalığın gürültüsü çoktan dağılmıştı. Konakta yalnızca aile fertleriyle Aslanbeyler kalmıştı. Az önceki neşe yerini yorgun, tok bir sessizliğe bırakmıştı. Saat henüz on sularıydı. Salonun sarı ışıkları altında herkes bir köşeye yerleşmiş, sessizce oturuyordu.

Eşref Seyitoğlu’nun isteği üzerine kahveleri bu kez çalışanlar değil, yeni gelinler hazırlayacaktı. Meyra ve Eda, Eşref Seyitoğlu'nun isteğiyle sessizce mutfağa geçmişlerdi.

Mutfağa ince bir kahve kokusu yayılmıştı. Ocağın üstünde cezveler ağır ağır kaynarken, kahve kabardıkça köpük ince ince yüzeye vuruyordu. Meyra, sessizliğin içinde cezvenin başında duruyordu. Elindeki kaşıkla kahve taşmasın diye yavaş yavaş karıştırırken, hemen yan tarafında duran kızın varlığını hissetmemeye çalışıyordu.

Eda ise tepsiyi hazırlarken fincanları sertçe diziyor, arada bir kısa bakışlar atıyordu Meyra’ya. Bu bakışlarda açık bir mesafe, bastırılmış bir kıskançlık vardı. Onun sessizliğinin altındaki keskin soğukluk neredeyse tüm mutfağı sarmıştı.

"Kendini acındırarak milletin ilgisini üstüne çekmek nasıl bir duygu?"diye sordu Eda, ocağa yaklaşırken. Cezvelerden birini alıp fincanlara pay etmeye başladı. "Sen bunu çok iyi yapıyorsun..."

Meyra, Eda'nın sözleriyle öfkelense de, bakışlarını karıştırdığı cezveden birkaç saniye kaldırmadı. Ardından, yüzüne yerleştirdiği zoraki gülümsemeyle dönüp,"İyi bir gözlemci olmadığın o kadar belli ki..."dedi. Onunla aynı ortamda durmak bile o kadar acı veriyorken, şimdi, konuşuyor olmak daha kötü hissettiriyordu. Ama her ne kadar kötü hissetse de, onun sözünün altında kalmayacaktı. "Kendini acındırarak kimsenin gönlünde yer edinemezsin. İlgi, acımayla değil, sevgiyle olur." Pişirdiği kahveyi daha taşmadan ocağın üstünden aldı. Kahveleri fincanlara dökerken, kafasını kaldırıp gözünün ucuyla bile yanında duran kadına bakmadı.

"O bahsettiğin sevgi,"dedi Eda, Meyra'ya bir kaç adım yaklaşıp aralarındaki mesafeyi kapatarak. "Her gönlü fethetmeye yetmiyor ama..." Her gönlü fethetmeye yetmiyor dediği Melih'ti ve Meyra bunun farkındaydı ama yine de ses etmeyip işine devam etmeyi seçti. Eline başka bir fincan aldığı sırada Eda'nın sesini tekrar işitti: "Bunu en iyi sen biliyorsun," dedi, koluyla omuzuna vurur gibi yaptı. Bunu bilerek yapmıştı; sırf elindeki kahve üzerine dökülsün diye.

Meyra’nın parmaklarının arasındaki fincan bir anda kayar gibi oldu. Kahve, eline döküldüğünde önce keskin bir sıcaklık, ardından hafif bir yanma hissi yayıldı derisine. İnce bir nefes kaçtı dudaklarından. O acı, Eda’nın sözleri kadar gerçek ve yakıcıydı.

Gözleri birden irileşti, dudakları öfkeyle aralandı.

"Ne yapıyorsun?!" diye patladı, sesindeki titreşim hem acının hem biriken öfkenindi.

Eda, yüzüne masumane bir şaşkınlık yerleştirme çabasındaydı ama gözlerinin içindeki sinsi memnuniyet saklanamayacak kadar açıktı.

"Pardon, yanlışlıkla oldu," dedi umursamaz, alaycı bir tonda.

Meyra, tam konuşacakken Melih'in mutfağa girmesiyle dişlerini birbirine bastırdı.

"Ne oluyor?"dedi Melih, bakışlarını her iki kadının üzerinde gezdirirken. Gözleri Meyra'nın kızarmış eline kaydı bir an.

"İyi misin?"dedi, ona doğru birkaç adım atarak.

Meyra, Melih’in bakışları elinde dolaşırken içindeki öfkeyi ve kırgınlığı daha fazla saklayamayacağını hissetti bir an. Ardından, derin bir nefes aldı. Tek kelime etmeden tepsiyi kavradı ve bakışlarını kimseye çevirmeden mutfaktan çıktı. Arkasında sadece kapının hafifçe çarpan sesi kaldı.

Melih’in bakışları, Meyra’nın arkasından birkaç saniye takılı kaldı. Dudaklarının kenarı belli belirsiz gerildi; sanki söylemek istediği çok şey varmış da hiçbirini söyleyemiyormuş gibi… Derin bir nefes aldı ve yavaşça Eda’ya döndü.

"Neden yaptın bunu?" dedi, sesini alçaltmasına rağmen içinde saklı öfke belirginleşmişti. Kapıda Eda'nın bilerek Meyra'nın eline kahve döktüğünü görmüştü.

Eda, fincan dizmekle meşgulmüş gibi başını çevirip umursamaz bir bakış attı. "Ne yapmışım?" dedi, sanki olan bitende hiçbir dahli yokmuş gibi masum bir yüz ifadesiyle.

Melih birkaç adım ona yaklaştı, elini tezgâha koydu. Çenesindeki kaslar gerilmişti. "Ne yaptığını çok iyi biliyorsun… Neden öyle bir şey yapma gereği duydun?"

Eda, fincanı tepsiye bırakırken hafifçe güldü. O gülüşte hem öfke hem kıskançlık vardı. "Sahiden, neden öyle yaptığımı bilmiyor musun?" dedi, kocasına dönüp sırtını tezgaha dayayarak. Sesi sakin görünse de kelimelerinin altında ince bir çatlak gizleniyordu.

Melih kaşlarını çattı, şaşkınlıkla öfke arasında gidip gelen bir bakışla ona döndü. "Ne saçmalıyorsun sen?" dedi, sesindeki sabır hızla tükeniyordu. "Kıskançlık yapacağın bir durum söz konusu değil."

Eda, başını yana eğip acı bir tebessümle gülümsedi.
"Gerçekten kıskançlık edeceğim bir şey yok mu?" dedi yavaşça, her kelimeyi ölçerek, sanki söylemezse içindeki ağırlık onu boğacakmış gibi.

"Yok!" diye kesti Melih, bir anda yükselerek.
Sesi mutfağın duvarlarına çarpıp yankılandı. Ama o anda bile içinde bir şeyler kıpırdanmıştı. Belki farkında değildi, fakat sesini ne kadar yükseltirse yükseltsin, gözlerinin derininde gizlediği gerçek fark ediliyordu.

Eda'nın gözleri bir anlık boşluğa daldı; sonra, acıyla dolu bir inatla kafasını iki yana salladı. "Ben," dedi, kelimesi boğazında düğümlenirken, "senin ona nasıl baktığını gördüm." Söylediği her bir kelime yüreğine dokunup, sesini titretse de, gözlerini kocasının gözlerinden bir an bile ayırmamıştı. Onun, gözlerini kaçırdığını görmesiyle de yüzündeki acı dolu gülümseme büyümüş, yaşlar gözlerinden süzülmüştü.

"Eda, bu, düşündüğün gibi bir şey değil... Ben... ben sadece onlara karşı suçlu hissediyorum. Abime ve ona yaşattıklarımdan dolayı,"dedi Melih, Eda'nın koluna dokunmak isterken. Lakin Eda, bir adım geri çekilerek dokunmasına izin vermedi. "Bu, sadece suçluluk duygusu değil..." dedi kafasını iki yana sallayarak ve ardından onu ardında bırakıp mutfaktan çıktı.

Melih'i, içinde oluşan düşüncelerle başbaşa bırakmıştı...

Meyra'ya duyduğu gerçekten de sadece suçluluk duygusu muydu? Yoksa adını koymak istemediği başka bir şey mi?

Melih, bir süre ellerini tezgâha dayadı, başını eğdi. İçinde ne Eda’nın öfkesini susturabiliyordu, ne de Meyra’ya bakarken içini kemiren, sözde o suçluluk duygusunu...

Öte yandan Meyra, kahveleri dağıttıktan sonra kimseyle göz göze gelmeden odasına çekilmişti. Kapıyı arkasından kapattığında konaktaki sesler bir anda kesilmiş gibi olmuştu. Ortalığı saran sessizlikte, kendi nefesini bile duyuyordu artık. O an içinde biriken öfke, kırgınlık ve acı, sanki tüm vücuduna yayılmıştı.

Yatağın ucuna oturmuş, elini bakıyordu. Kızarıklık suya tutmasına rağmen hâlâ canlı, hâlâ yakıcıydı. Başını öne eğip, eline doğru üfledi. Gözleri bulanıktı. Elinin acısı, içinde taşıdığı yangının küçük bir yansıması gibiydi. Kendi sessizliğinde kaybolmuştu, birilerinin sesini duysa bile duymayacak kadar dalgındı. Gözleri bir noktaya takılı kalmıştı, düşünceleri ağır ağır geçmişe sürükleniyordu. Eda’nın o küçümseyici gülüşü, Melih’in anlık bakışı, kendi çaresizliğiyle birlikte hepsi birbiriyle iç içe geçmişti.

O kadar dalmıştı ki, kapının sessizce aralandığını bile fark etmedi. Adımların yaklaştığını, yatağın hemen yanına kadar gelen gölgeyi de hissetmedi.
Ancak eline dokunan sıcak bir avuç, onu düşüncelerinden çekip aldı. Başını bir anda kaldırdığında Yaman Ali’nin gözleriyle karşılaştı.

Adam, hiçbir şey demeden, sadece yanında oturmuş, elini tutuyordu. Meyra refleksle elini geri çekmek istedi ama Yaman Ali elini bırakmadı. Parmağının ucuyla, avucundaki kızarıklığın etrafında gezindi.

Kahveleri dağıtırken o yanığı görmüştü; o anda yüzündeki acıyı da, bunu gizlemek için gösterdiği çabayı da fark etmişti. Şimdi, karşısında otururken gözleri o elden bir an bile ayrılmıyordu.

"Nasıl oldu bu?" diye sordu. Getirdiği kremi elinin üzerine hafif sıkıp yaymaya başladı. Dokunuşu öyle nazik, öyle hafifti ki... Meyra bu dokunuşun kalbini sıkıştırdığını hissetti. Bu kadar yakınlığın ona iyi gelmediği aşikardı.

Derin bir nefes alıp, "Ben yaparım," dedi. Elini geri çekmek istedi tekrar. Fakat Yaman Ali elini yine bırakmadı, kremi yaymaya devam etti.

"Nasıl oldu bu?"diye sordu tekrar.

Meyra omuz silkti. "Önemli bir şey değil. Kahve yaparken yanlışlıkla elime döküldü."

Yaman Ali, onun kaçamak cevabını duyunca başını hafifçe yana eğdi. Gözleri, Meyra’nın yüzünde bir an fazlaca oyalanmıştı. Sanki söylediklerine inanmıyor, ama üstüne gitmemeye karar veriyordu. Sessizliğin içinde sadece kremi yayarken çıkardığı hafif ses duyuluyordu.
_____

Mardin gecesi sessizdi. Taş evleri, sarı ışıkların altında adeta bir tablo gibi görünüyordu. Loş lambalarla aydınlanan sokaklarda insana huzur veren bir sessizlik vardı.

Meyra, terasın kenarına oturmuştu. Elinde hâlâ ince bir sızıyla yanmakta olan eli vardı; ama o sızının ötesinde, içinde kabaran başka bir acı duruyordu... bastırdığı, dillendiremediği, belki de yıllardır taşıdığı.


Başını kaldırıp karanlık göğe baktı. Ay, bulutların arasından çekingen bir ışıkla görünüyordu. O ışık, tıpkı Meyra’nın içi gibiydi: bir yanıyla sönük, bir yanıyla hâlâ direnmeye çalışan. Soğuk taşın üstünde otururken, içinden geçenleri susturmak ister gibi kollarını kendine sardı.

'Keşke içimdeki acılar da bu rüzgâr gibi geçip gitse,' diye geçirdi içinden. Ama gitmiyordu. Her şey, olduğu yerde, yakıcı ve diri kalıyordu... elindeki yanık gibi, kalbindeki yara gibi. Ne kadar rüzgâr esse, ne kadar sessizliğe sığınsa da, bazı acılar kök salıyordu insanın içine...

Parmak uçlarını birbirine kenetledi. Elindeki yanığın sıcaklığı, kalbinin içindeki sızıyla birleşmişti. Kısa bir an gözleri doldu, ama ağlamadı. Rüzgâr saçlarını yüzüne savurduğunda, gözlerini kapadı. Gecenin sessizliğine dalmıştı. Düşünceleri ağırlaşmış, geçmişle bugün arasında sıkışmış gibiydi. Başını ellerinin arasına almış, bir süre öylece kalmıştı.

"Annene çok benziyorsun." Eşref beyin sesi, Meyra'yı düşüncelerinden bir anda sıyırıp aldı. Onu terasta, bir başına görünce yanına çıkmıştı.

Meyra, kafasını kaldırıp kendini hemen toparlamaya çalıştı. Ayağa kalkmaya çalıştığında ise Eşref Bey'in omuzuna dokunmasıyla yerine geri oturdu.

"Her hareketinle anneni andırıyorsun."dedi Eşref Bey. Meyra'nın yanına otururken, bakışlarını kısa bir an yüzünde gezdirdi.

"Annemi nereden tanıyorsunuz?"

Eşref Bey’in bakışları bir an, avluya, geçmişin derinliklerine kaydı. Meyra’nın sorusuyla birlikte zihninde yıllar öncesine açılan bir pencere belirmişti. Selma ve Neriman… o iki küçük kızın avluda gülüşleri, ellerinde ip atlarken birbirine karışan sesleri… gözünün önüne gelmişti sanki. O gülüşlerin yerini sonrasında mesafeler, kırgınlıklar almıştı.

"Senin annen burada, bu konakta doğup büyüdü," dedi kısa bir sessizlikten sonra, sesi yavaş, düşünceliydi. Dalgın bakışları hâlâ avluda geziniyordu. Yüzünde, geçmişe ait bir tebessüm vardı ama o tebessümün ardında derin bir hüzün gizliydi.

Meyra’nın gözleri büyüdü. "Ne?!!" diyebildi yalnızca, sesi neredeyse fısıltıydı. Annesinin burada doğduğunu biliyordu; fakat bu konakta büyüdüğünü öğrenmek Meyra'da büyük bir şok yaratmıştı.

Bölüm : 03.11.2025 01:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...