
Sabahın ilk ışıkları incecik perdelerden süzülüp odaya dolarken, üzerimdeki pikenin hafif ağırlığıyla gözlerimi açtım. Sıcak, ama boğucu olmayan bir örtünün altında kıvrılmıştım; Göktürk’ün yatağındaydım. Sanki bütün dünyadan biraz uzaklaşmış, geçici bir sığınak bulmuş gibiydim. Yumuşak yatak, pikenin dokusu, kalbimin sakinleşen ritmi bir anlığına huzur veriyordu.
Göktürk, yatağın en ucunda, başlığın hemen yanında oturuyordu. Sırtı hafifçe yaslanmış, yüzünde sabahın uyanışını taşıyan o dalgın ifade vardı. Gözleri, odanın soluk ışığında anlam yüklenmiş gibiydi; sanki söylenmemiş cümleler, hissedilmemiş duygular gözlerinde sessizce gezinirken, o anı paylaşıyorduk. Aramızda sözcüklere gerek kalmadan anlaşan bir sessizlik vardı.
Neden böyleydik? Neden birlikte, ama birbirimizden bu kadar uzak duruyorduk? Göktürk’ün o hali, sanki içine kapanmış, kendi dünyasında mücadele eden bir savaşçı gibiydi. Ben ise, onun yanına sığınmış ama kendimi hâlâ tam orada hissedemeyen bir çocuk… İçimde hem güven hem endişe, hem umut hem korku vardı.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Bu sessizliğin, bu sabahın içinde, belki yeni bir şey başlayacaktı. Ya da en azından, söyleyemediklerimizin biraz daha içimize işlediği bir an.
“Özür dilerim.” dedim sadece, o an için en uygun kelime oydu.
Gözlerini bana çevirdi. “Neden?”
“Rahatsız ettiğim için…”
Tamamlayamadan cümlemi, araya girdi. “Günaydınn!” diye tiz bir ses.
Ecem.
“Ne yapıyorsunuz burada? Sabah sohbeti mi?” Gülümsedi. O hariç kimsede mimik oynamadı, ikimizde hareketsiz kalmış ona bakıyorduk.
“Kızım sende ruh gibi olmuşsun, bu ne böyle! Karanlıkta görsem arkama bakmadan kaçarım!” yeniden güldü.
“Sabah sabah kimseye güzel gözükmek istediğim yok. Ha… başkası için mi yapıyorum? Hayır. Kendimi şu anda böyle çok seviyorum.”
Aşağılar ifadeyle baktı, “Pis bir kızım demememek için ‘kendimi böyle seviyorum’ yalanı. İyiymiş, kullanacağım.”
“Kullanmana gerek yok, gece de şu topuklular ve pembe farlarla yattığına yemin bile edebilirim. Şimdi müsâde edersen kalkıp, işlerimi halletmem gerekiyor.”
“Tamam canım.” dedi sahte bir gülümseme ile.
Odadan çıkarken bavulumdan eşofman ve kapüşonlu çıkardım. Son duyduğum ses ise, “Çok aptal değil mi?” olmuştu.
Tüm gece beni dinleyip, şimdi bu kızla benim hakkımda mı konuşacaklardı.
&
Ecem sessizce yaklaştı. Birkaç saniye sessiz kaldılar; sonra Ecem, “Gök…” dedi, yumuşak ama dikkatli.
“Burada ne işin var sabah sabah, o odada?” Gözleri Göktürk’ü arıyordu.
Göktürk başını kaldırmadı, sadece dudaklarının kenarı oynadı hafifçe.
“Biliyorum ne soracağını,” dedi sonunda, “boşuna yorulma.”
Ecem biraz geriledi ama pes etmedi.
“Boşuna mı? Gerçekten anlamaya çalışıyorum. O… Asena mı?”
Göktürk başını hafifçe salladı.
“Evet.”
“Ve biliyor musun, belki sen bilmiyorsun ama…” Ecem sesini düşürdü, “duydum ki evlenecekmiş, Asena başka biriyle.”
Göktürk dondu, gözlerini kaldırdı ama bakışları kaçkındı.
“Bilmiyordum,” dedi kısa.
Ecem biraz daha yaklaştı.
“Peki, ne düşünüyorsun?”
Göktürk omuz silkti.
“Düşünmek istemiyorum.”
Ecem yavaşça gülümsedi, ama o gülümseme içinde acı vardı.
“Ben de zorlandım Gök. Senin gibi biri için bu kolay değil.”
Göktürk bir an baktı ona, sonra arkasını döndü.
“Beni niye önemsiyorsun?”
Ecem tereddüt etti ama karşılık verdi.
“Çünkü seni tanıyorum. Çünkü biliyorum içinde ne fırtınalar kopuyor. Ve kimseye göstermiyorsun.”
Göktürk hafifçe gülümsedi.
“Belki de göstermemeliyim.”
“Ya da belki birine açmalısın,” dedi Ecem.
Göktürk durdu, derin bir nefes aldı.
“Belki bir gün.”
Ecem gözlerini kaçırmadan baktı ona.
“Bekliyor olacağım.”
“Biliyor musun,” dedi Ecem, sesi yumuşak, “bazı şeyleri sadece kendimize saklamak daha kolay geliyor. Dışarıya gösterince sanki zayıf düşeceğiz gibi.”
Göktürk omuz silkti, “Belki de haklısın.”
Ecem biraz durdu, sonra hafifçe gülümsedi. “Ama unutma, bazen en güçsüz anlarımızda en çok yardıma ihtiyacımız olur.”
Göktürk durdu, başını kaldırdı ve Ecem’e baktı. Gözleri, alışkın olmadığımız kadar yumuşaktı.
“Sen farklısın, Ecem,” dedi, “başka türlü bakıyorsun hayata.”
Ecem hafifçe yana eğildi, “Belki de senin görmediğin şeyleri ben görüyorumdur.”
“Belki de…” diye mırıldandı Göktürk. Sonra sessizliği bozdu: “Ama değişmek zor.”
“Zor olan her şey değerli,” dedi Ecem. “Ve unutma, yanında olmasam da, burada olduğunu bil.”
Göktürk başını hafifçe salladı, “Teşekkürler. Bu bile… önemli.”
Biraz daha yürüdüler, sonra Ecem durdu.
“Gök, bir gün konuşmak istersen…” dedi, “ben buradayım. Sadece bilmeni istedim.”
Göktürk sessizce ona baktı, sonra bir kez daha başını salladı.
“Belki bir gün,” dedi yine.
Ve o gün, belki de hiç gelmeyecekti.
&
Duştan yeni çıkmıştım. Saçlarım hâlâ ıslaktı, ince telleri alnımın kenarına yapışmıştı. Gözlerimi aynaya diktim.
Orada, o tanıdık çizgi duruyordu; alnımın sağ kenarında, saçlarımın arasına sakladığım iz.
Her baktığımda aynı şeyi hissediyorum; sanki o iz sadece deride değil, ruhumda da bir yara gibi duruyor. Kapattım onu saçlarımla, gizledim insanlardan, kendimden… Ama orada, duruyor. Beni hatırlatıyor.
“Ne zaman geçecek bu?” diye düşündüm. Acı, bazen saklandığı yerde daha da büyüyor.
Parmağımı hafifçe gezdirdim üzerindе. Soğuktu, sertti. Tıpkı içimde hissettiklerim gibi.
“Güçlüsün, Asena,” dedim kendime. “Bunu unutma.”
Ama yalan söyledim. Çünkü biliyorum; ne kadar güçlü olsam da, bu iz bana her baktığımda, o anları hatırlatıyor. O anları ki, sanki kalbimde yeniden açılan eski bir yara gibi.
O iz… sadece bir yara değil, hatırlanmak istenmeyen bir hikayenin sessiz bir parçasıydı.
Gözlerim aynadan ayrılmadan, geçmişin o zor anları zihnimde yeniden canlandı. O gece… yaşadığım korku, çaresizlik, kırgınlık… Hepsi oradaydı, o çizginin derinliklerinde saklı.
Bazen düşünüyorum; eğer o iz olmasaydı, her şey daha mı kolay olurdu? Yoksa ben, ben olmaya devam eder miydim?
Derin bir nefes aldım, kalbim hızlı hızlı atarken, kendime söz verdim:
“Bu izle yaşamayı öğreneceğim. Onu gizlemeyi değil, belki bir gün kabullenmeyi.”
Belki de asıl güç, yaralarımızı saklamakta değil, onlarla yüzleşmekteydi.
Saçlarımı alnımdan uzaklaştırdım, o çizginin artık beni korkutmadığını göstermek istercesine.
“Yaralıyım,” dedim sessizce, “ama pes etmiyorum.”
Ve aynada bana bakan kişi, o an biraz daha cesur, biraz daha gerçekti.
Banyodan çıktıktan sonra, sessizce üstümü giyindim. Hırkamı omuzlarıma geçirdim, aynada kendime bir kez daha baktım. Alnımdaki o iz, saçlarımın arasında hafifçe gizleniyordu yine.
Yine de, içimde bir ağırlık vardı. Göktürk’ün dün söylediği sözler geldi aklıma: “Annenden özür dilemelisin, o seni affeder.”
Özür dilemek… Ne kadar zor bir kelimeydi. Hem kendim için, hem de annem için. Oysa aramızda yılların getirdiği bir duvar vardı. O duvarı yıkmak kolay değildi.
Yine de, belki de denemeliydim.
Mutfağa doğru adım attım, kalbim hala sıkışıyor, sinirim, kırgınlığım, hepsi iç içe. Neslihan teyzem yanımda sessizce yürüyordu, aramızda garip bir sessizlik vardı. Yanına vardığımızda, hafifçe gülümsedi, “Ben sizi yalnız bırakayım kızım,” dedi. Başımı salladım. Kapı kapanırken, bir an daha yalnız kaldım o soğuk evin içinde.
Annem karşımdaydı, yüzünde o her zamanki sert ifade. Gözlerimde yanan o isyanı görünce, belki de içi burkuldu ama hemen bastırdı.
“Ne yapsam, anne?” dedim, sesim çatlıyordu. “Sana ne yapsam, beni affedersin?”
Bir an sustu, ağır ağır yaklaştı. Sesi buz gibi keskin ve netti. “Evlen, Asena.”
O an, hiçbir kelime söyleyemedim. Sözcükler boğazımda düğümlendi. Bu, bir ceza mıydı, bir kurtuluş mu bilmiyordum. Sadece biliyordum ki, aramızda kopmaz bir uçurum vardı artık.
Annem başını çevirdi, bana baktı. Gözlerindeki yorgunluk ve sevgi arasında gidip gelen o bakışı gördüm.
&
Kapının önünde durdum, ellerim hafifçe titriyordu. Derin bir nefes aldım, sonra kapıyı açtım. İpek’in odasına girdim.
İpek, her zamanki gibi neşeliydi; yüzünde kocaman bir gülümseme, enerjisiyle odayı dolduruyordu.
“Heyyy! Asena! Geldin işte! Neredeydin böyle? Seni bekledim ama neyse, nihayet buradasın!” diye seslendi.
Ben ise, gözlerim dolu dolu, boğazımda düğümlenmiş kelimelerle sessizce içeriye adım attım. Yüzümde zoraki bir gülümseme vardı ama o gülümseme, kalbimdeki fırtınayı saklayamıyordu.
İpek hemen yanımda belirdi, “Ne oldu, anlat bana! Bakıyorum da, sanki içindekileri dışarı çıkarmaya çalışan bir fırtına gibisin.”
Sesimde hafif bir titreme oldu, “Belki… Bugün anlatmam gereken şeyler var. İlk kez.”
İpek, heyecanla gözlerimi aradı, “Söyle, ne olursa olsun buradayım. Dinleyeceğim.”
Ama ben, içimdeki o sıkışmış hisle, gözlerimi kaçırdım. Gözlerimdeki yaşlar, sözlerimden önce konuşuyordu.
Bir an durdum, sonra gözlerimi İpek’e diktim ve sessizliği bozdum.
“Sen hiç… annenle düşmanca kavga ettin mi?” diye sordum. Sesim beklediğimden daha yumuşaktı, içinde biraz çekingenlik vardı.
İpek başını hafifçe salladı, “Hayır, hiç. Annemle aramız çok iyidir. Tabii ki zaman zaman tartışıyoruz ama düşman gibi değil. Biz birbirimizi anlarız. Neden sordun ki?”
İçimde ağır bir sessizlik oldu. “Benim annemle… biz sanki aynı evde yaşayan iki düşmanız gibiyiz. Aynı odanın içinde bile, birbirimize görünmez oluyoruz. Konuşmak yerine susmayı seçiyoruz. Çünkü her kelime, yeni bir kırgınlık demek gibi geliyor.”
İpek bakışlarını benden ayırmadı, “Peki neden böyle oldu? Neden böyle hissediyorsun?”
Gözlerimi kapattım, “Bilmiyorum. Belki yıllar boyunca birikenler, susulanlar, kırılan gururlar… Her şey birikti ve büyüdü. Artık konuşmak, özür dilemek bile zor geliyor. Bazen düşündüğümde, biz bir zamanlar aynı evin içindeki iki yabandık.”
İpek, “Ama bu senin suçun değil, Asena. İlişkiler karmaşık, bazen en yakınlar bile anlamakta zorlanır birbirini.”
Küçük bir tebessüm yayıldı yüzüme. “Belki de artık konuşma zamanı gelmiştir, değil mi?”
“Annemle zaten konuştum,” dedim usulca, gözlerimi yere indirerek.
İpek şaşırdı, “Ne? Gerçekten mi? Peki, o zaman sorun ne?”
Bir an durakladım. “O sorun…” diye başladım, “benim evlenmem gerekiyor.”
İpek’nin yüzü aniden değişti, “Evlenmen mi gerekiyor? Kimle?”
“Bilmiyorum,” dedim, sesim biraz titrek. “Ama annem böyle istiyor. Beni ancak böyle affeder.”
İpek gözlerimi dikkatle süzdü, “Zor olmalı… Ama sen ne istiyorsun, Asena?”
Bir sessizlik çöktü aramızda. Cevap vermek zordu.
İpek’in gözlerinde samimi bir merak vardı. “Sen ne istiyorsun, Asena? Gerçekten ne hissettiğini bilmiyorum ama bunu bilmek istiyorum.”
Derin bir nefes aldım, gözlerimi ona diktim. “Bilmiyorum, İpek. Kafam karmakarışık. Kalbim ve aklım farklı yerlerde. Annem benden bir şey bekliyor, ama ben kendi içimde henüz hazır değilim.”
İpek hafifçe başını eğdi, “Zor iş… Ama senin için en doğrusu neyse onu yapmalısın. Kimseye kendini zorla kabul ettirmemelisin.”
“Ya onları kırarsam?” diye fısıldadım. “Ya sevdiklerimi üzersen?”
İpek ellerimi tuttu, “Bazen sevdiklerimizi üzmeden, kendi mutluluğumuzu da koruyamayız. Bu senin hayatın, Asena. Kimsenin yerine yaşayamazsın.”
Gözlerim doldu, “Sen çok iyisin İpek. Beni anladığın için teşekkür ederim.”
“Her zaman,” dedi, gülümseyerek. “Yanındayım, unutma.”
Birden odanın sıcaklığı biraz daha arttı, içimdeki o soğukluk yavaş yavaş eriyor gibiydi. En azından birisi beni gerçekten dinliyor ve anlıyordu.
Bir an duraksadım. İpek’in sözleri, içimdeki fırtınayı biraz olsun dindirmişti ama hala ağır bir yük vardı omuzlarımda.
“Biliyorum,” dedim, “seninle böyle konuşmak, bir yükü hafifletmek gibi. Ama bazen, yükü azaltmak kadar onu taşımak da gerekiyor.”
İpek hafifçe gülümsedi, “Asena, sen güçlü birisin. Ve unutma, yalnız değilsin.”
Gözlerim doldu, “Bazen çok yalnız hissediyorum.”
İpek yanımda oturdu, elimi tuttu ve “O yalnızlığı paylaşmak bile bir başlangıçtır. Ne zaman istersen, ben buradayım.”
İçimden, belki de ilk defa, gerçek bir dostluğun sıcaklığını hissettim. Ve o an, biraz olsun huzur buldum.
İpek, sessizce mutfağa doğru ilerledi. “Sana bir çay yapacağım, olur mu? Belki biraz iyi gelir.”
Ben sadece başımı salladım. Koltuğa yavaşça çöktüm. Sırtımı yasladığımda, içimdeki ağırlık daha da derinleşmişti sanki. Ellerim dizlerimde, başım öne eğilmiş… nefes alıp verirken bile içimdeki o baskıyı hissediyordum.
Ve sonra… bir ses geldi zihnimin derinliklerinden. Babamın sesi.
“Sen ne istersen onu yap kızım. Yeter ki yüreğin rahat olsun. Kimsenin değil, önce kendinin vicdanına hesap ver.”
O an, gözümün önünde küçük bir anı canlandı.
Babamın kucağında oturduğum bir gün… güneş pencereden içeri süzülüyordu. Elindeki kitabı kapatmış, beni dinliyordu. O sessizlikte, yalnızca güven vardı. Küçük bir çocuğun dünyasında, bir babanın gölgesi gibi duran huzur.
“Keşke…” dedim fısıltıyla, “şimdi de burada olsaydın.”
İpek tepsiyi uzatırken duyduğunda gözleri doldu. “Ne dedin?”
Başımı kaldırdım, zoraki bir gülümseme ile, “Hiç… sadece geçmişi andım biraz.”
İpek çayı uzattı, “Bu hayatta seni anlayan biri vardıysa o kesin babandı, değil mi?”
Gözlerim tekrar doldu. “Evet. Belki de en çok onu özlüyorum. Beni ben gibi seven tek kişiyi…”
İpek, fincandan bir yudum aldıktan sonra başını bana çevirdi. Gözlerinde sıcak ama derin bir ciddiyet vardı.
“Seni seven tek kişi baban değildi,” dedi kararlı bir sesle.
Birden başımı ona çevirdim, o söz bir ok gibi saplandı içime. “Kim o zaman?” dedim, kaşlarım hafif çatılı. “Kim beni olduğum gibi sevdi, İpek? Söylesene… annem mi? Her hareketimi yargılayan, sustukça beni yalnızlığa iten annem mi? O adam mı? Benimle değil, ismimle evlenmek isteyen o mu?”
İpek gülümsedi ama gülümsemesinde bir şey vardı… biraz şefkat, biraz da sitem.
“Hayır, hiçbiri değil. Ama bence… Göktürk sana değer veriyor. Bunu o gün gözleriyle söyledi sana.”
Bir anda yutkunamadım. Kalbim göğsümde değilmiş gibi hissettim. “Hangi gün?”
İpek gözlerini kaçırmadı. Ama bir an, bir şeyler söylemeden önce duraksadı. Sonra dudaklarını ısırıp hafifçe başını iki yana salladı.
“O günü hatırlamak istemezsin,” dedi sessizce.
Yutkundum. Cevap vermediğim halde kalbim çoktan bir şeyleri anlamış gibiydi. Ama dilim o düşünceyi hala reddediyordu.
“Ne oldu o gün?” diye sormadım bile. Sormaya cesaretim yoktu. Çünkü İpek’in gözlerindeki o derinlik, bana bunun bir bakıştan çok daha fazlası olduğunu fısıldıyordu.
O an içimde bir şey, yavaşça kabuk tutmuş bir yaranın altını yokladı.
İpek devam etti. “Sadece… bilmeni istedim. Onun seni gördüğündeki hali, öyle boş bakışlar değildi. Sanki seni hâlâ tanıyormuş gibi. Sanki seni… bekliyormuş gibi.”
Gözlerimi kaçırdım. Bu cümleler, içimdeki savunmaları çatlatıyordu. Kendime kurduğum duvarları. Başkalarının inşa ettiği, benimse sessizce içinde kaldığım hayatı.
“Hiçbir şey demedi ama,” dedim, fısıltıyla. “Bana tek bir kelime bile etmedi.”
“Belki söyleyecek cesareti yoktu,” dedi İpek. “Ya da senin duymaya hazır olmadığını düşündü. Ama Asena, onun sessizliği sana sessiz kalmak için değil… dikkatli olmak içindi. Kırmamak için, yanlış bir adım atmamak için.”
Sessizlik yeniden aramıza oturdu. Ama bu defa yabancı değildi. Paylaşılan bir yük gibiydi. Söylenmeyen ama anlaşılan bir şey.
Ve o an anladım…
Bazı insanlar konuşmasa bile yüreğini tutuyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |