
Göktürk, Asena’nın yanına yavaşça yaklaştı.
Ay ışığı alnındaki yara izine vuruyordu, ama o artık dışındaki değil, içindeki yarayı görüyordu.
Kız ona bakmıyordu. Omuzları düşmüş, gözleri uzaklara takılmıştı.
Bir şey olmuştu. Bir şey… kimsenin göremediği.
Ama Göktürk görüyordu. Göktürk hissediyordu.
Ve kelimeleri, bir ağırlık gibi oturdu havaya:
“Asena…”
Sesi ne öfkeliydi, ne yargılayıcı.
Sanki bir dua gibi, yumuşak…
“Ben seni dinlerim.
Gözümün içine bakmadan, yüreğime dokunan her şeyi…
anlarım.”
Asena gözlerini kaçırdı. Gözleri doluydu ama kendine bile itiraf edemiyordu.
Göktürk birkaç adım daha yaklaştı.
“İstersen şimdi hiçbir şey deme.
Sadece gel.
Omzuma yaslan.”
Sağ kolunu yavaşça açtı.
“Varsa gözyaşın, ona da yer var.
Ben buradayım.
Sana küsmedim.
Sana sırt dönmem.”
Ve o an…
Asena hiçbir şey demedi.
Sadece bir adım attı.
Göktürk’ün göğsüne yaslandı.
Omzunda bir çırpınış, sonra sessizlik…
Gözyaşları ince ince aktı.
Ama ilk kez acıtmadı.
Çünkü yanında onu anlayan biri vardı.
Çünkü Göktürk vardı.
&
Göktürk’ün omzuna yaslandığımda, ilk başta direndim.
Omuzlarımı sıktım, nefesimi tuttum.
Ağlamak istemedim.
Zayıf görünmek, birinin şefkatine ihtiyaç duyduğumu belli etmek istemedim.
Ama Göktürk…
Hiçbir şey sormadı.
Hiçbir şey beklemedi.
Sadece tuttu beni.
Omzunu başımın altına koydu, elini sırtıma uzattı.
Ve ben o anda anladım:
Bazı insanlar susarak tamir eder seni.
İçimde o kıza, o sessizliğe, o vefasızlığa dair ne varsa, bir bir düğümlendi boğazıma.
Gözyaşlarım bir kez başladı mı, durmadı.
Ne için ağladığımı bile bilmiyordum artık.
Kırıldığım onca şey, birikmiş her şey…
Sanki o an Göktürk’ün kalbine dökülüyordu.
Ve o, tek kelime etmeden hepsini tutuyordu.
“Ben seni dinlerim,” demişti ya…
İşte tam da o yüzden hiçbir şey anlatmadım.
Çünkü anlatmam gerekmiyordu.
Gözlerimi kapattım.
Gecenin serinliği, Göktürk’ün sıcaklığına karıştı.
Sanki yıllardır içimde sakladığım, kimsenin dokunamadığı o küçük kız…
ilk kez kucaklanmış gibiydi.
İlk kez, olduğu haliyle sevilmişti.
Göktürk’ün kalp atışlarını duydum.
Yavaş, ağır… güven veren bir ritim.
O ritme tutundum.
“Gitme,” diyemedim.
Ama içimden öyle çok söyledim ki…
Belki de duydu.
Çünkü sarılması sıkılaştı.
Göktürk’ün göğsüne yaslanmıştım hâlâ.
Kolları etrafımda… sanki o an dünya dursa umurumda olmayacaktı.
Ama durmadı.
O sessizlikte, içimde bir ses vardı.
Sürekli konuşan, susturamıyorum.
“Ecem bunu görse…”
Bir an kalbim titredi.
Ağlamıştım. Hem de ne ağlamak…
Yanaklarım hâlâ ıslaktı.
Ama onun bunu duymasından, bunu anlatacak tek bir kelime etmesinden…
korktum.
“Ne oldu, Göktürk’e yaslanınca dünya mı kurtuldu?”
“Duygusal krizlerden çıkış biletin Göktürk mü artık?”
Aklımda onun sesi vardı. Gerçekten konuşsa da konuşmasa da, içimde hep bağırıyordu.
Ve ben o yüzden…
Anlatamadım.
Göktürk’ün omzunda kalakaldım.
Sığınmak istedim, ama bir yanım tetikteydi.
Sanki Ecem bir duvar gibi duruyordu aramızda.
Görünmez ama hep var.
Göktürk nefes aldı, derin…
Belki bir şey söyleyecekti.
Ama ben… başımı kaldırmadım.
Yüzümü göstermedim.
Sesimi çıkarmadım.
Çünkü bir kere daha yargılanmak istemedim.
Bir kere daha “ağlayan kız” olmak istemedim.
Hele hele, Ecem’in dudak kıvırışlarında yer almak…
en çok da onu istemedim.
Ve o an fark ettim:
Bazen insan, birine yaslanır ama tam anlamıyla teslim olamaz.
Çünkü üçüncü biri oradadır.
O an yoktur belki ama… izleri ses gibidir.
Sana her susuşunu tekrar hatırlatır.
“Sadece o gün sana gelmiştim.”
Bu kelimeler, dudaklarımdan istemsizce döküldü.
Sonrası mı?
Gözlerimi yere indirdim, çünkü söylemek istediğim çok daha fazlası vardı ama kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
“Biliyorum, az geldi belki, yetersiz oldu.”
Kendime bile itiraf edemediğim bir çaresizlikle fısıldadım.
“O an orası benim tek sığınağımdı.
Orada… yanında… kendimi biraz olsun koruyabildim.”
Ama sonra düşündüm, düşündüm de…
Ecem geldi aklıma.
O iğneleyici bakışları, o alaycı gülüşleri, arkama saklanmış o alaycı sözleri…
“Anlatma,” dedi içim.
“Biliyorlar, dinlemezler, küçümserler.”
O yüzden sustum.
Susmak en güvenli yoldu.
Bunu yaptım.
Göktürk’e baktım, gözlerine…
Onun bakışında bir kırılganlık vardı.
Bir an anladım, beni anladığını.
Ama aynı zamanda ne kadar zor olduğunu da…
“Sadece o gün mü?” diye fısıldadı.
“Evet,” dedim, sesim titreyerek.
“Ve belki daha fazlasını anlatamam henüz.
Ama o gün… benim başlangıcım oldu.”
İçimde bir umut belirdi.
Belki bir gün…
Belki, sadece belki…
Anlatırım her şeyi.
Şimdilik yeterliydi.
Göktürk oradaydı.
Ve ben… biraz olsun kırılmamıştım.
Asena’nın gözleri yere düşmüşken, Göktürk yumuşak bir sesle konuştu:
“Biliyorum, senin için kolay değil… Anlatmak.
O yüzden seni zorlamayacağım.
Ama şunu bil: ne zaman istersen, ne zaman hazırsan, ben buradayım.
Sadece dinlemek için değil, yanında olmak için.”
Kollarını biraz daha sardı etrafımdan.
Nefesi yüzüme dokundu.
“Senin yükünü taşımam mümkün değil belki, ama birlikte biraz hafifletiriz.
Yeter ki güven.”
Gözlerimi kaldırdım, onun gözlerindeydi o kararlılık.
Ve o an, korkularım biraz olsun eridi.
Çünkü biliyordum, en azından biri benim yanımdaydı.
Göktürk, gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan, sesi titreyerek sordu:
“Geri gelecek misin?”
Bir an sustum. Cevap veremedim, çünkü kelimeler boğazımda düğümlenmişti. İçimde kopan fırtınayı anlatmak mümkün değildi. Kalbim, korku ve umut arasında gidip geliyordu.
Sonra sessizce, sadece gözlerimle cevap verdim; bir kelime söylemeden, ama her şey orada saklıydı.
Göktürk, anlamıştı. Parmaklarını hafifçe avuçlarıma doladı ve fısıldadı:
“Bekliyorum, Asena. Ne olursa olsun, burada olacağım.”
“Bekleyemezsin… Çünkü seni bekleyenler var.
Senin burada kalman, kendini mahvetmene neden olur. Bunu sen de biliyorsun.”
Göktürk gözlerimi sıkıca tuttu, kararlıydı ama sözlerimden etkilendiğini görebiliyordum.
“Belki gitmek zorundayım,” dedim, “Ama burası da benim bir parçam.“
O an, aramızdaki sessizlik biraz ağırlaştı, ama ikimiz de ne demek istediğimizi anlıyorduk.
Göktürk, biraz uzaklaşıp derin bir nefes aldı. Gözlerinde bir anlık kırgınlık ve çaresizlik vardı. Sonra sesini alçaltarak sordu:
“Peki, ne zaman döneceksin? Bize, bana bir söz verir misin?”
Cevap vermek istedim, ama kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Sadece baktım ona, yüreğimde hem gitme arzusu hem de kalma isteği çarpışıyordu.
Sonunda fısıldadım:
“Geri döneceğim… Bir gün, söz veriyorum. Ama önce gitmeliyim. Hem senin hem de benim için.”
Göktürk başını hafifçe salladı, gözlerinde yeniden o kararlılık belirdi.
“Bekliyorum o günü, Asena. Ne olursa olsun, burada olacağım.”
O an, yanımda bir güven hissettim. Belki de yalnız değildim.
İzmir’in akşam serinliği üstümüze çökmüştü. Göktürk yanımda duruyordu; gözleri sorgulayan, sessizliğin içinde bir muamma gibiydi.
“Seni beklemek kolay olmadı,” dedi, sesi sert ama kırılgandı. “Geldiğinde olacak mı gerçekten?”
Cevap vermedim. Oysa içimde fırtınalar kopuyordu. Yıllardır bastırdığım duygular, korkular, umutlar… Hepsi birbirine karışmıştı.
“Korkarım artık o kişi değilim,” dedim sonunda, kelimelerim buz gibi soğuktu. “Belki de hiç olmadım.”
Göktürk başını hafifçe eğdi, sessizliği seçti. Ne dost ne düşman gibiydik; aramızda görünmez bir çizgi vardı.
Ama kalbimden bir yerde, bu mesafenin ardında hâlâ onun varlığını hissediyordum. Soğukluğu ve uzaklığı, aslında o sıcaklığın bir maskesiydi.
“Biliyorum,” diye fısıldadı, “ve belki de ben de aynıyım.”
İçimde bir sızı belirdi. Arkadaşça, ama arkadaşlık olmayan; samimi ama mesafeli. Kelimelerle anlatılamayan o karmaşık bağ…
Düşüncelerim yavaş yavaş dağılırken, tek bir gerçek vardı: Bu hikaye bitmemişti. Sadece şekil değiştirmişti.
Göktürk’ün o soğuk bakışı, içimde hem güven hem de korku uyandırıyordu. Yanımda duruyor, ama sanki binlerce kilometre uzaktaydı. Ne dost ne düşman gibiydi aramızdaki mesafe. Belki de yıllardır aynı odada ama başka dünyalarda yaşayan iki yabancıydık.
“Geldiğinde olacak mı gerçekten?” diye sormuştu. Cevap vermek istemedim. Çünkü kendim bile emin değildim.
Kimim ben şimdi? diye düşündüm. O kız mı hala? Yoksa yılların ağırlığıyla, korkularımla, kırıklıklarımla örülmüş biri mi?
Sustum. Kelimeler yetersizdi; hisler karmaşık, tarif edilemezdi. Göktürk’ün yüzündeki o kırılganlık, soğukluğun arkasındaki sıcaklık, yüreğime dokundu.
Belki de biz hep böyle olacaktık. Yan yana durup, kelimeler olmadan birbirimizi anlamaya çalışan iki yalnız ruh.
İçimde büyüyen umutla karışık ağırlık, yavaşça şekillendi:
Belki de gerçek kavuşma, sadece kelimelerle değil, suskunlukla yaşanacaktı.
Göktürk’ün bakışları hâlâ üzerimdeydi. Soğuktu, mesafeliydi, ama o soğukluğun içinde bir sıcaklık saklıydı; sadece benim görebileceğim kadar ince ve kırılgan. Kelimelerle değil, bakışlarla konuşuyorduk—ikimiz de konuşmadan, birbirimizin ağırlığını hissediyorduk.
İçimde bir yerlerde hâlâ onun için atan bir kalp vardı, ama bunu kabullenmek zordu. Yılların yükü, yorgunluk ve kırıklıklar beni koruyan bir duvar örmüştü. Duvarın ötesindeki o çocuk gibi olmaksa şimdi uzak bir hayalden ibaretti.
“Geldiğinde olacak mı?” diye sormuştu. Cevap vermek istemedim. Çünkü bilmiyordum. Geri döndüğümde ne olacaktı? Aynı insan olabilir miydim? Aynı hayatın parçası?
Düşüncelerimden sıyrılıp, soğuk bir nefes aldım.
“Belki de olmadı hiç,” dedim sessizce. “Belki de olmamalı.”
Göktürk başını hafifçe salladı, kelimelerle değil, bakışlarıyla anladığını gösterdi. Bizim hikayemiz, seslerin değil suskunluğun diliydi artık.
Ve böylece, İzmir’in serin akşamında, birbirimize en yakın mesafede, en uzak yerde durduk.
&
Gözlerimi yavaşça açtığımda, oda ışıkla doluydu ama yanında uyuduğu boşluk, içimi buz gibi sardı. Göktürk yoktu. Yatağın karşı köşesi, onun varlığının hayalini bile kurmama izin vermeyen soğuk bir boşluktu.
Panikle etrafıma bakındım; üzerindeki ceketi, kitabını, bıraktığı küçük notu arar gibi… Ama hiçbir şey yoktu. Sessizlik odaya ağır ağır çökerken, kalbim birden hızlandı, nefesim daraldı.
“Göktürk…” diye fısıldadım. Sesim, odanın dört köşesine çarptı, ama yanıt veren olmadı.
Ayağa kalktım, titreyen ellerimle kapıyı açtım ve koridora çıktım. Sesimi boğuk bir şekilde yükselttim:
“Göktürk! Neredesin?”
Ama cevap yoktu. Ev sessizdi, sanki kimse yaşamıyordu. Birkaç odayı daha kontrol ettim, mutfağa baktım, balkon kapısını araladım. Dışarıda hafif bir meltem esiyordu, ama Göktürk’ün varlığına dair hiçbir iz yoktu.
Bir an, kendimi boşlukta hissettim. Sanki dünya bir anda donmuş, etrafımdaki her şey bir film karesi gibi hareketsiz kalmıştı. Göktürk, hayatımda bir anıdan başka neydi ki? Ne kadar derin, ne kadar gerçek?
Oturduğum koltuk, soğuktu. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum ve başımı öne eğdim. Gözyaşlarım, yıllardır biriktirdiğim fırtınanın ilk damlaları gibi yavaş yavaş dökülmeye başladı.
Ağlamıyordum sadece Göktürk için. Ağlıyordum; yaşadığım her şey için. Kayıp için, korku için, umutlar için, pişmanlıklar için, kendime olan kızgınlığım için.
Her damla, içinde sıkışan tüm duygularımı dışarı taşıyordu. İçimde biriken tüm sessiz çığlıklar, bu gözyaşlarında dile geliyordu.
“Ne zaman her şey bu kadar zorlaştı?” diye düşündüm. “Ne zaman bu kadar yalnız kaldım?”
Göktürk gitmişti, evet. Ama gitmesi sadece o değildi aslında. Ben de bir şekilde kendi içimde kayboluyordum.
Gözlerim bulanık, zihnim karmaşık anılarla doluydu. Alparslan’ın o son anı, annemin yorgun bakışları, boranla yaşadığım tüm o anlamsız gerginlikler… Hepsi önümde bir film şeridi gibi akıyordu.
Bazen insan, geçmişin gölgesinden kaçamazdı. O gölgeyi kaldırmak, ya da onunla yüzleşmek ise cesaret isterdi. Benim cesaretim henüz hazır değildi.
Gözyaşlarım dinmek bilmiyordu. Oturduğum koltuk sanki beni yutacak kadar büyümüştü, ben ise küçülüyordum, içimdeki yalnızlıkla birlikte. Göktürk’ün gidişi, sadece fiziksel bir yok oluş değildi; aynı zamanda içimde bir parçanın koptuğu anı temsil ediyordu.
Kendi kendime fısıldadım:
“Gitmek zorunda mıydı? Neden sessizce, neden hiçbir şey söylemeden?”
Cevaplar yoktu. Ya da cevaplar vardı ama çok karmaşıktı, çok ağırdı. Her biri yüreğimi biraz daha zorluyordu.
Bir yandan onun sıcaklığını arıyor, diğer yandan onun soğukluğunu kavrıyordum. İçimde fırtınalar kopuyordu, ama dışarıya yansıttığım yüz tamamen sakin, hatta buz gibi soğuktu.
Oturduğum yerde saatlerce kaldım, gözlerim boşluğa dalmış, zamanın akışını unuturcasına.
Zihnimde eski anılar dönüp duruyordu: Alparslan’ın gidişi, annemin umut dolu bakışları, Boran’la yaşadığım sessiz kavgalardan sonra çektiğim acılar…
Hepsi, kalbimde derin yaralar açmıştı. Ve ben, o yaraların arasında, kendimi bulmaya çalışıyordum.
Kimim ben?
Ne istiyorum?
Bütün bu karmaşa içinde neyin peşindeyim?
Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım. Ağlamaktan şişmiş gözlerimden yaşlar süzülürken, içinde küçük ama kararlı bir ses yükseldi:
“Artık değişmeliyim. Artık kendim için yaşamalıyım.”
Bu, kolay değildi. Yılların yükü, pişmanlıkları, korkuları bir anda yok olmuyordu. Ama en azından bir başlangıçtı.
Göktürk’ü aramak, onu bulmak değil, kendimi bulmak için atılmış bir adımdı bu.
Ve o an, İzmir’in serin sabahında, yalnızlığın ortasında, kendi içimde yeni bir yol haritası çizdim.
&
Cep telefonumun ekranında bir bildirim yanıp sönüyordu.
“1 cevapsız arama – Fulya Hanım.”
Bir terapistin gece 22:47’de araması, ya çok şefkatlidir… ya da içinden geçip beni parçalamaya hazırlanan bir konuşmanın öncüsüdür.
Bir süre baktım ekrana. Aramakla aramamak arasında geçen o sessiz dakikalar, bir ömrü yutacak kadar genişti.
Sonunda aradım.
Fulya’nın sesi, her zaman olduğu gibi sakin ve sabitti:
“Merhaba Asena.”
Bir süre konuşmadım. Sessizlik, onun alanında suç sayılmıyordu.
“Bana geldiğini söylemişti,” dedi Fulya yavaşça. “Ama gittiğini sen söylemedin.”
“Ben de daha yeni öğrendim,” dedim. Sesim, kendimden utanmış bir çocuğunki gibiydi. “Gittiğini, gittiği zaman öğrendim. Herkes gibi.”
“Bu seni nerene dokundu?”
Çok düşündüm bu soruyu. Nereme dokunduğunu bilmiyordum. Belki kalbim bile değildi. Belki çocukluğuma dokundu. O dağların arasında babamı beklediğim yere… Göktürk’ü değil, Alparslan’ı yitirdiğim yere.
“Hiç bilmediğim, ama hep acıyan bir yerime,” dedim. “İyileşmedi. Ama üstünü örtmeyi öğrendim.”
“Üstünü örtmek, iyileştirmek değildir.”
“Biliyorum,” dedim. “Ama açıkta kalınca ölüyorum.”
Fulya sustu. Bu onun bana düşünmem için bıraktığı o sessiz alanlardan biriydi.
Sonra, ilk kez doğrudan sordum:
“Sizce ben neden hep terk ediliyorum?”
Fulya’nın sesi yumuşadı ama netti:
“Belki de sen terk edilmekten korktuğun için, kimseyi tam olarak içeri almıyorsundur. İnsan, içeri alınmadığı yerde uzun süre kalamaz, Asena.”
O an gözlerim doldu. Ama ağlamadım. Çünkü ağlamak, hâlâ güçlü olmak isteyen yanımı utandırıyordu.
“Fulya Hanım… Ben çok yorgunum. Güçlü kalmaktan, anlatmamaktan, görmezden gelmekten…”
“İzin ver o zaman,” dedi. “Bugün ilk kez yıkıl. Ben buradayım.”
O an ağladım.
Ama ilk kez içimden ağladım. Ses çıkarmadan. Çünkü içimde açmadığım bir kapı vardı. Belki de o kapıyı Göktürk değil, ben kendimden saklıyordum.
Belki de… beni en son ben terk etmiştim.
Telefon kapandığında odada bir sessizlik oluştu. Ama bu seferki sessizlik, Göktürk’ün ardında bıraktığı boşluktan değil; Fulya’nın içime bıraktığı cümlelerden doğuyordu.
“İzin ver, bugün ilk kez yıkıl.”
Yıkıldım.
O gece kendime ilk kez izin verdim. Güçlü görünmemeye, dimdik durmamaya, savaşmamaya… sadece durmaya. Dizlerimi karnıma çektim, battaniyenin altına girdim ve yıllardır ilk kez kendimi çocuk gibi hissettim. Ne Boran vardı zihnimde, ne annem, ne Ecem… sadece ben vardım. Ve gölgem.
Sabaha karşı uyuyakaldım.
Güneş, perde aralığından usulca odaya sızarken gözlerimi açtım. Hâlâ yorgundum ama artık uyanmıştım. Gerçek anlamda. Uyanmanın acı bir yanı vardı çünkü gördüğüm düşten fazlasını kaybettiğimi anladım.
Telefonumun notlar kısmına parmaklarım gitti. Yeni bir not açtım. Başlık attım:
“Beni en son kim terk etti?”
Altına yazmaya başladım:
Babam.
Annem.
Göktürk.
Ben.
En uzun satır o sonuncusuydu. Kendimi, tam da en çok ihtiyacım varken yalnız bıraktığım zamanlar… Sessiz kaldığım, susmayı seçtiğim, yardım istemediğim, içime çekildiğim anlar.
Yorganı üzerimden attım. Aynaya yürüdüm. Alnımdaki izi yoklamadım bu sefer. Sadece gözlerime baktım. Şişmişti. Ama hâlâ oradaydım.
İşte o an karar verdim.
Artık kaçmayacağım.
Ne duygulardan, ne anılardan, ne cevaplardan. Bu defa gölgeme yakından bakacağım. Ve yüzleşeceğim.
Masaya geçtim, kalemi elime aldım. Fulya’ya bir not yazmaya başladım:
“Babamın mezarına gitmek istiyorum. Oraya ilk kez ben olarak gitmek istiyorum. Çocuk Asena değil. Korkmuş Asena değil. Beni bırakıp gidenleri anlasam da, en azından kendimle barışmak için.”
Göndermedim.
Henüz değil.
Ama içimde ilk kez bir yol açıldı.
Kapatmadığım valizi çektim yatağın altından.
Üzerine sadece bir kazak attım.
Sonra da bir bileklik. Küçükken Göktürk’ün yaptığı o mavi iplikten.
Hakkâri uzak bir yoldu. Ama bu defa, uzaklık gözümü korkutmuyordu.
Çünkü bu defa ben… gerçekten gitmek istiyordum.
Valizimi açtım. İçinde küçük sandıklardan, not defterlerinden, fotoğraflardan, sevdiğim birkaç eşyadan oluşan bir dünya vardı. Her parça, bir anı, bir hikaye taşıyordu.
İlk olarak, Göktürk’ün çocukken ördüğü mavi bilekliği çıkardım. Parmağımın arasına alıp uzun uzun baktım. O iplik, ikimizin de yıllarca unuttuğu, ama hiç kopmayan bir bağdı.
Sonra küçük bir not defteri vardı. İçinde Babamın bana yazdığı mektuplar. Şimdiye kadar okuduğum ama hiçbir zaman tam anlamıyla sindiremediğim satırlar. Bir mektupta şunlar yazıyordu:
“Sevgili Asena, her zorlukta cesur ol. Biliyorum, bazen çok yalnız kalıyorsun ama unutma ki kalbim her zaman seninle.”
Bir fotoğraf çerçevesi vardı. Üzerinde, henüz üç yaşında olduğum bir yaz günü, babamın kucağında gülüyordum. O anın sıcaklığına dokunur gibi oldum.
Sonra annemin bana aldığı kupalar geldi gözümün önüne. Mutfaktan birkaç adım ötede duran dolaba yöneldim. İçeri baktım; kupaların çoğu duruyordu. Ama ben yalnızca bir tanesini aldım, elimde kavradım. Diğerlerini tek tek yere bırakarak, kırdım. Kupa parçalarının çıkardığı o ince tıkırtılar, içimde biriken öfkenin sesi gibiydi.
“Sen ne zaman bıraktın beni, anne?” diye fısıldadım kırılan seramiklere. “Hangi parçada gittin?”
Çerçeveye gözüm ilişti yeniden. Üzerinde gülümseyen küçücük Asena ve babam… O fotoğraf bana, her ne kadar kırılmış olsam da, bazı parçaların hala sağlam kalabileceğini hatırlattı.
Valizi kapattım. Artık hazırdım.
Yola çıkma zamanıydı.
&
Uçak pistinden ayrılırken kalbim sanki göğsümden çıkacakmış gibi attı. Pencereden dışarı baktım; İzmir yavaş yavaş küçülüyordu. Evler, sokaklar, sevdiklerim… Hepsi bulutların ardında kayboluyordu.
Zaman…
Zaman neden bu kadar acımasız? Hem duruyor, hem hızla akıyor gibi. Göktürk’ün gidişi, annemin suskunluğu, babamın yokluğu… Hepsi üst üste yığılıyordu beynimde, sanki beni yutacak kadar.
Uçak irtifa kazandıkça, kalbimdeki sıkışıklık biraz açıldı. Ama düşüncelerim daha da karmaşıklaştı.
“Ben kimim? Nereye gidiyorum? Ne arıyorum?”
Yıllardır cevaplarını ertelediğim soruların tamamı bir anda önümdeydi. Gözlerimi kapattım. İçimdeki sesler yükselmeye başladı.
“Gitmek istiyorum ama korkuyorum.”
“Seviyorum ama nefret ediyorum.”
“Beni bırakanları affedebilir miyim?”
“Ya kendimi affedemezsem?”
“Göktürk’ün yokluğu benim yokluğum mu?”
“Babamın izini sürebilecek miyim?”
“Annemle aramdaki o koca uçurumu nasıl kapatacağım?”
Baktım ki cevaplar yok. Sadece daha fazla soru.
Ve içimde bir umut.
Belki bu yolculuk… Sadece mesafeyi değil, kendimi de aşmam için bir fırsat.
Uçak penceresinden gökyüzüne baktım. Sonsuz mavilik…
Uçak yavaş yavaş yükselirken, zihnimde bir ses yankılandı. Göktürk’ün o gece, gözlerimin içine bakarken söylediği kelimeler:
“Bağlanmaktan korkuyorum.”
O anın ağırlığı, kalbimde ağır bir taş gibi oturdu. Bağlanmak…
Ne kadar basit bir kelimeydi ama o kadar zor bir yük.
Göktürk’ün korkusu, aslında benim de korkumdu.
Korkuyordum.
Sevmenin, sevilmenin, birine tam olarak açılmanın korkusuydu bu.
Korkuyordum, çünkü bağlandığımda kırılacak, terk edilecek, yalnız kalacaktım.
Ve belki de en çok, kendimi terk etmekten korkuyordum.
Uçak, bulutların arasından geçerken gözlerim tekrar pencerede. Dışarıdaki o beyaz deniz, içimdeki karmaşık duyguları bastırmak için yeterli değildi.
Bağlanmak…
Kendime sormaya başladım:
“Ben gerçekten bağlanmaya hazır mıyım? Bağlanmak istediğim insanlara, yerlere, anılara?
Ya yine gitmek zorunda kalırsam?”
Göktürk’ün o sözü, bir tür itiraf değil sadece; aynı zamanda bir duvarın ifadesiydi.
Ve o duvarın öte yanında, belki de benim olduğumu fark ettim.
Çünkü ben de o duvarı örüyordum. Kendimden ve dünyadan.
Gözlerimi kapattım.
Kendime söz verdim:
“Bugün, o duvarın bir tuğlasını kaldıracağım.”
Uçak hafifçe sarsıldı. Yanımdaki yolcu pencereden bakıyordu, ama ben içime bakıyordum.
Bir bağ kurmanın, önce kendimle mümkün olduğunu anladım.
Ve işte o anda, yolculuğumun en zor kısmı başlamıştı.
Göktürk’ün o sözleri beynimde çınlarken, gözlerimi pencereden ayırmadım. Bulutların arasından süzülen uçak, tıpkı benim ruhum gibi, hem yüksekte hem de bir yere ait değil gibiydi.
“Bağlanmaktan korkuyorum…”
Ne kadar kırılgan, ne kadar insanî bir itiraftı bu.
Ben de mı korkuyordum? Korktuğumu kabul etmek bile güçtü.
Kalbimde bir yerler titredi. Gözlerimi kapadım, kendime fısıldadım:
“Bağlanmak, terk edilmekle eşdeğer mi? Ya da terk edilen, bağlanmaya cesaret eden midir?”
Uçak hafifçe sarsıldı. Yanımdaki yolcunun derin nefes alışını duydum, ama ben kendi nefesimin ritmine odaklandım.
Bir an aklıma babam geldi. Onun o güçlü, sabırlı duruşu… Ya da annem, sessiz ve kırgın haliyle. İkisinin arasındaki o büyük boşluk.
Ve işte o boşlukta, kendimle yüzleşme zamanı geldi.
Karanlıkta kaybolan parçalarımı toplamaya karar verdim.
Yanımdaki telefon çaldı; ekranda Göktürk’ün adı beliriyordu.
Derin bir nefes alıp, ekrana dokundum…
Telefon ekranında Göktürk’ün adı yanıp sönerken, parmağım titredi. Tam “Ara” demek üzereydim ki aklıma o son karşılaşma geldi: Ecem’in telefonu açıp alaycı sesiyle,
“Meşgulüz.”
O kelime hâlâ kulaklarımda çınlıyordu; nasıl bir duvar örülmüştü aramıza. Şimdi yine o sesin çıkması ihtimali beni durdurdu.
“Ya yine Ecem açarsa?” diye düşündüm.
O an içinde bulunduğum kararsızlık, korku ve yalnızlık bir araya geldi.
Ama başka çaresi yoktu. İçimdeki o sessiz çığlık, bir adım atmamı zorunlu kılıyordu.
Derin bir nefes aldım. Parmaklarımı tekrar ekrana götürdüm.
Ve aradım.
Telefonun sesi aniden çaldı. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi. Ekrandaki Göktürk’ün adı yanıp sönüyordu. Parmaklarım terliyordu, ama beklemeye tahammül edemeyip “Ara” tuşuna bastım.
Çalıyor…
Çalıyor…
Ve nihayet…
“Alo?”
Sesiydi o; yumuşak, ama içine kapanık. O ses, yıllardır beklediğim ama aynı zamanda korktuğum bir şeydi.
Bir an donakaldım. Kelimeler boğazımda düğümlendi. Sonra bir nefes alabildim:
“Ben… Ben seni aramak istedim.” dedim, sesi titreyerek.
Göktürk kısa bir sessizlikten sonra cevap verdi:
“Biliyorum…”
Kısa cümleydi, ama içinde binlerce anlam vardı. Kimi zaman en az kelimeler kadar sessizlikler de konuşur.
“Şimdi… konuşabilir miyiz?” diye ekledim.
“Evet,” dedi.
O an, bulutların üstünde yalnız olmadığımı hissettim.
“Evet,” dedi. Sesinde hafif bir kırılma vardı, sanki o da uzun zamandır bekliyormuş gibi.
Derin bir nefes aldım. “Göktürk… Neredesin şimdi?”
“Şehirden biraz uzaktayım,” dedi. “Kendimi toparlamaya çalışıyorum.”
Bir an sustuk. Uçak hafifçe sarsıldı; dışarıda gökyüzü hala masmaviydi.
“Biliyorum, ikimiz için de kolay değil bu,” dedim yavaşça. “Sen ‘bağlanmaktan korkuyorum’ dedin ya… Ben de korkuyorum Göktürk. Hem bağlanmaktan hem de seni kaybetmekten.”
“Seni kaybetmek… O korku hep içimdeydi,” diye fısıldadı. “Ama bir yandan da… yanında olmaya ihtiyacım var. Belki birlikte öğrenebiliriz.”
Gözlerim doldu. Yıllardır içimde taşıdığım yalnızlık, bu kısa konuşmada biraz hafifledi.
“Konuşalım,” dedim. “Başlayalım.”
“Konuşalım,” dedim, sesim artık biraz daha kararlıydı. “Yüz yüze.”
Bir an sessizlik oldu. Sonra Göktürk, hafifçe gülümser gibi oldu sanki:
“Evet, yüz yüze… Belki de en doğrusu bu.”
Telefonu kapatmadan önce ekledi:
“Geliyorum, Asena. Yakında görüşürüz.”
Kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Uçak yavaş yavaş inişe hazırlanıyordu. Kafamda binlerce düşünce dönüyordu ama içimde bir umut filizlenmişti.
Belki de külün içinden maviyi yeniden doğurmanın zamanı gelmişti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |