18. Bölüm

Bir Nefeslik Özür

zehr🦢
zwhra_

Yine uyuyamadım. Tüm gece ellerimi bacaklarıma dolamış, çaresizce olanları düşündüm. Küçük bir çocuk gibiyim; yardıma muhtaç, korkmuş ve yalnız.

Gözlerim kapanmıyor, aklımda binlerce düşünce dönüp duruyor. İçimde bir fırtına kopuyor, sakinleşmek mümkün değil. Her şey üzerime çökmüş gibi ağır.

 

Geçmişin gölgeleri peşimden gitmiyor. Ne yaparsam yapayım, o anılar huzur bırakmıyor. Kendimi dış dünyadan kopuk hissediyorum; herkes normal ama ben sıkışmışım.

 

Bir yol bulmam lazım, ama nasıl? Kendime güvenim giderek azalıyor. Bu sessiz savaşta kimse ne yaşadığımı bilmiyor.

 

Gözlerimi kapattım, ama huzur bulamadım. Düşüncelerim birbiriyle çarpışıyordu. Yapmam gerekenleri biliyordum; ama kalbimle aklım arasında kalmıştım. İkisi de bana farklı şeyler fısıldıyordu.

 

“Git,” diyordu aklım. “Bırak her şeyi, kendini kurtar.” Ama kalbim, “Buradasın çünkü seviyorsun. Kaçmak çözüm değil,” diye karşılık veriyordu.

 

Bu ikilem, beni daha da yalnızlaştırıyordu. Kendi içimde savaşırken, dışarıda her şey sakin görünüyordu. Kimse benim bu fırtınamı göremiyordu. Ya da belki de görmek istemiyorlardı. Kim bilir?

 

Bazen her şeyden vazgeçmek, en büyük cesaret olurdu belki. Ama ben vazgeçemezdim. Çünkü bırakacak ne vardı ki geride?

 

İçimdeki çocuk hâlâ yardım istiyordu, ben ise onu susturmak için çabalıyordum. Fakat biliyordum, susturmak sadece anlık bir çözüm. O çocuğun sesini tamamen duymadan, gerçek huzuru bulamayacaktım.

 

Bir kez daha derin bir nefes aldım. Gecenin karanlığında yalnızdım, ama pes etmeyecektim. Çünkü bazen, en büyük savaş kendinle verilirdi.

 

Kapı ağır ağır açıldı. İçeriye süzülen ışığın ardından Neslihan teyzem göründü.

“Boran,” dedi yumuşak ama derin bir sesle.

 

Başımla onayladım, gözüm kapıdan çekilmeden. “Geldi mi?” dedim, sesim çatlamıştı sanki.

 

Yanağıma, saçlarımın arasına usulca bir öpücük kondurdu. Yatağın kenarına oturduğunda gözlerinde bir anne gibi değil, bir sığınak gibi baktı bana.

 

“Sen nasıl iyi olacaksan… öyle yap,” dedi.

“Sakın kimsenin hayatını, kimsenin ne düşündüğünü umursama. Kendi kararını kendin vereceksin. Biz… ne olursa olsun, yanındayız.”

 

Sözleri içimdeki kırık yerlere dokundu. Birden ellerim titremeye başladı. Gözlerimi sımsıkı kapattım. Kalbim hem acıyor hem çırpınıyordu.

 

“Ya bu işi devam ettirip evleneceksin…”dedi, sesi bu kez daha netti. “Ya da tamamen ondan koparak… yüzüğünü atacaksın.”

 

O an, göğsümdeki ağırlık ikiye bölündü.

 

Neslihan Teyze kapıya yönelirken durdu.

Başını çevirmeden, ama tam kalbime işleyerek son bir şey söyledi:

“Senin ne yaptığın kimsenin umrunda değil. Başkalarının düşüncelerini artık aklından çıkart.”

 

Kapı kapanınca içimde bir şey kırıldı.

Belki ben, belki bu yalan.

 

Üzerimdeki kısa pijamaları çıkardım, kapüşonlu ve bol bir eşofman geçirdim. Saçlarımı gelişi güzel toparlayıp aynaya bile bakmadan odadan çıktım.

 

Salona doğru yürürken içimde bir ağırlık vardı. Adımlarım yavaş, boğazım düğümlüydü.

 

Boran ve annesi çoktan gelmişti. Göz göze gelmekten kaçınarak, sahte bir gülümsemeyle “Hoş geldiniz,” dedim.

 

Boran aşını çevirip bir şey demedi. Annesi ise gözlerini benden ayırmadan, nefretle baktı. Salonda bir tek biz vardık. Havanın içinde keskin bir öfke asılıydı.

 

Bir adım geri çekildim. “Bilmeden bir şey mi yaptım?” diye sordum temkinli bir sesle.

 

Kadın birden öne çıktı, gözleri parlıyordu.

“Bilmeden?” diye tekrarladı alayla.

“Bilmeden yaptığını mı söylüyorsun? Dalga mı geçiyorsun sen benimle kızım?”

 

Çaresizce fısıldadım. “Biliyorum, haklısınız. Ama…”

 

Ama’nın sonu yoktu. Söylesem de affetmeyecekti. Susmam bile suçtu artık.

 

Kadın öfkeyle yanıma yaklaştı.

“Ne ‘ama’sı? Oğlumun hayatını alt üst ettin sen! Her şeyi biliyordun. Ona rağmen o yüzüğü taktın. Şimdi kalkmış bir de ‘bilmiyorum, ama…’ mı diyorsun bana?”

 

Gözlerim yere kaydı. Ayakta durmaya çalışıyordum ama dizlerim titriyordu.

 

Boran bir şey demiyordu. Sanki hiç burada değildi. Yüzü ifadesizdi, ya da ben görmek istemiyordum.

 

Kadın devam etti:

“Oğlumun senin yüzünden ne hale geldiğini görüyorum. Geceleri sabaha kadar oturuyor, bir lafını bekliyor, bir gülüşünü. Sen ne yapıyorsun? Dönüp arkanı gidiyorsun! Bu, sevgi mi?”

 

Gözümden bir damla yaş süzüldü. Elimle silmeye bile utandım. Sanki suçüstü yakalanmış gibiydim. Belki de gerçekten suçluydum.

 

“Ben… ben onu hiç kandırmadım,” dedim titreyen bir sesle.

“Sadece… kendimi bile bilemedim. O sırada her şey… her şey çok karışıktı.”

 

Kadının gözleri doldu. Ama öfkesinden değil, hayal kırıklığından. “Keşke hiçbir şey yapmasaydın. Oğlumun umutlarını, hayallerini, kalbini böyle çiğneyeceğine… keşke onu hiç sevmeseydin.”

 

O an Boran bana döndü. İlk defa göz göze geldik. Ama o bakış… eskisi gibi değildi.

 

Ve ben, olduğum yere çakılı kaldım.

 

O an Boran bana döndü. İlk defa göz göze geldik.

Ama o bakış… eskisi gibi değildi. Ne sıcaklık vardı ne öfke. Sanki içimdeki her şeyi görüyordu da artık bakmaya gerek duymuyordu. Yabancı gibiydi. Tanıdık bir yabancı…

 

Birkaç saniye sustuk. O, annesinin yanında dimdik duruyordu. Ben ise annesinin gölgesinde küçülüyordum.

 

Boran sonunda konuştu.

Sesi, bir bıçağın deriyi yırtarken çıkardığı o sessiz acıyı taşıyordu:

“Hiçbir şey söyleme artık. Daha fazla konuşma, olur mu?”

 

Gözlerim büyüdü, nefesim yarım kaldı.

“Ben… sadece…” diyebildim. Ama ne diyecektim ki?

Kendimi bile ikna edememişken, onu nasıl ikna edebilirdim?

 

Boran başını yana çevirdi, gözlerini kaçırdı.

“Bazen insan, sevdiğini sanıyor. Ama aslında… sadece yalnız kalmaktan korkuyor.” Sözleri odanın içinde yankılandı.

Bir kurşun gibi kalbime saplandı.

 

Annesi hala bana bakıyordu. Ama artık konuşmuyordu. O sustukça, yargısı daha ağırdı.

 

Bir adım geri çekildim. İçimdeki her şey kırılmıştı. Bir şey söylemek istedim. Özür dilemek… belki ağlamak… Ama ne dilim döndü ne kalbim.

 

Ayaklarım beni taşıyamayacak gibiydi. Gözlerim karardı.

Son bir kez Boran’a baktım.

 

“Ben seni hiç yalnız bırakmak istememiştim,” dedim neredeyse fısıltıyla.

Ama bu kez… o duymadı. Ya da duymak istemedi.

 

Arkamı döndüm.

Yürümeye çalıştım.

Dizlerim titredi.

Ve ben, salondan çıktım.

 

Ama kalbim… o salonda kaldı.

 

Kapıyı kapatır kapatmaz arkamdan yaslandım.

Dizlerimi karnıma çektim, sırtımı kapıya verip yere çömeldim.

Odanın loşluğunda yalnız kalmak istedim. Nefes almak… mümkünse unutmak.

 

Ağlamam sessizdi. İçimden taşıyordu gözyaşlarım.

Boran’ın sesi hâlâ kulaklarımdaydı. “Hiçbir şey söyleme artık…”

Ben, artık hiçbir şey söyleyemiyordum.

 

Tam o sırada kapı usulca aralandı.

 

Başımdan yukarı bakmaya bile korktum.

Ayak seslerinden anladım… Boran’ın annesiydi.

İçeri girdi. Kapıyı kapattı. Bir süre hiçbir şey demedi.

 

Yavaşça yaklaştı, hâlâ yerde oturuyordum.

Yanıma çömeldi. Göz göze gelmedik. Yalnızca varlığını hissettim.

 

“Senin kötü biri olduğunu düşünmek istemiyorum,” dedi kısık ama kararlı bir sesle. “Bana inandıysan, oğluma da bir söz vermişsindir. Ama verdiklerinle aldıkların denk değil.”

 

Yutkundum. Gözyaşlarım hâlâ akıyordu.

“Ben Boran’ı üzmek istemedim… Gerçekten istemedim,” dedim.

 

Elini yere koydu, başını hafifçe eğdi.

“Bazen istememek yetmez,” dedi. “İnsan kalbine zarar verdiğinde, ne kadar istemediğini anlatamazsın. Çünkü o kalp artık duyamaz.”

 

Bir süre sessizlik oldu.

Sadece odanın içindeki ağır nefesler ve kırılmış iki kadının yankısı vardı.

 

“Sen ona ne olacaksın, Asena?”

Bu soru öylece durdu aramızda.

“Gerçekten bir parçası mı olacaksın? Yoksa sadece geçip giden bir gölge mi?”

 

Cevap veremedim.

Bilmiyordum.

Kalbim karmakarışıktı, aklım ise çoktan yorgundu.

 

Kadın ayağa kalktı.

“Ben bir anneyim. Senin annen gibi… Oğlumu korumakla yükümlüyüm.”

Kapıya yöneldi.

“Ve şunu bil: Eğer onun kalbine bir daha dokunacaksan… ya tüm kalbinle kal, ya da bir daha hiç yaklaşma.”

 

Kapıyı açtı.

Çıkmadan önce son kez döndü:

“Sevmek, sadece istemek değil. Cesaret de ister, Asena.”

 

Ve sonra gitti.

 

O an, içimde bir şey daha kırıldı.

Ve bu kez… kendime bile sarılamadım.

 

Ayaklarım beni zar zor taşıyordu. Nefesim hala kesik kesikti. O evde, o an, ne yapacağımı bilemez haldeydim. Boran’ın annesinin sözleri kulaklarımda yankılanıyordu: “Ya tüm kalbinle kal, ya da bir daha hiç yaklaşma.”

 

Kalbimdeki o ağırlıkla başa çıkamıyordum.

 

Dışarı çıktım. Serin sabah havası yüzüme çarptı. Gözlerim dolu, ama ellerim çaresizdi.

 

Bir an durdum. Nereye gidecektim? Nerede bir nefes alabilecektim?

 

Cevap belliydi.

 

İpek.

 

Yanına gitmem gerekiyordu. Beni anlayacak tek kişi oydu.

 

Telefonumu çıkardım. Parmaklarım titriyordu.

 

“İpek,” diye yazdım. “Gelebilir miyim?”

 

Mesaj gönderildi.

 

Cevap hemen geldi: “Tabii, kapı açık.”

 

Adımlarımı hızlandırdım. O ev, o huzur aradığım yer, şimdi sığınılacak limandı.

 

Kapıyı açtım. İçeri girdiğimde İpek gülümseyerek bana baktı.

 

“Gel, gel. Buradasın artık,” dedi.

 

Ve ben, en azından o an için biraz olsun rahatladım.

 

İpek, beni odasına götürdü. Kapıyı kapattıktan sonra yanına oturduk. Sessizlik kısa sürdü; gözlerim dolu doluydu ama kelimeler zor dökülüyordu.

 

“Her şey çok ağır, değil mi?” dedi İpek, sesini yumuşak tutarak. “Ama unutma, burası senin için bir liman. İstersen burada kal, ne zaman ihtiyacın olursa.”

 

Derin bir nefes aldım. “Boran’ın annesi… O kadar acımasızdı ki. Sözleri hâlâ kulağımda çınlıyor. Kendi içimde bile kendime inanamazken, dışarıdan böyle bir yük taşımak zor.”

 

İpek elimi sıktı. “Biliyorum, ama sen yalnız değilsin. Ben buradayım, seni anlıyorum. Kendine karşı da biraz nazik ol, tamam mı?”

 

Gözlerimi kapattım ve sessizce başımı salladım.

 

“Bir adım atman gerek, küçük de olsa. Göktürk’le, seninle, kendinle… Hepsi için,” dedi.

 

“Biliyorum…” dedim fısıldayarak. “Ama bazen en zor olan, o ilk adımı atmaktır.”

 

İpek gülümsedi. “O adımı atacak gücü senin içinde görüyorum. Ben hep yanında olacağım.”

 

Gözlerim dolarken İpek’e baktım, sesim titriyordu:

“İyi ki varsın İpek… Senin yanında hep ağlayabilmek… Bu kadar çaresiz hissettiğimde bile, kendimi yalnız hissetmemek… Bunun için sana gerçekten teşekkür ederim.”

 

İpek hafifçe gülümsedi, eliyle saçımı okşadı, “Senin için buradayım, ne zaman ihtiyacın olursa. Ağlamak, bazen en güçlü adım. Unutma bunu.”

 

Bir süre sessizce birbirimize baktık. O an, içimdeki kırıklığın biraz olsun hafiflediğini hissettim.

 

Sonra İpek hafifçe başını eğdi, esprili ama yumuşak bir tonda: “Peki Asena, Göktürk’le durum nasıl? Hani, senin önünde durmadan ağladığını söylüyorlar, haberin var mı?”

 

Yutkundum, yüzümün kızardığını hissettim. “Evet… sanırım gerçekten çok gördü beni o şekilde.”

 

İpek gülümseyerek devam etti:

“Onun da kendi yükleri var belki, ama senin bu kadar açık olman… ona bir yandan güç verirken, bazen de zor geliyordur belki.”

 

Başımı salladım, “Haklı olabilirsin. Ama şu an tek istediğim… hissettiklerimi bastırmak değil, onları yaşamak.”

 

İpek anlayışla baktı:

“Doğru olanı yapıyorsun. Göktürk’ün anlayış göstermesini bekle, ama unutma; senin de kendine sabır göstermen lazım.”

 

Derin bir nefes aldım, “Teşekkür ederim, İpek. Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum.”

 

İpek sımsıkı sarıldı. “Her zaman, Karan’dan çok daha fazla burada olacağım, söz.”

 

Ve o an, arkadaşlığımızın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha anladım.

 

“Ben gidiyorum,” dedim sadece, İpek’e bakmadan kapıdan çıktım. İçimdeki karmaşa, ağır bir yük gibi omuzlarıma çökmüştü. İpek’in beni durdurmasına ya da bir şey söylemesine fırsat vermeden adımlarımı hızlandırdım.

 

Siteyi geçerken soğuk hava ciğerlerime doldu, ama ayaklarım istemsizce Göktürk’ün evine doğru sürükleniyordu. Her adımda kalbim daha hızlı atıyor, düşüncelerim iç içe geçiyordu. Neden buraya gidiyordum? Kendime sormadan duramıyordum.

 

Kapısına yaklaştığımda duraksadım. Derin bir nefes aldım, içimden fısıldadım: “Lütfen burada ol.” Parmaklarımı kapı zilinin üzerine koyup ağır ağır bastım. Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki sanki göğsümden fırlayacak gibiydi.

 

Kapı açıldığında göz göze geldik. Kalbim deli gibi atıyordu. Birkaç saniye duraksadım, sonra sesim titreyerek çıktım:

“İçeri… girebilir miyim?”

 

Göktürk, tereddüt eder gibi biraz durdu, sonra hafifçe başını salladı ve adım atmam için yol verdi. İçeriye girdiğimde kapı yavaşça kapandı arkamda.

 

“Buraya gelmeni beklemiyordum,” dedi, sesi yumuşak ve hafif şaşkındı.

 

“Ben de… kendi isteğimle gelmedim aslında,” dedim, gözlerimi kaçırarak. “Ama burası… bir şekilde kendimi güvende hissettiğim tek yer gibi.”

 

Göktürk biraz yaklaştı, “Öyle mi? O zaman burada, benimle kal.” dedi.

 

Gözlerime baktı, ben de karşılık verdim. O an sözcüklere gerek yoktu; hissettiklerimiz aramızdaki sessizlikte yankılanıyordu.

 

Bir süre sessiz kaldık, sadece nefes alış verişlerimiz duyuluyordu. Göktürk ağır ağır yanıma oturdu, ellerini avuçlarımın üzerine koydu. Sanki içimdeki kırılganlığı hissetmiş gibiydi.

 

“Biliyorum, zor zamanlar geçiriyorsun. Ben de,” dedi usulca. “Ama birlikte biraz daha güçlü olabiliriz belki.”

 

Yüreğimde bir sıcaklık hissettim. İlk defa böyle açık ve samimi bir an paylaşabiliyorduk. Kırgınlıklar, suskunluklar hafifliyordu sanki.

 

“Burada olmak iyi geliyor,” dedim. “Belki de ihtiyacım olan tek şey bu: birinin yanında olmak… gerçekten, olduğu gibi.”

 

Göktürk hafifçe gülümsedi, gözlerime baktı. “O zaman burada kal, Asena. Kendin ol.”

 

Başımı hafifçe salladım. İkimiz de o anı paylaşırken, içimde bastırdığım duygular hafifçe yükseldi. Gözlerim nemlendi ama kelimeler çıkmadı.

 

Göktürk dikkatle beni izliyordu. “Ne olursa olsun, yalnız değilsin,” dedi.

 

Bu sözler, yıllardır içimde tuttuğum bir umut gibi yankılandı.

 

Göktürk cebinden küçük bir defter çıkardı ve bana uzattı. Gözleri samimiyetle parlıyordu.

 

“Bunu… bir süre önce almaya karar verdim,” dedi. “Burada senin hislerin olmalı artık. Sen de yaz, ne hissediyorsan.”

 

Defteri ellerime aldım, sayfaların boş olduğunu gördüm. İçimdeki karmaşa bir an için daha da belirginleşti ama aynı zamanda bir davet gibiydi bu.

 

“Burası senin alanın,” dedi Göktürk. “Korkmadan, çekinmeden. Hislerini yaz. Kimseyi yargılamadan.”

 

“Ben kahve yapayım.”

 

Göktürk mutfağa kahve yapmak için kalktığında, ben defteri elime aldım ve sayfalar arasında boş olmayan tek bir sayfayı buldum. Yavaşça gözlerimle okudum:

 

*“Lunaparka seninle gidemedik

Ne ışıklı oyuncaklara bindik,

Ne çarpışan arabalarda gülüştük

Birlikte kaybolmadık kalabalığın içinde

Pamuk şekerini bile, bölemedik ikiye…

 

Oysa ne çok isterdim

Çocukken elini tutup, ‘bir tur daha…’ demeyi.

Korkunca sana sarılmayı…”*

 

Sayfanın üzerindeki kelimeler, içimde sakladığım duygulara ayna tutuyordu. Gözlerim dolarken, kalbimde bir şeyler yumuşamaya başladı.

 

Kenarına sıkıştırdığı kalemi aldım, arka sayfayı çevirerek bende yazdım bir şeyler.

 

“Lunapark…

 

Seninle lunaparka gitmeyi hep hayal ettim.

Işıl ışıl ışıkların altında elini tutmayı,

Dönerken biraz korksam da senin yanında gülebilmeyi…

 

Hiç olmadı.

Hiç birlikte kaybolmadık kalabalığın içinde.

Hiç pamuk şekerini bölemedik ikiye.

 

Ama yine de,

O anları düşlemek bile iyi geliyor bana.

Belki bir gün,

Her şey için geç olmadan…”

 

Sayfayı kapatmadan önce, içimden bir ses daha yazmamı söyledi:

 

“Belki de gerçek lunapark, o ışıklı oyuncaklar değil;

Birlikte yaşanan anların sıcaklığıdır.

Ve ben, hala seninle o anları yaşamak istiyorum.

Korksak da, gülebilmek…

Ve elini tutabilmek…”

 

Kalemi bıraktım, derin bir nefes aldım. Defter kapandı, ama içimde yeni bir sayfa açılmış gibiydi.

 

Göktürk elinde kahvelerle içeriye girdiğinde yerimden kalktım ve çocuksu bir sevinçle, “Lunapark’a gidelim.” dedim.

 

İlk başta ne söylemek istediğimi anlamadı. Bana sorgulayan gözlerle baktığında elimdeki defteri gösterdim, “Gitmiyor muyuz?” dedim sahte bir üzüntüyle.

 

“Gidelim.” dedi. İkimizde de aynı heyecan vardı. Aynı çocuksu heyecan.

 

Göktürk kahveleri masaya bırakıp başını hafifçe salladı, “Hemen geliyorum, üstümü değiştirip çıkalım,” dedi ve odanın yolunu tuttu.

 

Kapı kapandıktan sonra içimde kocaman, büsbüyük bir heyecan yükseldi. Kalbim neredeyse yerinden fırlayacak gibiydi. O an, yıllardır içinde sakladığım tüm umutlar, korkular ve bekleyişler bir arada dans ediyordu.

 

Kapı elimden kayıp aralandığında, içeriye sallanan poşeti ve elindeki içki şişesini tutan Ecem girdi. Gözleri kızarmış, sarhoşlukla konuşması biraz garipleşmişti.

 

“Ah, bak bak, ne tatlı manzara… Kocaman Asena’mız, kahve içip defter karalıyor… Çok mu mutlusun, ha? Yazıyorsun, yazıyorsun… Sanki bu evde başka dert kalmadı. Bir defter, bir fincan kahve… Çok mu rahat, ne?” diye alaycı, sarhoş bir sesle mırıldandı. Şişeleri poşetin içinde sallayarak devam etti: “Bak şunlara, Asena… Şarap, votka, viski… Ne ararsan var! Belki senin küçük defterine değil ama benim geceye ihtiyacım var. Senin şu güzel yüzüne değil, benim karnıma inen o yakıcı sıvıya…”

 

Göktürk sessiz kaldı. Ne sesini yükseltti, ne de karşılık verdi. Gözlerini Ecem’den ayırmadı, sanki orada durması gerektiğini, tartışmaya girmemesini söylüyordu.

 

Ecem’in sarhoş cümleleri odada yankılanırken, Göktürk sessizliğini koruyordu. O anlarda hiçbir kelime etmedi; sanki her sözcük, her tepki onu daha da tutsak edecekmiş gibi. Gözleri, Ecem’in sarhoş bakışlarıyla buluştuğunda, yorgunluk ve derin bir çaresizlik gizleniyordu. Ama sesini yükseltmedi. Söylemek istediği her şeyi yutmuş, yerine ağır bir suskunluk bırakmıştı.

 

Göktürk’ün bu sessizliği, evde bir tür ağırlık yarattı; ne öfke, ne de savunma vardı. O an sadece bir duvar gibi durdu, Ecem’in kelimelerinin arasında ezilen ama onlara karşı koymayan, kırılgan ama güçlü bir duvar. İçinde kopan fırtınayı dışa vurmadı, çünkü biliyordu ki o an sözcükler gereksizdi. Kelimelerle yapılan savaşlar, bu geceyi daha da kirletirdi.

 

Her şeyi gören gözleri, ama konuşmayan dili vardı. Suskunluğu, aslında tüm söylenmemişleri, tüm yorgunlukları taşıyordu. Göktürk, yıllardır üzerine binen yükü, kırgınlıkları, umutları ve hayal kırıklıklarını bir an için bütün ağırlığıyla hissettiriyordu. Sessizliğiyle, kendi içinde savaşıyor; içten içe kırılıyor ama asla teslim olmuyordu.

 

Bir an için gözlerini kapadı. O karanlıkta bir çocuk gibi oldu; korkan, kaybolan, sevgiye muhtaç. Ama o çocuk hiç duyulmadı, hiç görülmedi. Çünkü Göktürk’ün dış dünyası hep sert ve soğuktu. Susmak, bazen sözlerden çok daha etkiliydi. Ve o an, susmak, ona düşen en büyük görevdi.

 

Ecem’in kelimeleri, onun için sarsıcıydı. Ama bu sessizlik, belki de en güçlü cevaptı. Çünkü kelimeler yıkabilir, kırabilir, çatlatabilirdi; oysa susmak, dayanmanın başka bir şekliydi. Göktürk, bu sessizliğiyle hem kendini hem Asena’yı korumaya çalışıyordu.

 

O an, zaman yavaşladı. Göktürk, yerinde sayıyordu ama içinde fırtınalar kopuyordu. Belki de o an anladı ki, bazen kelimeler kifayetsizdi. Ve bazen sadece durmak, dinlemek, orada olmak gerekiyordu.

 

Kapının kolunu tutarken parmaklarım kaydı. Göktürk’ün sessizliğini hissettim ardımda. Hiç konuşmadı, hiç sesini yükseltmedi. Sadece susuyordu. O suskunluk, içimde koca bir boşluk açtı.

 

“Burada kalmak… mümkün değil,” dedim kendi kendime. İçimde bir yerlere saplanan keskin bir acıyla, kapıyı yavaşça araladım.

 

Soğuk hava yüzüme vurdu. Kalbim birden sıkıştı, boğazım düğümlendi. Gözlerimi zor tutuyordum; yaşlar geliyordu ama izin vermedim. Göktürk’e bakmadım. Söylenecek sözler boğazımda düğümlenmişti.

 

Adımlarım ağırdı, ama kararlı. Her adımda içimdeki ağırlık biraz daha hafifliyordu. “Belki de gitmek en iyisi,” dedim fısıltıyla. “Buraya gelmek, en başından beri büyük bir hataydı.”

 

Gittim. Arkama bakmadım. Susanların yanından sessizce geçtim. İçimde bir isyan, bir kırgınlık vardı. Ama en çok da, yalnızlık.

 

Ve anladım ki bazen gitmek, kalmaktan daha cesurca.

 

Kaldırıma eğildim, ellerimi dizlerimin üzerine koydum ve derin bir nefes aldım. Onun bana verdiği defteri açtım ve yazmaya başladım.

 

“Yine gidemedik lunapark’a… Ne ışıklı oyuncaklara bindik, ne pamuk şekerini bölebildik ikiye. O kadar basit, o kadar çocukça şeyler… Ama bizim için imkansızmış gibi.

 

Biliyorum, aslında çok daha fazlasını istiyordum. O lunapark, bizim birlikte geçiremediğimiz anların simgesiydi. Kaybolmak istiyordum kalabalığın içinde, elimde pamuk şekerini paylaşarak… Korktuğumda sarılmak, gülmek, hatta bazen ağlamak…

 

Ama olmadı. Hep bir şeyler engel oldu. Mesafeler, suskunluklar, kırgınlıklar… Ve şimdi buradayım, soğuk kaldırımlarda, sadece o anları hayal ederek.

 

Gözlerim doluyor, çünkü o çocukluk hayalleri hâlâ içimde taptaze. Ve belki de bir gün, o lunaparka gidebiliriz. Belki el ele tutuşur, o ışıkların altında gülümseyebiliriz.

 

Ama şimdi, sadece umut etmekle yetiniyorum.

 

Yine gidemedik lunapark’a… Ama hala içimde küçük bir umut var; bir gün her şey için geç olmadan…”

 

Yavaş yavaş ayağa kalktım, titreyen ellerimi cebime soktum. Soğuk hava yüzüme çarparken, içimdeki o karışık duygular daha da büyüyordu. Göktürk’ün suskunluğu hâlâ kulaklarımdaydı; bir şeyler söylemek istediğini ama kelimelerin boğazında düğümlendiğini hissedebiliyordum.

 

Adımlarımı ağırlaştırdım. Kendi kendime söylendim: “Belki de bazılarımız hep böyle kalacak… Yan yana olup, ama konuşamadan, duyguları içine gömerek…”

 

Bir yandan yürürken, gözlerim etrafı taradı. Sokak lambalarının solgun ışıkları altında hayat devam ediyordu, ama benim dünyam donmuş gibiydi.

 

Göktürk’ün verdiği defter cebimdeydi. O boş sayfalar, şimdi bana bir yük gibi geliyordu. Yazmak zorundaydım, ama neyi? Kimi? Kendimi mi? Onu mu?

 

Derin bir nefes alıp kafamı kaldırdım. Belki de ilk defa gerçekten yalnızdım; sessizliğim, kendi yorgunluğumla baş başa.

 

Ve düşündüm, “Lunapark’a gitmek sadece bir başlangıçtı… Gerçek sınav bundan sonra başlıyor.”

 

Kalbimde sıkışan umutla, yürümeye devam ettim.

 

&

 

Sabahın ilk ışıkları ince ince odaya süzüldü. Gözlerimi açtım ama uyku hâlâ ağır ağır bedenimdeydi. Dışarıda kuşlar cıvıldıyor, dünya yeni bir güne başlıyordu ama içimde hâlâ o geceyi taşıyordum.

 

Yatağın kenarına oturdum, ellerim titriyordu. “Yine lunaparka gidemedik…” diye mırıldandım kendi kendime. Kalbim hâlâ sıkışıyordu, içimde biriken o kelimeler, hisler boğazımda düğümlenmişti. Göktürk’le aramızdaki o sessizlik, Ecem’in o gürültüsü, hepsi gözlerimin önünden geçiyordu.

 

Bir yandan yeni bir gün başlıyordu, bir yandan da dünün ağırlığı üzerimdeydi. Yine yalnızdım, yine kaçıyordum.

 

Telefonu elime aldım. Ekranı açtığımda gözlerim donuk, parmaklarım titrekti. Notlar uygulamasına girdim… ve içimdeki sessizliği yazıya dökmeye başladım.

 

“Yine lunaparka gidemedik…

Işıklar yanmadı, kahkahalar olmadı.

O kalabalığın içinde kaybolmak isterken

Daha da yalnız kaldım.

En çok da susuşun canımı acıttı.

Ecem’in sesi değil, senin sessizliğin kaldı kulaklarımda.

İnsan bazen yaşadıklarını kelimelere dökemez.

Çünkü ne söylerse yetersiz kalır.

İçindeki boşluk, tarif edilmesi zor bir ağırlıkla büyür.

Gözlerin dolar… ama kimse duymaz içindeki o sessiz çığlığı.

Ve en çok kendinden korkarsın.

Çünkü en büyük yalnızlık, insanın kendiyle baş başa kaldığı anda başlar.

Ben kendime bile anlatamıyorum.

Ama yazmak… belki biraz olsun hafifletir.

Belki bu kelimeler, bir gün seni de bulur…”

Ekrana bir süre baktım. Sonra başımı cama çevirdim. Dışarısı hâlâ sessizdi. Ama içimde bir şeyler, sessiz sessiz bağırıyordu hâlâ.

o yığılan, tarifsiz duygulara bir yol aradım. Parmaklarım ekranın üzerine usulca dokundu. Yazmak, susmaktan daha kolaydı bazen. Çünkü yazarken kimse yüzüne bakmazdı. Kimse sesindeki titremeyi duymaz, gözlerindeki yaşları görmezdi. Sadece kelimeler olurdu. Ve ben, her şeyden önce kelimelere sığınmayı öğrenmiştim.

 

Yeni bir sayfa açtım.

 

*“Yine lunaparka gidemedik…

Ama galiba mesele zaten lunapark değilmiş.

El ele tutuşmak değilmiş sadece.

Pamuk şekeri değilmiş, çarpışan arabalar ya da dönme dolap…

 

Mesele birlikteyken bile ayrı düşmekmiş.

Aynı evde, aynı anda nefes alırken bile birbirine ulaşamamak.

 

Göktürk sustu.

Ben sustum.

Ecem bağırdı.

Ama en çok sessizlik bağırdı aslında.

 

Yalnızlığın da bir sesi varmış meğer.

Duvarlara çarpan kelimeler değil o ses.

İçine gömdüğün her şeyin gürültüsüymüş.

 

Ve ben, bu sabah, lunaparka gitmediğimiz bir sabaha daha uyandım.”*

 

Yazmayı durdurduğumda boğazımdaki düğüm biraz gevşemişti. Ama hâlâ ağzımdan dökülemeyen cümleler vardı. Kalbim Göktürk’ün sessizliğiyle bir başka ritme geçmişti sanki. Çünkü onun susması, beni en çok inciten şeydi. Ne bağırsa, ne söylese bu kadar acıtmazdı belki de.

 

Telefonu kapattım. Bir süre ellerimi dizlerimde birleştirip öylece oturdum. Dışarıdaki kuşların sesi, içimdeki fırtınayı dindirmiyordu ama en azından dünyada hâlâ bir şeylerin devam ettiğini hatırlatıyordu.

 

Göktürk’le bir lunaparka hiç gidememiştik. Belki de hiçbir zaman gidemeyecektik.

 

Ama içimde o çocuksu hayal hep kalacaktı. El ele tutuşup kalabalıkta kaybolmak, korkunca sarılmak, pamuk şekerini bölüşmek…

Gerçekten yaşanmasa da, hayali bile güzeldi. Çünkü o hayalin içinde, hâlâ biraz biz vardık.

 

Bir gün yeniden karşılaşırsak, ona bu sabahı anlatır mıyım bilmiyorum.

Ama bir gün yazdığım bu notları okursa, sadece şunu anlamasını isterim:

 

“Ben seninle lunaparka gitmek istedim, Göktürk.

Ama ondan daha çok…

Sana ulaşmak istedim.”

 

Boğazım yanıyor.

 

Hava… yok. Nefes almaya çalışıyorum ama her nefes, içime çektiğim bir diken gibi. Göğsümün üstünde sanki biri oturuyor. Ellerimle omuzlarımı sarmışım ama titremem geçmiyor. Zemin kayıyor gibi altımdan. Midem bulanıyor. Kalbim… kalbim sanki ters dönüyor.

 

Ses geliyor. Uzaktan. Tanıdık bir ses.

 

“Asena?”

 

Adımı biri söylüyor. Çok uzaktan biri… ama ben buradayım. Tam buradayım. Yine de… duyamıyorum tam olarak.

 

Sonra… sonra bir çift diz yanımda. Ve o ses, daha yakından.

 

“Asena… Ne yapmam gerekiyor?”

 

Başımı çevirmeye çalışıyorum. Gözlerim buğulu. Boğazım kurumuş, dudaklarım çatlamış gibi. Ama… zorla da olsa fısıldıyorum.

 

“B-bavul… içi… il-ac…”

 

O an kalkıp gidiyor. Gürültüler duyuyorum. Çekmece mi açtı? Dolap mı devrildi? Hiçbir önemi yok. Gözlerim açık ama görüntüler birbirine karışıyor. Kalbim sanki bedenimden bağımsız bir hızla çarpıyor. Midem bulanıyor. Yutkunamıyorum.

 

Sonra… o geliyor. Elleri telaşlı. Yanıma oturuyor. Bir şeyler diyor mu, bilmiyorum. Ama o tanıdık, çatallı sesiyle bana ait olmayan bu boşluğun içini biraz olsun dolduruyor. Avucuma bir şey sıkıştırıyor. İlaç.

 

Diğer elinde bir bardak su var. Gözüme tutuyor. Dudaklarımı aralıyor ama başımı iki yana sallıyorum.

 

“Yok… su yok…” diyorum hırıltıyla.

 

Göktürk’ün gözleri bir anlık büyüyor. Şaşkın. Anlam verememiş gibi.

 

Ama ben biliyorum. Su geçmiyor boğazımdan. Su, içimde biriken taşları oynatıyor sanki. O taşlar kalkarsa… ağlarım. Boğulurum. O yüzden yıllardır su içemiyorum ilaçla.

 

İlacı dilimin üstüne koyuyorum. Gözümdeki yaşlar daha da bulanıklaştırıyor her şeyi. Diliyorum… geçsin bu. Bu da geçsin.

 

İlacı kuru yutuyorum. Acıyor. Gerçekten acıyor. Ama suyla içmek daha çok acıtırdı. Buna alışığım.

 

Göktürk bana öylece bakıyor. Elinde hâlâ bardak… Hareketsiz. Sanki ben değil de o nefessiz kalmış gibi.

 

Ve ben… bir şey demeden başımı onun omzuna bırakıyorum.

 

Çünkü artık daha fazla güçlü kalamam.

 

Göktürk’ün omzu… güvenli bir duvar gibi. Ama içimdeki yangın durmuyor. Göğsümde bir taş… nefesim yarım.

 

İlacı boğazımdan geçiremiyorum, su dokunuyor hâlâ… sadece ilacı çiğneyip yuttum. Midem değil, kalbim yanıyor.

 

Nefes alıyorum… ciğerlerime cam doluyor sanki. Yutkunuyorum, ama kelimeler boğazıma takılıyor. Yine de… susamıyorum artık.

 

“Ö… özür…”

Sesi kendi kulağıma bile çatlak geliyor.

 

Göktürk başını çeviriyor, anlamaya çalışıyor ama bakamıyor. Ben gözümü kaçırıyorum. Göğsümden fısıltıyla, kelimeler tek tek dökülüyor.

 

“Özür… dilerim… a-anne…”

Sanki her harf bir yük. Dudaklarım yarılmış gibi.

 

“Ben… se-sevmedim… onu.”

 

İçimden bir hıçkırık geçiyor ama dışarı çıkamıyor. Sesim hâlâ çatlak, hâlâ kirli bir rüzgar gibi.

 

“İsted… istemedin… böyle olmasını. Ama… ben de…”

Yutkunuyorum. Gözümden bir damla düşüyor. Göktürk’ün tişörtüne.

 

“…ben de… seni… üzmek istemedim.”

 

Ona evet diyemedim anne. Boran’a. Onunla ömür geçirme yalanına. Ama senin için… yutkundum. Sustum. Direndim. Yetmedi…

 

“Kötü… biri… değilim. Sadece…”

Bir duruyorum. Nefes almaya çalışıyorum.

 

“…kendi… yolumu… seçtim.”

 

Sustuğum yıllar, şimdi dilimden dökülürken boğazımı kesiyor.

 

“Özür… dilerim.”

 

Bu sefer daha net. Sadece o iki kelime. Son kez.

 

Göktürk bir şey söylemiyor. Sadece elini biraz daha sıkıyor omzumda. Sanki, “duydum” der gibi. Sanki, “yeter” der gibi.

 

Ben içimde ilk kez… biraz hafifim. Acının içinden bile bir özgürlük geçiyor. Anne… duymasan da, ben söyledim artık.

 

Göktürk’ün eli, omzumdan yavaşça kayıyor. Parmağı, titrek bir kararsızlıkla saçlarıma uzanıyor. Bir çocuğun kırık bir oyuncağa dokunması gibi… narin. Kırılmaktan korkar gibi.

 

Saçlarımda gezinen parmakları… annemin son defa örerkenki elleri gibi tanıdık. Sanki o an, bütün dünyanın sesi kesiliyor. Kalbim hâlâ göğsümü yumruklarken, onun dokunuşu bir şeyleri durduruyor içimde.

 

Ne konuşuyoruz, ne ağlıyoruz. Ama sustukça daha çok anlatıyoruz.

 

Göktürk’ün sesi çıkmıyor. Sadece başını biraz daha yaklaştırıyor, alnımın kenarına, yara izimin hemen yanına…

 

“Duydum.”

Demiyor. Ama hissediyorum.

 

Saçlarımın arasında kalan o parmak… ben hâlâ o çocuğum sanırım. Babamı son kez uğurladığımda saçımı karıştıran eli hatırlıyorum. Şimdi, yeniden bir el var orada. Göktürk’ün eli. Çocukluğumdan kalma.

 

İçimde hâlâ kıyamet var ama bir şey… bir şey ilk kez susuyor.

 

Göktürk hâlâ başımda. Elini saçlarıma götürdü, yavaşça, usulca dokundu. Parmak uçları alnımdaki teri geriye itti, elleri titremiyordu. O hep sakindi. Ben darmadağınıkken bile…

“Su içmedin,” dedi.

Söyleyemedim.

Boğazımdaki düğüm inatla duruyordu. Sanki her yudum geçmişe saplanıyordu.

 

Yastığa biraz daha gömüldüm. Gözlerim aralıktı, ama hiçbir yere bakmıyordum. Onun elinin sıcaklığını ezberlemek ister gibi başımı hafifçe eğdim. Konuşamayacak kadar yorgundum. Ama içimde bir ses vardı. Zayıf… titrek… ama hâlâ annemin adını anabilecek kadar gerçek.

 

“Ö… özür dilerim,” dedim fısıltıyla.

Göktürk hemen eğildi, duyup duymadığını anlamaya çalıştı.

“Anne…” dedim, gözüm boşluğa takılı.

Bir an sustum.

“…istediğin adamla evlenmedim,” demek istedim. Ama dilim dönmedi. Sesim çıkmadı. Cümle, içimde çürüdü.

 

Göktürk başını yana eğdi. Duyduğumu, anlamadığımı bilmiyordu belki ama bir şeyin kırıldığını hissetti. Bunu sezdi.

Saçlarımı yeniden düzeltirken gözlerim doldu. Gözyaşı akmadı. Ama gözümde bir göl vardı. O göle düşseydi sesi yankılanırdı:

Artık çok geç.

 

Gözlerimi kapatmadım. Ama açık da değillerdi.

Zamanın geçip geçmediğini anlayamıyordum. Yalnızca onun parmaklarının saçlarımda gezinmesini hissediyordum. Sanki orada duran ben değildim, başka biri… daha sessiz, daha çocuk bir hâlim. Göktürk’ün avucunda kendini unutan bir zaman parçası gibiydim.

 

“İyi misin?” diye sordu sonunda.

Cevap veremedim.

Yutkunsam, bir şey kopacaktı içimden. Sustum.

 

İlacı içtim ama hâlâ yanıyor içim. Göğsümün tam ortasında paslı bir kapı var gibi. Açılmıyor. Her nefes, o kapıya çarpıyor. Her sessizlik… anneme benziyor.

 

“Ö… özür dilerim…” dedim nihayet, dudaklarımı zorlayarak.

Bir anlık duraksama.

Göktürk başını eğdi, beni duymaya çalıştı.

“Anne…” dedim neredeyse bir çocuğun sesiyle.

Daha fazlası gelmedi. Sanki içimde cümleler vardı ama biri onların fişini çekmişti.

 

Göktürk hiçbir şey demedi.

Sadece elini yüzüme götürdü.

Başparmağıyla yanağımdaki tek çizgiyi — kurumuş bir gözyaşı izi mi, yoksa yorgunluğun lekesi mi bilmiyorum — silmeye çalıştı.

 

Gözlerim doldu.

Ağlamadım.

Sadece içim, kendi içinde bir yerlere gömüldü.

 

Battaniyeyi düzeltti. Bir şey demeden pencereyi aralayıp kapattı. Odaya sızan soğuk, yerini yavaş yavaş onun varlığına bıraktı.

 

Ben hâlâ kıpırdamadım.

Sadece içimden şunu geçirdim:

 

“Gitse, kırılırım. Kalsa, daha çok…”

 

 

 

 

 

Bölüm : 12.06.2025 15:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...