19. Bölüm

Kanın Üstünde Güvendesin

zehr🦢
zwhra_

Bir hafta sonra…


Bu sabah, önce sessizlik uyandırdı beni.

Saat çalmadı, biri seslenmedi…

Sadece, içimdeki o tanıdık ağırlık dürttü.

 

Gözlerimi açtım.

Tavan aynıydı.

Ama ben yine değişmiştim.

Azıcık daha sessiz, azıcık daha uzak bir hâle.

 

Kalkmak istemiyorum. Ama yerimden kalkmazsam, bu gün de diğerleri gibi üzerimden geçecek.

Ben de o günün enkazına ekleneceğim.

 

Telefonum ekranıma bakıyorum. Sessiz.

Zaten artık bir bildirim sesi bile kalbimi oynatmıyor.

Alışıyorum galiba. Ya da kabuk bağlıyor her şey.

 

Bugün herkes Ecem’in evinde toplanacakmış.

Kendisi büyük bir şey yapıyormuş gibi mesaj atmış.

“Gece 8’de sizdeyim, haberiniz olsun kızlar 🫶”

Kızlar?

Sanki hâlâ 17 yaşındayız, sanki hâlâ birlikte gülüyoruz, sanki hiçbir şey yaşanmadı.

Ve tabii ki—Boran da geliyor.

Gördüm. Mesajın sonunda, bir de emojiyle süslenmiş:

“Boran’ı da çağırdım 😉”

 

Ah Ecem…

O sırıtma emojisinin içinde ne kadar kötülük var, bir bilsen.

Ama bilmezsin.

Çünkü sen zaten öylesin.

İçin dışın gıcıklık.

Ve ben, seni hâlâ hayatımda tutmak zorundaymışım gibi davranıyorum.

 

Çünkü bu şehir küçük.

Çünkü bu ev sessiz.

Çünkü bir yere ait olamadığım yerde, en azından susabildiğim insanlar var.

 

Kahve yetmedi.

Karnım da acıkmıştı ama açlıkla iştahsızlık arasında sıkışmış bir hâlde, kendime kahvaltı sofrası hazırladım.

İki dilim ekmek, zeytin, biraz peynir…

Sanki sahiden yiyecekmişim gibi.

Oysa sadece boşluğa bir şey koymak istedim.

İçimdeki o koca boşluğu, bir tabakla kandırabileceğimi sandım.

 

Kapı çaldı.

Ne biri gelecekti, ne ben birini bekliyordum.

Ama kalbim, refleksle bir an durdu.

Kapıya yaklaştım.

Açtım.

Ve orada… Göktürk.

 

Gözlerime bakmadan içeri girdi.

Hiçbir şey sormadan montunu çıkardı.

Oturdu.

Kahvaltı sofrasını gördü, ama hiçbir şey söylemedi.

Çatalı aldı, zeytinlerden birini ağzına attı.

Ve sanki o ağzını açmadan, bütün sabah konuşulmuş gibi oldu.

 

Sonra,

“Birlikte gidelim mi bu akşam?” dedi.

Sesi hafifti. Gözleri hâlâ o soğuk maviydi.

Ama içinde kırık bir sıcaklık vardı.

Birlikte gitmek.

Bu kadar basit bir cümle…

Ama bu kadar çok anlam.

 

Bakmadım.

Bir şey söylemedim.

Sadece başımı eğdim.

Çünkü onayladım.

Çünkü evet demek için sesim yoktu, ama susmak bazen en net cevap olurdu.

 

Tam o sırada, Göktuğ’un odasından ses geldi.

“Ne oluyor be, siz nereye gidiyorsunuz?”

Elinde telefon, saçları dağınık, üstünde tişört.

Uykulu ama meraklı.

 

Göktürk cevap vermedi.

Ben cevap verdim:

“Ecem’gil toplanıyormuş bu akşam. Sözde herkes oradaymış.”

 

Göktuğ gözlerini devirdi.

“Ben de geleyim o zaman.”

Sanki spontane bir şey değilmiş gibi.

Sanki zaten davetliymiş gibi.

 

Göktürk başını hafifçe sağa eğdi.

“Biri seni çağırdı mı?”

Göktuğ omuz silkti.

“Çağırmaya ne gerek var, ben kendimi çağırdım.”

 

Ben istemsizce gülümsedim.

Çünkü bu evde bazen tek samimi şey, Göktuğ’un kendini bilmezliği oluyor.

&

Göktürk nerede?

Bu gece burada olmalıydı, benimle olmalıydı.

Ama yok.

Her geçen saniye biraz daha uzaklaşıyor gibi, biraz daha sessizleşiyor içimde.

 

Neden geç kalıyordu?

Bir şey mi olmuştu?

Ya da… belki de gelmek istemiyordu.

 

Bu düşünce kalbimi bıçakladı.

Ama en derinimde, hâlâ onun gelişini bekleyen küçük bir umut vardı.

Belki bir anlık bir aksiliktir, diye düşündüm.

 

Ama saat ilerledikçe, o umut ağırlaştı, yavaşladı, sonunda ağır bir yük gibi üzerime çöktü.

 

Göktürk’ün yokluğu, sessizliği, beni yalnız bırakması…

Bu geceyi benim için ne kadar anlamlı kıldığıydı.

 

Ve ben, o boşluğu doldurmak için etrafı izledim.

Ecem’in evine baktım.

O kapı, o ışıklar…

Hiçbir şey bana huzur vermedi.

 

Kendi içimde bir savaş vardı.

Beklemek ve vazgeçmek arasında.

 

Ama ben hâlâ bekliyordum.

O, gelene kadar.

 

Saatler geçti.

Bir saat.

Bir asır gibi geldi bana o bir saat.

 

Her dakika, her saniye kalbim biraz daha hızlandı, sonra biraz daha durdu.

Beklemek, zamanın ağır bir yük gibi omuzlarıma çökmesi demekti.

Göktürk hâlâ gelmemişti.

 

Elimden tutan umut parmaklarımın arasından kayıp gidiyordu.

Dışarıda hayat devam ederken, içimde zaman durmuş gibiydi.

 

Düşündüm, “Belki bir şey oldu, belki… bir engel var.”

Ama kimse cevap vermiyordu.

Telefon suskun, kapılar kilitliydi.

 

Bir adım atmak istedim, gitmek, aramak, bulmak istedim.

Ama ayaklarım yere yapışmıştı.

 

Göktürk nerede?

Neden yoktu yanımda?

 

Kafamın içinde bu soruların yankısı, sessizliğin içinde çığlık gibi yükseldi.

Ve ben, o sessizlikte yalnız kaldım.

 

Derin bir nefes aldım, kararlılıkla ayağa kalktım.

Bu geceyi bekleyerek geçiremeyecektim.

 

Göktürk’ün evine gidecektim.

Artık beklemek bitmişti.

 

Odamdan çıktıktan sonra durmadım, hızlı adımlarla dışarı koştum.

Soğuk hava ciğerlerime dolarken, kalbim yerinden çıkacak gibiydi.

Göktürk’ün evine yürümek çok uzaktı, o yüzden hemen bir taksiye bindim.

Taksiden iner inmez, kalan yolu yürümeye karar verdim; çünkü yürümenin beni biraz sakinleştireceğini düşündüm.

 

Adımlarım hızlı, kararlıydı ama içimde büyüyen bir endişeyle.

Bodrum katına yaklaşırken, uzaklardan kavga sesleri duydum.

Kalbim sıkıştı, adımlarımı hızlandırdım.

 

Kapıyı açar açmaz, karşılaştığım manzara beynimde sis perdesi gibi dağılıyordu.

Göktürk’ün adamları yumruklarla üstüne üstüne geliyordu; her bir darbeyle dünya biraz daha kararıyor, sesler birbirine karışıyordu.

Yumrukların gürültüsü, kalbimin hızla çarpan ritmiyle birbirine karıştı.

Göktürk bana baktığında gözleri sanki “Durun!” der gibiydi, ama o an adamların biri ani bir hamleyle onu yere serdi.

 

Dünyamın etrafında dönmeye başladı.

Göktürk’ün yere düşüşü, adamların üzerine yürüyüşü; her şey bulanık bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıyordu.

Nefes almak giderek zorlaşırken, ellerim sopayı yakaladı; ama sanki o sopa ağır bir yük gibi elimdeydi.

Bir adama vurduğumda, darbe bedenimde yankılanırken, çevremdeki sesler birbirine karıştı; uzaklaşıyor, yankılanıyor, sonra tekrar yaklaşıyordu.

 

Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu.

Elleri titriyordu, kalbim patlayacak gibiydi.

Vurmaya devam ettim, ama bedenim kontrolü kaybetmişti.

Ayağım takıldı, dengesiz adımlarla yere yığıldım.

Gökyüzü döndü, etrafımdaki ışıklar sanki söndü.

 

Nefes alışlarım kesildi, ciğerlerim yanıyor, boğuluyordum.

Bedenim sarsılıyor, gözlerim kapanıyordu.

Ama içimdeki korku, öfke ve çaresizlikle, bir yandan da vurmaya devam ediyordum; sanki bu darbelere her vuruşumla biraz daha direniyordum.

 

Nefesim boğazımda sıkışmıştı.

Gözlerim kararmış, etrafımdaki dünya silik bir perdeyle örtülmüştü.

Sesler cızırtılıydı… biri bağırıyor, diğeri öksürüyor, ayak sesleri, çarpışmalar, kırılan bir şey… ama hiçbirini tam duyamıyordum.

Yalnızca içimde yankılanan bir çığlık vardı: “Yine yalnızsın.”

 

Vurmaya devam ettim.

Kimdi önümde duran? Ne fark ederdi?

Sadece vuruyordum.

Sopayı indirdikçe, içimdeki her şey biraz daha akıyordu dışarı.

Hayatım boyunca bastırdığım her gözyaşı, her çığlık, her korku… o darbelere karışıyordu.

 

Tam o sırada bir dokunuş…

Omuzlarımdan, yavaşça… ama kararlı bir şekilde.

Ardından sırtımda bir el…

Sonra belimde bir sıcaklık.

 

Arkamdan gelen nefes hırıltılıydı, yorgun ama hâlâ diri.

“Yeter…” dedi biri, neredeyse bir fısıltı gibi.

“Ben geldim, Asena.”

 

Olduğum yerde donup kaldım.

Sopayı hâlâ elimde tutuyordum ama parmaklarım titremeye başlamıştı.

Gözlerim yavaş yavaş netleştiğinde, başımı çevirip baktım.

Göktürk’tü.

 

Ama… bu hâli…

Beyaz gömleği paramparçaydı.

Göğüs kısmı ve sol kolu kan içindeydi.

Sağ kaşının üstü yarılmıştı, alnından aşağıya ince bir kan çizgisi süzülüyordu.

Yüzü solgundu ama gözleri, yalnızca bana bakıyordu.

 

Yavaşça yere çöktü, beni de dizlerinin üzerine çekti.

Kanlı gömleği bacaklarıma bulaştı, ama umurunda değildi.

Kollarını bedenime doladı, titreyen omuzlarımdan sımsıkı sarıldı bana.

 

“Tamam… tamam, geçti.” dedi.

Sesi çatlak, nefesi düzensizdi.

Ama içinde öyle bir yumuşaklık vardı ki, kan kokusunun arasında bile güven hissettiriyordu.

 

“Ben buradayım. Sana zarar vermelerine izin vermem.”

“Artık güvendesin.”

“Bitti… duyuyor musun beni? Bitti, Asena.”

 

Sırtımda yavaş yavaş dolaşan elini hissettim.

Her dokunuşunda nefesim biraz daha düzene girmeye başladı.

Beni kendi göğsüne çekti, kalbinin atışlarını duydum.

Zayıf ama dirençli.

Tıpkı benimki gibi.

 

“Baksana bana…”

Başımı hafifçe kaldırdım, göz göze geldik.

O gözlerde sadece acı yoktu.

Kırılmışlık, öfke, hırs… ama en çok da endişe.

 

“Artık yalnız değilsin, tamam mı?” dedi.

“Ben seninleyim.”

“Seni bırakmam. Hiçbir zaman.”

 

Gözyaşlarım, kanın üzerine damladı.

Sırtımdan aşağı doğru bir ürperti indi, ama bu korkudan değil, yavaş yavaş gelen o sığınma hissindendi.

Kollarının arasında, ilk kez gerçekten korunuyordum.

Belki dünya yerle bir oluyordu… ama o an, sadece Göktürk’ün sesi vardı kulaklarımda.

 

“Güvendesin.”

“Ben buradayım.”

“Ben senin yanındayım, Asena.”

“Ben varım.”

 

Ve o kollar, o kanlı gömlek…

Bana battaniye gibi sarıldı o gece.

Bir mezarın içinden çıkmış gibiydim ama birinin avuçlarında yeniden doğuyordum.

 

&


 

Ellerim kanlı, gözlerim yaşlı.

Belimdeki eller, Göktürk’e ait.

Sımsıkı sarılmış bana.

Sanki hiç bırakmayacakmış gibi.

 

“Güvendesin.” diyor. “Buradayım.”

 

Görüşüm hâlâ bulanık, hâlâ karşımdaki adama sopa ile vurmak istiyorum. Göktürk engelliyor beni, gitmeme izin vermiyor.

 

Bağırmak istiyorum ama sesim bir fısıltıdan ibaret. “Göktürk,” diyorum ama duymuyor beni. “Göktürk.” Ne kadar bağırırsam o kadar kısık çıkıyor sesim.

 

“Lütfen…” derken ağlıyorum. “Lütfen, gidelim…”

 

Ama o beni duymuyor, yalnızca arkamda bir silüet beni tutuyor. “Göktürk, duyuyor musun?”

 

İlaçlarıma ihtiyacım var ama ne söylersem söyleyeyim dilimde tek bir kelime; Göktürk.

 

Ama o beni duymuyor.

Bana bakmıyor.

Beni dinlemiyor bile.

 

“Neden?” diyorum hıçkırarak. “Neden beni dinlemiyorsun?”

 

“Beni duymuyorsun bile.” Ellerinden kurtulmaya çalışıyorum. “Bırak, gideceğim.”

 

Daha sıkı sarılıyor bana, “Bırak!” desem de fayda etmiyor.

 

Omzuma kapanıyor, ama ben onun nefesini bile duymuyorum. Her şey sustu çünkü. Kulaklarımda yalnızca kendi kalbimin sesi çarpıyor yankı yankı.

 

“Sessizlik,” diyorum içimden. “Beni öldüren bu.”

 

Göktürk sarıldıkça küçülüyorum. Onun kollarında boğuluyorum. Beni tuttuğunu sanıyor ama ben düşüyorum, içime doğru, karanlığın en derinine.

 

Ellerim titriyor. Gözlerim yaş değil, kan ağlıyor sanki.

 

“Lütfen…” diyorum son kez. “Ben artık gitmek istiyorum. Bu defa gerçekten gitmek.”

 

Yerdeyim. Dizlerim karnıma çekilmiş, kollarım bacaklarıma dolanmış. Sırtım Göktürk’ün göğsüne yaslı. O ise kollarını belime dolayıp beni tutuyor. Titriyorum. Nefes alamıyorum. Dilim dönmüyor. Kelimeler boğazımda sıkışmış.

 

“Göktürk…” diyorum, ağzımdan çıkan tek hece bu. “Lütfen…”

 

Kolları daha da sıkı sarılıyor. Sanki beni tutmazsa yok olacağım. Sanki parçalanacağım.

 

Ama zaten parçalanmış gibiyim.

 

“Gidelim…” diye fısıldıyorum. “Ne olur, gidelim…”

 

“Şu an hiçbir yere gitmiyorsun.” diyor. Sesi yumuşak ama içime bıçak gibi saplanıyor.

 

“Beni duymuyorsun bile!” diye bağırmak istiyorum ama çıkmıyor. O kadar kısık, o kadar zavallıca ki… Kendimden utanıyorum.

 

Gözyaşlarım sessizce yanaklarımdan akıyor. Ellerimi yumruk yapıyorum. Tırnaklarım avuçlarıma batıyor.

 

“Bırak…” diye inliyorum. “Beni bırak, Göktürk…”

 

Ve o an… sesi geliyor, ilk defa içime işliyor.

 

“Asena…” diyor. “Beni öldürüyorsun.”

 

Donuyorum.

 

Gözlerim bir noktaya kitleniyor. Kalbim duracak gibi.

 

“Ne… dedin?”

 

“Seni yaşatmaya çalışıyorum, ama sen her nefeste daha da uzaklaşıyorsun benden.”

 

Tüm vücudum titriyor. Bedenim bana ait değil artık. Kendi içimde kayboluyorum.

 

“Ben sadece… durmasını istiyorum…” diye hıçkırıyorum. “Sadece… bitsin…”

 

“Bitmesin,” diyor. “Asena, ne olur… bitmesin.”

 

Kafamı dizlerimin arasına gömüyorum. Sesler uğulduyor. Göktürk’ün nefesi ensemde ama ben hâlâ üşüyorum. İçim titriyor, ruhum daralıyor. Gözlerim açık ama hiçbir şeyi net göremiyorum. Göktürk’e sığınıyorum ama aynı anda ondan da kaçmak istiyorum.

 

“Bitmesin,” demişti ya… İçimden bir ses, “Zaten çoktan bitti,” diyor. Ama susuyorum.

 

Göğsümden kesik kesik sesler çıkıyor. Artık ağlamıyorum bile, sadece parçalanıyorum.

 

“Ben buradayım.” diyor yine. “Ben seni bırakmam, Asena.”

 

“Yapma…” diye fısıldıyorum. “Söz verme. Kimse tutamıyor sözlerini. Kimse kalmıyor…”

 

Ellerim uyuşmuş. Dudaklarımda bir acı var. Isırmışım kendimi. Ama hissetmiyorum.

 

Başımı kaldırıyorum, gözlerim dolu dolu.

 

“Orası neresiyse… ben çoktan oradayım.” diyorum. “Sen hâlâ buralarda sanıyorsun beni.”

 

Göktürk susuyor. Sadece sessizlik kalıyor aramızda. Onun nefesi, benim boşluğumda yankılanıyor.

 

Bir anda ileri atılıyorum. Kucağından çıkmaya çalışıyorum. “Bırak!” diye bağırıyorum. “Dokunma bana! Git!”

 

Ama tam tersine… Göktürk daha da sıkı sarılıyor. Gövdesi benim siperim oluyor.

 

“Asena, yapma…”

 

“YAPMA BENİM CANIM ACIRIYOR!” diye haykırıyorum. Sesim odayı yarıyor.

 

Göktürk’ün kolları bir an gevşiyor. Ama gitmiyor. Sadece kalıyor. Sessiz. Hareketsiz. Benim çığlığımın içinde duran bir gölge gibi.

 

Nefesim kesiliyor. Gözüm kararıyor. Ellerim boşluğa düşüyor. Gidiyorum sanki… bu kez gerçekten gidiyorum.

 

Ama bir çift kol hâlâ beni bırakmıyor.

 

Sonra her şey… bulanık.

 

Sadece karanlık.

 

Ve içimde yankılanan bir şey var:

Hiç kimse beni duymuyor.

 

Karanlık.

 

Gözlerim bir gidip bir geliyor. Kulaklarım uğulduyor. Göktürk hâlâ arkamda, hâlâ beni tutuyor.

 

Ama bir şey oluyor.

 

O an… yerden bir hırıltı yükseliyor.

 

Hafif, boğuk, bastırılmış bir inilti gibi.

 

Gözlerimi kocaman açıyorum. İlk başta anlam veremiyorum. Sonra…

 

Bir adam.

 

Göğsü yukarı kalkıyor, sonra aşağı iniyor. Dirseğini yere koyuyor. Bilekleri titrek ama… kalkıyor.

 

Boğazımdan kesik bir ses çıkıyor. “Göktürk…”

 

O hâlâ suskun. Belki de duymuyor. Belki de duyuyor ama inanamıyor.

 

Adam başını kaldırıyor. Yüzü karanlık, gözüme bıçak gibi çarpan tek şey; dudak kenarındaki kan.

 

Ayağa kalkmaya çalışıyor. Sallanıyor. Gövdesi bir sağa bir sola devriliyor ama deniyor. Denemeye devam ediyor.

 

Korku, iliklerime kadar işliyor. Vücudum kıpırdamıyor. Sadece fısıldayabiliyorum:

 

“Göktürk… kalkıyor…”

 

O an… Göktürk’ün kolları çözülüyor sırtımdan.

 

Bir gölge gibi önümden geçiyor.

 

Adamla göz göze geliyorum.

 

Ve tam o an… o adamla birlikte, her şey geri geliyor.

 

Çığlık.

 

Silah sesi.

 

Ve tekrar karanlık.

 

Bölüm : 17.06.2025 00:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...