16. Bölüm

İçinde Bir Şeyler Kırmak

zehr🦢
zwhra_

Göktürk yanımda oturuyordu. Hâlâ sessizdi, kelimeler boğazımdan çıkmak istiyordu ama bulamıyordum.

 

“Beni yine bırakacaksın, değil mi?” dedim, içimden gelen o çığlığı kelimelere dökmeye çalışarak. “Yine gideceksin, git!”

 

Göktürk cevap vermedi, sadece bana baktı. Gözlerinde ne olduğunu anlamaya çalıştım ama o sessizlik, kelimelerden daha çok şey söylüyordu.

 

Biliyorum, gitmek onun için kolaydı. Her seferinde yanımdan çekilip uzaklaşıyordu. Bense her defasında aynı yerde kalakalıyordum; yaralarım açılmış, korkularım büyümüştü.

 

“Gitme,” diye fısıldadım. Belki de sadece kendim duysun diye. “Gitme, ama gidiyorsun.”

 

Göktürk başını hafifçe salladı, suskunluğu devam etti. O an, sessizlik bile bana daha çok acı verdi.

 

Biliyorum ki onun suskunluğu, içinde kopan fırtınanın sessiz çığlığıydı. Ama ben artık o fırtınanın içinde kaybolmaya dayanamıyordum.

 

Bir kez daha söyledim, bu kez neredeyse haykırarak, “Bu sefer kal. Bu sefer gitme.”

 

Yine cevap yoktu. Sadece yanımdaki boşluk büyüyordu.

 

Sağ elimle onun eline dokundum; titredi. Gözlerimden sıcak bir damla süzüldü. Her şeyin önemsiz olduğu bir anda, sadece o küçük dokunuş kaldı elimde.

 

“Biliyorum, gitmek zorunda olduğunu düşünüyorsun,” dedim, sesim kırıldı. “Ama ben burada, hep buradayım. Bekliyorum. Ama beklemek, bazen en ağır ceza oluyor.”

 

Göktürk hâlâ sustu, gözleri uzaklara baktı. İçimde her geçen saniye daha fazla yalnızlık büyüdü.

 

Ve ben sessizce düşündüm: belki de onun için ben bir yüküm, belki de gitmek onun özgürlüğüydü.

 

Ama bilmekle yaşamak arasında koca bir uçurum vardı; ben o uçurumun kıyısında duruyordum, düşmemek için mücadele ediyordum.

 

“Ne olur gitme,” diye fısıldadım, neredeyse kendime. “Ne olur…”

 

Yanımdaki sessizlik, hayatımdaki en yüksek ses oldu.

 

“Gitme…”

Boğazımdaki düğüm çözülmüyor bir türlü. Gözlerinin içine bakarken içimdeki enkazı nasıl anlatabilirim, bilmiyorum. “Yine gideceksin. Hep gidiyorsun… Sanki burada kalman yasakmış gibi.”

 

Cevap vermiyor. Zaten çoğu zaman böyle yapıyor. Gözlerini kaçırıyor ya da bana değil, kendi içine konuşuyor. Ama ben… susamıyorum artık.

 

“Ben seni hep bekliyorum Göktürk. Ne zaman döneceksin diye değil… ne zaman vazgeçeceksin diye korkarak.”

Bir adım atıyor ama ben geri çekiliyorum. Anlamasını istiyorum.

 

“Sana hiçbir zaman ‘git’ demedim. Ama sen hep gittin. Ve ben kalmayı seçtim.”

Yutkunuyorum. Sanki dilim yanıyor.

 

“Ben gidince de böyle mi hissettin? Aptal gibi?”

 

İşte bu. En çok orada titriyor içim. Bu sorunun cevabını duymaya cesaretim yok. Ama yine de söylüyorum. Onun susması bile bir cevap artık.

“Ben seni aradım. Her gece. Hiç var olmamışsın gibi davrandığın zamanlarda bile. Bir umut, küçücük bir iz… belki dönersin diye.”

 

Hâlâ bir şey söylemiyor. Belki ne diyeceğini bilmiyor. Belki demek istemiyor. Ama ben susamıyorum.

“Beni neden korumuyorsun Göktürk? Ben de seninle her şeyin ortasındayım. Sadece kendini korumaya çalışıyorsun. Peki ya ben? Ben ne oluyorum sen giderken?”

 

İçimde büyüyen boşluk sesime vuruyor, kısılıyor neredeyse. “Ben seninle büyüdüm… Seninle yok oldum. Şimdi sen bana bakıp da hiçbir şey söylemeden gidersen… ben yine burada, hiçbir şey olmamış gibi mi kalacağım sanıyorsun?”

 

Elini uzatıyor ama ben duruyorum. Onu tutarsam yine gitmesine izin vereceğimi biliyorum. Ve bu defa yıkılmak istemiyorum.

“Bir şey söyle. Lütfen. Sadece sessiz kalma…”

 

“Sadece sessiz kalma…”

Boğazımdan çıkan son kelimeler bunlar gibi geliyor. Artık ne gözyaşım kalmış gibi ne de yorgunluğumu saklayacak bir duvarım. Gözlerinin içine bakıyorum, gerçekten görmek istiyorum beni. Ezberden değil, vicdanla.

Ama o…

Hâlâ susuyor.

 

“Ben senin sessizliğine dolan bir boşluk oldum Göktürk. Senin olmayan kelimelerin ortasında var olmaya çalıştım. Her gidişin, benim içimde bir şeyleri eksiltti. Farkında bile olmadan… beni küçük parçalara böldün.”

 

Bir adım atıyor bana.

Nefesim daralıyor.

Ama bu defa kaçmıyorum.

Sadece, gözlerime iyi baksın istiyorum.

“Ben gidince de böyle mi hissettin? Aptal gibi?”

Sözlerim boşluğa düşüyor önce. Sonra…

 

“Evet.”

 

Kısık ama keskin bir yanıt bu.

Sanki aylarca saklanmış bir yara, nihayet açılmış.

Göğsümün içinde ince bir sızı yankılanıyor. Gözüm doluyor ama artık akmıyor.

Ben neyi beklediğimi bilmiyorum.

Oysa o, ilk defa içini konuşuyor.

 

“Evet Asena. Aptal gibi… Çaresiz gibi… Kimsesiz gibi.”

Yüzüme bakıyor.

Yüzümde neyi görüyor bilmiyorum. Belki affı. Belki bir ihtimali.

Ama ben, yıllar boyu sessizliğine anlam yüklemiş biri olarak, şimdi susuyorum.

 

Bu defa o devam ediyor,

“Sen yokken hayat durmuş gibiydi. Sadece nefes alıyordum. Yaşamakla aynı şey değil.”

 

Elini uzatıyor.

“Gitmek… kolay değil sanıyorsun. Ama kalmak senin yanındayken bile zor bazen. Çünkü ben seni… hak ettiğimi düşünmedim hiç.”

 

O an içimden bir şey geçiyor.

Küçük.

Kırık.

Ama hâlâ yaşıyor.

 

“Sen beni susturdun Göktürk. Sen gittin ve ben söylemek istediklerimi yutkunmak zorunda kaldım. Şimdi burada, seninle… konuşmaya bile korkuyorum. Çünkü ne söylersem söyleyeyim, yine gidecek gibisin.”

 

Sessizlik.

Bu defa ne ben, ne o…

Konuşmuyoruz.

Sadece bakıyoruz birbirimize.

Ve o bakışta, bütün eksikler, bütün yorgunluklar…

Sanki aynı yerden kırılıyor.

 

“Ve bazen kendime şunu soruyorum… Onca zaman senin yanında durdum, çocukluğunu, öfkeni, susuşlarını taşıdım — ama sen bir kez bile benim için durdun mu, Göktürk? Bir kez bile kendine “Acaba Asena ne hissediyor?” diye sordun mu? Biz belki aynı cümlede geçtik ama sen beni hep parantez dışı okudun. Ben sana her gelişinde kalbimi açtım, sen benden her gidişinde hiçbir şey almadan çıktın. O kadar çok şey bıraktım ki sende… Ama sen bir kere bile eğilip, yere düşürdüğüm bir duygumu almadın. Biz yüz hayat yaşasak, senin elin yine bana ağır gelir, omzun yine başımı taşımaz. Çünkü sen… ben sana yük olmaktan fazlası olamadım.”

 

“Ben gidince de böyle mi hissettin?” dedim. “Aptal gibi.”

 

Cevap vermedi.

 

Yalvardım. Gözümün önünde durmuş, gözümün içine bile bakmadan susuyordu. O kadar tanıdık, o kadar yabancı bir suskunluktu ki… Nefesim kırıldı içinde.

 

Sonra sadece şunu söyledi:

 

“Uyu artık.”

 

Bir anlık sessizlik. Bir anlık hayal kırıklığı. Ama içinde öyle çok şey saklıydı ki…

 

Uyu artık.

 

Demek bu kadar.

 

Demek o kadarım ben.

 

İçimdeki bütün bağırtılarla, hepsiyle ona koşa koşa giden hâlimle… Sadece “Uyu artık”mışım.

 

Gözlerime dolan yaşları bile silmedim.

 

Görsün isterdim. Görmedi.

 

Çıktı odadan. Hiçbir şey demeden. Hiçbir şey bırakmadan. Öylece.

 

Bir tıkırtı duyuldu sonra. Kapı.

 

Durmadı.

 

Arkasından seslenmedim. Bu defa ben de susmayı öğrendim.

 

Ve dış kapının sesi geldi.

 

İçimde bir şey… sustu o anda. Hareketsiz, soğuk, anlamsız bir sessizlik kaldı sadece. O sesi bekliyormuşum meğer. O sesle koptum. Göğsümün tam ortasında, tutmaya çalıştığım ne varsa dağıldı. Küçük küçük parçalar hâlinde içime gömüldü.

 

Kendime eğilip “geçer” diyemedim.

 

Yalnızlığım, kalabalık bir yoksunluk gibi çöktü üstüme.

 

Uyu artık, dedi.

 

Ben o anda…

Bir daha hiç uyanmak istemedim.

 

Uyuyamıyordum zaten.

 

O kapıdan çıkmadan önce de… Uyuyamıyordum.

 

Göğsümün ortasına oturmuş bir şey vardı, adını koyamıyordum ama varlığı tüm geceyi delik deşik ediyordu. Nefesimden eksilen bir şeyler vardı; ne zaman derin alsam, sanki içimden bir yeri kanatıyordu.

 

Göktürk gitti.

 

Dış kapının kapanış sesi hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. Bazen bir insanın çıkışı, bir kazadan daha çok ses yapabiliyordu içte. Bu da onlardan biriydi.

 

Yatağın kenarına kıvrıldım. Battaniyeyi dizlerime kadar çektim ama sıcaklıkla ilgisi yoktu üşümemin. Göktürk’ün gözleri vardı aklımda. Bana değil, içindeki bir boşluğa bakan gözleri. Onlar bile benle göz göze gelmek istemiyordu artık.

 

Aklımdan geçenleri susturamıyordum.

 

Ben ona bir dünya uzanırken, o bana bir adım bile atmıyordu. Kalbimi avuçlarına bıraktığım her gece, o avuçların hiç açılmadığını görüyordum. Bir yanım hâlâ onun kapısını çalmak istiyordu, ama diğer yanım… O kapının ardında hiç kimse kalmadığını çoktan öğrenmişti.

 

Gözlerimi kapattım.

 

“Uyu artık,” dediği tonda tekrar etti iç sesim.

 

Ama uyuyamıyordum zaten.

 

Ve bu gece, sessizlikten daha gürültülü hiçbir şey yoktu.

 

&

 

Sabah olmuştu.

 

Ama güneş sadece duvarları aydınlatıyordu, içimi değil. Pencerenin kenarına kıvrıldım, yüzümü cama yasladım. Soğukluğu iyi geldi… Çünkü içimdeki yangına iyi gelen tek şey, buz gibi bir hissizlikti artık.

 

Göktürk yoktu.

 

Zaten genelde sabahları olmazdı. Ama bu sefer, gece boyunca içimde dönen o kelimeler… sabahın yokluğuyla birleşince daha da büyüdü. Bir insanın yokluğuna, onun hiç var olmamış gibi davranışı eklenince, daha çok acıtıyormuş meğer.

 

Kafamın içinde dönüp duran cümleleri susturamıyordum.

Ne zaman ona içimi açsam…

Ne zaman gardımı indirsem…

Ne zaman bir adım atsam, o arkasını dönüp gidiyordu.

Sanki kalbimin içini görür görmez kaçıyordu oradan.

Sanki onun yanında çıplak kalmaktan korkan hep ben değilmişim gibi, birden gözlerini kaçırıyordu.

 

Bunu kaçıncı kez yaşadığımızı bilmiyorum ama…

Her seferinde ben kalıyordum.

Oysa giden o oluyordu.

 

Ben onunla, bir daha hiç dönmeyecekmiş gibi konuşuyordum.

Oysa o, her kelimemi yarım bırakıp gitmeye çoktan karar vermiş oluyordu.

 

İçimde hâlâ geceye ait bir sessizlik vardı.

Ama sabah, o sessizliği daha da çığlık çığlığa yapıyordu.

 

Onu anladığımı düşündüğü anlarda bile…

Onun yanında büyüdüğüm, onu ezberlediğim halde…

Yine de beni en çok susturan da, onun sessizliği oluyordu.

 

Göktürk’ün susuşu, bir şey söylemekten daha çok canımı yakıyordu artık. Çünkü kelimelerle canını acıtmaz insan; ama susarak, yok sayarak… parçalayabilir.

 

Pencerenin camı buğulandı nefesimle. Sildim. Sanki silince Göktürk’ün gidişi de silinecekmiş gibi…

Ama bazı eksiklikler, hiç kapanmıyor.

Bazı vedalar, söylenmeden bile veda olabiliyor.

 

Ben hep kal dedim.

Ama o, hep gitmenin bir yolunu buldu.

 

Ben kalbimi avuçlarına bırakırken, o ellerini hep cebine koydu.

Ben gözlerinin içine bakarken, o başını çevirdi.

Ve ben o an anladım:

Birini sevmek yetmiyormuş.

Sevdiğin kadar kalmasını isteyemiyormuşsun.

 

Ve şimdi…

Pencerenin önünde, sabahın soğukluğunda, içimdeki yangının ortasında sadece şunu biliyorum:

Bazen en büyük acı, “Gitme,” demene rağmen birinin yine de gitmesidir.

Ve bazen en büyük boşluk, bir kapının ardından hiçbir sesin gelmemesidir.

 

O yüzden bu sabah, Göktürk yok sadece.

Ben de yokum artık.

Sanki o sessizlik, beni de alıp götürdü.

Sanki onun suskunluğu, içimdeki sesleri de susturdu.

 

Ve ben şimdi…

Bir daha hiç uyanmak istemediğim bir uykunun kenarındayım.

Ama uyuyamıyorum.

 

Çünkü…

 

Bazı vedalar, gözyaşıyla değil…

Sessizlikle olur.

 

Ve en çok da o acıtır.

 

Pencerenin önünde öylece dikiliyordum. Parmak uçlarım soğuk cama yaslı, gözüm karşı binadaki perdeye takılmıştı. Gökyüzü grinin en donuk tonuydu. Sokak sessizdi. İçimdeki gibi.

 

Arkamdaki kapı tıkırdadı.

 

Kıpırdamadım.

 

Ses yankılandı odada. Yavaş bir ayak sesi… biri geliyordu.

 

Kapı aralandı. Adım sesleri içeri süzüldü.

 

“Gittiğini sanmıştım,” dedim, hâlâ arkamı dönmeden. Sesim çatlamıştı ama dümdüz söyledim.

 

Göktürk’tü.

 

Hiçbir şey demedi önce. Kapının eşiğinde durmuş, beni izliyordu.

 

Sonra sesi geldi, kuru ve yorgun, “Gitmeye çalıştım.”

 

Başımı çevirdim.

 

Üzerindeki mont kırış kırıştı. Saçları rüzgârda darmadağın olmuş, gözleri kızarmıştı. Ama en çok… yüzündeki o yorgunluk canımı yaktı. Gecenin içinde kaybolmuş bir çocuk gibiydi.

 

“Sadece… kapıyı çekip çıktın,” dedim. “Hiçbir şey demeden.”

 

“Çünkü bir şey desem kalacaktım,” dedi.

 

Gözlerimi kaçırdım. Boğazımda düğüm, sesim buz gibi.

 

“Gitmekle kalmak arasında sıkışanlar, en çok ortada bırakır.”

 

Göktürk birkaç adım attı. Yavaşça ama kararlı. Aramızdaki mesafeyi kapatmadan, tam ortasında durdu.

 

“Sana bir şey diyememiş olmam, içinde hiçbir şey kalmadığı anlamına gelmez.”

 

“Ben zaten seni içimden atmaya çalışmadım,” dedim. “Ama sen, hiçbir şey söylemeden gittin. Bu suskunluk… insanın içinde saatlerce çınlıyor.”

 

Göktürk gözlerini kapattı. “Sustukça daha çok şey söyledim sanmıştım. Meğer sustukça seninle arama duvar örüyormuşum.”

 

Bir sessizlik daha girdi aramıza. Ama bu sefer daha ağır, daha gerçekti.

 

Sonra ben fısıldadım, “Dün gece senden değil, benden gittin.”

 

Göktürk başını eğdi. Sesinde ilk defa bir titreme vardı.

 

“Ve şimdi…” dedi, “kendimden döndüm.”

 

Göktürk’ün sesi sanki başka bir odadan geliyormuş gibi yankılandı içimde. Ama ben hâlâ yerimden kıpırdamıyordum. Gözlerim, duvardaki çatlaktan başka hiçbir şeye odaklanamıyordu. O çatlak gibiydim çünkü — ince, derin ve kimsenin fark etmediği kadar uzun süredir oradaydım.

 

Dizlerimin bağı çözüldü.

 

Olduğum yere yığıldım.

 

Hiç ses çıkarmadan. Sanki biri içimden ipimi çekmişti de, ben artık ayakta durmayı bilmiyordum.

 

Göktürk yerinden fırladı, hemen yanımdaydı.

 

“Asena—”

Elini uzattı, koluma dokundu.

Yüzüme eğildi, sesindeki panik kabuk gibiydi.

“Asena, ne yapıyorsun…?”

 

Yutkundum. Gözlerimden yaşlar süzülmüyordu bile. Ağlamaktan bile geçmiş gibiydim. Boğazımda bir çığlık vardı ama dışarı çıkacak gücü yoktu.

 

Sadece fısıldadım, “Niye herkes böyle yapıyor?”

 

Göktürk’ün eli omzuma kondu, beni kaldırmak istedi. Ama ben istemiyordum. Artık kimse beni tutmasın istiyordum.

 

“Bırak…” dedim. “Git.”

 

Sözlerim yavaş ama keskin düştü aramıza.

 

O an Göktürk’ün elleri dondu.

 

Ama gitmedi.

 

Ne bir adım geri çekildi… ne de kapıya döndü. Hareketsizdi. Gözlerinde, hayatı boyunca kaçtığı tüm duyguların yankısı vardı.

 

“Git dedim,” dedim bir kez daha, bu sefer sesim çatladı. “Hep yaptığın şeyi yap. Git.”

 

Ama o…

 

Gitmedi.

 

Çöktüğüm yerin yanına diz çöktü. Yüzüme bakmadı, yere baktı. Sessizce. Benimle aynı seviyeye indi, ilk defa.

 

Birlikte sustuk.

 

İlk defa bu kadar çok şey, bu kadar az kelimeyle anlatılmıştı.

 

Sadece bir cümle geçiyordu içimden.

“Ne olur bu defa kal.”

 

Ama demedim.

 

Çünkü ilk defa, gözlerime bakmadan bile anlamıştı.

 

“Gitme… ne olur.”

 

“Beni bir daha bırakma, tamam mı?”

 

“Her gidişinle içimden bir şeyler sökülüyor. Her suskunluğun, içimde bir ölüm gibi yankılanıyor.”

 

“Neden hep ben kalıyorum, neden?”

 

“Senin için kaç kere savaştım biliyor musun? Kaç gece kendimi susturup seni dinledim, sadece susuşlarını…”

 

“‘Uyu artık’ demek ne demek? Ben seni uykumdan da çok sevdim. Uykusuz kaldım ama gitmene izin vermedim.”

 

“Ben hep buradaydım. Hep… Ama sen? Hiç tam olarak gelmedin ki.”

 

“Bir kere bile ‘Asena, sen ne hissediyorsun?’ demedin. Hiç duymadın beni. Hiç bakmadın gözlerime gerçekten.”

 

“Korkuyor musun? Sevmenin ağırlığından mı, yoksa benim acılarımdan mı kaçıyorsun?”

 

“Bir kere olsun… sadece bir kere… benimle kal.”

 

“Evet, biliyorum. Gitmek kolay değilmiş. Ama kalmak… kalmak öyle zor ki. Canım yanıyor, içim sızlıyor.”

 

“Beni neden görmüyorsun? Ben buradayım. Kırık dökük ama seni seviyorum işte. Sen ise gidiyorsun, hep gidiyorsun.”

 

“Yeter. Yeter artık. Bu suskunluk öldürüyor beni.”

 

“Bir kere… bir kere olsun, sadece benim için dur.”

 

Neydi bu hâlim?

Neden bu kadar kırılıyordum onun ellerinde, o her fırsatta Ecem’e kaçarken?

 

İçimde kabaran öfkeyle, titreyerek soludum, “Ecem’in yanındaydın değil mi?”

 

Sonra…

Bir mezarlığa gittim.

Elimde çiçekler… sanki bir şeyleri telafi eder gibi.

Ayaklarım beni taşımasa da ruhum o toprağa çekiliyordu.

 

Taşın üstünde yazıyordu:

GÖKÇE DİNÇER.

 

Bu ne demekti?

Annem… ölmüş müydü?

 

Sesim boğazıma takıldı.

Sisli havanın içinde onu aradım, nefesim düğüm düğüm:

“Göktürk… annem öldü mü?”

 

Sonra…

Tanıdık bir ses yankılandı içimde.

Bir zamanlar sarıldığı, dizine başını koyduğu kadının sesi.

Ama bu sefer diken gibi battı her hecesi:

 

“Beni kendi içinde öldürdün Asena… Oysa yaşat demiştim sana.”

 

Toprağa kapandım.

Çiçekler ellerimden düştü.

“Hayır anne! Yaşatıyorum seni, kendi içimde… Gerçekten yaşatıyorum. Bir kere inan bana! Lütfen!”

Soğuk gözyaşlarım yüzümden değil, kalbimden süzülüyordu.

Aktığı yerde donuyordu, tıpkı içimdeki sevgi gibi.

 

“Anne… Göktürk… bana değer veriyor mu sence?”

 

Bir sessizlik oldu.

Sonra o tanıdık, bilmiş ses tonu…

Kısa, acımasız bir yanıt:

 

“Hayır.”

 

İçimdeki boşluk biraz daha büyüdü.

 

Annemin sesi daha derinlere indi, sanki ruhumu oyuyordu.

 

“Ona zarar verme, Asena. Onu da bana benzetme. Kendi ellerinle soldurma…”

 

“Asena.”

 

“Asena’m.”

 

“Ay yüzlü…”

İçimde bir şey paramparça oldu.

 

“Küçük kızım benim…”

O sesi bir daha duyamayacağımı bilmenin sızısı… göğsüme bir taş gibi çöktü.

 

“Sen… seni seveni öldürüyorsun kızım. Senin sevgin… ölümden ibaret. Her dokunduğunu yavaşça yok ediyorsun.”

 

Canımı daha çok acıtmasını istedim.

Daha çok yakmasını, daha derinlere inmesini.

 

“Ecem mi?” dedim.

“O nasıl biri?”

 

“Sana soruyorum anne!”

 

Ama cevap yoktu.

Sadece soğuk bir sessizlik.

 

“Ben ölüm… peki ya o? O ne?”

 

“Anne, sen de mi sustun? Sen de mi Göktürk gibi susuyorsun?”

 

“Neden ama? Ne yaptım ben size? Neyi eksik yaptım?”

 

“Neden geldik biz bu eve?!”

 

“Dönemeyeceğimizi biliyordun, neden sustun? Neden bıraktın?”

 

“Neden?!”

 

Ayakta duramıyordum.

 

Dizlerimin bağı çözülmüştü. Mezarlığın taş zemini, yüreğim kadar soğuktu. Toprağın üstüne kapanmış, ellerimle annemin mezarına tutunmuş, nefesimle taşı ısıtmaya çalışıyordum.

 

Ama… kimse duymuyordu beni.

 

Kendimi suçlu hissediyordum. Beni seven herkesin ellerinden kaydığı, kimseyi tutamadığım bir boşlukta sallanıyordum. Tam o anda, arkamdan adımlar duyuldu. Yavaşça, kararsızca yaklaşan birini fark ettim.

 

Göktürk.

 

Sessizce duruyordu. Beni izliyordu. Yüzünde ne vardı bilmiyorum… Merhamet mi, pişmanlık mı, yoksa sadece yorgunluk mu?

 

Onu görünce içimde bastıramadığım bir öfke koptu.

 

Ayağa kalktım. Gözyaşlarımı sildim, ama gözlerimde kalan öfkeyi silemedim.

 

“Neden geldin?” diye sordum kısık bir sesle, nefesim titriyordu.

“Yine hiçbir şey söylemeyecek misin? Yine mi susacaksın?”

 

Sessiz kaldı.

 

O susunca ben yükseldim.

Sözlerim zehir gibi döküldü dudaklarımdan.

 

“Sen de onun gibisin. Annem gibi!”

“Beni sevdiğinizi söyleyip duruyorsunuz ama hiç kalmıyorsunuz! Hep gidiyorsunuz! Beni bırakıyorsunuz!”

 

Ellerim titredi. O an, içimde bir şeyler kontrolsüzce koptu.

 

Bileğime bir tokat gibi vurdum kendi elimle.

Ardından diğer yanağıma.

Sonra yumruğumla göğsüme indim.

“SUS ARTIK!”

“SUS ASENA! SUS!”

 

Göktürk panikle yaklaştı, kolumdan tuttu.

“Asena yapma, lütfen!”

 

Ama dokunuşu daha da canımı yaktı.

 

“Bırak! Bırak dedim!” diye bağırdım,

onu itmeye çalıştım, ama gücüm yoktu.

Göğsüme bastırdım yumruğumu bir kez daha.

“Canım yanıyor! İçim yanıyor! İçimden çık artık Göktürk!”

 

Gözlerimi ona diktim, sonra hızla mezar taşına döndüm.

 

İkisine birden yükleniyordum.

İçimdeki çığlık artık bir kişiye değil, ikisine de gidiyordu.

 

“Sen de sustun anne! Sen de sadece baktın! Göktürk gibi, o da sadece izledi!”

 

“Siz neden beni sevdiniz?! Neden bana dokundunuz?! Sonra neden bıraktınız?!”

 

Göktürk hâlâ elimi tutuyordu.

Annemin sessiz taşı ise hâlâ oradaydı.

 

Ben ikisinin arasında kalmıştım.

 

Birine döndüm:

 

“Beni neden sevmedin?”

 

Sonra diğerine:

 

“Beni neden bıraktın?”

 

Bir ileri bir geri…

İçimde yıkılan her şey, bedenimden taşmıştı artık.

 

“Ben kötü biriyim, değil mi? Kimseye iyi gelmiyorum. Ne sana… ne anneme…”

 

Dizlerimin üstüne çöktüm.

Yanağım toprağa değdiğinde, soğuk iliklerime işledi.

 

Göktürk diz çöktü önümde.

Elleri titriyordu, yüzü darmadağın.

 

“Asena… dur…”

“Bak ben buradayım, tamam mı? Gitmiyorum.”

 

Gözlerimi kaldırdım.

Bana bakan gözlerinde hâlâ o tanıdık suskunluk vardı.

 

“Ama sen zaten hiç gelmedin ki Göktürk…”

“Hiç kalmadın.”

 

Sonra… başımı dizlerimin arasına gömdüm.

 

Kırıldım.

 

Göktürk elimi tutmaya devam etti,

mezar taşı ise hâlâ sustu.

 

İkisi birden, hayatımın iki suskun tanığıydı.

 

&

 

GÖKTÜRK

 

Asena önümdeydi.

Bağırıyordu.

“Göktürk, beni hiç mi sevmedin?” diye haykırdı.

Gözleri deli gibiydi… ama içinde sadece kırılmışlık vardı.

Köşeye sıkışmış bir çocuk gibi bakıyordu.

 

“Bana bir kere bile ‘Asena, kal’ demedin!”

 

Sustum.

Dilim tutuldu.

Çünkü gerçekten dememiştim.

 

Etraf bomboştu. Ne mezar vardı, ne toprak. Ama bir yokluk hissi çökmüştü üstümüze.

Sonra anladım.

Bu bir hayaldi.

Ya da kabus.

Asena, gerçekle hayalin çizgisini yitirmişti.

 

“Niye sustun? Neden hiç cevap vermedin?”

Kendine vuruyordu. Avuç içleri kızarmıştı, elleri titriyordu.

“Bana yardım et!” diye fısıldadı, ama o fısıltı boğazımı yaktı.

 

Ona ulaşmak istedim.

Koştum, uzandım.

Ama gözleri… bana bakmıyordu bile.

Donuktu.

Uzak bir şeylere sabitlenmişti.

 

İçim yanıyordu.

Ne yapacağımı bilmiyordum.

Bildiğim tek şey, o hâliyle bile güzeldi. Ve ben, o güzelliğin altında eziliyordum.

 

“Benimle kal, ne olur…” dedi sonunda.

Boğuk bir sesle.

Bir anda dizlerinin üzerine çöktü.

Yıkıldı.

Kırıldı.

Ve ben… tutamadım onu.

 

Kucağıma aldım.

Başını göğsüme yasladı.

Soğuktu.

Tüm bedeninden hayata dair tek bir ısı geçmiyordu artık.

 

Fısıldadım, yalnızca kendime:

“Asena… ne yaptım sana?”

“Niye sustum?”

“Neyi korudum? Seni mi, kendimi mi?”

“Sana yaklaştığım her an bir yanımı kaybediyorum sanıyordum…”

“Oysa sen, yavaş yavaş kendini kaybediyormuşsun.”

 

Kollarımda titriyordu.

Ama sanki orada değildi.

Sanki bir yerlerde…

Gerçekle hayalin arasında sıkışıp kalmıştı.

 

“Göktürk… neden bilmiyorsun?” dedi.

Sesi bir gölge gibi süzüldü içimden.

“Sana ne yaptığımı bilmiyorsun.

Sana ne yaptığımı…”

 

Yüzüne baktım.

Kırılmıştı.

Gözlerinde bin parçaya bölünmüş bir çocuk vardı.

Ve ben, o çocuğu tanıyordum.

Ben de öyle kırılmıştım bir zamanlar.

 

“Beni bırakmadın mı aslında?” dedi tekrar.

“Sanki her gidişimde, beni bir parça daha öldürüyorsun. Beni anlamadın, duymadın, görmedin.”

 

Kalbim çatırdadı.

Düşünüyordum: “Sana içimdeki fırtınayı nasıl anlatabilirim? Seni kaybetmenin o acısını hangi kelimeye sığdırabilirim?”

 

Asena daha da sıkı sarıldı.

Küçük elleriyle, sanki son bir dalı tutar gibi…

Düşmekten korkuyordu.

 

“Göktürk…”

Sesi titrek bir umutla doluydu.

“Bir kere olsun dur, bana bak.”

 

Başımı kaldırdım.

Göz göze geldik.

Ve dünya durdu.

 

İçimde bir şeyler kırıldı.

Çok derinden.

Sadece dedim ki:

“Üzgünüm, Asena.”

“Her şeyi anlatamadım sana… ama kaybetmek istemiyorum seni.”

 

Başını yeniden göğsüme yasladı.

Ve ben, onu kaybetmekten ölüm gibi korktum.

 

Nabzını kontrol ettim.

Parmaklarım titreyerek dokundu bileğine.

Zayıftı.

Çok zayıf.

 

“Dayan…” dedim.

Ama içimden.

Sadece içimden.

 

Birden Gökçe teyze geldi aklıma.

O söz vermişti… Asena’yı koruyacaktı.

Ama artık yoktu.

 

Boğuk bir fısıltıyla konuştum:

“Gökçe teyze… neredesin?

Neden şimdi burada değilsin?”

 

Asena’yı arka koltuğa yatırırken ellerim buz kesmişti.

Kalbim deli gibi atıyordu.

Her nefes alışında biraz daha parçalanıyordum.

 

“Hadi…”

“Lütfen…”

“Ne olur gitme.”

 

Ama o hâlâ fısıldıyordu.

Bilinçsizce.

Titrek dudaklarından dökülen tek kelime:

“Gitme…”

 

Yol bitmedi.

Zaman geçmedi.

Ellerim direksiyonda ter içinde.

 

Hastaneye yanaştığımda içimdeki korku gövdemi delip geçiyordu.

Asena’yı kucakladım.

“Yardım edin!” diye bağırdım.

Ve her şey sustu.

 

Asena ellerimden alındı.

Doktorlar, hemşireler… hepsi etrafımıza üşüştü.

Ben sadece orada durdum.

Donmuş bir an gibi.

Dışarıdan bakınca sakin gibiydim.

Ama içimde Gökçe teyzenin yokluğu vardı.

İçimde paramparça olmuş bir çocuk… ve o çocuğun adı bendim.

 

Telefonum titredi.

Ekranda bir isim: Ecem.

 

Açtım.

Mesajı gördüm.

Ve sadece telefonu yere bıraktım.

Sertçe.

Çatlayan cam sesiyle birlikte içimde bir şey de koptu.

 

Asena’nın odasına yürüdüm.

Adımlarım ağırdı.

Kalbim kırık bir davul gibi atıyordu.

 

Yanında durdum.

Elini tuttum.

“Sadece kal,” dedim sessizce.

“Ben buradayım.”

 

Ama içimde bir ses hâlâ soruyordu:

‘Sen ne yapacaksın, Göktürk?’

 

Kapı usulca aralandı.

Beyaz önlüğüyle bir doktor içeri girdi.

Adımlarını ağır atıyordu, ama gözleri hızlıydı.

Bizi taradı.

Beni…

Sonra Asena’yı.

 

Ben hemen ayağa kalktım.

Bir şey demedim.

Çünkü soracak hiçbir sorunun cevabını bilmiyordum artık.

 

Doktor yaklaştı.

Yatak kenarına oturdu.

Asena’nın bileğini nazikçe kavradı.

Bir şeyler fısıldadı hemşireye, ben anlamadım.

Sadece boşluğa baktım.

 

Sonra kafasını kaldırdı.

Göz göze geldik.

Bende ne gördü bilmiyorum ama o, ne diyeceğini biliyordu.

 

“Durumu stabil. Ama bu sadece tıbbi olarak…” dedi.

Sesi ne sertti ne yumuşak.

Sanki yorgundu.

Ya da çok fazla genç insanı böyle görmekten bıkmıştı.

 

Devam etti:

“Beden, bazen ruhtan önce dayanır. Ama sonra ne olur, bilmiyoruz.

Bazı insanlar döner…

Bazıları burada kalır ama geri gelmez.

Kendileri gibi olmazlar artık.”

 

Sustum.

Sadece dinledim.

Çünkü içimde ne döndüğünü anlatmaya kelimeler yetmezdi.

Ben de artık kendim gibi değildim.

 

“Bilinç düzeyi yüzeyde… ama dalgalı.

Adını sayıklıyordu.

Çok defa.”

 

Başımı kaldırdım.

Gözlerinde acıma yoktu, ama anlayış vardı.

Beni tanımıyordu.

Ama o an, anlamış gibiydi.

 

“Bir isim… tekrar tekrar. Boran.”

 

Kalbimden biri geçip gitmiş gibi oldu.

Boran.

Yani onun yanında olmasını istediği kişi ben değil miydim?

 

İçim yandı.

Ama yüzüm kıpırtısız kaldı.

Gözlerim hâlâ Asena’nın yüzünde.

 

“İsterseniz onu çağırabilirsiniz.

Bazen bir ses… bir dokunuş…

Çekip alır insanı o yerin altından.”

 

“Ben…” dedim ama devam edemedim.

 

Doktor başını eğdi, son bir şey daha söyleyecek gibiydi.

Ama vazgeçti.

Elini cebine attı, çıkardığı küçük kağıdı yatağın yanına bıraktı.

 

“Bu, tedavi süreci için bilgilendirme.

Ama onu asıl burada tutacak olan, hiçbir kâğıtta yazmaz.

İçinde ne varsa, artık söyle.

Vakit varken.”

 

Ardından ayağa kalktı.

Bir selam gibi başını eğdi.

Ve çıktı.

 

Yalnız kaldım.

Yine.

Yine o soğuk odada, Asena’yla.

Ama bu kez o uykudaydı.

Ben uyanıktım.

Ve içimdeki gürültü susmak bilmiyordu.

 

Yanına eğildim.

Elini usulca avuçladım.

Gözüm o boş parmağına takıldı.

Artık orada o halka da yoktu.

 

İçimden bir ses yeniden yankılandı:

“Sen ne yapacaksın, Göktürk?”

 

Doktor çıktıktan sonra kapı kapanmadı bir süre.

Sanki biri hâlâ içeri bakıyor gibiydi.

Ama kimse yoktu.

Yalnızdım.

 

Asena’nın elini tuttum, bu defa daha sıkı.

Soğuktu.

Ama canlıydı.

Nefes alıyordu.

 

Kendi içimde fısıldadım yine:

“Asena… bak buradayım.

Bak, kaçmıyorum.

İlk defa gitmiyorum.”

 

Bir zamanlar senden uzak durmaya çalıştım.

Çünkü ne olacağını biliyordum.

Sen bana bakarken, dünya üzerime çöküyordu.

O yüzden sustum.

O yüzden seni korumak için uzaklaştım.

 

Ama şimdi…

Koruyabildim mi?

 

Yüzüne baktım.

Uyuyordu ama yüzü anlatıyordu her şeyi.

Kaşları çatılıydı.

Bir rüyada gibiydi.

Kabus mu, yoksa geçmiş mi bilmiyorum ama…

Oradaydı hâlâ.

Kırılmıştı.

 

Yatağın kenarına oturdum.

Elimle saçlarını hafifçe düzelttim.

 

“Sana ilk ‘gitme’ deyişim bu mu oldu?” dedim fısıltıyla.

“Geç kaldım, değil mi?”

 

Bir anda göğsümden bir şey koptu.

Gözlerim doldu.

Ama ağlayamadım.

Boğazım düğüm düğümdü.

Sanki ağlasam, o an parçalanacağım.

Tüm bu yıllar…

Tüm o sessizlik…

Hepsi gelip boğazıma oturdu.

 

Asena kıpırdadı.

Hafifçe… belki bir fısıltıydı sadece.

Belki bir nefesin kırığı.

 

“Göktürk…”

 

Donup kaldım.

 

“Göktürk…” dedi tekrar.

Ama gözleri hâlâ kapalıydı.

 

“Buradayım.” dedim.

Anında cevap verdim.

Sanki sesime sarılmış gibi oldu içim.

“Buradayım Asena, buradayım, ne olur uyan.”

 

Yüzü hafifçe buruştu.

İç çekti.

Ama hâlâ gözleri kapalıydı.

 

Yatağın kenarına biraz daha eğildim.

Başımı yastığının ucuna yasladım.

Nefesi yüzüme çarpıyordu.

Zayıftı…

Ama yaşıyordu.

 

“Ben… senden korktum.

Çünkü sen bana, ben olamadığım her şeyi hatırlatıyordun.

Ben susarken sen konuşuyordun.

Ben kaçarken sen kalıyordun.

Ben seni severken, kendimden nefret ediyordum belki de…”

 

Derin bir nefes aldım.

İçimdeki yük boşalsa da, acı geçmiyordu.

 

“Asena… ne olur bu kez sen kal.

Bu kez ben gitmeyeceğim.”

 

Bir an sessizlik oldu.

Sanki dünya nefesini tutmuştu.

Sadece kalp atışlarını duydum.

Onunkini.

Ve kendiminkini.

 

Aynı ritimde…

 

Sonra yavaşça parmaklarını kıpırdattı.

Elime…

Avuç içime bir anlığına dokundu.

İrkilmedim.

 

Ama umut, içimde bir çakmak taşı gibi kıvılcım yaptı.

Yaşıyordu.

Belki geri dönüyordu.

 

Demek ki Asena’da böyle hissetti o gün…

 

Gökçe teyzemin gittiği gün, acımasızca onu bırakarak içeriye girdiğim gün…

 

İçimde kıvranan pişmanlıkla, boğazım düğümlenmiş halde, doktorun yanına gittim.

 

Ayağa kalktım. Odanın kapısına yürüdüm.

 

Hemşireye seslendim:

“Birini aramam lazım.”

 

Ama bir an durdum.

Kim arayacaktım ki?

Boran mı?

Ya da başka biri?

 

Asena’yı yalnız bırakamazdım.

Kendimden başka ona sahip çıkan yoktu.

 

Derin bir nefes aldım.

Telefonu geri verdim.

Ve odanın içine döndüm.

 

Gözlerimi Asena’dan ayırmadım.

“Seni bırakmayacağım,” dedim,

“Ne olursa olsun, buradayım.”

 

“Seni bırakmayacağım,” dedim,

“Ne olursa olsun, buradayım.”

 

O anda, sessizliğin içinden Asena’nın sesi süzüldü, sanki rüyadan geliyormuş gibi:

“Göktürk… buradasın…

Gitme… bu kez kal…”

 

Kelimeler hafifçe, bir fısıltı gibi kulağımda çınladı.

Sanki o küçücük güç, içimde yeniden doğuyordu.

Ve ben anladım, aramızdaki bağ, ne kadar kırılgan olursa olsun, kopmamıştı hâlâ.

 

“Buradayım,” dedim tekrar,

“Ve bir daha gitmeyeceğim.”

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 02.06.2025 13:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...