
Eve doğru yürüyorum. Hava kararmış, sokak lambaları birer birer yanıyor. Rüzgâr yüzüme çarpıyor ama içimdeki düşünceler daha sert, daha keskin. Göktürk’ün yüzü geliyor gözümün önüne… Kapıyı açmadığı an. Bir şey söyleyemedim. Belki geç kaldım. Belki de çoktan gitmişti içimden.
Yutkunuyorum. Boğazımda büyüyen bir düğüm var. “Keşke…” diye başlıyorum cümleye ama devamını getiremiyorum. Artık keşkelere yer yok. Şimdi ne yapacağımı bulmam lazım.
Annemi düşünüyorum sonra. O bakışını… Hayal kırıklığıyla karışık o sert suskunluğunu. Ne kadar uzaklaştık biz böyle? Aynı evdeydik ama iki yabancı gibiydik. Belki de onun da duymaya ihtiyacı vardı. Sadece bir kelime. Bir ‘özür’.
Ama nasıl yapılır bu? Nasıl yaklaşırsın yıllardır kalbine dokunamadığın birine?
Duruyorum. Bir kaldırıma çöküyorum. Ellerim titriyor, kalbim deli gibi atıyor. “Anne…” diyorum sessizce, “Anne ben… sana yanlış yaptım. Susarak, içine kapanarak, seni iterek… Ama ben de kırıldım. Sen de kırıldın, biliyorum. Ama bu kırıkları onarmanın bir yolu olmalı.”
Başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Karanlık, ama yıldızlar bir yerlerde saklanıyor. Görmesem de oradalar.
Belki annemin de içi öyle… Karanlık ama içinde hâlâ ışık barındırıyor.
“Yarın,” diyorum. “Yarın onunla konuşacağım. Gerekirse kelime kelime dökeceğim içimi. Ama barışmak istiyorum. Çünkü artık ne Göktürk’ü ne annemi kaybetmek istemiyorum.”
Ayağa kalkıyorum. Yavaşça yürümeye başlıyorum. Eve giden yol aynı ama içimdeki yol artık farklı.
Sokak lambaları tek tek yanmaya başlamıştı. Hava kararmıştı ama içimdeki karmaşa, dışarıdaki gölgelerden daha yoğundu. Eve doğru yürüyorum… ama burası bizim evimiz değil. Duvarları bize ait değil, eşyaları tanımıyorum. Sanki bir yabancının hayatına misafir gibiyiz. Belki de o yüzden annemle hiçbir şey konuşamıyoruz. Çünkü bu evde anılar yok. Bu evde sessizlik daha kalın.
Kapının önünde bir süre bekliyorum. Elimi zile götürmeden önce derin bir nefes alıyorum. Kalbim, yorgun ama hâlâ çarpıyor. Sanki içeri girdiğimde başka biri olmak zorundaymışım gibi.
Kapıyı açıyor annem. Göz göze geliyoruz ama hiçbir şey söylemiyor. Ne “neredeydin” var sesinde, ne de “iyi misin?” Endişeyle kırgınlık arasında bir çizgide duruyor.
İçeri geçiyorum. Ayakkabılarımı çıkarırken o çoktan uzaklaşıyor koridorun sonunda. Ardından bakıyorum. Bir şey söylemek istiyorum ama boğazımda düğümleniyor cümleler.
Oturma odasına geçiyorum. Burası da yabancı. Perdeler başka bir kadının zevkine ait, koltuklar bizim alışkanlıklarımıza ters. Duvarlarda bizim gülüşlerimiz yok. Bu evde biz yokuz.
Annem mutfağa geçiyor. Çaydanlığın sesi geliyor. Hiç konuşmadan, hiçbir kelime söylemeden. Ne kırıldığını söylüyor, ne de kırmadığını. Ama o sessizlik zaten her şeyi söylüyor.
Bir süre sonra iki çayla geliyor. Masanın ucuna bırakıyor bardakları. Yanıma oturmuyor. Karşıma da değil. Odanın köşesindeki koltuğa geçiyor. Elini dizlerine koyup gözlerini bardağına dikiyor.
Bardaktan çıkan buhar gibi yükseliyor içimde bir şeyler. Geri tutmaya çalıştığım ama artık tutamayacağım duygular…
“Anne,” diyorum sonunda, “Ben sana bir şey söylemek istiyorum. İçimde biriken ne varsa artık susturmak istemiyorum.”
Yüzüme bakmıyor. Ama çayından bir yudum alıyor. Bu bile bir cevap gibi geliyor bana.
“Seninle konuşmak zor,” diyorum, kelimeleri seçerek. “Çünkü ne zaman ağzımı açsam… sanki duvarlara çarpıyor söylediklerim. Sanki dinlemiyorsun. Ya da… dinlesen bile anlayamıyorsun.”
Kafasını hafifçe çeviriyor, ama gözlerini hâlâ kaçırıyor benden. Çay bardağını iki eliyle kavramış, sanki ondan medet umuyor.
“Ben seni suçlamadım hiç,” diyorum, “Ama bazen öyle yalnız hissettim ki. Babamı kaybettiğimizde, sen… birden sertleştin. Güçlü olmak istedin, evet, ama… ben o zaman çocuktum. İçimde dağ gibi yıkım vardı. Sen sustun, ben de seninle birlikte susmayı öğrendim. O sessizlikte büyüdüm.”
Bir an nefes alamıyorum. İçimdeki kırılganlık boğazımı sıkıyor gibi. Ama devam ediyorum.
“Bu eve sığmıyoruz anne. Biz birbirimize sığmıyoruz artık. Ama ben yine de… buraya, sana, bir ihtimal için geldim. Belki hâlâ bir yerlerde beni duyarsın diye.”
Annem bardağını bırakıyor masaya. Sesi yavaş, mesafeli. “Sen beni hiçbir zaman anlamadın,” diyor. “Her şey kolay mı sandın Asena? Ben de o gün öldüm. Ama ölmeye hakkım yoktu. Çünkü sen vardın. Ve ben, senden önce kendimi düşünemedim.”
İlk kez sesini yükseltmeden, ama içini dökerek konuşuyor. Gözleri bana bakmıyor hâlâ ama yüzündeki o ince çizgiler daha derin.
“Sana iyi bir anne olabildim mi bilmiyorum. Ama ben… elimden ne geldiyse yaptım. Belki sevgimi gösteremedim. Belki sarılamadım. Ama seni hep… düşündüm.”
Yutkunuyorum. Bu kadarını bile duymak garip geliyor. İkimizin arasında hâlâ bir deniz var ama ilk kez kıyıya yaklaşan bir dalga gibi hissediyorum onu.
Başımı eğiyorum. “Ben seni anlamaya hazırım,” diyorum. “Ama sen de beni biraz anlamaya çalışır mısın artık?”
O an bir sessizlik çöküyor aramıza. Bu sessizlik, önceki gibi buz gibi değil. İçinde birazcık yer açılmış. Sanki ilk kez bir pencere aralanmış gibi.
Ve ben, ilk defa bu evde… bir yabancı gibi hissetmiyorum.
Oda yabancıydı. Perdeleri başkasının, yatağı başkasının, ama içinde ben vardım. Annemin “kal” demesi tuhaftı. İçinde biraz sorumluluk, biraz alışkanlık, belki biraz da vicdan vardı.
Üzerimi çıkarmadan yatağa uzandım. Tavana baktım uzun süre. Uyuyamadım. Her şey sessizdi. Karanlıkta sadece duvar saati tıklıyordu.
Bir ara, evin içinden hafifçe bir kapı sesi geldi. Tıkırtılar… dolap kapağı, sonra fermuar sürtünmesi. Ayak sesleri…
Herkes neredeydi? Uyumuşlar mıydı? diye düşündüm ve kapının açılma sesiyle birlikte hızla ayaklandım. Giydiğim gri şort ve aynı renkte dar tişört yüzünden bacaklarım ve kollarım üşüdü.
Göktürk geldi diye düşündüm. Öyle umdum. Konuşacaktım onunla. Belki bana acıdı ve geldi diye düşündüm.
Ama kapıyı gördüğümde, tamamen yanıldım.
Annem… Giden, Annemdi.
Göktürk olmasını umduğum kişi, Annemdi.
Annemdi.
Gidiyordu.
Elinde tuttuğu bavulu vardı hem de.
“Anne…” demeye çalıştım yanağımdan aşağı bir yaş süzülürken. Dilim lâl olmuştu.
Annem gerçekten beni bırakıp gidebilecek miydi? Evet. Annem beni bırakıp gidiyordu.
“An… Anne…” diye fısıldadım anneme. Duymadı beni, bu hayal miydi? Rüya mı görüyordum ben?! Neredeydim?
“Anne!” diye haykırdım bu sefer. ‘Gitme…’ diyemiyordum. ‘Beni bırakma…’ diyemiyordum. Tek laf çıkıyordu ağzımdan, “Anne…” yeniden tekrar ettim. Kapıyı çarpıp çıkmadan önce tek bir cümle kurdu.
“Özür dilerim.” Seslerinde hiçbir duyguyu barındırmıyordu. Bu benim annem miydi?
Kapının arkasından kapanışını izledim bir süre, tek başıma. Hep dolup taşan bu evdeki insanlar meredeydi? Parmağıma taktığım halkanın sahibi adam neredeydi?
Annem beni buna yeniden mahkum etmişti. Yeniden birilerini gözümün önünde terk etmişti. Bu sefer bir fark vardı ancak, terk ettikleri arasında bende vardım.
Bu gerçeği kendime hatırlattım ve annemin örttüğü kapıyı açarak anneme yetişmeye çalıştım. Kapı açık kalmıştı, bunu umursamadım.
“Anne!” diye haykırdım yeniden, merdivenlerden aşağı koşarken.
“Anne…” dedim, sadece kendim duydum.
Annemi gördüm, koşuyordu. “Neden koşuyorsun anne? Neden kaçıyorsun benden? Ben sana ne yaptım anne? Neden bunları bana yaşatıyorsun?!”
Adımlarımı hızlandırdım, her bir adımımda tertemiz beyaz çoraplarım daha fazla çamura batıyordu. “Anne!”
“Anne!” diye yeniden haykırdım, sesim çatlayana kadar, ciğerlerim yanana kadar. “Anne, lütfen gitme!” Dizlerimdeki yaralar sızlıyor, çamurdan kararmış ellerimle yere tutunuyordum. “Anne, beni bırakma! Lütfen, yapma bunu bana!”
Yağmur daha da hızlandı, yüzümden akan yaşlarla birleşti. Sokak lambalarının loş ışığında annemin arkasından sürüklenen gölgesini izliyordum. O gidiyordu. Onu kaybediyordum.
Onu da kaybediyordum.
“Anne, bak bana!” diye haykırdım, sesim artık kendime bile yabancıydı. “Beni duyuyor musun? Senin kızınım ben! Küçük kızınım, hani masallar anlattığın… Hani korktuğumda sarıldığın! Neden gitmek zorundasın? Neden beni böyle bırakıp gidiyorsun?! Ne yaptım ben sana? Ne yaptım da benden vazgeçiyorsun?!”
Yürümeye devam ediyordu, adımları ağır ama kararlıydı. Sanki her adımda beni daha da yerin dibine gömüyordu. Her adımında bir parçamı koparıyordu.
Annem arkasını döndü, bana baktı.
Kolunu kavrayarak kendime çevirdim. “Anne…”
“Yapma, Asena. Git…”
Bu sözleri canımı yakıyordu, o bu değildi.
“Niye böyle yapıyorsun?”
“Sen niye böyle yapıyorsun anne? Neden gidiyorsun, zaten babam da gitti… Sen neden bana bu işkenceyi yeniden yaşatıyorsun?” dedim acıdan boğazım yumru olmuş halde.
“Git.” dedi yeniden. “Git ve mutlu ol, ben olmadan da yapabilirsin bunu, biliyorum. Sen güçlü bir kızsın. O adamla evlen ve çocukların olsun, hep mutlu olun ve beni güzel hatırlayın. Olur mu?”
“Olmaz!” diye bağırdım var gücümle.
“Bana pembe hayaller kurarak kendini affettiremezsin! O adamla sen istedin diye evlendim, sadece sen istedin diye! Senin yüzünden oluyor her şey bilmem farkında mısın anne?! Hayatım mahvoldu senin yüzünden!”
Yüzüme baktı düz bir ifadeyle. Sanki ona değil de duvara anlatıyordum.
“Senden nefret ediyorum…” diye fısıldadım. Acıdan olsa gerek zoraki nefes alıyordum.
“Benden nefret etme, lütfen… Beni sev. Buna ihtiyacım var Asena. Küçük kızımın sevgisine ihtiyacım var.”
Küçük kızım.
“Küçük kızın…” diye tekrar ettim onu, alayla güldüm.
“Küçük kızını terk ediyorsun ama! Bunun için de bir masal yazdın mı?”
“Hayır kızım…” dedi, “Bu masalı sen yazacaksın.”
Annem yine arkasını döndü, gitti.
“Anne!” dedim, sesim artık sadece bir fısıltıydı. Yağmur gözlerimi yakıyordu. “Lütfen gitme… Lütfen… Beni bir kez daha terk etme… Bu sefer yapamam, bu sefer dayanamayacağım… Sensiz ne yaparım ben?! Kime sığınırım?! Kime koşarım geceleri kabus gördüğümde?!”
Annem duraksadı. Bir anlığına omzunun üzerinden bana baktı. Gözlerinde ne vardı? Acı mı? Pişmanlık mı? Yoksa tamamen yabancılaşmış bir soğukluk mu? Bilemedim. Tek bildiğim, annemin beni o anda gerçekten görmediğiydi. Sanki bir yabancıya bakar gibiydi.
“Anne, sana yalvarıyorum!” dedim dizlerimin üzerine çöküp. “Lütfen, dön bana. Bir kez daha sarıl bana. Bir kez daha kokunu içime çekeyim. Bir kez daha saçlarımı okşa… N’olur anne, ne istersen yaparım! Senin istediğin gibi yaşarım, senin istediğin gibi olurum! Yeter ki gitme… Yeter ki beni bir daha o karanlıkta bırakma!”
Annem gözlerini kapadı. Bir anlığına bana doğru ilerleyecek gibi oldu. Ama sonra başını çevirdi ve hızla yürümeye başladı.
“Anne!” dedim ardından, sesim kırılmış, paramparça olmuştu. “Benim senden başka kimsem yok! Babam gitti! Sen de gidiyorsun! Ben kimim şimdi? Kimim ben?! Kızın değil miyim? Küçük kızın değil miyim ben?! Senin sevdiğin kızın değil miyim? Sev beni anne! Bir kez olsun, beni sev! Bir kez olsun beni bırakmadan sev!”
Ama annem yürüdü, yürüdü… Ve gözden kayboldu.
Karanlık, üzerime çöktü. Dizlerimin üzerine kapandım. Yağmur, beni sarmaladı. Sanki gökyüzü de ağlıyordu. Sanki tüm dünya, benimle birlikte annemi uğurluyordu.
“Anne…” diye mırıldandım, kendimden başka kimse duymayacak kadar sessizce. “Beni bırakma… N’olur…”
Ama artık çok geçti. Annem, gitmişti.
Ve ben, yerde dizlerim kanarken, yalnız kalmıştım.
Ayağa kalkmamla birlikte eve doğru yürüdüm yeniden. Bavulumu toplayıp gidecektim buradan.
Kararlıydım.
Tüm binalara gözlerimi gezdirdim, hepsinde kalan izleri gördüm.
En sonunda birisinde takılı kaldı gözüm, Ecem’lerin evinde.
Baktım bir süre bu eve, eski bir evmiş.
Yürümeyi bıraktım sonra, karşısında dikildim sadece.
Biraz geçtikten sonra binanın ışığı yandı.
Gök. Hayır. Göktürk, o evden çıkmıştı. Ecem’in yanından. Birlikte olduklarını görmek istemediğim o evden. Göktürk’ü o kapının eşiğinde, Ecem’in izini taşıyan gölgeler içinde görmek…
Boğazıma koca bir düğüm oturdu. Nefes almak bile zordu artık.
Kalbim, göğsümde panikle çırpınan bir kuş gibi çırpındı. O an gözlerimin önünde sadece Göktürk vardı. Yağmur, üzerimdeki çamuru akıtıyor ama beni temizleyemiyordu. Göktürk’ün bakışları boştu, soğuktu. Ve ben, o bakışlarda kendimi kaybettim.
Bedenim irademden bağımsız hareket etti. Bir metre vardı aramızda, belki bir metre bile değil.
Koştum.
Koştum ve kollarımı Göktürk’e doladım. Yüzümü göğsüne gömdüm, sanki orada bulacağım sıcaklıkla yaralarım kapanacaktı.
Ama hayır.
Göktürk bana sarılmadı. Kolları iki yana boşlukta asılı kaldı. Sanki ona hiç değmemişim gibi. Sanki o, orada değilmiş gibi. Ama ben daha da sıkı sarıldım. Sanki ne kadar sarılırsam, içimdeki boşluk o kadar dolar sanıyordum.
Titreyerek, özür diledim. Bir kez, iki kez, üç kez. Ne için olduğunu bilmiyordu ama ben biliyordum. Sadece ben biliyordum hatta.
“Özür dilerim…” dedim, sesim sanki başka birinden geliyordu. “Göktürk… Özür dilerim… Kalbim hala seninken başka birine aitmiş gibi yaptım. Seni bırakıp gittim. Annem gitseydi de ben gitmeseydim… Keşke seni bırakmasaydım…”
Göktürk, başını hafifçe eğdi. Bakışları hâlâ boş, hâlâ uzak. Sanki benimle burada değil de başka bir yerdeydi. Belki Ecem’in yanındaydı. Kollarım daha da gevşedi.
Göktürk’ün soğukluğunu hissettikçe içimdeki yangın büyüdü. Ağzımdan dökülen her özür, boşlukta yankılanıp kayboldu.
“Annem gitti…” dedim, boğazım düğüm düğüm. “Onu durduramadım… Bir kez daha durduramadım… Bir kez daha…”
Göktürk’ün bakışları bir anlığına canlandı ama hemen söndü. O an o bakışlarda bir kıvılcım aradım. Bir umut. Bir özlem. Bir pişmanlık. Ama hiçbirini bulamadım.
Kafamı kaldırdım. Tam o anda kapının ışığı yandı. Gözlerim kamaştı, sanki gerçekler yüzüme tokat gibi çarpıldı.
Ecem, kapının eşiğinde beliriverdi. Üstünde Göktürk’ün eski sweatshirt’ü vardı. Ve ben, Göktürk’ten elektrik çarpmış gibi uzaklaştım. Ellerim buz kesmişti, sanki onu tutan eller ben değilmişim gibi.
Ecem yanımıza geldi. “Ne haber?” dedi neşeli bir tonla. Ama o an ona bakarken, onu sadece bir siluet gibi gördüm. Yanında Göktürk vardı ve ben aralarındaki o görünmez ipi seyrediyordum.
O ip, beni boğuyordu.
Ona cevap vermedim. Birkaç adım geri çekildim. Göktürk, hâlâ hareket etmiyordu. Ecem ise bakışlarını Göktürk’e çevirdi, sanki orada ben hiç yokmuşum gibi.
Arkama döndüm, adımlarımı hızlandırdım. Yürüdüm, yürüdüm. Ama ayaklarım beni nereye götürdü bilmiyordum.
Arkamdan gelen ayak seslerini duyduğumda, kalbim duracak gibi oldu. Belki Göktürk’tür, belki peşimden geliyordur, belki beni durdurur…
Ama hayır.
Ecem’in sesi yankılandı: “Yalnız kalmak istiyor belli ki, buna ihtiyacı var.”
Ve kapı kapandı.
Geriye döndüm. Az önce Göktürk’e sarıldığım yere baktım. Yağmur damlaları, yerdeki ayak izlerimi siliyordu. O izler de siliniyordu. Göktürk de siliniyordu. Gözlerimden akan yaşlar da…
Göktürk, Ecem’in yanına gitmişti. Göktürk, Ecem’in evinde kalmıştı. Göktürk, Ecem’in yanında uyuyacaktı belki de.
“Neden ben değil de O?” dedim. Sesim artık bir fısıltıydı. “Neden ben değil de o?”
Dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimle çamura bastım, sanki oradan çıkmak istiyormuşum gibi. Ama o çukurdan çıkmak yerine, daha da derine gömüldüm.
“Ben… özür dilerim…” dedim boşluğa. “Keşke bırakıp gitmeseydim, annem gitseydi de ben gitmeseydim. Keşke seni bırakmasaydım. Keşke…”
Ama keşke’ler artık hiçbir şeyi geri getirmiyordu.
Ve ben, o karanlık sokakta, yağmurun altında, yalnız başıma kalakalmıştım.
Belki Göktürk yanıma gelir diye umut ettim. Belki bana acır dedim ama o ne geldi, ne de sabaha kadar izlediğim camdan bir kez olsun bana baktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |