7. Bölüm

Kabuslar, Kırık Yollar ve Sessiz Vedalar

zehr🦢
zwhra_

Gece annemin yerine kıvrılarak uyuduğum yerde onca kabus görmüştüm. Bazısında Karan vardı, bir tanesinde Göktürk ve Ecem vardı. Kalanlarının hepsinde babam vardı.

Hesap soruyordu bana.

Babam, ‘Neden annen gelmiyor?’ diyordu beyaz bulutların arasından. ‘Onu bana getir…’ diyordu.

Annemi, senin yanında ancak ölüm getirir artık baba…

Göktürk karşımdaydı kızıyordu bana, en çok o bağırıyordu. ‘Neden gittin’ diyordu. ‘Neden benden gittin?’ Ben, zorundayım diyemiyordum. Susabiliyordum sadece.

‘Senin yüzünden öldürüldüm!’ diye dahil oldu Karan kabuslarıma. En kötü kabuslarıma dönüştürdü.

Arkasından Ecem çıktı, ‘Onu benden çalıyorsun! Göktürk’ü benden çaldın!’ bağırdı bana. O bile. ‘Ben onu senden çalmadım.’ ilk defa konuşabildim. ‘Çaldın! Çaldın!’

Gök… Gök. Gök bile vardı. O arkasını dönüp gitmedi. Sadece o kaldı herkes gidince. Ben konuştum ama sadece o beni dinledi, bir tek dinledi. Bir cevap vermedi.

O bana küsmüştü. Konuşmuyordu benimle. ‘Gök, neden konuşmuyorsun?’

‘Konuş benimle ne olur!’ yalvarırcasına haykırdım, dizlerimin üstüne düşüp, önümdeki küçük çocuğun ellerini tuttum. ‘Gök lütfen…’

‘Hayır Asiş! Konuşmam seninle. Küstüm ben.’

Konuştu o da benimle. ‘Neden?’

‘Sen bıraktın beni. Gittin. Terk ettin hepimizi.’

Kafamı hayır anlamında iki yana salladım hızlıca. ‘Hayır!’ Titredim. ‘Hayır.’ Haykırışlarım çoğaldı. ‘Hayır…’ diye fısıldadım en sonunda.

‘Ben…’

‘Asiş! Sen bizi terk ettin! Gittin! Ne çok ağladım ben biliyor musun?’ Ağladı o da. Benimle birlikte ağladı.

‘Ben… Ben sizi bırakmadım gerçekten!’

Arkasını dönecek gibi oldu, ‘Dönme bana arkanı. Dönme!’ Ayağa kalktım, deli gibi dizlerime vura vura bağırmaya devam ettim.

‘Gidiyor musun? Gitme… Yalvarırım gitme! Bunun için sana saatlerce yalvarırım. Lütfen gitme Gök…’

Bir adım attı ileriye doğru. ‘Sen gitmiştin Asiş. Sen beni bırakmıştın, bizi yüz üstü bırakıp gitmiştin. Hepimizi bıraktın sen.’

‘Küçüktüm! Küçüktüm gerçekten! Bir daha bırakmam. Gerçekten bak!’ Arkasından gittim.

Bana doğru döndü, ‘Kendini böylece avutma Asiş. Ben ağladım! Peşinden yıllarca ağladım.’ Yeniden arkasını döndü.

Gidecekti.

Gitti.

‘Gök!’

Göktürk çaprazımızda bizi izliyordu ama Gök gidiyordu.

‘Gök.’

Göktürk bana bakıyordu ama ben gözlerimi Gök’ten alamıyordum.

‘Gök?’

Gidiyor muydu gerçekten? Benim ona yaptığımı o bana yapar mıydı? Yapıyordu işte.

‘Gök…’

Gitti.

Gitti demeden gitmişti.

Bırakmıştı beni.

Öylece, yapayalnız.

Göktürk geldi karşıma, çırpınan bana baktı. ‘Ben, ben varım Asiş.’

‘Hayır Göktürk! Sen yoksun! Sen yaşıyorsun belki, nefes alıyorsun ama asla benim için değil. On hayat yaşarsak seninle belki tek bir nefesini verirsin benim için, kalan bütün nefeslerin ise daima Ecem için olacak.’

‘Asiş…’

Ellerimi yüzüme çarptım. ‘Bana Asiş deyip durma! Ben Asiş değilim, anlıyor musun beni?!’

‘Asiş, üzülüyor musun? Ecem’le görüştüğüm için.’

‘Senden nefret ediyorum!’ dedim dün geceki gibi.

‘Senden nefret ediyorum!’ dedim yeniden.

Benim aksime, ‘Hayır…’ dedi.

Kollarımı tuttu ve bana sarıldı. Kollarımı büyük bedenine sardım.

Ve biz onunla on hayat yaşasak ona bir kez sarılmazdım ama sarılmıştım işte. Aptal duygularıma rüyamda bile engel olamamıştım.

‘Sen sadece benden nefret ettiğini sanıyorsun.’

“Asena? Asena… Rüya görüyorsun Asena.” Annemin sesiyle rahatladığımı hissettim.

Sımsıkı yumduğum gözlerimi açtım karşımdaki telaşlı bakan annemi gördüm. “A… Anne.”

“Asena, ne gördün?”

Kafamı iki yana salladım yattığım yerde, gözyaşlarım yanaklarıma değdi. Ağlamış mıydım?

“Neden ağladım Asena?”

Gök’ün beni terk edişi geldi aklıma, nereye gitmişti beni öylece bırakarak?

“Asena, beni duyuyor musun?”

Gözlerimi yumdum yeniden. Karan benim yüzümden öldürüldüğünü söylemişti, doğruydu. Canımı yakmıştı bu sözleri, belki de ben olmasaydım şu anda rahatça nefes alacaktı. Hatta, ailesiyle birlikte olurdu belki de… Ailesi onu kabul ederdi böylece. O da mutlu olurdu, hayatında bir kez aile sevgisini görmüş olurdu.

‘Keşke…’ diye geçirdim içimden, ‘Keşke senin yerine ben ölseydim.’

Ve ben Karan’la on değil, yüz hayat yaşasam. Yüz hayatımda da ona bunları yaşatmak yerine, ben onun yerinde olayım isterdim. Onun ölmemesi için ölürdüm hatta ve o sadece bir hafta yasımı tutar, sonra hayatına geri dönerdi. Musmutlu olurdu, bir kızı bir oğlu olurdu, onun hayaliydi çünkü.

Bir oğlunun olmasını dilerdi hep, maviş bir kızı…

İkisi birlikte kavga ettiğinde kimi aradan alması gerektiğini sorardı bana, gülerdik hep bu sorusuna. Kızını alırdı hayallerinde, kızını kurtarırdı oğlundan. Oğlu, kendini korur diye düşünüyordu çünkü, o da kendini korumuştu. Bunca yıla tek başına gelmişti. Sapasağlam.

Hep tek başınaydı, ne üvey ne de öz ailesi yanındaydı okulundan mezun olup kep attığında. Ya da ilk okuma yazma öğrendiğinde, hepsinde tek başınaydı bu anların. Ailesi bir kez bile merak etmemiş onu, peşine düşmemiş bunca yıl.

Karan’ı öldüren de ailesiydi zaten.

“Asena?! İyi misin, cevap ver artık!”

Cevap veremiyorum, ağzımı açamıyorum. Ağzıma dayalı hayali bıçak konuşmama izin vermiyor.

Sanki Nevzat geldi karşımda şu anda, hayalini gördüm Nevzat’ın. Onu gördüm. Katil’i. İstese canımı hiçe sayacağım adamın katilini.

“Katil!” diye bağırdım ona. “Katilsin sen!” Uzaktaydı benden. Çok uzakta.

“Onu nasıl öldürürsün?! Karan’a bunu nasıl yaparsın?”

Gülümsedi. “Babana bunu nasıl yaptılar?”

Ağladım. “Babamın adını ağzına alma! Babamın adını ağzına almayı hak etmiyorsun!”

“Öyle mi düşünüyorsun gerçekten? Ya baban düşündüğün gibi birisi değilse?” Bana doğru yürüdü ama sanki olduğu yerde sadece adımlar atıyormuş gibiydi. Hareket etmiyordu.

“Nevzat, sana inanmıyorum!”

Yanıma yaklaştı bir anda, bir adım arkamdaydı artık, “Git!”

“Git diyorum!”

Sesli bir nefes verdi, “Avukat, ölme zamanı senin için de gelmedi mi?”

“Hayır! Beni öldüremeyeceksin!”

Kahkaha attı kulağımın dibinde, “Öyle mi dersin? O zaman bak, nefesin ellerimde…” gözlerim aşağı kaydı.

Boynuma bir bıçak dayalıydı. “Hayır!”

“Hayır!”

“Annen yalnız mı kalacak şimdi?”

“Hayır!”

“Seni öldüreceğim, buradan sağ çıkamayacaksın!” İçinde bulunduğum dipsiz çukura baktım.

“Hayır!”

Bıçağı boynuma sürttü. “GİT!”

“Asena!” Sarsıyordu birisi beni ama hareket etmiyordum Nevzat’ın önündeyken. Sanki bu hayalmiş gibiydi.

“Anne!” diye haykırdım bu koca çukurda.

“Kurtarın beni!”

“Lütfen!”

Beyaz tişörtüm boynumdan damlayan kanın rengine büründü. “Yapma!” diye fısıldadım. “Bunu bana yapamazsın!”

“Bunu Karan’a da yapamazdım. Ama yaptım Avukat, görüyorsun değil mi?”

“Hayır!”

“Asena!” İncecik bir ses duydum.

Rüyadan uyandım.

“İyi misin?” dedi yine aynı ses.

“İyiyim.” derin bir nefes verdim.

Karşımdaki kız, Ecem’in annesi sandığım kadındı.

Herkes karşımdaydı şu anda. Herkese rezil olmuştum. Ecem ve Göktürk yan yana bir şeyler konuşuyorlardı tam karşımda. Annem hemen yanı başımdaydı ve annemin yanında Neslihan teyzem vardı.

“Kızım ne oldu?” dedi Neslihan teyzem.

“Bir şey yok. Sadece rüya gördüm.”

“Nevzat kimdi yavrum? Hep onun adını sayıkladın…”

Bakışlarım Göktürk’e kaydı istemsizce, Ecem’le derin bir konuşmadayken baktığımı görmüş olmalı ki bana baktı. “Anlatacağım anne… Hepsini.”

“Biz çıkalım o zaman.” diyerek herkesi odadan çıkardı Göktürk. O kaldığında sadece Ecem odaya geri girdi, “Çıkar mısın?” dedi annem.

Ters bir bakış attı bana, sonra odadan çıktı. Göktürk ben ve annem kaldığımızda annem Göktürk’e de git diyecekti ki, “O her şeyi biliyor.” dememle durdu.

“Tamam, seni dinliyorum.”

Dikildiğin yerde arkamda kalan duvara yaslandım. “Anne… Karan.”

“Ne olmuş Karan’a?”

“Anne, o… Onu öldürdü.”

“Kim?”

“Babası!”

Bunu anneme söylediğim için derin bir nefes verdim, üstümden tonlarca yük kalktı.

“Nasıl?!” dedi annem, şaşkınlığı iki katına çıktı.

“Anne, benim yüzümden…” Gözleri büyüdü, kapıda dikilen Göktürk’e bakı.

“Kendini suçluyor.” diye soludu Göktürk.

Anneme baktım, “Hayır…”

“Anne, beni de öldürecek.”

Annem yerinden fırladı. “Ne?”

“Düzgünce anlat şunu!”

“En son aldığım ödül… Karan’ın davasından kazanmıştım. Böylece tüm ülke beni ve davamı tanır hale geldi ve Nevzat’a düşman oldu. Nerde görseler öldürecekler onu. Bu yüzden o önce Karan’ı benim ödül almama sebep olduğu için öldürdü sonra beni öldürecek.”

“Taşınalım!”

“Olmaz.”

“Neden?”

“Tüm yaşamım Ankara’da anne, bırakamam. Eğer istersen sana başka bir ev bulabilirim ama…”

“Ben nereye sen oraya.”

“Seninle hiçbir yere gelmiyorum.” Diyerek zıtlaştım.

“Ökeceksin! Hala inat ediyorsun.”

“Anne…” diye sinirle soludum. “…istediğini yapmakta özgürsün ve istediğimi yapmakta özgürüm. Gidebilirsin!”

“Beni baban gibi bırakıp gitme…”

“Mezarımı ziyarete gelmez misin yoksa?” dedim ve acı bir tebessüm ettim.

Elini yüzüme sertçe çarptı.

Annem bana ilk defa vurdu.

İlk defa.

“Sınırını aşma!”

“Ben mi sınırlarımı aşıyorum?”

“Benim kocamla arama giremezsin!”

“Babam ve annemin arasına girerim!”

“Giremezsin!”

Devamını getirdi; “Benim ne yaptığıma karışamazsın!”

“Eğer yaptığın şey sana çok aşık ve hak etmediğin değeri sana veren babam ise yaptığın şeye karışırım! Bir kez bile gitmedin o adamın yanına, tek bir kez! Bir şey demeyeyim, demeyeyim diyorum ama artık yeter anne! Bir dur artık! Sınır koy kendine!”

“Ne saçmalıyorsun sen?” Hala dikine gidiyordu.

O inatsa, ben daha inattım.

“Neden Ecem’in bana onca lafları etmesine izin verdin? Neden bunun üstünü kapadın anne? Hoşuna da gitti mi bana söyledikleri, yaptıklarınla gurur da duydun mu?” Saçlarımdan tuttu.

“Saçımı bırak! Bana karışma!”

“Dolmuşsun Asena!”

“Beni doldurdun! Kinci birisi yaptın beni, ruhumu söküp aldın benden! Benliğimi aldın benden! Kana bakamaz oldum, avukat oldum belki getirirsin beni bu lanet eve diye!”

“Bana karşı seni bu kadar dolduran kim? Neslihan mı doldurdu seni bu kadar?”

“Neden bu kadar nefret dolusun? Neden herkese nefretle yaklaşıyorsun?”

“Beni sen buna dönüştürdün Asena. Senin yüzünden!”

“Ne?” Sustu. Ben anneme asla maddi manevi zarar vermemiştim, nasıl bunları söylerdi? Aklım almıyor!

“Ben sana hiçbir zarar vermedim, seni buna ben dönüştürmedim. Sen hep buydun aslında, tam anneannem oldun böyle. Aynen onun kadar nefret dolu…”

“Sen bunları söylemeye nasıl cüret edersin?”

“Sen nasıl cüret ediyorsan öyle anne! Sana karşı saygılı davranayım diyorum ama artık yeter! Yeter diyorum sana! Bundan sonra sana hak etmediğin hiçbir şeyi vermeyeceğim!”

Saçlarımı çekiştirdi. Göktürk’ün odada unuttuğum varlığını saçlarımı tuttuğunda hissettim. “Gökçe teyze bir dur Allah aşkına.”

Annem durmuyordu, “Keşke sen de babanla birlikte ölseydin!”

“Gerçekten ölmemi istiyor musun anne? Bu kadar mıyım yani senin için? Gözündeki değerim bu mu?”

“Bu.”

Annemin ellerini saçlarımdan kurtaran Göktürk, çatık kaşlarıyla annemin çektiği saçlarıma baktı.

“Ne yapıyorsun Gökçe teyze?”

İçeriye giren Neslihan teyzem yanıma geldi. “Ne oldu böyle?”

“Göktürk?” diyerek Göktürk’e baktı.

“Gökçe’m…” annemin yanına gitti.

Şimdi hepsi karşımdaydı işte, bana bakıyordu hepsi. “Hakkımı. Helal. Etmiyorum.” dedi annem zar zor konuşarak.

“Tüm hakkım haram zehir olsun!”

Yüksek sesle ağlamaya başladım. Olduğum yerde titriyordum, bunu kontrol edememenin ne kadar kötü bir duygu olduğuyla yeniden karşı karşıya kalmıştım.

“Benden bu kadar nefret ediyor olamazsın…”

“Ediyorum.”

Tekrarladı; “Keşke babanla birlikte sen de geberseydin.”

“Babamı hiçbir şekilde hak etmiyorsun, asla. Yanında olan bu kadını da. Neslihan teyzem’in yerinde olsam suratına bakmazdım senin. Tükürürdüm suratına, ama o, o kadar iyi kalpli bir insan ki senin aksine, senin o tükürülecek yüzüne hep gülüyor. Sen, insanlara hep bela oluyorsun. İnsanların nefret ettiği insanlardansın sen, başta ben olmak üzere. Senden nefret ediyorum artık bende.”

“Kızım böyle konuşma annene.”

“Bak o kadar yüce kalpli ki hâlâ seni bir şekilde haklı çıkarıyor. Bağırma diyor lanet annene. Ama o bilmiyor ki annemin böyle iyi birisi olmadığını, sadece iyi bir oyuncu olduğunu.”

“Benimle böyle konuşma! Evlat katili olacağım yoksa Asena!” diyerek ellerini bana doğru salladı.

Gülmek istedim bu sözlerine, yapamadım. Ağır geldi çünkü. Onun yaptıklarını ona yapmak ağır geldi.

“Anne, hani sen bir gün bana bebek almamıştın ya… Ben o gün okulda yemek falan yememiştim aslında. Tüm yemeğimi verip para almıştım, parayı da senin çantana atmıştım gizli gizli. Keşke diyorum, keşke… Bende o şımarık çocuklar gibi olsaydım da onlara değil de bana alsaydın o güzel süslü elbiseleri, pahalı bebekleri…”

“Git, karşıma çıkma bir daha.” Neslihan teyzemin elini tuttu sımsıkı, hiç bırakmayacakmış gibi.

“Neslihan teyzeme sığındın yine… yine ve yine!”

Ağlayarak odadan çıktığımda kimse görsün istemediğimden elimi ağzıma kapadım. Haykırışlarımı bastırdım.

Göktürk’ün odasına girdim, içeride Göktuğ’u gördüm ve tek çareyi ona sarılmada buldum.

İki adım uzağımdaki Göktuğ’a sarıldım, “Asena abla, iyi misin?” dedi ve o da bana sarıldı.

“Asena abla, ağlıyor musun?”

Sustum.

“Asena…” diyerek içeriye giren Göktürk’ü gördüm. “Ay ne oluyor?” diye arkasından geldi Ecem.

“Ecem çık.”

Göktürk’e ters ters baktı, “Ay niye canım…” arkamı döndüğümde cümlesi yarıd kesildi.

“Göktuğ çı…”

“Göktürk çıkın!” diyerek ikisinin de çıkmasını sağladım odadan.

“İstersen bende çıkabilirim Asena abla…”

“Hayır Göktuğ, kalabilirsin.”

Sessizce, “Abim gelse daha iyi olur bence…” dediğinde, “İstemiyorsan çıkabilirsin.” dedim.

“Özür dilerim ama çıkayım ben…” biliyordum, kalmak istiyordu ama kalmıyordu. Anlıyordum.

Göktürk’ün yatağına oturdum. Düşünmeye başladım yeniden. Nerede hata yaptım ben? diye acaba yaptığım ney ters tepti diye düşündüm.

Annem olmasaydı diye düşünmemiştim hiç.

Annem zaten yaşayan ölüydü.

Her zaman.

Annemi dinlemek, bazen kendi sesimi duymak kadar zor geliyor bana. Bugün yine patladık, kavga ettik. O, benim için hep bir beklentiymiş gibi konuşuyor; ben ise o beklentilerin içinde boğuluyorum. ‘Neden böyle yapıyorsun?’ diye soruyor. Ya ben neden böyle olmak zorundayım?

Buraya, Göktürk’ün odasına kaçtım. Yalnız kalmak, biraz olsun nefes almak istedim. Yatağın üzerinde oturuyorum, ama içim öyle bir karmaşa ki, sanki yerimde duramıyorum. Kalbim ağrıyor, ellerim titriyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.

Annem benim için en yakın insan olmalı ama bazen öyle yabancılaşıyoruz ki… Konuşsak, anlatsak, birbirimizi anlamaya çalışsak, belki her şey daha kolay olur. Ama o kelimeler arasında bir duvar var; ne ben geçebiliyorum ona, ne o bana.

Göktürk orada. O anlıyor beni, biliyorum. Belki yanımda olmasa, bu yük çok daha ağır olurdu. Ama yine de, bazen o bile yetmiyor içimdeki boşluğu doldurmaya.

Keşke annem beni sevseydi, beni ben olduğum için. Keşke biraz daha sabırlı olsaydı. Keşke ben de ona biraz daha yakın olabilseydim. Ama bugün değil, bugün sadece yorgunum. Yalnızım ve bunu kabullenmek zorundayım.

Belki yarın her şey daha farklı olur. Belki yarın daha güçlü olurum. Şimdi, sadece burada, bu yatağın üstünde oturup kendime gelmeye çalışıyorum. Başka hiçbir şey istemiyorum.

Annemle kavga etmek, içimdeki bir parçanın daha kırılması gibi… Her kelimesi, sanki beni daha da küçültüyor, görünmez kılıyor. ‘Senin iyiliğin için yapıyorum,’ diyor ama ben bunu duymak istemiyorum artık.

İyilik, zorbalık olmamalı.
Sevmek, bu kadar acıtmak olmamalı.

Burada, Göktürk’ün odasında otururken, gözlerimi kapatıyorum. İçimdeki karmaşayı susturmaya çalışıyorum ama olmuyor. Sanki her düşünce, daha da hızlı dönüyor kafamda. Neden ben bu kadar yorgunum? Neden kalbim böyle ağır?

Göktürk’ün yanında olmak iyi geliyor. O, sessizliğimdeki ses oluyor, anlattığım kelimelere dokunuyor gibi. Ama yine de, bazı şeyler var ki, ondan bile saklamak zorundayım. Çünkü annemle yaşadığım bu boşluk, bu kırgınlık, bazen kelimelere dökülemeyecek kadar derin.

Kendimi kapatıyorum, savunmaya çekiliyorum. Belki de en çok korktuğum şey, tam da bu: Annesiz kalmak, bir köşede yalnız bırakılmak. Ama aynı zamanda, kendimi o kadar koruyorum ki, kimseye izin vermiyorum yaklaşmaya. Çünkü incinmek, yaralanmak istemiyorum bir daha.

Gözlerim doluyor. Kimse görmesin diye hızlıca siliyorum yaşlarımı. Çünkü güçlü olmalıyım. Hem kendim için, hem annem için. Ama içimdeki bu fırtına, nasıl diner, bilmiyorum.

Belki zamanla her şey düzelir, belki de bu acı hep kalır. Ama şunu biliyorum: Bugün buradayım, kendimle buradayım. Yavaş yavaş, kendi içimde bir yol bulmaya çalışıyorum.

Ve belki de en önemlisi, kendimi sevmeyi öğrenmem gerek. Çünkü annemin sevgisi bile yetmez bazen. Kendime sarılmak, kendimi iyileştirmek zorundayım. Şimdi bu yatakta, yalnız ama biraz daha güçlü olmak için oturuyorum.

Bir yandan da kendime kızıyorum. Neden daha sabırlı değilim? Neden her şeyi içime atmak yerine konuşamıyorum? Belki de korkuyorum. Korkuyorum çünkü annemle aramızdaki bu mesafe, hiç kapanmayacak gibi geliyor. Korkuyorum, çünkü sevilmediğimi düşündüğüm anlarda kendimi değersiz hissediyorum.

Ama öte yandan, biliyorum ki ben de değişmek zorundayım. Kendi kalbimin kapılarını açmak, kırılmak demek belki. Ama açık olmak da iyileşmek için tek yol. Göktürk’ün yanındaki sessizlik, bazen en çok ihtiyaç duyduğum şey oluyor. Onun varlığı, kelimeler olmadan bile beni anladığını hissettiriyor.

Yine de, en çok istediğim şey annemle barışmak. Onun gözlerinde kendimi görmek, onun sevgisini hissetmek… Biliyorum, ikimiz de kırgınız. Ama belki bir gün, o duvarlar yıkılır ve biz birbirimizi gerçekten görebiliriz.

Belki o gün, içimdeki bu boşluk biraz dolar.

Şimdi ise sadece bu odadayım. Yatağın üstünde oturuyorum ve kendimle konuşuyorum. Kendi korkularımı, kırgınlıklarımı, umutlarımı… Bunlar benim, benim hikayem. Ve ne olursa olsun, bu hikayeyi ben yazıyorum.

Göktürk sessizce içeri girdi. Bu sefer daha kararlıydı… ama hâlâ nazikti. Kapıyı yavaşça kapattı, sanki içimdeki fırtınaları ürkütmek istemiyormuş gibi. Göz göze gelmedik ama varlığını hissettim. Odayı dolduran bir sessizlik vardı, ama bu sefer rahatsız edici değil, neredeyse iyileştiriciydi.

Yatağın ucuna oturdu. Hiçbir şey söylemeden. Yalnızca bekledi.

“Git demedim mi sana?” dedim, fısıltıyla. Aslında istediğim şey bu değildi ama… yine de söyledim. Çünkü korkuyordum. Alışmak, güvenmek, sonra yeniden kaybetmekten korkuyordum.

“Dedin,” dedi. Sesi alçak, ama netti. “Ama gitmek istemedim.”

Kalbim bir an durdu sanki. Yine de yüzümü çevirmedim. Gözlerimi kapadım. “Ben yalnız kalmak istiyorum, Göktürk. Her şey çok fazla şu an. Kafamın içi… annem… ben… hiçbir şey net değil.”

O anlayışla başını eğdi. Sözleri sanki içimdeki karmaşaya dokundu.
“Biliyorum. Zor olduğunu biliyorum. Ama ben burada, senin yanında olmak istiyorum. Susarak bile olsa.”

O an ağlamak istedim. Ama ağlamak zayıflık gibi geldi. Oysa içimde o kadar çok şey birikmişti ki… Gözlerimi yere diktim.
“Ben her geleni böyle ittim… çünkü kalacaklarına hiç inanmadım. Gitmeyeceğine inanmam için bana zaman ver.”

Bu cümleyi söylerken sesim titredi. Sanki bir yara açıldı içimde ama aynı anda hafifledi de.

Göktürk bana döndü. Yüzünde kırgınlık yoktu. Yumuşak ama kararlıydı sesi.
“Sen beni kaç kere kovarsan kov… ben yine gelirim. Çünkü sen beni ittiğinde bile, içinin bir yerinde hâlâ kalmamı istediğini hissediyorum.”

İlk kez ona baktım o anda. O kadar sade, o kadar doğru söyledi ki… bir an, hiçbir şey söyleyemedim. Sadece baktım.

“Peki ya bir gün gerçekten git dersem?” dedim sonunda. Belki de içimde kalan son korkuyu dile getirdim. Son sınırı çizdim.

Göktürk gülümsedi. Öyle içten, öyle tanıdık bir gülümsemeydi ki…
“O zaman bile önce gerçekten öyle mi hissettiğini sorarım,” dedi. “Çünkü ben senin korkularını, bana duyduğun öfkeyi değil… seni dinlemek istiyorum.”

Boğazıma bir şey düğümlendi. Kelimelerim yetmedi. Başımı eğdim. Gözyaşlarım sessizce yanaklarıma süzüldü ama ilk defa utanmadım onlardan.
Çünkü o oradaydı.
Bana bakmadan da olsa yanımdaydı.
Gitmedi.
Susarak kaldı.

Ve ben, ilk kez… sadece bekleyen birine güvenebileceğimi hissettim.

Belki de bu, sevilmenin en sessiz, en gerçek haliydi.

O anda anladım ki, ne kadar karışık, ne kadar acı dolu olursa olsun, bu odada, onun yanında bir umut vardı. Ve ben, o umuda tutunmak istiyordum.

Onu kovdum. Biliyorum, yaptığım şey doğru değildi. Ama o an o kadar yorgundum, o kadar kırgındım ki… Kendimi korumaya çalışıyordum. ‘Git,’ dedim, ‘Buraya ihtiyacım var, yalnız kalmam lazım.’ Ama aslında en çok onun yanında olmayı istiyordum.

Göktürk pes etmedi. Yine geldi. Tekrar kapıyı açtı, sessizce içeri girdi. O an bir şeyler değişti içimde. ‘Beni anlıyor,’ dedim kendi kendime. ‘Belki de yalnız değilim.’ Ama yine de korktum. Çünkü birini bu kadar yakına almak, kendini açmak demekti.

Korktum, savundum kendimi. Onu uzaklaştırdım. Ama o, geri geldi. Pes etmedi. Bu, benim için bir umut ışığıydı. Belki biri, ne kadar zor olursa olsun, benim yanımda kalabilirdi. Belki biri, kırılmış parçalarımı toparlamaya çalışabilirdi.

Ve ben, yavaş yavaş o ışığa doğru yürümeye başlıyorum. Kendi içimde kırılgan olmayı, sevilmeyi ve sevmeyi öğreniyorum. O, pes etmedi. Ben de denemeliyim.

Göktürk’ün geri geldiğini görmek, yüreğimde garip bir sarsıntı yarattı. Bir yandan ona kızgındım, neden ısrar ediyordu ki? Neden çekip gitmiyordu, beni rahat bırakmıyordu? Ama diğer yandan, içimde uzun zamandır hissetmediğim bir güven duygusu filizlendi. Bu karışık duyguların arasında kayboldum.

Onu kovmak, aslında kendimi koruma içgüdüsümdü. Kırılmışken, yaralarım henüz kapanmamışken, kimseye açılmak istemiyordum. Yanımda olmasını istemem, ama yalnız bırakmasını da istemezdim. Çelişkilerle doluydum.

Göktürk’ün sessizliği, sabrı ve tekrar tekrar gelmesi, yavaş yavaş kalbimdeki buzları eritti. Beni olduğum gibi kabul ettiğini hissettim. Kusurlarımı, kırılganlığımı gördü, ama uzaklaşmadı. Bu, onun benim için ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu.

Ve ben, onun bu ısrarına direnmek istemedim artık. Çünkü içimde, belki de ilk kez, birini gerçekten yanımda istemenin ne demek olduğunu anladım. Korkularımı, savunmalarımı bir kenara bırakıp, ona güvenmek istedim.

Göktürk pes etmedi. Ben de denemeye karar verdim. Çünkü bazen, en güçlü olmak, en kırılgan olduğunda yanında durabilmektir. Ve ben, onun yanında olmak istiyorum.

Yalnız değilim artık.

19 yıl öncesini hatırlıyorum sonra…

Hatırlıyorum… O gün evde hava bir tuhaftı. Kalın perdeler açık olmasına rağmen içerisi kasvetliydi. Sanki bir şey olacakmış gibi ağırdı zaman. Göktürk’ün sesi yükseldiğinde, kalbim bir an durdu sanki. Neslihan teyze’minsesi onun sesine karıştı. Sonra sessizlik oldu. Sert, can acıtan bir sessizlik.

Az sonra Göktürk, suratında öfke ve hayal kırıklığıyla kapıyı çarptı. Ayak seslerini duydum. Yukarı çıktı, odasına girdi. Kapıyı bu sefer sessizce kapattı. İçimde bir şey sıkıştı. Gözlerim anneme, Gökçe’ye kaydı ama o hiçbir şey olmamış gibi bulaşık yıkıyordu. Yüzünde ne bir merak, ne bir endişe. Sanki hiçbir şey hissetmiyordu. Ya da hissettiklerini hiç kimseye göstermemeye yeminliydi.

Dayanamadım. Sessizce merdivenleri çıktım. Göktürk’ün odasının önünde bir an durakladım. İçeriden gelen derin nefes sesini duydum. Ağlamıyordu ama susuyordu. Ve bazen susmak, ağlamaktan daha çok acıtırdı. Kapıyı hafifçe tıklattım, cevap gelmeyince usulca açtım. Göktürk sırtı bana dönük, yatağının kenarında oturuyordu. Omuzları düşmüştü. Her zamanki o dimdik, güçlü duruşundan eser yoktu.

Yanına gittim. Sessizce, onun gibi. Yatağa oturdum, aramızda birkaç santim vardı. Konuşmadım, sadece bekledim. O konuşana kadar değil, beni fark edene kadar.

“Gitme…” dedi aniden, sesi kısık ve üzgündü. “Sen de gitme, tamam mı?”

İçim parçalandı. Elimi uzatıp dizine koydum.
“Gitmem Gök. Ay yüzlün hiç gitmez.”

Yavaşça başını bana çevirdi. Gözlerinde öfke yoktu artık. Sadece yorgunluk. Ve belki biraz da kırgınlık.

“Annem bağırdı bana,” dedi, dudaklarını bükerek. “‘Asker olmak yok’ dedi. Ama ben asker olmak istiyorum. Gerçekten çok istiyorum…”

Ne diyeceğimi bilemedim. Sadece elini tuttum. Küçük, sıcak ama titreyen ellerini.

“Annen korkuyor ama… ben korkmuyorum. Sen asker olursan… ben beklerim. Her gün. Söz.”

O an gözlerinin dolduğunu gördüm. Bunu pek yapmazdı. Ama o an… o an gerçekti. İkimiz de kırılgandık. Ama o an ilk kez, aynı yerden kırıldığımızı fark ettik.

Ve işte o gün… o sessiz, kasvetli gün… biz birbirimize tutunduk. Gök, ilk kez karanlıktan korktu. Ay yüzlüsü de ilk kez karanlıkta yol oldu ona.

O an… onun sessizce yanımda oturduğu o an, içimde bir şey kıpırdadı. Yıllar öncesine, küçücük bir odada, omuz omuza oturduğumuz o güne gittim. Sadece çocukken hissettiklerimin bu kadar doğru olabileceğini o gün anlamıştım.

Elimi yavaşça dizine koydum, tıpkı o zaman yaptığım gibi. O zaman da böyle hiçbir şey dememiştik. Sadece susmuştuk. Ama o sessizlik bana dünyadaki en güvenli yer gibi gelmişti.

Başımı ona çevirdim, gözleri hâlâ yerdeydi.
Sesim kısık çıktı, boğazımdaki düğümle zar zor “Hatırlıyor musun?” dedim

Bir an başını kaldırmadı. Sanki o da aynı sahnede dolanıyordu benimle. Sonra yavaşça bana baktı.
Yüzünde yorgun bir gülümseme vardı. Hafifti. Kırılmış ama hâlâ sıcak bir anının gülümsemesi.

“Unutulur mu?” dedi. “Hiç kimse bir şey dememişti ama… her şey söylenmişti o gün.”

İkimiz de aynı anda gülümsedik.
Buruktu.
Çünkü büyümüştük.
Çünkü o zamandan bu yana çok şey olmuştu.
Ama o gülümsemenin içinde, hiçbir zaman tam olarak kopmamış iki çocuğun izi vardı.

Ve o an içimden geçirdim:
“Bazı anlar yıllar sonra bile aynı sıcaklıkla dokunabiliyormuş insanın kalbine…”

Bir an durduk, kelimeler yerini sessizliğe bıraktı. O sessizlik, yılların yükünü hafifletiyordu sanki. Göktürk’ün yanında oturmak, o çocukluğumuzdan kalan o kırılgan anıyı tekrar yaşamak gibiydi. Ne söylesem boş olurdu; sadece o anın içinde kalmak, yetiyordu.

İçimde bir yerde, uzun zamandır unuttuğumu sandığım hisler uyanıyordu. Güven, huzur ve… belki de umut. O küçük çocuk, o gün beni bırakmamıştı. Şimdi burada, büyümüş ve yaralı olsak da, hâlâ yanımdaydı.

Göktürk hafifçe başını yana eğdi, bakışları hâlâ bana odaklanmıştı ama kelimeler söze dönüşmekte zorlanıyordu. Ben de söylemedim. Sadece elimdeki sıcaklığı, dizindeki titrek eli biraz daha sıkıca tuttum.

“Belki de en zor olanı bu,” diye düşündüm, “Birini yanına çağırmak… ama onu gerçekten yanında tutabilmek.”

Ve o an, o buruk gülümseme hafifçe yüzüme yayıldı. Çünkü ne olursa olsun, yan yana durmak, her şeye rağmen birlikte kalmak… yeterdi.

“Biliyor musun… o günleri düşündüğümde içim hala burkuluyor. Senin yanına sessizce oturduğum o an… Kelimeler yetmiyordu, belki de korkuyorduk. Korkuyorduk birbirimizi kaybetmekten, ya da tam olarak neyi… bilmiyorduk. Belki de o yüzden susmak en iyisiydi. Çünkü konuşsak, kırılırdık. Ama şimdi anlıyorum ki; susmak bazen yetmiyor. Senin orada, yanımda olman yeterliydi. Sadece varlığın bile iyi geliyordu. Sen sabrettin bana. Defalarca itsem de vazgeçmedin. Bunu bilmek… bazen en ağır yüklerin bile altında nefes alabilmeme sebep oluyor. Şimdi burada, seninle bu sessizlikte, o küçük çocukların birbirine sarıldığı yerde, hissediyorum; ne kadar yalnız olmadığımı.”

Ve içimden bir şey geçiyor: Belki de yanındayken, kelimeler gereksiz kalıyor. Çünkü seninle olmak, susmakla eş değer bir sevgi demek.

“Senin yanında olmak benim için hep en önemlisi oldu. Ne olursa olsun, seni bırakmak istemem. Gitmek istesem bile, hep geri dönerim. Çünkü sen benim…”

Birden durdu, kelimeler boğazında düğümlendi sanki. Gözleri bana kitlenmişti ama devamını getirmedi.

O an, o sessizlikte kalakaldım. Ne diyeceğini bilemediğini görmek, içimi hem ısıttı hem de biraz ürperti verdi. Çünkü demek istediği şey o kadar büyüktü ki, kelimeler yetersiz kalıyordu. Belki de değerim yoktu onun gözünde, ondan böyle demişti.


Kalbim hızla çarparken, aklımdan binlerce soru geçti. “Sen benim ne? Ne kadar önemliyim? Ne kadar derin bu his?” Ama bir şey söyleyemedim, sadece onu dinledim.

O suskunlukta, aramızda sözcüklere sığmayan bir bağ oluştu. Gözlerimiz konuşuyordu; korkuları, umutları, kırgınlıkları ve saklı kalan sevgiyi.

Ve ben anladım ki, bazen kelimeler değil, o duraklamalar, o sessizlikler her şeyi anlatır.

Bölüm : 22.05.2025 12:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...