15. Bölüm

Mavi’ye İnanmak

zehr🦢
zwhra_

Nevzat’ın sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor:
“Asena, şehadet getiren ölümleri sever, sahipsiz bebek.”
O cümle… O lanet olası cümle… Bir bıçak gibi saplandı yüreğime.
Göktürk’ün evinde, o sessiz odada, gözlerinin içine bakarken Karan’a söylediğinde, sanki tüm dünyam yıkıldı.

Kimdi Nevzat? Herhangi bir insan mı? Yoksa karanlığın ta kendisi mi?
Onun varlığı bile hayatımın en büyük kâbusuydu, ama o söz, kalbimde açılan en derin yara oldu.
O an anladım; beni asla sevmediğini, benim onun için sadece bir yük olduğunu.

Şimdi buradayım, İzmir’de…
Annemin gidişiyle terk edilmiş bu evde, dört duvar arasında boğulurken, o sözleri düşünüyorum.
Şehadet getiren ölümler… O ölümler ki, ben onları sevmişim gibi gösteriliyor.
Ama ben sevdim mi? Hayır. Karan’ı sevdim. O anları, hatıraları sevdim.
Ama sevgi… hiç kimseyi öldürmez, hiç kimseyi yok etmez.

Beni bu hale getiren o acımasız gerçeklerdi.
Ve en acısı, o gerçekleri ortaya çıkaracak cesareti kendimde bulamamak.
Karan’ın ölümünü bilen ben, susmak zorunda kalan ben…
Kimse bilmesin diye içine gömdüğüm o ağırlık…

Ama biliyorum. O ağırlık bir gün patlayacak.
Ve ben, o patlamanın ortasında yeniden doğacağım.
Artık sadece bir “sahipsiz bebek” değilsin Karan..
Bu ateşi seninle birlikte taşıyorum, bu acıyı seninle yaşıyorum ve bu gücü seninle bulacağım.

Nevzat’ın o soğuk sözleri, bana savaşımı hatırlattı.
Şimdi savaş zamanı.
Ben, kendim için, Karan için, hayatım için savaşacağım.

Ve herkes görecek…
Asena artık korkmuyor.

&

Kapı zili çaldığında içimdeki buz kesildi.
“Kim olabilir ki bu saatte?” diye düşünmeden edemedim.
Ama o ses, o soğuk, sinsi ses hemen kalbimi sıkıştırdı: Nevzat’tı.

Kapıyı araladım, göz göze geldik.
Yıllardır içimde büyüttüğüm korku, şimdi yüzüme çarptı.

Gözlerinin içindeki o tanıdık, acımasız bakış, “Asena.” dedi.

“Beni hiç unutmadığını biliyorum. Çünkü ben seni her daim takip ettim.”

Her kelimesi birer tokat gibi çarptı yüreğime.
“Her adımını, her nefesini… Her kaçışını gördüm.”
O an anladım; ne kadar uzaklaşsam da, ne kadar saklansam da, o karanlık hep yanı başımdaydı.

İçimden bir ses haykırdı:
“Bırak artık peşimi!”

Ama dudaklarım sustu, çünkü korktum.
Korktum çünkü biliyordum, onunla savaşmak kolay değildi.

Ama aynı zamanda bir şey daha vardı içimde,
Yıllarca bastırdığım, büyüttüğüm bir öfke.
“Artık pes etmeyeceğim,” dedim sessizce.
“Senin gölgen altında yaşamaktan yoruldum.”

Nevzat, soğuk bir gülümsemeyle, “Bak, Asena. Bu oyun bitmedi. Ben buradayım. Ve buradan gitmiyorum.”

Ve işte o an,
Ben, o an bile korkarken, yıkılırken,
İçimdeki savaş başladı.

Bu savaş, hayatımı geri alacağım savaş olacak.

Nevzat’ın o soğuk gülümsemesi, üzerime çöken ağır bir gölge gibi büyüyordu.
Kapının eşiğinde dururken, kelimeleri birer hançer gibi saplanıyordu kalbime, “Beni takip ettin sanma, Asena. Benim seni takip etmem gerekmedi. Senin izlerin hep benim yanımdaydı.”

Bir an durdu, nefesini derin çekti, devam etti, “Karan’ın ölümü… O gece, her şey planlandığı gibi gitti. Ve sen, bu oyunun içinde istemeden de olsa bir parça oldun. Şimdi susuyorsun, ama er ya da geç konuşacaksın.”

İçimde patlayan öfke, korkuyla karıştı. “Senin karanlığın, benim hayatımı mahvetti. Ama ben buradayım. Yalnız değilim artık.”

Nevzat, bir adım daha yaklaştı, sesi alçaldı:
“Yalnız olmadığını sanma. Gözlerim hep üzerinde. Bu şehirde, bu hayatta… Bittiğini düşünme.”

Dudaklarım titredi ama sesim kararlıydı, “Senin gücün benim korkum olmayacak.”

Nevzat’ın yüzünde beliren o soğuk ifade, sanki meydan okumaydı.
Ama ben, o an, kendimi buldum. Yıkılmış, ama pes etmemiş bir kadın.

“Git, Nevzat. Bir daha beni bulma.”

Kapıyı yavaşça kapattım, arkamdan gelen adımların yankısı ise geceye karıştı.
Ama ben biliyordum… Bu sadece başlangıçtı.

Kapıyı kapattıktan sonra, nefesimi tutmuş, bir köşeye yaslandım.
Kalbim deli gibi atıyor, içimde bir fırtına kopuyordu.

Nevzat…
O soğuk adam, şimdi buradaydı.
Beni bulmuştu.
Beni hâlâ takip ediyordu.

“Her adımımı biliyormuş…” diye düşündüm.
Gözlerimi kapattım ama gözlerimin önünden o cümle gitmedi bir türlü.
Nasıl yani?
Nerede güvendim ki?
Ne zaman rahat ettim ki?

Dünyam başıma yıkılıyordu.
Karan’ın ölümü… O gece…
O korkunç gecede yaşananlar…
Her biri beynimde birer yılan gibi kıvrılıyordu.
Neden hâlâ peşimdeydi?
Neden o soğuk, acımasız adam, bu kadar güçlüydü?

İçimde bir korku büyüyordu,
Ama öte yandan bir direnç…
Yine de pes edemiyordum.
Çünkü pes etmek demek, kaybetmek demekti.
Ve ben her şeyi kaybetmiştim zaten.

Bu şehirde, bu evde yalnızdım sanıyordum.
Ama korkularım, stresim, kaygılarım da benimleydi.
Gece yarısı uyanıyor, kalbimin yerinden fırlayacağını hissediyordum.
Her seste, her gölgede Nevzat’ı arıyordum.

“Ya tekrar gelir, kapımı çalarsa?” diye düşünüp uyuyamıyordum.
Yalnızlığın soğuk duvarları içinde, kendi sesimden bile korkuyordum bazen.

Kendime kızıyordum;
“Neden bu kadar güçsüzüm?
Neden hâlâ onu bırakıp kurtulamıyorum?”

Ama cevap yoktu.
Sadece yorgunluk ve bitkinlik vardı.
Düşüncelerim durmadan dönüyor, kafamın içinde çığlıklar atıyordu.

O gece…
Karan’ın son Nevzat’a bakışı…
Nevzat’ın acımasız sözleri…
Hepsi, hepsi zihnimi yakıyordu.

Ama biliyordum bir şey vardı.
O karanlığın içinden çıkacak bir ışık.
Ve o ışığı bulmak zorundaydım.

Çünkü yaşamak istiyordum.
Korkularımla, acımla, kayıplarımla birlikte.
Ama hayatta kalmalıydım.

Yalnızlık, korku, stres, kaygı…
Hepsi üzerimde bir yük gibi…
Ama bu yükü taşıyacak gücü bulmalıydım.

Ve bulacaktım.
Başka çarem yoktu.

Gözlerimi kapattığımda, Nevzat’ın sözleri kulaklarımda yankılanıyordu hâlâ.
“Seni her daim takip ettim…”
Bu cümle, bedenimde buz gibi bir ürperti bıraktı.
Biliyorum, yalnızca fiziksel bir takipten bahsetmiyordu.
Bu, hayatımın her anına sinmiş, soluk alıp verdiğim her nefese işlemiş bir gözetimdi.

Karan’ın öldüğü geceyi düşündüm.
O son anları, o sessiz vedayı…
Karan’ın gözlerinde beliren çaresizlik ve ardından gelen o ölüm sessizliği…
Her şey nasıl bu kadar hızlı, bu kadar acımasız olabilirdi?
Ve ben o gece neredeydim?
Neden hiçbir şey yapamadım?

Kendime kızgındım, kendime kızgındım…
Ama en çok da korkuyordum.
Korkuyordum çünkü Nevzat sadece peşimde değildi, aynı zamanda geçmişimi, karanlık sırrımı, beni paramparça eden her şeyi de peşindeydi.

Evde otururken bile sanki duvarların ardında o gözler vardı, beni izliyordu.
Her köşe, her karanlık, onun nefesini duyduğum bir yer gibiydi.
Uzaklarda, Hakkari’de… Neslihan Teyze…
Hepsi bir hayal gibi uzak, ulaşılmaz.
Bense burada, İzmir’in soğuk sokaklarında, geçmişin ağırlığı altında eziliyordum.

Nefes almak zorlaşmıştı.
Kendimle savaşıyordum, hem de her gün, her saat.
Korku, kaygı, suçluluk…
Bu duygular zinciri beni sıkıştırıyor, boğuyordu.

Bir yandan kaçmak istiyordum.
Kaçıp gitmek, her şeyi ardımda bırakmak.
Ama diğer yandan, içinde bulunduğum bu çukurdan çıkmak için mücadele etmem gerektiğini biliyordum.

Bu savaş, sadece dışındakilere değil, en çok da kendimeydi.
Kendi korkularımla, acımla, pişmanlıklarımla yüzleşmek zorundaydım.
Yalnız değildim belki, ama kendimi yalnız hissediyordum.

Belki de en çok korktuğum şey, yalnızlık değildi.
Belki de en çok korktuğum şey, kendimi kaybetmekti.

Ama vazgeçmeyecektim.
Çünkü yaşamın anlamı, direnmekteydi.
Ve ben, hayatımı geri almak için direnecektim.

Gözlerimi açtım.
Duvardaki saat, gece yarısını çoktan geçmişti.
Ama ben, o gece de uyuyamadım.
Çünkü içimdeki savaş, sabaha kadar devam etti.

&

Uçak gökyüzünde süzülürken, pencereden dışarı baktım.
Bulutlar altında kaybolan dağlar, yavaş yavaş yerini sisli vadilere bırakıyordu.

Hakkari…

Eve dönüş, ama bir yandan da kendimle yüzleşmeye bir adım daha yaklaşmak demekti bu.

Kalbim ritmini tutturmakta zorlanıyordu.
Her iniş kalkışta, her titreşimde içimdeki korku ve umut birbirine karışıyordu.
“Ne bekliyorsun?” diye sordum kendime.
“Yeniden o hayatın içine dalmaya mı? Yoksa geçmişi tamamen bırakmaya mı?”

Yanımdaki boş koltuk, benim yalnızlığımı hatırlatıyordu.
Bu yolculuk, sadece fiziksel bir hareket değil; ruhumun da sınavıydı.
Nevzat’ın gölgesi hala üzerimdeydi, Karan’ın ölümünün izleri hâlâ taze.

Uçak alçalmaya başladığında, nefesim daraldı.
Hakkari’nin sert rüzgarları, bulutların arasından yükselen dağlar…
Hepsi birer hatırlatmaydı bana.
“Buraya ait değilsin,” diyordu iç sesim.
Ama ben biliyordum ki, aslında kendimden kaçamam.

Pencerede yansıyan yüzüme baktım; yorgun, korkmuş ama kararlı.
Bu dönüş, yeni bir sayfa açmak içindi.
Kendimle, geçmişimle ve en çok da Nevzat’la hesaplaşmak için…

“Neden geri geldin?” diye sordu iç sesim.
Korku, stres, kaygı ve umut… Hepsi bir aradaydı.
Bu şehirde, o eski evde, Karan’ın anıları, Nevzat’ın gölgesiyle yan yana duruyordu.

Göktuğ’un sesi, annemin öğütleri, Neslihan Teyze’nin bakışları aklıma geldi.
Ama hepsi çok uzaktaydı şimdi.
Burada, yalnızdım.
Ve bunu en derin biçimde hissediyordum.

“Beni bulacak mı?” diye düşündüm.
Nevzat. O soğuk adam.
Her an, her yerde peşimdeydi.
Ama şimdi, o şehirdeyim.
Kendi dünyamda.

Kalbim sıkışıyordu.
Nefes almak zorlaşmıştı.
Bazen, korku öyle büyür ki, içini kemirir.
İşte o anda hissettim:
Artık geri dönemezdim.

Her ne olursa olsun, savaşmak zorundaydım.
Çünkü yaşam, bazen acımasız da olsa, bir direnişti.
Ve ben, o direnişi sürdürecektim.


“Ordan kaçtım…” diye fısıldadım kendi kendime.
Kaçtım çünkü burası bana acıydı, yıkımdı, kayıptı.
Kaçtım çünkü yaşanmışlıklar o kadar ağırdı ki, taşıyamazdım.
Ama…
Şimdi “Oraya gidiyorum.”

Geri dönüyorum.
Kendime, geçmişime, hesaplaşmam gereken her şeye.

Yıllardır uzaklaştığım o ev, o sokaklar, o yüzler…
Beni bekliyorlar.
Bense korkuyorum.
Ama kaçacak başka yer yok.

Bir yerlerden başlamalıyım.
Yıkılmış bir köprüyü yeniden inşa etmek gibi bu.
Kendimi, hayatımı.

Ve biliyorum ki, oraya gitmek sadece bir yolculuk değil.
Bir dönüş, bir yüzleşme.

Kalbim sıkışıyor, aklımda binlerce soru.
“Acaba beni nasıl karşılayacaklar?”
“Acaba ben, kendimle yüzleşmeye hazır mıyım?”

Ama artık daha fazla kaçamam.
Çünkü kaçmak, sadece geride bıraktıklarını büyütür.
Ve ben büyüyen acıyı artık kaldıramıyorum.

Ordan kaçtım…
Ama şimdi oraya gidiyorum.

Uçağın kapısı açıldığında, içimdeki sessizlik daha da derinleşti.
Herkes etrafımda hızlı adımlarla ilerlerken, ben yavaş adımlarla dışarı çıktım.
Bu şehir, yıllar önce bıraktığım ama asla unutamadığım yer.
Her taşında anılar, her köşesinde acılar var.

Valizim elimde, kalbim ise avuçlarımda gibi hissediyordum.
Her nefeste biraz daha sıkışıyor, biraz daha hızlanıyordu.
“Ne kadar hazır olabilirim ki?” diye sordum kendime.
Hazır olsam da olmasam da buradaydım artık.

Her adımda, kendimi daha da hapsolmuş hissettim.
Nevzat’ın nefesi ensemdeydi sanki.
O hep vardı, hiç yok olmadı.
Her düşündüğümde, kalbimde bir buz gibi soğukluk hissediyordum.

Korku, kaygı ve umutsuzluk…
Hepsi tek bir kelimede toplanıyordu: “Yüzleşme.”

İçimdeki ses fısıldıyordu:
“Geri dönmek kolay değil.
Ama gitmek de kaçmak da çözüm değil.
Şimdi dur, hazır ol.”

Hazır olmak ne demekti ki?
Bilmiyordum.
Ama tek bildiğim şey, artık kaçacak bir yerimin olmadığıydı.

Bu şehrin sokaklarında, o evin içinde, geçmişimle ve Nevzat’la karşılaşmak zorundaydım.
Kaçtığım şeylerin aslında kendim olduğunu kabul etmek zorundaydım.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım.
Ve adım attım.

Uçaktan indiğimde kalbim hala deli gibi çarpıyordu.
Soğuk Hakkari havası ciğerlerime işlerken, aynı zamanda içimdeki korkuyu da büyütüyordu.
Adımlarım ağır, düşüncelerim darmadağın.
“Neden buradayım?” diye sordu kendimden defalarca.
Kaçtım buradan, çok kaçtım. Ama şimdi dönüyordum.

Gözlerimle şehri taradım; dar sokaklar, taş evler, uzaktan görünen dağlar…
Her biri bana bir şeyler hatırlatıyordu.
O an, geçmişin yükü omuzlarımı ezdi.
Karan’ın ölümünü, Nevzat’ın soğuk bakışlarını, annemin yokluğunu…

Bir yandan içimde büyüyen o korku vardı.
Nevzat hep yanı başımdaymış gibi hissettim, hatta her adımda izleniyordum sanki.
Onun varlığı, beni saran bir karanlık gibiydi.
Kaçmak istedim. Ama artık kaçacak yerim yoktu.

“Ordan kaçtım, oraya gidiyorum…”
Bu sözler, dudaklarımdan sessizce çıktı.
Kendimi kandırmak mıydı, yoksa gerçekten yüzleşmek için bir adım mı?
Bilmiyordum.

Yine de bir şey kesindi:
Bu dönüş, sadece bir şehir değişikliği değildi.
Benim içimde de bir dönüşümün başlangıcıydı.
Kendimle savaşın, korkularımla yüzleşmenin…

Ve en önemlisi, hayatta kalma mücadelesinin.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.
“Bu sefer farklı olacak,” dedim.
“Bu sefer vazgeçmeyeceğim.”

Adımlarım ağır, kalbim ise sanki göğsümü parçalayacak kadar hızlı atıyordu.
Göktürkler’in evi…
Bir zamanlar çocukluğumuzun geçtiği, beraber büyüdüğümüz o ev.
Ama şimdi… Şimdi o ev, benim için bir sınavdı, bir yüzleşmeydi.

Yolda ellerim terliyordu, içim kıpır kıpır.
Bir yandan içimde bir umut vardı; belki beni anlamışlardır, belki artık her şey farklıdır.
Ama diğer yandan da korkuyordum.
Korkuyordum ki; geçmişin yükü, bizi bir kez daha birbirimizden uzaklaştıracak.

Kapıya yaklaştım.
Ellerim titriyordu.
“Acaba beni bekliyorlar mı?” diye düşündüm.
Ya da “Beni burada istemiyorlar mı?” diye.

Kapıyı çaldım.
O an zaman durmuş gibiydi.
Adımların sesini duydum içeriden.
Kapı açıldı.

Göktürk…
Göz göze geldik.
O an, suskunluk vardı aramızda.
Ama o suskunlukta binlerce kelime saklıydı.

“Hoş geldin Asena,” dedi.
Sesi hem güven veriyor, hem kırılganlığımdan haberdardı.
İçeri girdiğimde, evin içindeki sessizlik bir ağırlık gibi çöktü omuzlarıma.
Geçmişin hayaletleri arasında yürüyordum.

Kendimi açıklamak, neden uzun süre uzak kaldığımı anlatmak istiyordum, ama kelimeler boğazıma takılıyordu.
Korkuyordum. Hem Göktürk’ten hem kendimden…
Kendimi affettirebilir miydim?
Ya da affedebilir miydim kendimi?

Gözlerimi kapattım.
Nevzat’ın gölgesi silinmiyordu içimden.
Onun baskısı, tehditleri…
Kaçtığım, saklandığım o gece…
Hepsi üzerime çökmüştü.

Ama buradaydım artık.
Kaçmamın mümkün olmadığını biliyordum.
Bu evde, bu şehirde, kendimle ve geçmişimle yüzleşmeliydim.

Göktürk’ün gözlerindeki o derin bakışı gördüğümde, kalbimdeki buzlar erimeye başladı.
Bir an durdu, sonra yavaşça bana doğru uzandı.
O an, bütün suskunluklar, kırgınlıklar, korkular bir anda eriyip gitti.

İçimdeki tüm duvarlar yıkıldı.
Gözlerimi kapattım, titreyen ellerimle kendimi ona bıraktım.
Göktürk, beni sıkıca sardı, sanki dünyadaki bütün acıları, bütün kayıpları o kollarında eritebilecekmiş gibi.

O an anladım; ne kadar kırılmış olursak olalım, ne kadar yara alsak da, birbirimizin yanında olmadan iyileşemeyeceğimizi.
Sadece birlikte, birbirimize sarılarak hayata tutunabilirdik.

Ve öyle yaptık.

Gözyaşlarım birbirine karıştı, kelimeler anlamsız kaldı.
Sadece kalplerimizin aynı ritmi duyuluyordu, sessizliğin içinde.

O sarılma, yeni bir başlangıçtı.
İçimizdeki umut ışığının ilk kıvılcımıydı.

Tam o an, kapı hafifçe açıldı ve tanıdık bir ses duyuldu:
“Asena, kızım, seni görmek ne büyük mutluluk!”

Neslihan Teyze, gözleri dolu dolu, yüzünde sıcak bir gülümsemeyle içeri girdi.
Yılların yorgunluğu bir anda silinmiş gibiydi.

Göktürk’ün ve benim gözlerimiz ona döndü.
“Burası senin evin, hepimiz buradayız artık,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle.

Yanımıza geldi, ellerimi tuttu, sıkıca sardı.
O sarılışta hem bir koruma, hem de yıllardır beklenen bir şefkat vardı.

İçimdeki korku biraz daha azaldı, yavaşça umut büyümeye başladı.
“Neslihan Teyze,” dedim, “buraya gelmen… bana güç verdi.”

O gülümseyerek başını salladı.
“Hiç yalnız değilsin, kızım. Hepimiz buradayız, birlikte atlatacağız.”

Göktürk’ün de yüzünde o an bir rahatlama belirdi.
Biliyordum; artık tek başına değildim.

Neslihan Teyze’nin elleri hâlâ ellerimdeydi, sıcacık, güven vericiydi.
Gözlerim dolmuştu, ama bu sefer korkudan değil, biraz da hafifleyen yürekten.

“Burada olmak… yeniden,” dedim, “zor ama… belki de artık zamanı.”

Göktürk hafifçe yanaşarak, “Asena, ne yaşandıysa, birlikte aşacağız. Artık kaçmaya gerek yok,” dedi.
Sesinde kararlılık, içten bir samimiyet vardı.

Neslihan Teyze derin bir nefes aldı, “Çocuklar, geçmişimizi değiştiremeyiz ama geleceğimizi inşa edebiliriz. Yanınızdayım.”

Bir süre sessizlik oldu, ama o sessizlikte kelimelerden çok daha fazlası vardı; güven, umut ve yeni bir başlangıç.

Sonra Neslihan Teyze hafifçe gülümsedi, “Şimdi bir kahve yapayım, uzun bir yolculuğun ardından hepimizin ihtiyacı var.”

Gözlerimle Göktürk’ü aradım, o da tebessüm ediyordu.
İçimde, o anda, hayatın acımasızlığının bile yumuşadığı bir köşe vardı.

Belki de artık evdeydim.

Kahve kokuları arasında kapı birden açıldı ve Aybars Amca, ağır adımlarla içeriye girdi.
Yorgun ama güler yüzlüydü, gözlerinde yılların tecrübesi ve derin bir şefkat vardı.

“İşte geldiniz bakalım,” dedi, sesinde hem biraz sitem hem de büyük bir mutluluk vardı.
“Bu evde artık huzur lazım. Hep birlikteyiz.”

Neslihan Teyze ona doğru yürüdü, “Aybars, kızımız geldi. İçimiz rahatladı.”

Ben ise Aybars Amca’nın bakışlarında, yıllardır biriken yorgunluğun ve aynı zamanda koruma içgüdüsünün izlerini gördüm.
O anda hissettim; artık yalnız değildim.

Aybars Amca bana omzunu uzattı, “Hoş geldin Asena, bu evin kapıları her zaman sana açık.”

Göktürk de yanımıza yaklaştı, üçümüz bir anda sessiz ama anlam dolu bir bağ kurduk.
Bu bağ, tüm geçmiş acıları biraz olsun hafifletti.

Neslihan teyze kahveleri getirdi masaya.

Aybars Amca, kahvesinden bir yudum aldıktan sonra yanına yaklaştı, gözleri yumuşamıştı, “Bak kızım, hayat kolay değil. Ama senin gibi genç birinin dimdik ayakta durması, en büyük güç. Annen, baban orada bir yerde seni izliyor, eminim gurur duyuyordur.”

Ben başımı öne eğdim, gözlerim doldu, “Biliyorum, amca… Ama bazen o gurur bile yetmiyor. Karan’ın ölümü, Boran… Hepsi ağır.”

Aybars Amca elimi tuttu, “O acıların yükünü tek başına taşıyamazsın. Biz buradayız. Bu evde, bu ailede.”

Göktürk aramızda sessizce duruyordu, ama gözlerindeki anlayış ve destek, sözlerden daha fazlasını anlatıyordu.

“Birlikteyiz, Asena. Karan’ı unutmak değil, onun anısıyla daha güçlü olmak için buradayız,” dedi Aybars Amca.

O an, içimdeki korkular biraz daha azaldı.
Belki de hayat, tam da bu anlarda yeniden başlamaya hazırdı.

Kapı birden açıldı ve Göktuğ içeriye adeta fırladı.
“Abla!” diye bağırdı, neşesiyle odayı doldurdu.
Önce şaşırdım, sonra o koca gülümsemesiyle üzerime atladı, sıkıca sardı beni.

İçimde birdenbire hem şaşkınlık, hem de bir sıcaklık dalgası yayıldı.
Göktuğ her zaman böyle miydi; neşeli, biraz yaramaz, ama bir o kadar da koruyucu.
Onun o şakacı tavrının altında, aslında ne kadar güçlü bir destek olduğunu biliyordum.

Neslihan Teyze yanımızda duruyordu, kaşlarını kaldırmış, hafif şaşkın bir ifadeyle bizi izliyordu.
“Bu kadar çabuk bağlanmasına ben de şaşırdım,” diye fısıldadı yanımdan.

Göktuğ bunu duyunca hafifçe kıkırdadı, “Ne yapayım, abla, seni çok özledim!
Bizim işimiz böyle; neşeyle, şakayla, yanında olmak.”

İçimde bir şeyler eridi. Yıllardır taşıdığım yalnızlık ve korku bir an için bile olsa dağıldı.

“Teşekkür ederim, Göktuğ,” dedim yumuşakça, gözlerimde hafif bir parıltıyla.
“Burada olmak… gerçekten iyi geliyor.”

Göktuğ omzuma hafifçe vurdu, “Hadi bakalım, asıl şimdi başlıyor gerçek hayat!”

Ve o an, geleceğin nasıl olacağını bilmiyor olsam da, bu anın içimde yeni bir kapı araladığını hissettim.

O sarılmanın ardından biraz daha kendime geldim. Göktuğ’un enerjisi odada dolaşırken, ben hala derin bir nefes almaya çalışıyordum.
Yıllardır kendimi hep koruma kalkanlarının arkasına saklamıştım; korku, yalnızlık, pişmanlık… Hepsi üzerime çökmüştü. Ama şimdi, o kucaklaşmayla bir kırılma noktası yaşadım.

Göktuğ arkamda hafifçe güldü, “Bundan sonra kaçış yok abla. Artık burası senin kalen.”

Kalbim hızla çarpmaya başladı. Hem korku vardı hem umut.
Ama en önemlisi, artık yalnız olmadığımı biliyordum.

O gece uzun zamandır hissetmediğim bir huzurla uykuya daldım.
Çünkü biliyordum; ne kadar karanlık olursa olsun, yanında olacağım insanlar vardı.
Ve bu, belki de yeniden başlamanın en büyük gücüydü.

&

Evin kapısı açıldığında, içimdeki uğultu daha da büyüdü. Bu evde kalacaktım artık. Göktürk’ün odasında. Bunu ilk duyduğumda içimden bir şeyin yerinden söküldüğünü hissetmiştim ama söyleyemedim. “Olur” demiştim. Her zamanki gibi. Hep olur diyordum, her şey olurdu da ben hiç olmuyordum.

Valizimi kapının hemen yanına bıraktım. Bir tek o vardı zaten. İnsan ne kadar eksildiyse, yanında taşıdığı da o kadar küçülüyordu. Babamdan kalan defter, birkaç parça kıyafet ve bir alışkanlık gibi içimde gezdirdiğim korkular.

Ecem arkamdan içeri girdi, fazla neşeli adımlarla. Zaten böyle zamanlarda hep fazla neşeliydi. Omuz atar gibi geçip önümü kesti. Pencereden dışarı baktı, sonra omzunun üstünden bana döndü.
İğneleyici bir tonda, “Valizin baya hafifmiş,” dedi.
“Koca odayı doldurman biraz zaman alır herhâlde.”

Yüzüne bakmadım. Baksaydım, gözlerim dolardı. Bazen insanlar seni boğarken hiç bağırmaz. Sessizlik, en yüksek ses olabiliyor.

Göktürk koridorun ucundaydı. Sırtı dönüktü, başı hafif eğik. Duymamış gibi yapıyordu ama eminim duymuştu. Hep duyardı.

Neslihan teyze ayak sesleriyle birlikte mutfaktan çıktı. Elinde bir tepsi, üstünde bir tabak kurabiye vardı.
Gülümsedi. “Asena’cığım, odanı havalandırdım. Göktürk’ün odası ama artık senin odan. Umarım rahat edersin.”

Rahat mı? Yabancı bir evin içinde, geçmişten kalma bir odada, duvarlarında birinin çocukluğu asılıyken ne kadar rahat olunabilirdi ki?

Başımı salladım. “Teşekkür ederim,” dedim, boğazımda düğümle.
Sesim titremesin diye dudaklarımı ısırdım. Çünkü ağlamak lüks değildi burada. Herkes çoktan yerleşmişti bu hayatın içine. Sadece ben, bir valizle ortada kalmış gibiydim.

Göktürk döndü, göz göze geldik. Bir şey demedi. Sadece baktı. O bakışta ne vardı bilmiyorum ama içimdeki tüm gürültü bir anlığına durdu.

Sonra odaya girdim. Kapının arkasında durdum bir süre. Duvarlara, kitaplığa, yatağa… her şeye baktım. Bu oda onun geçmişiydi. Benimse hiçbir geçmişim yoktu artık.

Ve o an anladım… sadece bir valizle değil, bir gölgeyle birlikte giriyordum bu odaya. Ve o gölge, hâlâ buradaydı.

Ecem pencerenin dibindeki sandalyeye oturmuştu.
Gelişigüzel, umursamazca…
Ama orası, ben dün gece dizlerimi karnıma çekip ağladığım yerdi.
İçimin en kuytusuna gömdüğüm o ağrıyı, başkasının oturduğu bir sandalyede bırakabilmek mümkün müydü?
Bilemiyordum. O yüzden susuyordum.

Göktürk valizimi yere bırakırken, “şuraya koy istersen,” dedi hafifçe.
Sesi, sanki uzaklardan geliyordu, çok uzaklardan.
Dudaklarımı kıpırdattım ama içim konuşmadı.
Söyleyecek bir şey yoktu.
Çünkü ben bomboş bir valizin içini değil, yılların biriktirdiği yükü boşaltıyordum.
Burası bir oda değildi.
Burası, yok sayılmaya çalışılan ne varsa kıyıya vurduğu sahildi.

Neslihan teyze yere eğildi, valizin fermuarını açtı.
“Elin değmesin,” dedi, yumuşak ama kararlı.
Ama çok geçti.

Sarı seramik saksı…
Eskiden evimizin salonundaydı.
Annemin sesi kulağımda çınladı,
“Onu dikkatli sar, tamam mı, kırılır.”
Ama kırılmıştı.
Tam ortasından.
Tıpkı benim gibi.
Ben de hiçbir zaman kendimi dikkatli sarmadım.
Kendimi sarmaya çalışmadım.

Elimi uzattım.
Sert ve keskin bir şey batı avucuma.
Kan sıcak aktı, birkaç parmağımı sardı.
Gözlerim buğulandı ama ağlamadım.
Canım yanıyordu ama bağırmadım.
Acı… Alıştığım, misafir gibi gelen acıydı artık.

“Dur, dur bir dakika—”
Göktürk yanımdaydı.
Cebinden yara bandı çıkardı, eğildi.
“Elini ver,” dedi kısık bir sesle.
Sanki ben hâlâ onun çocukluk arkadaşıyım, sanki bu yara bandı sadece bu kaza içinmiş gibi.

Neslihan teyze yanımızda duruyordu, sessizce bakıyordu.
Sonra hafifçe, neredeyse fısıldar gibi, “Asena, istersen biraz otur, yorgun görünüyorsun,” dedi.
Gözlerinde şefkat ve korku vardı, ben o bakışta yılların ağırlığını hissediyordum.

Ben valizimin yanına çömeldim, kırık seramiklerin arasından kalan birkaç parça elimdeydi.
İçimdeki kırıklar kadar ağır, tamir edilmesi mümkün olmayan yaralar vardı.

Ecem hâlâ pencerenin dibindeki sandalyede oturuyordu, yüzünde o iğneleyici ifade…
Gözlerim ona takıldı ama sustum.
Bir şey söylemeye, karşılık vermeye gücüm yoktu.

Göktürk ise sessizdi.
Ama o sessizlik, biraz olsun güç veriyordu.

Birden kendime geldim.

Gözlerim Ecem’in üzerine takıldı.

“Ecem, sen şu sandalyeden kalkar mısın?” dedim, sesim biraz sert, biraz da yorgun.

“Orada oturman… zor geliyor bana.”

Nefesimi derin aldım, kelimeler boğazımda düğümlendi.

Kendimi toplamam lazımdı, daha fazla dayanmalıydım.

Valize tekrar baktım. Kırıklar… Kan… Hatıralar.

Ama Ecem, o sandalyede oturuyordu.

Ve ben… ona ihtiyacım vardı.

Böyle hissediyordum.

“Tamam,” dedi Ecem, yavaşça kalkarken gözlerimdeki o kırılganlığı görmüş gibiydi.

Sandalyenin soğuk yüzü boş kaldı, odada sessizlik derinleşti.

Göktürk, yara bandını elime doğru uzattı, elleri hafif titriyordu.

“Tak, fazla kanıyor,” dedi usulca.

Parmağıma bantı sardım, kan yavaş yavaş duruyordu.

Bir anlığına her şey hafifledi gibi oldu.

Ama düşünceler yine koptu kendi içine.

Kırık seramikler, kırık anılar, kırık ben.

“Burada kalacağım,” dedim kendi kendime.

Ve bunu herkes bilmeli, anlamalıydı.

Bir adım daha atmıştım.

Ama yol çok uzun, çok dikenli.

Ecem, pencerenin önünde durdu, arkasını bana dönmüş, hafifçe omuzlarını silkti.

“Yine de çok ağır geldi bana bu ev,” dedi, sesi alaycıydı ama içinde bir şeyler saklı gibiydi.

Başımı çevirdim, bakışlarımız çarpıştı.

Suskun kaldım.

Konuşmak zordu, çünkü içinde kaybolduğum bir deniz vardı.

Göktürk yanımda, sessiz ve sağlam duruyordu.

Ona baktım; bu güven duygusu, içimde küçük bir kıvılcım yakıyordu.

“Güçlü olmalıyım,” dedim içimden.

Ve kalbim ağır da olsa, bu yeni başlangıca kendimi hazırlamaya başladım.

Yıllar boyunca biriktirdiğim o kırık parçalar, belki de birleşebilirdi.

Belki yeniden tam olurdu ben.

Ama önce, bu acıyı kabullenmeliydim.

&

İlk gecemdi bu odada.
Göktürk’ün soluk mavi duvarlarına bakarken kendi rengimi yitirmiş gibi hissediyordum.
Her şey yerli yerindeydi… ama hiçbir şey benim değildi.
Bir tek çekmeceyi açtım, sırf odayla biraz yakınlaşabilmek için.
Küçük, ahşap bir çerçeve takıldı elime.
Camı tozlu, köşesi çatlamış.
Yine de çok belli… biri bunu hep saklamış.
Titreyen parmaklarımla çevirdiğimde gözlerim tam ortasındaki o ana takılı kaldı.

Ben…
Ve Göktürk.
Daha doğrusu…
Asiş ve Gök.

Bileğim sarılıydı.
Üzerinde küçük bir yara bandı.
Toz içinde, dizimin kenarından çizikler akmış.
Göktürk parmaklarıyla bandı tutuyor, alnı çatılmış, yüzünde o tanıdık telaş.
Fotoğraf tam o an çekilmiş.
Benim gözlerim hâlâ suluyken, onun gözleri sadece bana odaklanmışken.

Unutmamış.
Yıllar geçmiş, biz susmuşuz, uzaklaşmışız, büyümüşüz.
Ama o çerçeve orada kalmış.
Hafızası gibi.
Benim unuttuğumu sandığım her şeyi… o saklamış.

O günü hatırladım.
Salıncaktan inip deli gibi koşmuştum.
Ayağım takılmıştı taşlara.
Elim parçalanmıştı ama ağlamamıştım.
Çünkü o hemen yanımdaydı.

Yüzümü silmeden elimi tutmuştu.
“Acıyor mu?” diye sormamıştı.
Sanki zaten onun da içi kanıyormuş gibi,
sadece sessizce bandı yapıştırmaya çalışmıştı.
Ve sonra bir ses:
“Durun öyle, çok güzelsiniz!”
Nesli Teyze.
Klik.
Zamanı durdurmuştu.

Fotoğraf o andı.
Ve şimdi ben o anın karşısındaydım.
Kendi çocukluğuma ilk kez bu kadar uzaktan, bu kadar yakından bakıyordum.

Asiş…
Hiç kimse uzun zamandır bana böyle seslenmemişti.
Ama o çocuk, hâlâ buradaydı.
Ve Gök de…
Elimdeki camın arkasından bana bakıyordu.

Elim hâlâ çerçevenin kenarındaydı.
Çatlağın içine toz birikmişti, parmak uçlarımda o günkü kirin izi var gibi.
Gözümde o iki çocuk:
Biri küçük bir yarayla baş etmeye çalışıyor,
diğeri o yaranın ne kadar büyük olduğunu anlayamayacak kadar küçük ama hissedecek kadar bağlı.

Ve şimdi, ben…
Kendime dönemedim bir türlü.
Asiş’e.

Yıllarca herkes bana öyle dedi.
Asiş.
Gökyüzünden kopup yere düşmüş bir harf gibi.
Sevgiyle, sahiplenerek, içten içe… ait olarak.

Ama susturdum hepsini.
Bir bir.
Bir daha kimse o ismi kullanmasın diye.
Yutkundum, gülümsedim, bazen tersledim ama hep susturdum.

Çünkü…
Çünkü o ismi bana diyen herkes beni hâlâ o hâlimle görmek istiyordu.
Yaralanınca ağlamayan,
düşünce utanan,
gece korkunca bile ışığı açmayan hâlimle.

Ve ben büyüyordum.
Kendimi koruyarak.
Güçlü kalmayı öğrenerek.
Ay yüzlü diyorlardı bana.
Ama o “ay” karanlık yüzünü de taşıyordu.

Ben hiçbir zaman sadece “ışık” değildim ki.
O yüzden o lakaba da tahammül edemedim.
Ay yüzlü dediklerinde, gözlerimi kaçırdım.
Çünkü kimse ayın karanlık tarafını hatırlamak istemezdi.
Ben hariç.
Ben unutamadım.

Şimdi bu çerçevenin içinde beni “Asiş” yapan her şey duruyor.
Kanayan elim.
Ağlamayan gözlerim.
Göktürk’ün parmaklarındaki endişe.
Ve arka planda bir ses:
“Durun öyle, çok güzelsiniz!”

O sesi bile hatırladım.
Ama o güzellik artık sadece bir anın içindeydi.
Ben artık kimseye “Asiş” değilim.
O ismi gömdüm.
Ama şu an…
Sanırım ilk kez, ona dokunmadan geçemiyorum.


Kendimi güçlü göstermeyi öğrendim.
Ama içimde öyle bir korku var ki, kelimelere sığmaz.
Kaybetmek…
O kadar basit bir kelime gibi duruyor ama, yaşamımın her köşesinde fısıldıyor bana.

Göktürk demişti bir keresinde:
“Bağlanma, Asiş. Bağlandığın zaman daha çok acırsın.”
O zaman anlamamıştım.
Şimdi, elimde bu çerçeveyle, tam olarak anlıyorum.

Bağlanmak…
Birini sevmek, ona tutunmak…
Sonra, bir gün o kişi gidince, elinde kalan sadece acı ve boşluk.

O yüzden susturdum o ismi.
Kendimi korudum.
Kimse bana “Asiş” demesin diye.
Çünkü o isim, bağlandığım o çocukluğu, o yaralı halimi taşıyor.

Kaybetmek…
Bazen sanki nefes almak kadar doğal,
ama yine de dayanılmaz bir yük gibi omuzlarımı eziyor.

Göktürk’ün parmaklarıyla saran o yara bandı,
bana hem umut hem korku verdi.
Umut… Yanında biri olduğunda iyileşebilirsin.
Korku… O kişi gidince, yalnız kalırsın.

Ve ben…
Bağlanmaktan korkuyorum.
Çünkü bağlıyken düşmek kaçınılmaz.

Yine de, o eski “Asiş” içimde bir yerde duruyor.
Ama ona dokunmaya cesaretim yok.
Henüz değil.

Bağlanmak…
Ne kadar masum bir kelime gibi geliyor kulağa.
Ama ben biliyorum.
Bağlanmak, zincirler demek.
Ve o zincirler koptuğunda…
Kopan her zincirle birlikte yüreğim paramparça oluyor.

Asiş, diyorlardı bana.
Bir zamanlar, o masum çocuk, o ‘Ay yüzlü’ küçük kız.
Ama ben susturdum.
Susturdum çünkü o isim, beni hâlâ o kırılgan çocuk yapıyordu.
O kırılgan çocuk, korkusuzca bağlanırdı.
Bağlandığı her şeyin sonunu düşünmeden severdi.
Ve kaybederdi.

Kaybetmekten korkuyorum.
Göktürk’ün dediği gibi, bağlanmak acıtır.
Ama ben bağlanmadım mı zaten?
Gördüğüm her şeyden, sevdiğim herkesten, kendimden…
Bağlandım, ve şimdi yine yalnızım.

Ya tekrar bağlanırsam?
Ya bir daha koparsa o bağ?
Beni bunca yara içinde kim onaracak?

Korkuyorum.
Ama korkmak da yalnızlık demek.
O zaman ne yapmalıyım?
Kaçmalı mı, yoksa?
Bağlanmadan yaşanır mı?

O çerçevedeki o çocuk hâlâ orada.
Bana gülümsüyor.
Ama ben ona ulaşamıyorum artık.
Çünkü korkularımı susturdum.
Ve o yüzden, artık ‘Asiş’ değilim.

Ama içimde o çocuk, hâlâ bağlanmayı bekliyor.
Bekliyor ve korkuyor.

Göktürk geldiğinde… bir anda bütün nefesim kesildi.
Sanki o sessizlik, onun varlığıyla dolup taştı.
O bakışlar…
Ne diyecekti?
Yoksa benim düşüncelerimi okuyabilecek miydi?
Yoksa ben çok mu açıktım?

Çerçeveyi kapatırken hissettiğim o ağır tokat…
İçimde uzun zamandır sakladığım korkuların sesi gibi.
Kaybetmekten korkuyorum.
Bağlanmaktan.
Çünkü bağlanmak, kopmaktır.
Ve kopmak, kalbimi paramparça etmek.

Göktürk’ün gözleri, sanki o yara bandını tutan elleri gibi nazikti.
Ama ben hâlâ içimdeki küçük Asiş’i susturuyorum.
Susturuyorum çünkü o çocuk, acıların tam ortasında kaldı.
Ve ben artık o acıyla yaşayamam.

Belki de beni anlaması için… önce kendi korkularımı anlamam gerekiyor.
Göktürk buradaydı, ama ben onun ne düşündüğünü bilemiyordum.
Belki de bu yüzden, korkularımı ona açmak da çok zordu.

O an anladım ki, güçlü olmak sadece dimdik durmak değil.
Güçlü olmak, korkularıyla yüzleşmekti.
Ama ben buna hazır mıydım?
Henüz değil.

Göktürk oradaydı, ama ben kendi içimde savaş veriyordum. Ona yaklaşmak istiyordum, ama aynı zamanda kendimi korumak zorundaydım. Çünkü kaybetmekten, yalnız kalmaktan çok korkuyordum. O yüzden sustum, bağlanmadım.

Ama içimde o küçük çocuk hâlâ duruyordu. Ve Göktürk’ün varlığı, ona dokunmaya beni zorlayan bir çağrı gibiydi.

Göktürk sessizliği bozdu.
“Artık susma, Asena.” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı.
“Suskunluğunu anlamak çok zor oluyor.”

Gözlerimin içine baktı, sanki içimde sakladıklarımı görmek istiyordu.
“Ne kadar dayanabilirsin bilmiyorum, ama kendini kapatmak çözüm değil.”

Kelimeleri ağır ağır, anlamı derin…
Sanki yıllardır söylemek istediği bir şeyi şimdi söylemişti.

İçim titredi.
Konuşmak istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi.

Göktürk, “Biliyorum zor, ama birlikteyiz. Susma.” diye ekledi.

O anda, kalbimdeki korkular biraz daha büyürken, belki de ilk kez onlara karşı direnmeye başladım.

Göktürk’ün sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.
“Artık susma,” demişti.
Ama susmak benim tek savunmamdı.

Kelimelerimi bulamıyordum.
İçimdeki fırtınayı anlatmak o kadar zor ki…
Korkarım ki söylediklerim daha çok kırsın.

Bağlanmaktan korkuyorum.
Oysa bağlanmak, sevmenin ta kendisi değil mi?
Ama sevince kaybetmek de var.

Yalnız kalmaktan, tekrar acı çekmekten korkuyorum.
Bu yüzden susuyorum.
Sessiz kalmak, en azından kendimi korumak demek.

Ama Göktürk orada, yanımda duruyor.
Belki de suskunluğumu bozma zamanı geldi.

“Susmak çözüm değil Asena. İçine attığın her kelime seni daha da yalnızlaştırıyor. Korkuların seni esir alsa da onları paylaşmadan kaybolursun. Ben buradayım, yanındayım. Ama seni kapalı görmek beni en çok üzüyor. Yaralarını göstermekten korkma. İyileşmek, önce o yaraları kabul etmekle başlar.”

“Ne söyleyebilirim ki? İçimde korkular var, acılar var. Onları anlatsam herkesi kaybederim diye korkuyorum. Ama susmaya devam etmek de beni bitiriyor. Bu ikilemde sıkışıp kaldım.”

Derince nefes aldı, gözleri bir anlığına ellerime kaydı. “Kimseyi kaybetmeyeceksin, Asena. Korkma artık bundan.”

Kelimeleri bir hançer gibi içime saplandı. Sanki neye korktuğumu biliyormuş gibi. Oysa bilseydi… Oysa gerçekten anlayabilseydi… Sesim titremedi, alışkın bir karanlıktan konuşur gibi cevap verdim.

“Kimse kalmadı zaten, kimi kaybedebilirim daha fazla?” dedim, gülmekle ağlamak arasında sıkışmış bir ses tonuyla. “Değer verdiğim herkes yavaş yavaş eriyor. Gözlerimin önünde siliniyorlar, tıpkı bu odadaki duvarlar gibi. Bitiyorum, Göktürk. Her gün biraz daha. Görmüyor musun?”

Bir adım bile atmadı. Sanki kıpırdarsa dağılacağımı biliyor gibiydi. O yüzden daha da yüklenmek istedim. Çünkü içimde birikmiş her şey, en çok onun önünde taşmak istiyordu.

“Görüyorum, Asena. Belki de… eski Asena olmayı denemelisin.”

“Hiç kimse eskisi gibi değil, Göktürk.” dedim. Sesim sertleşti, ama içi boş bir isyan gibi değil. İçi dolu, kırık, kesik kesik… “En basiti sensin. Hani şu küçük yarama yara bandı yapıştıran çocuk var ya… İşte ben o adamın önünde, neredeyse aylardır bir ölüden beter haldeyim. Ama kimse fark etmiyor. Neden? Çünkü Asena susuyor değil mi? Çünkü ‘Asiş’ olmak güçtü ya hep… Hiç yıkılmazdı. Kimse o ismin içini görmedi.”

Bir an nefes bile almadım. Nefessiz kaldığımın farkında bile değildim.

“Annem de gitti zaten. O da yok. Görüyorsun, değil mi? O da bıraktı beni. Çünkü katlanılacak biri değilim. Ben de olsam… ben de bırakırdım. Beni kim neden tutsun ki yanında? Neyime dayanılır ki? Sürekli bir şeylerden korkuyorum, kabuslarla uyanıyorum, geçmişin içinde debeleniyorum. Hak mı bu? Sence biri buna gerçekten dayanmalı mı?”

Duraksadım, ellerim üşümeye başladı. Devam ettim. Sanki konuşmazsam nefesim bitecekmiş gibiydi.

“Ecem… Herkese lafını esirgemiyor. Kendini savunuyor, susmuyor. Ama bana söylediği her söz… sanki çığ gibi üzerime yıkılıyor. Cevap veremiyorum. Sustum. Çünkü ne diyeceğimi ben de bilmiyorum artık. Böyle hissetmem doğru mu Göktürk? Niye böyle hissediyorum ki ben? Neden sen değil? Neden başkası değil de ben? Neden lanet olası hayatımda bütün boktan şeyler beni buluyor? Neden her kötü anı gelip gelip beni ısırıyor?”

Sesi yutkundum.

“Sence ben bunu hak ediyor muyum? Hak ettiğim buysa… çok şey istemişim demek ki. Bir bak bana. Eskisi gibi miyim Göktürk? Gerçekten bir bak. Peki olabilir miyim? Yeniden başlayabilir miyim sanıyorsun? Işıkları bile kapatamıyorum geceleri. Çünkü belki Nevzat gelir diye… belki karanlıkta biri beni boğar diye… belki Karan gelir de babamın sesiyle, ‘Niye annen gitti?’ diye bağırır diye… Uyumaktan korkuyorum, Göktürk. Gözümü kapatmaktan korkuyorum. Çünkü içimdeki karanlık, dışarıdakinden daha sessiz değil. O yüzden ben her gece aynı cümleyi düşünüyorum: ‘Ben galiba ölemedim ama yaşıyor da değilim.’”

“Eskisi gibi miyim? Değilim. Olamam da. Ama yine de birileri benden o güçlü hâlimi istiyor. Asiş desinler diye değil… ama ayakta kalayım diye. Peki ben ne yapayım? Herkes o isme alıştı, ben kendimi bile tanıyamazken hâlâ o eski hâlimi mi taşıyayım sırtımda? Ay yüzlüymüşüm… Öyle mi? Hangi gece görmüşler beni? Hangi karanlıkta gerçekten ışığım kalmış ki artık? Baksana Göktürk, ben kendi gölgemden bile korkuyorum artık. Ne zaman içimdeki sesleri susturmaya çalışsam, daha gür geliyorlar. Senin adını duyunca bile içim çekiliyor artık. Kızmıyorum sana. Hiç kızmadım aslında. Ama sen bile bilmiyorsun; ben bağlanmaktan korkuyorum. Kaybetmekten korkuyorum. Sarılınca gideceksin sanıyorum. Seversen terk edeceksin. O yüzden sustum. O yüzden herkese ‘Asiş’ dedirtmedim. Çünkü o ismi severdim. Kendimi o isimde bulurdum. Ama artık… o ismin bile altında eziliyorum, Göktürk…”

Ve tam o anda…

Nefesim kesilmeden önce…
Cümlem daha düşmeden…
Omuzlarımda bir dokunuş hissettim.

Başımı çeviremeden, kelimemin sonuna bile gelememişken…
Beni tuttu.
Sert değil.
Sarsıcı değil.
Ama öyle kararlı ki…

Sanki içimde kırılan her şeyi avuçlarında tutuyordu.

“Dur,” dedi yalnızca.

Sonra… sarıldı.
Beni göğsüne bastırdı.
Yavaşça, derin, telaşsız.
Sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi.

Ve ben…
Ben hâlâ içimden konuşuyordum.

“Söylemem gereken şeyler vardı…”
“Bana öylece sarılma, çünkü… çünkü çözülürüm…”
“Ben buna hazır değilim.”
“Bu kadar yumuşak davranma, çünkü ben sert olmayı öğrendim.”
“Beni böyle tutarsan, alışırım. Alışırsam… bir gün bırakırsan, ölürüm.”

Ama hiçbirini söyleyemedim.

Sadece kaldım.
Kollarında.
Sanki zaman durdu.
Sanki ben ilk kez sustum.
Sanki… bu defa, yalnız değildim.

Sarılması iyi geldi.
İyi gelmeyecek sandığım her şey gibi…
İyi geldi.

Ama bir yerim hâlâ çığlık atıyordu.
İçimde bir çocuk hâlâ soruyordu.

“Neden o gün evde değildin, Göktürk?”

Dudaklarımı kıpırdatmadan fısıldadım içimden.
“Neden orada yoktun? Neden kapının önünde bile değildin?”

“Sadece bir sesini duysaydım… Belki annem gitmeyecek gibi hissederdim. Belki babam ölmeyecek gibi hissederdim. Belki Nevzat’a dair o sahneler sadece bir rüyaymış gibi geçip giderdi.”

“Sen hep kalırım dedin ya hani… Peki o gün neredeydin?”
“Ben kırıldım, Göktürk. Parçalara ayrıldım. Annem bavulunu toplarken, ben nefes almayı unuttum. Ama sen yoktun.”

“Kimse yoktu. Ama ben seni istedim. Sadece seni.”
“Ben o gece yerle bir olurken, sırf senin adını sayıkladım. Sadece adını…”

Sarıldı bana evet.
Ama içimdeki yalnızlık alışmıştı, Göktürk.
Alışmıştı kimsenin gelmemesine.
Alışmıştı hiçbir sarılmanın uzun sürmemesine.
Ve sen o gün gelmediğinde…
İçimde seni de gömdüm. Fark ettin mi?

“Ben seni affettim mi, bilmiyorum. Ama unutmadım. Hâlâ o gecelerde bir boşluk var. Ve biliyor musun? Bazen kalabalığın ortasında bile adını sessizce içimden çağırıyorum.”

“İşte bu yüzden sustum. Bu yüzden kimseye bir şey anlatmadım. Çünkü anlatınca anlamıyorlar. Sarılınca geçeceğini sanıyorlar. Ama o boşluk… geçmiyor, Göktürk. İçimde bir şey hâlâ eksik. Hâlâ kanıyor. Hâlâ o gün…”

Başımı göğsünden ayırmadan içimden geçirdim sadece:
“Niye o gün evde değildin?”

Ve o hâlâ hiçbir şey demiyordu.
Ama ben çoktan duymak istediklerimi söylemiştim.
Çünkü artık sessizlik değil, susturulmuşluğum konuşuyordu.

&

GÖKTÜRK

Bazen onu gördüğümde nefesim değişiyor.
O an fark etmediğini sanıyor ama ediyor.
Gözlerini yere kaçırdığında…
Sesini düzleştirip hiçbir şey yokmuş gibi davrandığında…
Benim içim kıyılıyor.

Hiçbir kelime çıkmıyor ağzımdan.
Çünkü ağzımı açarsam…
Bütün o günleri, suskunlukla örttüğüm her şeyi, unutur gibi yaptıklarımı dökerim diye korkuyorum.

Asena bana susuyor.
Ben ona daha beter susuyorum.
Aramızda birikmiş bir şeyler var.
Sanki yıllardır adı konmamış bir yangının ortasında duruyoruz da…
Kimse “ateş var” demiyor.

Bana “Ecem’le bir şey oldu mu?” demişti bir gün.
Gözleri buğuluydu.
Sanki cevabı duymak istemiyor gibiydi.
Ama yutkunarak sordu.
Sadece omzumu silktim.

Ne diyebilirdim ki?

Anlatamam ona.
Çünkü anlatırsam, o günkü ben olurum yine.
O günde takılı kalmış, hiçbir şeyin sorumluluğunu alamayan biri.
Belki de sadece korkan biri olurum.
Ve Asena…
Beni o hâlimle görmesin isterim.

Ama o hâlâ yanımda duruyor.
Sorguluyor.
Küçücük elleriyle büyük büyük acıların içinde dik durmaya çalışıyor.
Ve ben…
Hiçbir şey yapamıyorum.

Sarılıyorum.
Sadece.
Sarılmak bazen her şeyin cevabı olur sanıyorum.

Ama değil.
Çünkü onun içinde öyle çok cümle dönüyor ki…
Ben sadece gözlerini izleyebiliyorum.
Ve keşke…
Keşke her şeyi silip başa dönebilsem diyorum.
Annesinin gittiği gün evde olsam mesela.
Karan’ın adını duyduğu anda koşsam mesela.
Nevzat dediğinde, yanına oturup “Anlat” diyebilsem.

Ama sustum.
Sustum çünkü onun acısının yanında benim suskunluğum bile suçtu.
Bir kelimemle her şeyi daha da batırır gibi hissediyordum.
Ve bazen…
Sevdiğini bile söyleyemiyor insan.
Çünkü sevdiği yer, en çok acıyan yer oluyor.

Ben Asena’ya hiçbir şey diyemiyorum.
Ama her şeyimi onun içinde kaybediyorum.

Biliyor musun…
Bir şey öğrendim küçükken.
Mavi, dünyanın en huzurlu rengiymiş.
Çünkü çocuklar gökyüzüne bakarken ilk onu ezberlermiş.
Sonra denize.
Sonra annelerinin gözlerine.
Hepsi aynı renktenmiş gibi.
Mavi.

Asena’nın birden başını çevirmesini bekliyorum bazen…
Ama yapmıyor.
Yapmasın da zaten.
Ben yalnızca o susarken, içinde neler döndüğünü tahmin etmeye çalışıyorum.
Ve bu savaşta hep yenilen ben oluyorum.
Çünkü onunla birlikte büyümemiş hiç kimse, Asena’yı tam anlamıyor.
Anlayamaz da.

Onun sustuğu yerde herkes bağırıyor.
Onun kaçtığı köşeye herkes ayna tutuyor.
Ama kimse gerçekten “duymaya” çalışmıyor.
Ben de çoğu zaman sadece bakıyorum.
Ama işte…
Bu gece biraz değişik.

İçimde bir çocuk hâlâ yaşıyor.
Bazen o çocuk sana anlatmak istiyor her şeyi.
O gün neden gelmediğimi…
Neden hiçbir şey yapamadığımı…
Ama sonra susuyor.
Çünkü senin gözlerinde mavi yok artık.
Küller kaplamış bakışlarını.
Hafif, neredeyse görünmeyecek kadar soluk ama orada…
Ve işte bu yüzden söyleyemiyorum.

Maviye dair her şey…
Senin için çok uzak şimdi.
Ama bir zamanlar senin de gözlerinde vardı.
Ben gördüm.
İnandım.
Hâlâ inanmak istiyorum.

Çünkü…
Çocuklar hep maviye inanır.
Çünkü onlar için deniz, gökyüzü ve anneleri hep mavidir.
Kül ise onların gözünde sadece bir masalın buharı kadar yer kaplar.

Bölüm : 01.06.2025 15:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...