
Kapalıydı bütün kapılar.
İçime döndüm.
Sesimi yankılayan duvarlara, nefesimi boğan karanlıklara… Bir adı vardı bu hâlin: Boşluk. Göktürk’ten uzaklaştıkça… Annemin gözlerini bir daha üzerimde görmemeye alıştıkça… Sanki içimde büyüyen bu boşluğu artık hiç kimse dolduramazdı.
Balkonun köşesinde oturuyordum. Derya karşımdaki sandalyeye ilişti. Elinde bir fincan adaçayı vardı, ama bana vermedi.
Çünkü benim ihtiyacım bir içeceğe değil, içimdeki sarsıntıya bir tutunaktı.
Bunu o da biliyordu.
“Yalnız hissediyorsun, değil mi?” dedi Derya, sesinde bir annenin sabrı, bir dostun şefkati.
Kafamı kaldırmadım, çünkü göz göze gelirsem kırılırdım.
“Yalnızlık değil bu… Yalnızlıktan daha derin bir şey. Sanki… hiç kimse beni sevmemiş gibi hissediyorum. Sevilmeyi hak etmediğim gibi.”
Derya başını eğdi, sonra usulca konuştu.
“Yalnızlık insanın en zor savaşıdır, Asena. Ama unutma… en derin yalnızlıklar bazen kendimizi bulmamız için açılır. Kimse dolduramaz o boşluğu, sadece sen. İçinde öyle büyük bir dünya var ki… Sen o dünyanın haritasını bilmiyorsun henüz, hepsi bu.”
“Sanmak istiyorum,” dedim boğazım düğümlenerek. “İnanmak istiyorum… ama korkuyorum. Hem sevilmemekten… hem de kendimi sevmemekten.”
Sesim titriyordu. Gözlerimde biriken yaşlar şimdi içimdeki çocukla buluşmak ister gibiydi.
“Bu korku doğal,” dedi Derya. “Sevilmeye aç biri kendinden korkar en çok. Çünkü içindeki boşluğa bakmak kolay değildir. Ama senin içinde güçlü bir parıltı var. O parıltı kendi ışığını bulduğunda… dışardaki karanlık da yavaş yavaş dağılır.”
Derin bir nefes aldım.
Belki ilk defa içime çektiğim hava, ciğerlerime değil, kalbime dolmuştu.
“Boran’ın gözlerine baktığımda… hiçbir şey hissetmiyorum,” dedim. “Ama bana öyle bakıyor ki, susarsam kırılır gibi… Ben ona değil, onun bana ihtiyacı var sanki.”
Derya başını salladı.
“Sevgiyi suç gibi yaşamamalısın. Eğer içinde bir şey yoksa, zorla orada bir şey büyütmeye çalışma. Zoraki bir sevgi, hem seni hem onu çürütür. Ama şu an kendini sevmenin yollarını ararken, başkasının sevgisine tutunmaya çalışma. Kendini kaybedersin.”
Sessizlik çöktü.
Ne kuş sesi, ne rüzgar… Sadece bir kadınla genç bir kızın arasında akan o görünmez bağ vardı şimdi.
Derya, “Biliyorum, bugün çok konuştuk,” dedi sonunda. “Ama bu yol uzun… ve sabır istiyor. Her adımda yanında olacağım, bunu bil.”
“Teşekkür ederim,” dedim. Dudaklarımda acemice bir gülümseme vardı.
“Bunu bilmek… iyi geliyor.”
O anda…
Yıllardır ilk defa… içimde bir şey kıpırdadı.
Adını koyamadığım bir şey…
Belki bir tohumdu, belki de bir kırık aynanın içindeki küçük ışık parçasıydı.
Ama her neyse…
Belki de yeniden başlamanın tam zamanıydı.
&
Odama döndüğümde hava kararmıştı.
Loş bir sarı ışık yorganın ucuna vuruyordu. Kapı aralıktı, içeride boğuk bir soğuk vardı. Pencereden dışarı baktım, yıldız yoktu.
Geceler bile yüz çevirmiş gibiydi.
Yatağın kenarına oturdum. Ayaklarımı yere bastım ama sanki hâlâ havadaydım.
Göktürk’ün odası sessizdi. Kapısı kapalı. Camı açık bırakmış olmalı; perdeler hafifçe kıpırdıyordu.
Derya’nın sözleri zihnimde dönüp duruyordu:
“Kendini kaybedersin…”
Avuçlarımı dizlerimin üstüne koyup sırtımı dikleştirdim. Derin bir nefes aldım.
Boran’ı düşündüm.
Onun bana nasıl baktığını…
Benim ona nasıl bakamadığımı…
Ona her şeyimi anlatabilecek kadar yakın,
ama elini tuttuğumda içimden hiçbir şey geçmeyen o yabancı hâl…
Gözümü kapattım.
Birini sevmemek ne kadar sessiz bir şeydi.
Ne bağırıyordu, ne ağlıyordu.
Sadece içten içe çürütüyordu beni.
Annemin sesi kulaklarımda yankılandı:
“Senin için en doğrusunu düşündüm.”
Boran doğru muydu?
Yoksa sadece… doğru gibi davranmam mı gerekiyordu?
Yastığın ucuna başımı koydum.
Gözlerimi tavana diktim. Tavan eskiydi, çatlakları vardı.
Benim gibi.
Kendime şu soruyu sordum:
“Eğer ben başka biri olsaydım… kendimi sever miydim?”
Cevabı yoktu.
Ama bu defa korkmadım.
Çünkü en azından sormayı seçmiştim.
&
Adımlarım bana ait değildi artık.
Sanki biri içimde, ben fark etmeden karar vermişti.
Özür dileyecektim.
Her şeyin üstünü örten o suskunluğu, bir “affet” kelimesiyle kazıyacaktım.
Beni en iyi tanıyan, en çok inciten ve belki hâlâ tek seven adama…
Sokak sessizdi.
Göktürk’ün kapısına vardığımda, gecenin karanlığı beni içine aldı.
Kapının önünde durdum.
Ellerim buz gibiydi ama içimdeki ateş yanıyordu hâlâ.
Yutkundum.
Sonra elimle kapıya iki kez vurdum.
“Lütfen…” diye fısıldadım kendi kendime. “Lütfen aç…”
Hiçbir ses yoktu.
Sadece içimde çarpan kalbimin yankısı.
Bir daha vurdum.
Ses biraz daha güçlü çıktı bu kez.
Ama içeriden hâlâ bir cevap gelmedi.
Titreyen ellerimle telefonumu çıkardım.
Rehberde adını buldum: Gök.
Sadece bu. Ne soyadı, ne ek isim.
Sadece “Gök”.
Aradım.
Bekledim.
Son zil sesi çalarken içimde bir şey kırıldı.
Ve sonra… açıldı.
Ama… sesi onun değildi.
“Göktürk benimle meşgul,” dedi Ecem.
İçinde zaferi taşıyan bir kibirle.
İğne gibiydi kelimeleri, tenime değil, tam kalbimin ortasına saplandı.
Ne bir ses çıkarabildim… ne de nefes almayı hatırlayabildim o anda.
Sadece kapattım.
Telefon elimden kayıp kaldırıma düştü.
Ben de ardından.
Ayaklarımın dermanı kalmamıştı.
Olduğum yere, sokak lambasının loş ışığı altına oturdum.
Kaldırım taşları soğuktu.
Ama içimdeki soğuk kadar değildi.
Kendime sarıldım.
Kimsesiz bir çocuğun içgüdüsüyle.
Belki de yıllardır sarılmadığım kendime…
O an ilk kez dokundum içimdeki kırık kıza.
Başımı dizlerime koydum.
Ve sustum.
Ağlayamadım bile.
Çünkü bazen gözyaşı, en kolay kaçış olur.
Ama o gece, hiçbir kaçış yoktu.
Yüzleşme vardı.
Kendimle.
Sevdiğimle.
Anneme benzememek için her şeyi reddederken, annem gibi kırdığım insanlarla.
Göktürk’ün sesi gelmedi.
Bir kapı açılmadı.
Ama zihnimde binlerce kapı aralandı.
Hepsinin ardında anılar.
Hakkari’de dağlara karşı susan bir çocuk, babasının cenazesinde ağlamayı unutan bir kız çocuğu…
Bir gece, gözlerinden uyku değil korku akan küçük Asena…
Ve şimdi… büyümüş, ama iyileşmemiş hâliyle hâlâ aynı kaldırımda oturan bir kadın.
Gece derindi.
Yalnızlık sertti.
Ama en kötüsü, umut etmeyi hâlâ sürdürmekti.
Çünkü umut, insanı hayatta tutarken aynı zamanda yavaş yavaş öldürüyordu.
O an içimden geçen tek cümle, yıllar önce babamın mezarında hissettiğime çok yakındı:
“Kimse kalmamış gibi.”
Belki de Ecem haklıydı.
Belki Göktürk artık onundu.
Belki annem artık benim annem değildi.
Belki bu hayat, başından beri bana ait olmamıştı.
Ama yine de içimde bir şey kıpırdadı.
Bir yer, hâlâ “bitmedi” diyordu.
Sadece… biraz daha sabır, biraz daha cesaret…
Ama bu gece değil.
Bu gece sadece acının gecesi.
Başımı kaldırdım.
Gökyüzüne baktım.
Yıldız yoktu.
Ay bulutların arkasına gizlenmişti.
Ama oradaydı.
Ben göremesem de…
Bir ara dalmışım.
Uyumadım, sadece gözlerimi kapattım.
Ama zihnim, gerçeklikten daha gürültülüydü.
Göktürk’ün sesi…
Ecem’in kahkahası…
Annemin suskunluğu…
Ve en çok da kendi iç sesim, bir türlü susmayan o yorgun kadın…
Bir araba geçti sokağın ucundan.
Sonra bir kedi miyavladı yakınımda.
Soğuk betona iyice yapışmıştım sanki.
Ama kalkamadım.
Bedenim değil, ruhum ağırdı.
Bir ara gökyüzü biraz daha açıldı.
Gri tonlar yerini solgun bir maviye bıraktı.
Hava hâlâ serindi ama rüzgârın içinde başka bir his vardı.
Sanki bir şeyler değişebilirmiş gibi…
Sonra tanıdık bir ses geldi.
Yumuşak ama endişeli.
“Asena?”
Gözlerimi araladım.
Kaldırımdan birkaç adım ötede Derya duruyordu.
Üzerinde uzun bir palto, ellerinde bir termos…
Ve gözlerinde, o hep sakladığı şefkat vardı.
“Burada ne yapıyorsun?” dedi, adımları hızlanırken.
Cevap veremedim.
Çünkü bir şey anlatmama gerek olmadığını biliyordum.
O zaten anlamıştı.
Yanıma oturdu.
Cebinden bir mendil çıkardı, sonra termosu açtı.
“Sana biraz ıhlamur getirdim,” dedi.
Sanki bunu hep yaparmış gibi.
Bardağı uzattı.
Ellerimle kavradım, buharı yüzüme vurdu.
İçtim.
Dünya birkaç saniyeliğine yavaşladı.
“Ecem telefonu açtı,” dedim bir süre sonra, “Göktürk’ün meşgul olduğunu söyledi…”
Derya hiçbir şey demedi.
Çünkü acıyı yorumlamak, onu daha katlanılır kılmazdı.
“Sence o da beni artık… sevmiyor mu?”
Soru ağzımdan çıkarken, içimden bir şey daha eksildi.
“Sence sen kendini seviyor musun?” diye sordu Derya.
Bakışlarım ona döndü.
Cevap yoktu.
Sustum.
“Kendini sevmeyi öğrenmeden, başkasının seni sevmesini ummak… kocaman bir boşluğa bağırmak gibidir,” dedi yavaşça.
“Sesin yankılanır, ama kimse seni gerçekten duymaz.”
Bardağı dizimin üstüne koydum.
Başımı ellerimin arasına aldım.
“Her şeyi yanlış yaptım,” dedim.
“Göktürk’ü… annemi… kendimi… Belki de hak etmiyorum.”
Derya bu kez elimi tuttu.
Sıkıca.
Gerçek bir insanın varlığı gibi.
Bir çocuğun annesinin eteğine tutunması gibi.
Kurtarılmak isteyen bir kadının son umudu gibi.
“Yanlış yapmak, hak etmemek demek değildir,” dedi.
“Sen hayattasın. Bu bile başlı başına bir hak ediştir.
Ve hâlâ burada olman… düzeltmek istediğini gösterir.”
Bir süre daha konuştuk.
Ama çoğu sessizlikti.
Ve o sessizlik, beni en çok iyileştiren şeydi.
Sabah, usulca üzerimize indi.
Güneş tam doğmamıştı ama gökyüzü artık griden çıkmıştı.
Ayağa kalktım.
Titrek bir adımla ama ayaktaydım.
Derya bana baktı.
“Eve mi?” dedi.
Başımı iki yana salladım.
“Hayır… önce biraz yürümem gerek,” dedim.
“Tamam,” dedi. “Ama ne zaman ihtiyacın olursa, biliyorsun…”
“Biliyorum,” dedim.
İlk kez… içten bir şekilde.
Yavaşça yürümeye başladım.
Ayaklarım hâlâ ağırdı ama kalbim bir nebze hafifti.
Kaldırımdan aşağıya inerken düşündüm:
Belki Göktürk kapıyı hiç açmayacaktı.
Belki annem bir daha aramayacaktı.
Ama ben hâlâ buradaydım.
Ve bu gece, sadece bir gün değil, yeni bir ihtimaldi.
Adımlarım beni nereye götürdüğünü bilmeden sürükledi.
Sadece yürüdüm.
Yavaşça…
Sessizce…
Sanki her kaldırım taşı, içimde bastıramadığım bir anıyı hatırlatıyordu.
Küçük bir parka vardım.
Paslanmış bir salıncak gıcırdıyordu.
Çocuk kahkahalarıyla dolu olması gereken yer, şimdi rüzgârın uğultusuyla yankılanıyordu.
Banklardan birine oturdum.
Bu park…
Eskiden babamla geldiğimiz yerdir belki.
Belki de Göktürk’le oturup simit paylaştığımız o yaz akşamlarından birinin devamıdır.
Hangisi olduğu önemli değildi.
Önemli olan, bu boşluğun artık bana ait olmasıydı.
Ve ben, bu boşluğun içinde kaybolmadan durabilmeyi öğrenmek zorundaydım.
Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım.
Bulutlar ağırdı.
Ama o ağırlık, artık sadece havaya ait değildi.
Bana da tanıdıktı.
“Ben de seni özledim baba…”
Bunu ilk kez fısıldadım.
Yıllardır içimde taşıdığım özlemi, ilk kez serbest bıraktım.
Ve ilginçtir, bir nebze hafifledim.
Sonra cebimden telefonu çıkardım.
Ne Göktürk’ü aradım.
Ne de annemi.
Sadece ekranı bir süre izledim.
Kendimle baş başa kalabilmek için ne kadar çok kaçmış olduğumu fark ettim.
Ama artık kaçacak bir yerim kalmamıştı.
Ve belki de bu iyi bir şeydi.
Bir notlar uygulaması açtım.
Yeni bir sayfa.
Yeni bir cümle:
“Bugün sabahı kendimle karşıladım.
Kimseye sığınmadan.
Kimse beni duymadan.
Ve ilk kez, bu sessizlikte kaybolmak yerine kendimi duydum.”
Gülümsedim.
Acıyla karışık, buruk bir gülümsemeydi.
Ama samimiydi.
Sonra telefonu kapattım.
Ve kalktım.
Bu defa eve yürümeye karar verdim.
Çünkü dışarısı ne kadar geniş olursa olsun, insan bazı savaşlarını kendi odasında vermek zorunda kalıyordu.
Gökyüzü hâlâ griydi.
Ama ben artık sadece griyi görmüyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |