
Sislerin içinde Boran’ı gördüm.
Bana bakıyordu. “Boran?” dedim.
“Neden kaçtın?”
“Neden gittin?”
“Niye beni umutlandırdın?”
“O gün… Bir şeyler olabilirmiş gibi hissettirdin. Bir daha da gelmedin yanıma.”
“Niye yaptın ki?”
“Boran…” diyebildim sadece.
“Birbirimizi zamanla severiz sanıyordum ama seninleyken bu mümkün değil. Annen bana neden bu kadar yalvaracak evlen diye zaten, anlamalıydım.”
Yutkundum.
Sertçe.
“Özür dilerim, özür dilerim… Hiç olmamış gibi davranalım. Olmaz mı?”
Cevap vermedi.
“Boran…”
“Bu oyuncak mı sanıyorsun? Kim ikinci kez evlenilmek ister ki?”
Kelimeler cam kırıkları gibi döküldü ağzından.
Biri daha, biri daha… her biri içime saplandı.
“Ben seni sevdim.” dedim usulca.
Sadece rüyada söylenebilecek bir cümleydi bu.
Çünkü uyanıkken susuyordum.
Ama o, bana bile bakmıyordu artık. Aramızdaki sis, gitgide kalınlaştı. Silüeti yavaşça dağıldı.
“Gitme…” dedim.
Bu defa ben gitme dedim.
Ama o gitmişti bile.
Karanlık çöktü.
Rüya sona erdi.
Uyandığımda yanımda sadece soğuk bir ter ve boğazımda düğümlenen birkaç kelime kalmıştı.
Ve bir isim:
Boran.
Gözlerimi bir anda açtım.
Tavanın griye çalan loş ışığı gözlerimi aldı.
Bir an nerede olduğumu hatırlayamadım.
Sol yanımda bir nefes vardı.
İçimdeyse bir boşluk.
Rüyaydı…
Boran’ın sesi hâlâ kulaklarımdaydı.
Bana o kelimeleri öyle söylemiş gibi…
O kadar gerçekti ki, avuçlarım terlemiş, kalbim göğsüme sığmaz olmuştu.
Başımı yavaşça çevirdim.
Göktürk yanımdaydı.
Uyumuyordu. Ama kıpırdamadan oturuyordu, başı eğik, gözleri ellerimdeydi.
Bana bakmıyordu ama oradaydı.
Gitmemişti.
Gitmeyecekti.
Ve ben, daha birkaç saniye önce başka birinin adını rüyamda mırıldanmıştım belki.
Bir hayalet gibi hâlâ içimde dolanan o yükle…
Ama şimdi gözümün önünde dimdik duran, susan, kalan bir gerçek vardı.
Göktürk.
Yutkundum.
Ona bir şey söylemek istedim ama kelimeler hâlâ boğazımdaydı.
“Sana ‘gitme’ dememi bekliyordun ya…
Ben yıllarca herkese sessiz kaldım.
Ama bugün ilk kez… birinin kalmasını istedim.” diye düşündüm sadece.
Sustum.
Çünkü sözler, duygularımı mahvederdi belki.
Ama elim, kendi kendine hareket etti.
Parmaklarımı, onun parmaklarına uzattım.
Yavaşça, ürkekçe.
Göktürk başını kaldırdı.
Bakışlarımız kesişti.
Sadece bir saniye.
Ama o saniye, Boran’ın bütün rüyasını susturdu.
Geçmiş susar bazen.
Kalansa, sadece bakış olur.
Elini tuttum.
Sadece dokundum değil…
Tuttum.
Sanki düşecekmişim gibi,
Sanki düşmeyeceğimi bana hatırlatıyormuş gibi.
Parmakları sıcaktı.
O kadar sıcaktı ki…
Rüyadaki o buz gibi yalnızlığın aksine.
“Boran…”
diye mırıldanmıştım az önce.
Göktürk duymuş muydu bilmiyorum.
Ama eğer duyduysa bile hiçbir şey söylemedi.
Bir ağırlık çöktü içime.
İçimdeki Boran sustu.
Göktürk’ün sessizliğiyle sustu.
O gözleri…
Yargılamıyordu.
Sorgulamıyordu.
Sadece bekliyordu.
Ben ise hâlâ rüyanın enkazındaydım.
“Birbirimizi zamanla severiz…” demişti Boran.
Ama ne zaman?
Neyi zaman çözer ki?
Kalbin unuttuğu bir yeri mi?
Yoksa hiç açılmamış bir kapıyı mı?
Derin bir nefes aldım.
Göğsümde bir yer acıdı.
Kendi içime dönüp baktım.
“Ben zaten onu hiç istemedim ki.”
Bu cümleyi ilk kez kendime itiraf ettim.
İstememiştim.
Sevilebilmeyi istemiştim.
Birinin beni seçmesini.
Ama kalbim seçilmeyi değil, duyulmayı istiyordu.
Ve şimdi burada…
Sessizce elimden tutan biri vardı.
Gitmeyen biri.
Belki de, söz verip de gidecek biri…
Gözlerimi kapadım.
Yavaşça…
İçimden geçirdim:
“Beni böyle tut.
Bir kelime etmeden…
Bir cevap beklemeden…
Sadece kal.
Çünkü ben artık susamıyorum.”
“Teşekkür ederim,” dedim fısıltıyla.
“Yanımda durduğun için.”
Sanki içimden değil, başka bir yerden çıkmıştı bu cümle.
O kadar alışkındım ki susmaya…
Biri kalınca, teşekkür etmek bile ürkütüyordu beni.
Göktürk sesimi duydu.
Başını yavaşça bana çevirdi.
Gözlerinde şaşkınlık yoktu.
Bir tür kabulleniş vardı.
Sanki bekliyordu bunu.
Belki bir süredir sadece bunu duymak istiyordu.
“Durmaz mıyım?” dedi yumuşak bir sesle. “Seni kim bırakabilir ki, Asena?”
İşte orada…Kalbimin içinden geçen o küçük şey, bir anlığına bile olsa kıpırdadı.
Ama sonra hemen geri çekildi.
Bilmiyor…
Bilmiyor içimin ne hâlde olduğunu.
Bilmiyor, yıllardır üstü örtülen o duyguların nasıl içimi parçaladığını.
Bana bakıyordu.
Acıyıp bakıyor olabilir miydi?
İşte o an göz göze gelmekten kaçındım.
Acıdığını düşünmek istemedim.
Kimseden acıma istemedim.
Hele ki ondan hiç.
Ben kimseye yük olmak istemedim ki.
Hiçbir zaman.
Ama hep öyleymişim gibi hissettirdiler.
Sevgiye ihtiyaç duyduğumda “zayıfsın” dediler.
Yalnız kaldığımda “kendi suçun” dediler.
Konuşmaya kalktığımda “büyütüyorsun” dediler.
Sustum.
Ve şimdi…
Bu sessizlikte bile bir şeyler haykırıyor içim.
Acımış olabilir…
Ama yine de gitmedi.
Bu önemliydi.
Çünkü birçok kişi acır ve gider.
Ama o kalmıştı.
Belki ilk kez biri, sadece kalmak için kalmıştı.
İçimdeki o küçük ses,
yalnızca bana ait olan o kısık fısıltı şöyle dedi: “Acısa bile dursun.
Çünkü belki ben, ilk defa iyileşiyorum.”
Göktürk elimi tuttu.
İlk defa değil gibi…
Ama sanki ilkmiş gibi ürkektim.
Teni sıcaktı.
Benimki hâlâ buz gibiydi.
Sanki içimdeki her şey donmuştu da, dokunuşlarıyla çözülmeye başlamıştı.
Bakamadım.
Gözlerine bakarsam…
Kırılırım.
Parçalanırım.
Belki ağlarım.
Belki de konuşurum, çok konuşurum.
Ve sonra her şey darmadağın olur.
Ama o susuyordu.
Ben de…
İçimde bir fısıltı daha:
“Hep güçlü kalmaya çalıştım.
Kimseye yük olmamaya.
Ama bazen… güçlü kalmak da çok yorucu.”
Nefesimi tuttum, sonra bıraktım.
Ciğerlerime çektiğim hava bile bana yabancıydı.
Göktürk’ün varlığı gerçekti ama
Ben hâlâ bir rüyadaydım sanki.
Boran’ın sesi kulağımda yankılanıyordu hâlâ:
“Kim ikinci kez evlenilmek ister ki?”
Sanki hayat, tek bir cümleyle kırılıyordu insanın içinde.
Bir cümle…
Ve tüm kendine olan inancın,
Tüm direnişin yok olabiliyordu.
“Ben buna mı inandım?
Bu yüzden mi değersiz hissettim?”
Oysa sadece…
Sevilmek istemiştim.
Bir kez.
Sadece bir kez.
Göktürk, sesimi duymasa da düşüncelerimi hissediyor gibiydi.
Elimi biraz daha sıktı.
Sanki “buradayım” diyordu.
“Sadece bu an için bile olsa, buradayım.”
Bir an ona döndüm.
Gözlerine bakamadım.
Ama dudaklarım kıpırdadı.
“Canım acıyor,” dedim sessizce.
“Çok acıyor ama… en çok da kendimden utanıyorum.”
Başımı eğdim.
Utanarak.
Sanki bu cümleyle zayıflığımı gösterecektim.
Ama Göktürk başını eğip göz hizama geldi.
“Hiç utanma,” dedi. “Sana ne yaptılarsa, sen hâlâ ayaktasın. Ve bu, zayıflık değil Asena… Bu, savaşmak demek.”
Bir şey oldu içimde.
Bir taş yerinden oynadı.
Bir boşluk dolmadı belki ama…
O boşluğa bir ışık değdi.
Küçük.
Kırık.
Ama gerçek.
“Sadece kal… Sadece bu gece…”
Çünkü ben artık birini yitirecek hâlde değildim.
Ve belki de…
İlk defa biri, gitmeyecekti.
&
Uyanamıyordum.
Göz kapaklarım, üstüme inen bir karanlık gibi ağırdı. Ama sesleri duyuyordum.
Bir sandalye gıcırdadı.
Sonra ayağa kalkan birinin nefesi dokundu tenime.
Göktürk’tü.
Ona seslenmiştim ya az önce… Gerçek mi sandı bilmiyorum ama sesim çıkmıştı.
Ya da ben öyle sanmıştım.
Kafamda her şey birbirine karışmıştı.
Ama net olan bir şey vardı:
Yanımdaydı.
Tam yakınımda…
Belki başucumda eğilmişti o an.
Belki saçlarımın arasında gezdiriyordu parmaklarını.
Belki de sadece nefesiyle beni kontrol ediyordu, hâlâ yaşıyor muyum diye.
İçimden bir cümle geçti:
“Teşekkür ederim, yanımda durduğun için.”
Sadece düşünmüştüm…
Ama kalbimle söylediğim şeyleri Göktürk hep duyardı.
Belki bu da onlardan biriydi.
O sessizlikte onun kalbinin attığını hissettim.
Bir anlığına, iki kalbin birbirini tanıdığı o eski günlerden kalma o ritim…
Yeniden başlamış gibiydi.
Ama bir şey var içimde hâlâ…
Küçük, sert bir taş gibi.
Sustukça ağırlaşıyor.
Gitmişti.
O günlerde defalarca.
Beni yalnız bırakmıştı.
Ve ben buna rağmen…
Bu hâlde bile ona teşekkür ediyordum.
Buna kızmalı mıydım bilmiyorum.
Ama içimde bir sızı vardı.
Kırılmış bir çocuk gibi…
Üstü battaniyeyle örtülmüş bir yara gibi.
Yine de…
Göktürk’ü yanında hissetmek, o karanlığın içinde bir nefes almak gibiydi.
İçimle fısıldadım:
“Bir gün gerçekten duyarsan bu sözleri, sadece ‘ben de’ deme. Kal lütfen. Sadece kal…”
Boran’ın sözleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. “Bu oyuncak mı sanıyorsun? Kim ikinci kez evlenilmek ister ki?”
Yutkundum, içim paramparça olmuştu ama bir yerlerde hala kırık bir umut vardı.
Göktürk’ün sesi geldi aklıma, “Buradayım, seni bırakmayacağım.”
Belki de onun dediği gibiydi; acımıştı bana. Belki hâlâ umudu vardı benim için.
Ama ben… ben kendimden bile kaçıyordum.
Kendimi affedemiyordum.
Geçmişim, hatalarım, kırıklıklarım… Hepsi bir ağırlık gibi omuzlarımda.
Boran’ın sözleri, kırılan yanımı kanatıyordu.
Ama artık kaçacak yerim yoktu.
Göktürk’ün elini tutmak zorundaydım.
O, gerçekti.
“Belki de gerçekten acımıştı bana.”
Ve bu düşünce, içimde küçük bir ışık yakıyordu.
Bir umut… yeniden başlamanın, affetmenin ışığı.
Kapı hafifçe açıldı ve Neslihan teyze ile Göktuğ içeri girdi. Gözleri hemen Göktürk’ü buldu.
İçimden düşündüm: Onlar burada… Bu bana iyi geliyor, ama bir yandan da üzerimdeki ağırlığı artırıyorlar. Göktürk’ün yükü ne kadar büyük acaba? Beni gerçekten anlıyor mu?
Neslihan teyzenin sesi yumuşaktı ama içinde taşıdığı endişeyi gizleyemiyordu. “Asena’nın durumu biraz daha iyi, ama hâlâ çok hassas.” dedi.
Göktuğ ise sert ve kararlı bir ifadeyle Göktürk’e baktı: “Artık yanında olmalısın.”
Göktürk’ün gözlerine baktım. İçinde ne fırtınalar kopuyordu bilmiyordum ama yüzünde bir kararlılık vardı. Beni bırakmayacağına dair sözler veriyordu.
İşte o an içimden bir şey kırıldı, bir şey yerinden oynadı.
“Yanımda kalacak,” dedim kendi kendime. “Belki bu sefer gidemem.”
Ama korktum… Yine de umut ettim.
Belki şimdi, gerçek anlamda yanında olabilirim. Belki…
Her şey çok ağır… İçimde kopan fırtınayı kimse bilmiyor. Karanlıkta kaybolmuş gibiyim, yolumu bulamıyorum.
Geçmişin izleri, gözlerimi kapattığımda bile peşimi bırakmıyor. Sanki her adımda bir yük daha taşıyorum.
Kendimden kaçıyorum ama nereye gidebilirim ki? İçimdeki boşluk derinleşiyor, nefes almak zorlaşıyor.
Belki de bunu hak ediyorum. Belki de kendimi affetmekten çok uzak bir yerdeyim.
Bazen sadece susmak, kendi acımla kalmak istiyorum. Söyleyecek sözlerim yok, sadece bir sessizlik…
Ve o sessizlikte, kayboluyorum…
Neslihan teyze yanına yaklaştı, gözlerindeki endişeyi saklayamıyordu. Yumuşak ama merak dolu bir sesle sordu, “Asena, ne oldu sana böyle? Birden neden bu kadar sessiz ve içine kapandın? Doktor da çok düşündüğünü, kafanı fazla yorduğunu söyledi. Neyi düşünüyorsun, anlatmak ister misin? İyi misin gerçekten? Biliyorum zor zamanlar geçiriyorsun ama unutma, yalnız değilsin. Ne olur içini aç, konuşalım biraz…”
Gözlerim doldu, akan yaşlar kurudu.
Kimse görmedi.
Görmek istemediler.
“Ben…” yattığım yerden kaldırmaya çalıştım vücudumu. Dik durmaya çalıştım ama olmuyordu. “İyiyim, teşekkürler. Senin yapabileceğin bir şey yok ki Neslihan teyze.”
“Nasıl olmaz? Kek yapamaz mıyım sana ben? Havuçlu kek!” Gülümsedim.
Burukça.
Hep buruktu zaten.
Göktuğ’un elinde tuttuğu poşetin içinden bir kap çıkardığında, içimi bir sıcaklık kapladı. Tarif edilmez bir duyguydu, daha önce hiç yaşamadığımdan olsa gerek.
Bana doğru uzattı, açmaya çalıştım ama açamadım. Kabın kapağını açacak kadar gücüm kalmamıştı. Elimden kabı aldığı gibi açarak elime verdi Neslihan teyzem, “İyice zayıflamışsın, ye bakayım şunları!” diyerek şaka ile karışık kızdı.
Tebessüm ettim ve elime verdiği kabı yanımdaki masanın üstüne koydum, “Teşekkürler ama, şimdi yemeyeceğim.”
Hemen kaşlarını çattı, “Niyeymiş o? Hemen yiyorsun onları, görmeden gitmem!”
“Aç değilim ki…”
En son ne zaman yemek yedim ki? Hatırlamıyorum bile. Zaman, acının içinde öyle eriyip gitmiş ki, günlerden ne, saat kaç, midem ne halde… Umurumda değil. Neslihan teyzem elinde havuçlu kekle içeri girince boğazıma koca bir düğüm oturdu yine. Açlık midemde değil ki artık. İçimde koskocaman bir boşluk var, neyle dolacak bilmiyorum. Kek… Sadece başka bir zamanın kokusu. Eskiden mutfağa sinerdi bu koku, babam gülümserdi, annem dilimlerdi. Şimdi hepsi uzak, çok uzak. Ve ben… en son ne zaman yemek yedim, gerçekten bilmiyorum. Ama sanki ondan da önce, bir daha hiç doyamayacak gibi oldum.
Derin bir nefes aldı ve, “İyi tamam, ben gideyim o zaman…” dedi ve çıkış kapısına giderken son bir kez dönüp baktı.
“Ecem de gelmek istiyormuş, eğer istemezsen…”
“Hayır, hayır. Gelsin tabii ki…” dedim ama asla gelsin istemiyordum.
“Tamam, akşama görüşürüz.” Göktuğ da Neslihan teyzemin arkasından gittiğinde, oda yeniden sessizliğe gömüldü.
Hâlâ yanımda oturan Göktürk’e baktım, “Ye, lütfen…” dedim kekleri işaret ederek.
“Yiyeyim de beni anneme şikayet et.” dedi gülümserken.
Göktürk’ün gülümsemesini seviyorum. Çünkü o gülümsediğinde dünya bir anlığına duruyor sanki. Her şey hafifliyor, ben bile. O gülüşte çocukluğumuz var; tozlu sokaklar, dizimizdeki yara izleri, paylaşılmış bisküviler ve korkmadan uyandığımız sabahlar. Babamı kaybettiğimden beri hiçbir şey tam olmadı ama Göktürk gülümsediğinde… içimde bir şey eksik değilmiş gibi hissediyorum. Sanki birileri hâlâ yanımdaymış, sanki bu koca dünyanın içinde hâlâ bana ait, sıcak bir yer varmış gibi. Göktürk’ün gülümsemesi, geçmişle gelecek arasında kalan tek soluk ışık belki de. O yüzden seviyorum. Çok şey hatırlattığı için, ama en çok unutturabildiği için.
“Neyi düşündün bu kadar?” dedi gülümsemesi yavaşça silinirken.
“Hiiç…”
Elime bir tane kek uzattığında keki aldım, o da bir tane kek aldı. “Haydi bakalım, ilk kim yiyecek.” dediğinde belki birkaç gün, belki de haftalar sonra ilk kez bu kadar içten gülmüştüm.
Bu sefer o da bana benim ona baktığım gibi baktı, aynı şeyi düşünüyor mudur acaba benim gülüşümle ilgili, diye düşünmeden edemedim.
“Ne düşündün bu kadar?” dedim bana söylediği gibi onu taklit ederek.
“Hiiç…” dedi yine benim gibi.
“Ee haydi yarış yapacağız!”
Başta tepki veremedim. Yarışmak mı? Şu hâlimle? Ama sonra o gülüşü gördüm. Çocukluğumun gülüşü. Babam hayattayken, hayat daha kolayken… Ve anladım, bu sadece kek yemek değildi. Bu, nefes almak gibiydi. O gülüşün içinde saklanan normal bir anı geri almak gibiydi.
Gözlerimi devirdim. “Kesin sen hile yaparsın,” dedim ama tabağı elime aldım.
“Hazır mısın?” dedi.
“Hiç değilim,” diye güldüm. “Ama başla bakalım.”
Ve yarış başladı. Bir yandan kekleri yiyor, bir yandan da yarı boğazımıza kaçan kahkahaları bastırmaya çalışıyorduk. Gözlerimden yaş geldi, tam olarak neden olduğunu bilmiyorum. Belki keki fazla hızlı yediğimden. Belki de ilk kez, uzun zaman sonra, gerçekten bir şeye gülebildiğimdendi.
O anı unutamayacağım. Çünkü o kekin tadında, Göktürk’ün gülüşünde, bir parça hayat vardı. Ve ben… ben o an ilk kez biraz doydum galiba.
O anın sıcaklığı içimi sarmıştı. Kekin tadı, Göktürk’ün kahkahası, odada dönen çocukça rekabet… Her şey bir anlığına iyiydi. Gerçekten iyiydi. Ama işte bazı anlar, fazla uzun sürmemek için yaratılmış gibi. O sıcaklığı taşıyamayan bir ses çatladı kapının eşiğinden, “Asena?”
Ecem’di. İnce, çatlak bir sesle söyledi adımı. Kafamı çevirdiğimde yüzüme bakmıyordu. Gözleri yerdeydi, dudakları titriyordu sanki bir şey söylemekle söylememek arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Göktürk’le ben bir anda sustuk. Kahkahalarımız havada asılı kaldı, kekin tadı boğazımda dondu.
O an… her şey dağıldı.
Ecem buradaysa, bir şey olmuş demekti. Ve Ecem hiçbir zaman öylece durmazdı. Gözlerini benden kaçırıyorsa, taşıdığı bir yük vardır. Kalbim, daha o tek kelimeyi duymadan hızlandı. Yarış bitmişti. Kek soğumuştu. Göktürk’ün gülüşü sönmüştü. Ve ben… yeniden boşluğun kenarındaydım.
“Asena.” dedi sesi, sanki her hecesi içimi burkuyordu.
“Ben… çıkacağım,” dedim, ellerim titreyerek. “Sen kimi ziyarete geldiysen, onunla görüşsen iyi olur. Vaktini boşa harcamayayım.” Kalkmaya çalıştım ama bedenim direniyordu bana, sanki kendi kendimi bile tutuyordum. Ecem elimi tutmak için uzandığında, kendimi zor da olsa çekip kaldırdım. Acı çekiyordum, ama o acı bile özgür bırakıyordu beni.
Kapıdan çıktım. Onları orada bıraktım. Yalnızdılar. Ne konuşuyorlardı? Ne paylaşıyorlardı? İçimde odaya dönmek, onlara karışmak istemeyen bir boşluk vardı. Bekledim. Yalnızca bekledim. Biraz sonra koridorun sonunda yürüdüğümü fark ettim. Camdan dışarı baktım. Kocaman bir kaydırak, önünde sıraya girmiş çocuklar ve o salıncağı gördüm.
Neden? diye sordum kendi kendime. Yine. Neden, Göktürk?
Neden biz, bu çocuklar gibi olamadık? Ne zaman bu kadar kırıldık? Ne zaman kışın ortasında, buz gibi karın üstünde donup kalmış bir çocuk gibi yalnız kaldık?
İçimi saran o acı, buz gibi soğuktu. Etrafımda beni izleyen, acıyan gözler vardı ama kimse elini uzatmadı. Kimse “İyi misin?” diye sormadı.
Sorsalardı… anlatabilir miydim? Belki de anlatmazdım. Ama en azından sormuş olsalardı… diye düşündüm.
Sormadılar.
Sormasalar da olurdu belki.
Ama neden sormadılar?
Neden yalnız bırakıldım ben?
Kimsesizdim. Gerçekten kimsesiz.
O soğukta, o yalnızlıkta, gözleri acıyan ama elleri bağlı çocuk oldum ben.
Ve o çocuk, hâlâ orada, donmuş, korkmuş, yardım bekliyor.
Ama kimse yardım etmiyor.
Kim kaldı ki?
Kim kaldı?
Yalnızca ben…
Soğuğun içinde titreyen o çocuk, artık sadece benim içinde yaşamıyordu. Her nefes alışımda, kalbimin en derin köşesinde yankılanıyordu o sessiz çığlıklar. Kaydırakta oynayan çocukların neşesi, uzak bir rüya gibi görünüyordu bana; ulaşılmaz, bir o kadar da acı.
Göktürk’ün odaya bıraktığı boşluk, içimi daha da oyuyordu. Onun sessizliği bile konuşmaktan daha gürültülüydü bazen. Çünkü suskunluk, sakladığı yükleri çığlık gibi fısıldıyordu kulağıma.
Bir an durdum. Kendimi, bu hastane koridorunda, camın önünde buldum. Dışarıdaki yaşam, o kadar canlı, o kadar umut doluydu ki… Ama içimdeki dünya, paramparçaydı. Anlatacak kelimeler bulamıyordum. İçimdeki yangını kimse göremiyordu.
‘Neden?’ diye tekrar sordum. Bu kez daha yumuşak, daha kırılgan.
‘Neden ben? Neden biz?’
Ve gözlerim doldu.
Yaşadığım her kayıp, her ihmal, her yalnızlık damlası tek tek hücrelerime işlemişti. O an, o yalnızlıkta anladım ki, kırılmak bazen en güçlü olabilmek için ilk adımdı. Ama kırıldıkça, onarılacak yerler açılıyor; ve o yerler bazen ne yazık ki iyileşmiyordu.
Derin bir nefes aldım. Kendi kendime söz verdim.
“Bir gün, o çocuk için, kendim için… Daha güçlü olacağım.”
Ama bugün değildi.
Bugün hâlâ yalnızdım.
Adımlarımı geri döndürdüm, odanın kapısına yaklaştım. İçeriden yükselen sesler vardı; kelimeler birbirine karışmış, sadece bir uğultu duyuluyordu. Birkaç an için duraksadım, nefesimi tuttum, duymaya çalıştım.
Bağırışmalar vardı. Ama ne dendiğini tam olarak anlayamıyordum; kelimeler boğuk, karışık, yutulmuştu sanki.
Kapının hemen önünde durdum, sessizce… Dinledim.
Derin, boğuk bir ses yükseldi. Sonra tanıdık bir ses, Ecem’in sesi, kırılmış ve hıçkırıklı.
“Yeter artık! Bu kadar daha ne dayanabilirim?” diye haykırıyordu.
Gözlerim doldu, kalbim sıkıştı. Ecem, o güçlü gördüğüm Ecem, şimdi yıkılıyordu.
Bir kaç saniye sonra kapı açıldı, Ecem ağlayarak çıktı. Gözleri kızarmış, yüzü çökmüştü. Dizlerinin üzerine çökmek üzereydi ama ayakta kalmaya zorladı kendini.
Beni gördü, ama bakmadı.
Sadece derin, acı dolu bir nefes aldı ve koridor boyunca hızla uzaklaştı.
Ben hâlâ kapının önünde, uğultunun arasında kalakalmıştım.
Kapı yavaşça aralandı. İçeriye adımımı attım, gözlerim Göktürk’ün yüzünde arandı. O, oradaydı; ama orada olmaması gerekiyordu, sanki herkesin yükü onun omuzlarındaymış gibi duruyordu.
“Göktürk…” dedim, sesim titreyerek. “Neden? Neden herkesin kalbini kırıyorsun?”
Gözlerimi ondan kaçırmadan, içimde büyüyen acıyı, kırgınlığı, sormak istediklerimi dökmek istiyordum. “Sen… sen neden böyle yapıyorsun? Bize neden böyle zarar veriyorsun?”
Kelimeler boğazıma düğümlenmişti ama bir yandan da söylenmeliydi. Çünkü susmak artık mümkün değildi.
Göktürk, gözlerimi dikkatle inceledi. Yorgun, kırgın ve pişman görünüyordu. Ama hiç cevap vermedi. Sadece sustu. O an, içimdeki fırtına daha da büyüdü.
Ve ben… orada, o odada, kırılmış kalbimle, nedenlerin, soruların arasında savrulurken, daha da yalnızlaştığımı hissettim.
Göktürk, derin bir nefes aldı, ama kelimeler ağzından çıkmadı. Gözleri ağır ağır yere indi, sonra tekrar bana baktı; sessizliğin içinde sözcükler bir bir boğulmuş gibiydi.
“Asena…” dedi sonunda, sesi kısıktı ve yorgun. “Şu an konuşmak… değil. Burada kalmamız doğru değil. Gitmemiz gerek.”
Kelimeleri keskin değildi, daha çok bir vazgeçişin, bir teslimiyetin sessiz çağrısıydı. Odada bir süre daha sessizlik hakim oldu. O an her şey donmuş gibiydi, zaman bile yavaşlamıştı.
Göktürk, kalktı. Kapıya doğru yöneldiğinde, arkasından bakakaldım; içimdeki soru işaretleri hâlâ alev alev yanıyordu. Ama o gitmek istiyordu, artık kelimeler kifayetsiz kalmıştı.
Ve ben, o boşlukta, yine yalnızdım.
&
İçeri adımımı attığımdan beri herkesin bakışları üzerimdeydi.
Neslihan teyzem durmaksızın bir şeyler pişiriyor, mutfağın sıcaklığıyla evi değil, beni ısıtmayaçalışıyordu sanki.
Göktuğ… Dakikada bir gelip iyi miyim diye soruyordu, ama o da bilmezdi ki “iyi” olmak neydi?
Aybars amcam, konuşabileceğimi söylüyordu hep.
Oysa konuşmak, içimde bin yıldır susan biriyle savaşa girmekti.
Ben yenilmeye razıydım.
Ama o suskunluk kazanıyordu.
Göktürk?
Peki ya o neredeydi?
Bu kalabalığın arasında niye onu arıyordum ki?
Konuşmuyordu.
Cevap vermiyordu.
Ama gördüm…
Görmemem gereken bir anda, gördüm onu.
Sadece bana değilmiş suskunluğu.
Ecem’le konuşuyordu.
Üstelik konuşmakla kalmıyor, fısıldaşıyorlardı.
Beni anlatıyorlardı.
Eleştiriyorlardı.
Küçük kelimelerle kırıyorlardı.
Hani seninle bir şeyler paylaşabilirdim, Göktürk?
Hani bendin benim duvarım?
Bir şeyler anlatmak istiyorum ama sen…
Sen yoksun.
Hiç gelmiyorsun.
Hiç dönmüyorsun.
Biliyordum ben Gök’ümü.
Küstü bana.
Derin bir yerden, sessiz bir yerden, içimde bir yerden kırıldı.
Gitmedi. Ama kalmadı da.
“Ne yapsam…”
“Sana ne yapsam, beni affedersin Göktürk?”
Ne kadar yanarsam, ne kadar yanılırsam, döner misin bana?
Karşımda kocaman bir mavi duvar…
Senin gözlerinin renginde boyanmış.
Sanki her baktığımda seni hatırlayayım diye yapılmış.
Sanki seni unutmamam için ev bile bana oyun oynuyor.
Çok güzeldi.
Çok özeldi.
Ama aynı zamanda…
Çocukluğumdu bu duvar.
Bir köşeye sinmiş, sesi çıkmayan bir ben…
Bomboş bir çocukluk.
“Çocuklar hep maviye inanır,” demişti Göktürk bir gün.
Sessizce devam ettim sonra, kelimelerim çarpıldı duvarlara:
“Çünkü, onlar için deniz, gökyüzü ve anneleri hep mavidir.”
Benim mavi annem yoktu.
Benim mavi bir denizim de olmadı.
Ben sadece o duvara yaslandım.
Kül…
Küller…
İzler ve geçmiş.
Bastıkça dağılan, dokundukça kanatan bir iz.
Bir izdim.
“Kül ise, onların gözünde sadece bir masalın dumanı kadar yer kaplar…”
Oysa ben o masalın kendisiydim.
Kül’düm.
Mavi’ydi.
Gri’ydi.
Hepsi birbirine karışmıştı.
Ben hep külmüşüm, Göktürk.
Neden külmüşüm?
Niye yanmama izin verdin?
Niye hiçbir yangını söndürmedin?
Neden yaktın beni, sonra da dönüp izleyecek kadar uzakta kaldın?
Beni yakıp da hiç dönmeyen biri gibi…
Göktürk.
Ben sustum.
Ama o da sustu.
Kimse bir şey söylemedi.
Sanki aramızda harfler yasaklanmıştı da, sadece içimizde çürüyen cümleler vardı.
Konuşacak ne çok şeyimiz vardı aslında.
Ama ben ilk adımı atamadım.
Oysa ben her zaman ilk adımı atan oldum,
ilk vazgeçen de.
Kırılınca…
Susunca…
Karşımda o duvar.
Mavi.
Senin gözlerinin mavisi.
O duvarı sen boyadın değil mi, Göktürk?
Hiç söylemedin ama biliyorum.
Çünkü baktıkça seni gördüğüm bir yerin, senden habersiz boyanması mümkün değil.
Beni unutmamışsın.
Unutamadın.
Ama susarak unutturmak istedin.
Ne zaman bana küsüp içinden çıktın, Göktürk?
Ben hâlâ aynı yerdeydim oysa.
Hâlâ o eski halının üstündeki köşemde oturuyordum.
Dizlerimi karnıma çekip bekliyordum.
Beni yeniden sevmen için değil,
beni yeniden duyman için.
Çok ses vardı bu evde.
Ama hiçbiri senin suskunluğun kadar canımı yakmıyordu.
Sadece ben mi kırıldım sanıyorsun?
Sen de kırıldın.
İkimiz de…
Aynı yerden parçalandık.
Ama sen parçalarını toplayıp duvar ördün, ben kendi içime mezar kazdım.
Mavi’ydi…
O duvar.
Gözlerin gibi.
Ama senin gözlerin hiç bu kadar uzak olmamıştı bana.
Bir yanım hâlâ seni arıyor o kalabalığın içinde.
Bir yanım…
Sana ait hâlâ.
Çünkü ben seni sadece sevmedim Göktürk,
ben seni çocukken içime aldım.
Kayıplarıma, sessizliğime, korkularımın arasına senin adını serdim.
Ve şimdi…
Kül’düm.
Mavi’ydi.
Gri’ydi.
Hepsi birbirine karıştı.
Ama hâlâ duvarda izim var.
Senin boyadığın mavi,
benim dayandığım yer.
Beni gerçekten duymak ister misin Göktürk?
Yoksa sadece yanışımı mı izliyorsun uzaktan?
Yavaşça ayağa kalktım.
Bir süre sadece baktım duvara.
Gözlerin gibi susuyordu mavi.
Beni yargılamıyor, teselli de etmiyordu.
Sadece oradaydı.
Senin gibi.
Sessiz, uzakta… ama hâlâ oradaymışsın gibi.
Parmak uçlarım duvara uzandı.
Sanki boyanın altından sesini duyacakmışım gibi.
Sanki mavinin içinde, bana sakladığın bir şey varmış gibi.
Ama yoktu.
Yalnızca sessizlik.
Yalnızca ben.
Sonra parmaklarımı duvarda gezdirdim.
İçimden taşan o cümle, elimden aktı.
Harf harf…
Titreyerek…
Bir çocuk gibi.
Yazdım.
Usulca.
Sanki bir sırrı fısıldar gibi.
“Çocuklar hep maviye inanır.
Bana niye kimse inanmıyor?”
Bittiğinde geri çekildim.
Bakmadım bile tekrar.
Çünkü oraya yazdığım cümle, artık benim değil.
Artık maviye ait.
Ve sen o duvara her baktığında
—ister boyarken, ister geçerken, ister kaçarken—
beni orada göreceksin, Göktürk.
Çünkü ben sadece kül değilim.
Ben, maviye inanan son çocuğum.
Yazdıktan sonra kaçmadım.
Sadece uzaklaştım.
Ama o yazıdan değil…
kendimden uzaklaştım.
Odadan çıktım, ses etmedim,
arkamı dönüp gitmedim ama geri de dönemedim.
Sadece… bekledim.
Bir şey olacak mı diye değil.
Biri gelecek mi diye.
İçimden bir parça hâlâ o mavi duvarda asılıydı.
O cümlede kalmıştım ben.
Bana kimse inanmıyor, demiştim ya hani…
En çok da onun inanmamasına kırıldım.
Sonra…
Bir şey oldu.
Odanın kapısı usulca aralandı.
Ayak seslerini tanıdım.
Kalbim…
Beni daha o odaya girmeden ele verdi.
Yavaşça yanaştım kapıya.
Açmadım.
Seslenmedim.
Sadece baktım.
Sadece izledim.
O oradaydı.
Göktürk.
Mavi duvarın önünde.
Ellerini arkada birleştirmiş,
başını hafif eğmişti.
O cümleye bakıyordu.
Ona değil…
O yazıya.
Ama o yazı bendim.
Bir an nefes almayı unuttum.
O kadar çok istedim ki beni duymasını,
beni görmesini…
Ama şimdi görünce,
korktum.
Beni böyle mi görecekti?
İnancını yitirmiş, çırılçıplak bir kırgınlıkla yazıya sığınmış hâlimle mi?
Ama o sadece baktı.
Okuduğunu biliyordum.
Çünkü yüzü değişti.
Gözlerindeki o donukluk,
benden sakladığı bir şeyin ağırlığıyla çatladı.
Ama yine de bir şey demedi.
Dokunmadı.
Yakmadı.
Sadece durdu.
Ve ben…
O an anladım.
Beni ilk defa gerçekten gördü.
Ama çok geç.
Ve çok sessizdi.
Kapıyı kapatmadım.
İçeri girmedim.
Sadece döndüm.
Ve yürüdüm.
Çünkü bazen en çok görmek istediğin şey,
gözlerinin önünde gerçekleşince
tutunacak bir yerin kalmaz.
Evden kimseye görünmeden çıktım.
Kapıyı sessizce kapattım arkamdan.
Üzerimde ince bir tişört, üstüne büyük, bol bir eşofman.
Üşüyordum. Soğuk, tenime işleyen o keskin soğuktan.
Ama duramadım.
Adımlarım ağırlaşsa da yürümeye devam ettim.
Karanlık sokaklar sanki beni içine çekiyordu,
her adımda biraz daha derine…
İçimdeki yangını söndürmek ister gibi,
soğuğun pençesine bırakıyordum kendimi.
Rüzgar saçlarımı savurdu.
Ellerim ceplerimde, titriyordum.
Ama durmak yoktu.
Çünkü durduğum an, o boşluk çığlık atacak,
o yalnızlık hüznümde boğulacaktı.
Adımlarım yankılanıyordu sessizlikte.
Sokak lambalarının solgun ışığı altında
gölgem, uzayıp kısalıyordu.
Ve ben…
Hiçbir yere ait olmayan bir gölge gibi yürüyordum.
Soğuk, karanlık ve yalnızlıkla.
Ama yürüdüm.
Yürüdüm ki,
bir yerde… belki bir umuda rastlarım.
Soğuk rüzgar yüzüme çarpıyordu,
nefesim küçük bulutlar gibi havada dans ediyordu.
Dizlerim hafifçe titriyordu,
ama yürümekten vazgeçmedim.
Her adımda, içimdeki ağırlık biraz daha hafifliyordu sanki.
“Belki…” dedim kendi kendime,
“belki bu karanlık sokakta
bir ışık vardır.”
Ama gece sessizdi,
ve sokaklar bomboştu.
Kendi nefesimden başka duyduğum bir ses yoktu.
Tam pes etmek üzereydim,
bir gölge belirdi arkamda.
İlk önce kalbim duracak sandım.
Ama adımlarını duydum,
yavaş ve kararlı.
Sonra…
Soğuk ellerini omuzlarıma dokundurdu.
Bir hırka bıraktı üzerime,
“Üşüme,” dedi, ama sesini duyamadım.
Sadece sıcaklığı hissettim. Ve arkamda yürüyordu, sessizce, yanımda olmaya karar vermiş gibi.
O an anladım ki;
her ne kadar suskun olsa da,
Göktürk yanımdaydı.
Benim için oradaydı.
Ve belki de,
en soğuk gecelerde bile
bir yerlerde,
bize uzanan eller vardır.
Hırkanın sıcaklığı omuzlarımı sardı, soğuğun keskin pençesi biraz olsun gevşedi. Yanımda yürüyordu; nefes alışlarımla uyumlu, ama kelimeler hâlâ boğazımda düğümlüydü.
Bir süre sessizce yürüdük, adımlarımız sokak lambalarının titrek ışığında dans etti.
Göktürk’ün varlığı, suskunluğunun ardındaki bir güven gibi çöktü üzerime. İçimde bir yerlerde kıpırdanan umut -belki de yeniden başlamanın ilk kıvılcımı- nazikçe titredi.
Başımı hafifçe onun omzuna yaslamak istedim, ama cesaretim yoktu. Suskunluk kelimelerden daha derindi.
“Biliyorum…” dedi sonunda, sesi yumuşak ve çekingen.
“Beni anlamanı beklemiyorum. Ama… buradayım. Buradayız.”
Gözlerimi kapattım,
içimde uzun zamandır sakladığım yük biraz hafifledi.
“Hiçbir şey…” dedim sessizliğe fısıldayarak. “Hiçbir şey bildiğin yok. Kendini kandırıp durma!”
Gözlerini kapattı, “O zaman öğret, Asena.” dedi. “Anlat. Sadece kendi içinde yaşama, benimle paylaş…”
“Paylaşayım da, Ecem ile benim hakkımda konuşun değil mi?” Öyle çok bağırdım ki, ses tellerim acıdı.
“Asena. Ha…”
“Hayır, Göktürk. Seni dinlemeyeceğim. Ne anlatacaksın ki? Ne konuştuğunuzu mu, yoksa çocuksu giyinişimi mi?”
“Canın hiç yanmadı mı? Hiç düşünmedin mi, bu kız ne bok olsa bana koşuyor! En küçük şeyde başımda bitiyor! Susuyorum, ona rağmen bana bir salak gibi anlatıyor diye… Hiç acımadın mı bana? Bir kere bile.”
Sustu. Yine.
“Biliyorum, acımazsın sen.” Tenha bir sokağın sonunda durduk. Işıkları yanmıyordu, sanki kimse yaşamıyordu bu evlerde.
“Ben, susuyor muyum?” diyebildi sadece.
“KONUŞUYOR MUSUN?” Var gücümle bağırdım. Boş sokakta sesim yankılandı. “Niye ben duymuyorum?”
Sustu yeniden.
Bu sefer dayanamadım, “Senin suskunluğunu dinlemeyeceğim.” dedim ve yürümeye devam ettim.
“İki ay…” dedi arkamdan. “…iki ay bile olmadı, Asena. Nasıl böyle çabuk bağ kurabiliyorsun, anlayamıyorum.”
Durmadım.
Ama o cümle arkamdan değil, içimden gelmiş gibi saplandı bana. Sanki birinin elini kalbimin içine daldırıp bir şeyleri sıkmasına benziyordu.
Yavaşladım.
Yavaşladığımı fark etmesin diye nefesimi tuttum.
“Bağ kurmak…” dedim kendi kendime.
“Ne kadar da kolay sanıyorsun.”
Çünkü onun bilmediği bir şey vardı.
Ben, bağ kurmuyordum.
Ben, tutunuyordum.
Bir köşeye atılmış, toza bulanmış, unutulmuş bir çocuk gibi…
Elini uzatana değil, en son terk edene tutunurdum.
Ve sen, Göktürk…
Ben sana sarılmadım.
Kendime sarıldım senin gölgende.
Adımlarımı yavaşlattım ama durmadım.
Çünkü durursam düşerim diye korkuyordum.
Kendime bile fazla gelen bir suskunluk vardı içimde.
Ve biliyordum…
Bir cümle daha duyarsam ondan, çatlayacaktım.
Ama o yine de konuştu.
“Ben sadece… anlamaya çalışıyorum.”
İşte o an durdum.
Başımı arkaya çevirmedim ama ayaklarım yere mıhlanmıştı.
İçimden geçen tek cümleydi bu:
“Ben hiç kimsenin anlamasını beklemedim ki.”
Çünkü ne zaman içimi dökmeye kalksam, ya susturuldum, ya da “abartıyorsun” denildi.
O yüzden hep içimde biriktirdim.
Ve birikirken, yavaş yavaş benliğim oldular.
Bir çocukken duyamadığım o cümle vardı ya hani:
“Buradayım, anlatabilirsin.”
İşte o cümleye en çok Göktürk’ün ağzından muhtacım belki de.
Ama onun dudaklarında bu cümle hep eksikti.
Eksikliğiyle canımı yakan bir sessizlik gibi.
Yavaşça döndüm ona.
“Sen hiçbir şey anlamıyorsun, Göktürk,” dedim. Sesim kısık ama kırık.
“Ben bağ kurmadım. Ben her şeye rağmen burada kaldım. Yalnızlığımdan kaçarken değil, onu kabullenerek geldim buraya. Sen anlamazsın bunu. Çünkü senin, gidecek bir evin, dönecek bir annen, hatırlayacak güzel anıların vardı.”
Sustu.
İçimde bir şey yine kırıldı.
“Ben maviye bile inanmayı unutmuş bir çocuktum. Ama burada, bu ailede… bir şey kıpırdadı içimde. Ve o kıpırtıya tutundum.
Senin suskunluğuna rağmen… senin eksikliğine rağmen.”
Gözleri doldu.
Baktım.
İlk defa tam olarak baktım ona. Kendini saklamadığı, bir şeyleri itiraf etmeden itiraf ettiği hâline.
Ama hâlâ sessizdi.
Hâlâ… çok geç.
Ona doğru bir adım attım.
“Sana inanmak istemiştim. Bir defa, tek bir defa inandırsaydın beni… Belki bu kadar kırılmazdım.”
Gözlerim doldu ama ağlamadım.
Çünkü bu ağlamaklık değil, susarak yakılacak bir acıydı.
Ve sonra yürüdüm.
Bu defa daha hızlı.
Çünkü içimde kalıp da söyleyemediğim her cümle, beni yürümeye zorladı.
Karanlık sokak uzuyordu önüme.
Ama artık korkmuyordum.
Çünkü kendi karanlığım, onunkinden daha tanıdıktı.
Ve en çok da şunu biliyordum:
Beni görmesini istediğim adam,
beni en iyi görmesi gereken yerde
sadece izledi.
O yüzden gittim.
İnsan, kendi ailesinde görmediği şeyleri…
bir başkasında ararmış.
Sanki eksik doğmuşsun gibi.
Bir şey hep yarım.
Bir şey hep az.
Ve sonra biri gelir,
hiçbir şeyi tamamlamaz belki ama
bir cümlesiyle, bir bakışıyla…
o eksik parçada kıpırdayan bir sıcaklık olur.
Ben o sıcaklığı
hiçbir zaman annemin sesinde bulamadım.
Babamın kucağında da yoktu.
Ne doğum günü pastasında,
ne bayram sabahında.
Hep bir eksik his.
Hep bir başkalarının evine bakış.
O yüzden şimdi biri bana iyi davranınca…
bir kahve uzatınca mesela,
sırtıma battaniye koyunca,
“buradayım” deyince
kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyor.
Çünkü ben alışkın değilim.
Sevilmeye, sorulmaya, kalbine alınmaya.
Ve işte…
en çok da bu yüzden
biri bana en ufak değdiğinde,
bir çocuk gibi bağlanıyorum.
Yani,
görmediğim her şeyi…
birinde bulmaya çalışıyorum.
Ama bazen bulmak da yetmiyor.
Çünkü sevilmeye hasret kalan biri,
en çok sevilmeye korkar.
İnanmaya…
tutunmaya…
kalmaya.
Ve şimdi fark ediyorum.
Ben bir ailede doğmadım,
sadece bir evde büyüdüm.
Aile dediğin şey;
birinin gözlerinin içine bakıp,
“ne oldu sana?” diyebilmesidir.
Susarken bile seni anlayabilmesidir.
Ben onu Göktürk’te aradım.
Neslihan teyzenin çayında,
Göktuğ’un gülümsemesinde…
ve belki de bu evin duvarlarında bile.
Çünkü çocukken sarılmadığın her duygu,
büyüyünce boğazına oturur.
Ve o yükle yaşamaya alışırsın.
Ama bir gün biri gelir,
“anlat” der.
Ve sen, anlatamazsın.
Çünkü nasıl anlatılır ki…
ailedeyken bile yalnız olmak?
Adımlarımı yavaşlattım.
Evin önüne geldiğimde durdum.
Sokağın lambası solgundu…
benim gibi.
İçeride bir hayat akıyordu belki ama
ben hâlâ dışardaydım.
Kendimin dışında.
Kapıyı açmadım hemen.
Elimi tokmağa uzatırken,
bir titreme geçti parmaklarımdan.
Sanki kapı değil de,
bir yara açılacaktı o an.
Sonra çevirdim anahtarı.
Yavaşça.
Bir sessizliğe dokunur gibi.
İçeri girince
o tanıdık sessizlik karşıladı beni.
Ayakkabılar yerli yerinde.
Birkaç tencere sesi mutfaktan sızıyor,
arada televizyondan gelen kısık bir kahkaha…
ama benim içimde hiçbir şey gülmüyor.
Usulca adımlar attım.
Kimse fark etmesin ister gibi.
Bir çerçeveye takıldı gözüm,
bir fotoğrafa.
Gülümsüyorlardı.
Ben orada yoktum.
Göktürk’ün odasına gözüm kaydı.
Kapısı aralıktı.
Ama girmedim.
O an, kapalı bir kapıdan bile daha yabancı geldi o aralık.
Yavaşça kendi odama yürüdüm.
Kapatmadım kapıyı ardımdan.
Kendimi bir köşeye bıraktım,
çöktüm demek daha doğru olur belki.
Pencereden içeri sızan ay ışığı,
duvardaki yazıya çarpıyordu.
“Maviye inanan son çocuk.”
O yazı…
beni orada tutan tek şeydi artık.
Elimle uzandım,
parmaklarımı duvarda gezdirdim yine.
Ama bu kez yazmadım.
Sustum.
Çünkü artık yazacak gücüm yoktu.
Başımı dizlerime dayadım.
Birkaç dakika… belki saat geçti.
Zamanla bir derdim kalmamıştı.
Sonra odanın dışında bir gölge belirdi.
Bir siluet.
Kapımda durdu.
Seslenmedi.
İçeri girmedi.
Ama oradaydı.
Göktürk.
Beni hep en sessiz anlarımda buluyordu.
En yıkıldığım yerden toplamıyordu beni belki ama
yanımda duruyordu.
Bazen sadece bu kadarı bile fazlaydı.
Aramızda hiçbir kelime yoktu.
Ama o sessizlik,
bin kelimeden fazlaydı.
Ve işte o an,
ilk kez içimde bir şey kıpırdadı.
Bir sızı değil…
bir ihtimal.
Belki, dedim.
Belki bu ev…
bir eve dönüşebilir.
Eğer biri kapına gelip
hiçbir şey sormadan yanında duruyorsa,
orada kalmak istersin.
Ben kalmak istedim.
İlk kez kaçmak değil…
kalmak istedim.
Ama bu bir son değil.
Sadece küçük bir “olabilir” ihtimali.
Çünkü bazen…
bir insanı affetmek değil mesele.
Onunla yeniden inanmak.
Ve yeniden sevilmeye cesaret etmek.
Kapının önünde durdu bir süre.
Benim odaya saklandığımı biliyordu.
Ben ses etmedikçe, o da bir şey demedi.
Ama sonra,
hiç beklemediğim anda,
boğuk bir sesle konuştu:
“Sen, çok hızlı bağlanıyorsun, Asena. Ve bu… güven değil. Bu… çaresizlik.”
Sustu.
Ben nefes almayı unuttum.
Bir an, yeryüzü kaydı ayağımın altından.
İçimde bir şey kırıldı,
çıt sesi bile çıkmadan.
Çağırmak istedim onu,
anlatmak, haykırmak…
Ama sadece dudaklarımı ısırdım.
“Ben kimseye böyle bağlanmadım,” demedim.
“Ben seni seçtim,” demedim.
Çünkü ne söylesem, o bir cümle gibi içimi darmadağın edemezdi.
“Bu… güven değil.”
O cümle içimde yankılandı.
Defalarca.
Her yankı bir mavi boyayı sildi duvardan.
Her yankı, bir çocuğu inancından etti.
Kapı kapandı sonra.
Adımları uzaklaştı.
Ben ise hâlâ orada…
o yazının altında,
çırılçıplak bir hayal kırıklığıyla kaldım.
Çünkü…
bazı cümleler vardır.
Bir daha hiç konuşmadan da her şeyi bitirir.
Ve Göktürk…
konuşarak susturdu beni.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |