12. Bölüm

Yalnızlığın Şehri

zehr🦢
zwhra_

Bavulumu toplarken ellerim titriyor. İçimden bir ses, “Dur” diye haykırıyor ama ben susuyorum. Kapı arkasında birinin durup beni engellemesini bekliyorum. Belki annem gelir, belki Göktürk… Ama kimse yok. Yalnızım. Yine yalnız.

Gözlerim istemsizce doluyor, sıcak yaşlar yanaklarımda iz bırakıyor. Annem de böyle gitmişti, bana dönmeden, sessizce. Ben de şimdi gidiyorum. Kimseye sesimi duyurmadan, sadece… kaybolmak için.

Bavulumdaki her eşya bir veda, her adım bir kırık. Bu şehirde artık yerim yok. Ben de artık yokum.

Kapıyı sessizce kapattım. Arkamda bıraktığım her şeyin ağırlığını hissettim bir an. Ne eski fotoğraflar, ne kırık hayaller, ne de buraya ait ne varsa… Hepsi kaldı geride.

Dışarı çıktım, adımlarım donuk, ama içim paramparça. Bir an durdum, nefesimi derin derin çektim. Gözlerim tekrar doldu ama bu sefer kimse görmedi. Kimse görmesin diye… Çünkü artık kimseyi ilgilendirmiyor halim.

Yalnızca yürüdüm, yürüdüm, kendi kendime konuştum:
“Burada kalamam. Gitmeliyim.”
Ve öylece kaldım, dışarıda, kimsesiz bir şehirde, başımda bavulum, içinde kırılmış umutlarım.

&

Uçakta, camın kenarına yaslandım. Dışarıda bulutlar… Hep yukarıda, hep uzaklarda.

Biletimi bulduğumda elim titriyordu. Ne aceleyle, ne korkuyla alınmış bir karar bu… Keşke dönmeseydim buraya, dedim kendi kendime. Ama işte buradayım, İzmir’e gidiyorum.

Kafam karmakarışık. Ne geçmiş, ne gelecek, hiçbir şey net değil. Yalnızca o ağır yük, kalbimin içinde. Ve “Neden?” sorusu, bin kere dilimde dönüp duruyor.

Uçak hareket ettiğinde, kalbim de bir anda hızlandı sanki. Kanatlar havalandı, şehir küçüldü; evler, insanlar, tüm yaşadığım her şey geride kaldı. Ama içimde bir fırtına dinmedi.

“Keşke dönmeseydim,” dedim tekrar. Bir yandan kaçıyor, bir yandan da kendimi yakalıyordum. Ne rahat ediyordum, ne huzur buluyordum. Sadece bulutlar vardı ve o bulutların arasında kaybolan umutlarım.

Elimdeki bilete baktım, adıma yazılı. Bavulumda ne varsa, hepsi yorgunluk, korku ve pişmanlıkla doluydu. Ve ben, sadece uçaktan dışarı baktım. Gözlerim buğulanmıştı; uçak yükselirken, ben yere daha çok yaklaşıyordum.

&

Adımlarım havaalanının soğuk zeminine vurdukça içim daha da ağırlaştı. İzmir… Hiç istemediğim, tekrar döndüğüm bu şehir.

Bavulum elimde yürürken kafamda bin tane düşünce çarpışıyordu. “Keşke gitmeseydim,” dediğim anlar hiç bitmiyordu. Her köşe, her sokak, her tanıdık sima bana eski yaralarımı hatırlatıyordu. Oysa kaçmak için gelmiştim buraya. Ama şimdi kendimi burada daha da sıkışmış, çaresiz hissettim. Kimse bilmiyor halimi, kimse yanımda değil. Yine yalnızdım.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. İçimde fırtınalar kopsa da, bir adım daha attım. Belki de bu sefer vazgeçmemeliydim. Belki bu şehirle yüzleşmenin zamanı gelmişti. Ya da belki hâlâ kaçıyordum, kendimden bile habersiz.

&

Uçaktan indim, ayaklarım yere bastı, İzmir’in sıcak toprağı altımda. O an dünya bir an durdu gibi hissettim, ama kafamda binlerce düşünce dönüp duruyordu. Acaba şimdi ne yapacaktım? Kimle karşılaşacaktım? Yoksa hiç kimse beni aramayacak mıydı?

“Keşke gitmeseydim,” dediğim anlar içimde çığlık atıyordu ama dışımda sakin bir yüzle yürüyordum.

Her adımda başka bir senaryo kuruluyordu kafamda. Eğer biri beni bekliyorsa ne yapardım? Kaçarsam nereye giderdim? Yoksa buraya dönmek hata mıydı? Hangi kapıyı çalmalıydım, hangi sözleri söylemeliydim?

Yüzlerce ihtimal birbiriyle çarpışıyor, umutla korku arasında gidip geliyordu. İzmir… Aynı şehir, aynı sokaklar ama ben bambaşka biriydim. Belki de bu şehirde artık yerim yoktu, belki de hiçbir zaman olmadı.

Ayaklarım yere basarken, kalbim hâlâ uçuyordu.

Ayaklarım yere bastı ama sanki hâlâ havadaydım. Her adımda içimdeki çalkantı büyüyordu. İnsanların kalabalığında kaybolmuş gibi hissettim kendimi. Neşeyle yürüyenler, sohbet edenler, gülümseyenler… Hepsi başka bir hayatın parçalarıydı sanki.

Benim hikayem ise bir yerde yarım kalmış, susturulmuş gibiydi.

O an binlerce senaryo kurdum kafamda; acaba Göktürk nerede? Boran ne yapıyordur? Nevzat’ın peşimde olduğunu biliyorum, o gölge hâlâ üzerimde. Bu şehirde ne kadar kalabilirim ki? Kaç kere dönerim yine?

Kendi kendime sözler verdim, sonra bozdum. Kafamın içinde savaş vardı. Ve ben, bu savaşın tam ortasında, sessizce yürüyordum.

Yürürken adımlarım ağırlaştı, sanki ayaklarım yerden kesilmeye çalışıyordu ama içimdeki yük basıyordu. Her köşe başında anılar fısıldıyordu kulağıma, her sokağın köşesinde eski bir hayal, eski bir söz beni bekliyordu.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım; “Ne yapacağım şimdi?” diye sordum kendime.

Çaresizlikle dolu, korkuyla karışık bir soru bu. Ama aynı zamanda bir umut da vardı içinde; belki yeni bir başlangıç, belki bambaşka bir yol.

Göktürk’ün yüzü geldi aklıma, o güç veren ama aynı zamanda canımı acıtan yüzü. Belki de ona ihtiyacım vardı şimdi, belki de ona sarılmak… Ama önce, burada kalmalıydım. Burada durmalıydım.

Çünkü kaçmak çözüm değildi, ne geçmişten kaçmak, ne de kendimden.

Ayaklarımın altındaki toprağa sıkı sıkı tutundum. Ve dedim ki kendi kendime:
“Buradasın, Asena. Artık gitmek yok.”

Yürürken önüme biri çıktı, o kadar ani oldu ki sendeledim ve ona çarptım. Gözlerime baktı, kahverengi saçları, kahverengi gözleri vardı. Kalbim bir anda hızlandı, “Göktürk” diye düşündüm.

Belki de onu bekliyordum, beni almaya gelecek o kişi. Yüzü benziyordu, duruşu… İçimde bir umut kıpırdadı, bir an için her şey düzelecek sandım.

“Sen misin?” diye sordum kendi kendime, ama dudağım kıpırdamadı.

O adam bana bakarken, ben onun gözüne bakmaya cesaret edemedim. Belki de o Göktürk’tü; belki de hayalimde yarattığım kurtarıcımdı.

O anda içimde binbir his çarpıştı; umut, korku, özlem ve yalnızlık…

Göktürk sandığım adamın yüzüne baktım, kalbim deli gibi atıyordu. Nefesim kesildi. Bir an her şey durdu, dünya dondu sanki.

İçimden “İşte o” diye geçirdim. Yanıma gelmesini, beni oradan alıp götürmesini bekledim. Ama o sadece durdu, sessizce bana baktı, gözlerinde benim bildiğim o sıcaklık yoktu.

Kalbimden büyük bir boşluk koptu, sanki tüm umutlarım yerle bir oldu.

Kendimi toparlamaya çalıştım, kelimeler boğazımda düğümlendi. “Sen… değilsin,” diyebildim sonunda.

Adam hafifçe başını salladı, hiçbir şey söylemeden arkasını döndü ve yürüyüp gitti. Arkasında bıraktığı boşlukla, ben orada kalakaldım. Gözlerim doldu, yeniden yalnız kaldığımı hissettim. İzmir’in soğuk sokakları, bir kez daha beni kucakladı, ben ise kendimle ve acılarımla baş başa kaldım.

&

Evimin kapısını açtığımda, içeriye soğuk bir sessizlik yayıldı. Her şey yerli yerindeydi ama ben, içeride hiç kimse yokmuş gibi hissettim. Bavulumu bıraktım, ağır adımlarla odaya doğru yürüdüm. Duvarlar, tavan, yerler… Hepsi bana yabancıydı. Bir zamanlar huzur bulduğum bu ev, şimdi üzerime kapanan bir kafes gibiydi. Pencereden gelen hafif esinti yüzümü okşadı ama içimdeki fırtına dinmedi. Tekrar düşündüm; buraya dönmek doğru muydu? Ama artık geri dönüş yoktu. Yalnızlık, keder ve bir parça umutla kapandım kendi dünyama. Evden çıkmak istedim, ama aynı zamanda burasıydı artık… Benim gerçekliğim. Sessizliğin içinde kaybolurken, önümde neyin beklediğini bilmiyordum.

Odaya çekildim, kapıyı arkadan kapattım. Bavulun sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Kendi nefesimle yarışıyordum sanki, boğazımda düğüm, kalbimde ağır bir sızı. Camdan dışarı baktım; şehir ışıkları solgun, uzak ve soğuk görünüyordu. İçimde bir boşluk vardı, ne doluydu ne tamamen boştu. Her şey belirsizdi. “Burada ne yapacaktım?” diye sordum kendime. Cevap yoktu. Korku, umut, pişmanlık… Hepsi aynı anda, içimde çarpışıyordu. Birden aklıma Göktürk geldi, yine. Ne yapıyordu şimdi? Beni düşünüyor muydu? Ya da ben onun hayatında bir yabancı mıydım artık? Kalbim daha hızlı attı, gözlerim doldu. Yine yalnızdım, ama bu sefer biraz daha kırılmış, biraz daha yenilmiş. Sessizliğe teslim oldum. Kendi kendime fısıldadım, “Dayan, Asena. Daha bitmedi.”

Evimin kapısını açtığımda, içeriye soğuk bir sessizlik yayıldı. Her şey yerli yerindeydi ama ben, içeride hiç kimse yokmuş gibi hissettim. Bavulumu bıraktım, ağır adımlarla odaya doğru yürüdüm. Duvarlar, tavan, yerler… Hepsi bana yabancıydı. Bir zamanlar huzur bulduğum bu ev, şimdi üzerime kapanan bir kafes gibiydi. Pencereden gelen hafif esinti yüzümü okşadı ama içimdeki fırtına dinmedi. Tekrar düşündüm; buraya dönmek doğru muydu? Ama artık geri dönüş yoktu. Yalnızlık, keder ve bir parça umutla kapandım kendi dünyama. Evden çıkmak istedim, ama aynı zamanda burasıydı artık… Benim gerçekliğim. Sessizliğin içinde kaybolurken, önümde neyin beklediğini bilmiyordum.

Odaya çekildim, kapıyı arkadan kapattım. Bavulun sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Kendi nefesimle yarışıyordum sanki, boğazımda düğüm, kalbimde ağır bir sızı. Camdan dışarı baktım; şehir ışıkları solgun, uzak ve soğuk görünüyordu. İçimde bir boşluk vardı, ne doluydu ne tamamen boştu. Her şey belirsizdi. “Burada ne yapacaktım?” diye sordum kendime. Cevap yoktu. Korku, umut, pişmanlık… Hepsi aynı anda, içimde çarpışıyordu. Birden aklıma Göktürk geldi, yine. Ne yapıyordu şimdi? Beni düşünüyor muydu? Ya da ben onun hayatında bir yabancı mıydım artık? Kalbim daha hızlı attı, gözlerim doldu. Yine yalnızdım, ama bu sefer biraz daha kırılmış, biraz daha yenilmiş. Sessizliğe teslim oldum. Kendi kendime fısıldadım, “Dayan, Asena. Daha bitmedi.”

Kapı aniden çaldı, kalbim birden hızlandı. Kimdi bu saatte? Bavulun ağırlığıyla yavaşça kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açtım, karşıda ev sahibi vardı. Yüzünde sert, anlaşılmaz bir ifade vardı. “Asena Hanım, gelin bir konuşalım,” dedi, sesi ne çok yumuşak ne de kaba, tam sertliğin içindeydi. İçeriye davet etmeden durdu, gözlerimle aramızdaki mesafeyi ölçtü. İçim sıkıştı, cevap vermek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. O an anladım, burası kolay kolay boş kalmayacaktı. Ev sahibi, evle ilgili planlarından bahsetmeye başladı; “Bu evi boş bırakmak için satmadım. Siz burada kalmak istiyorsanız, bazı kurallara uymanız gerek.” Gözlerim yerdeydi, sessizce dinledim. İçimde çaresizlik büyüyordu. Burada durmak zorundaydım, başka çarem yoktu. Kafamda binbir soru, kalbimde ağır bir yükle kapıyı kapattım.

Kapı kapanır kapanmaz nefesim hızlandı. İçeride tek başımaydım şimdi, ama o sözler kulaklarımda çınlıyordu: “Burada kalmak istiyorsan bazı kurallara uyman gerek.” Hangi kurallardı onlar? Kim koymuştu bu sınırları, bu duvarları? İçimde kopan fırtına sustuğu an, çaresizliğin soğuk eli tuttu kalbimi. Gözlerim tavana takıldı, başımı ellerimin arasına aldım. Ne yapmalıydım? Kime güvenebilirdim? İzmir, bu şehir, sanki beni boğmaya çalışıyordu. Ama pes etmeyecektim. Kendi sesime kulak verdim: “Dayan, Asena. Buradan çıkacaksın. Her ne olursa olsun.” Tekrar derin bir nefes aldım, ve hazırlandım. Çünkü biliyordum; savaş daha yeni başlıyordu.

&

Sabahın ilk ışıkları perde aralığından süzülürken, uyandım. Gözlerim ağır, yorgun ama içinde biraz umut vardı. Gece boyunca dönen binlerce düşünce biraz sakinleşmişti. Yeni bir gün başlamıştı ve ben hâlâ buradaydım. Derin bir nefes aldım, pencereden gelen serin havayı ciğerlerime çektim. Belki de bu şehir, bu ev, bana bir şans daha verebilirdi. Kendi kendime fısıldadım: “Güne başlamak için geç değil, Asena. Bugün başka bir gün.” Yavaşça doğruldum, yeni bir sayfa açmanın zamanıydı artık.

Yavaşça kalktım, vücudum hala ağır, ruhum biraz daha hafifti sanki. Mutfakta ne yapacağımı bilemeden durdum bir an. Buzdolabını açtım, içi neredeyse boştu. Bir kaç yumurta, biraz peynir, zeytin… Çok fazla değil, ama yetti işte. Tavayı ısıttım, yumurtaları kırdım. Kokusuyla biraz olsun kendime geldim. Masaya oturdum, yanına küçük bir bardak çay koydum. Sakin ve sessizdi her şey. Tek başıma, elimde çay bardağı, yumurtanın sıcaklığıyla biraz ısındım. Dışarıda hayat devam ediyordu, ben ise kendi küçük dünyamda, kendimle baş başaydım.

Çayımı yudumlarken, aklımda deli sorular dönüp duruyordu. Neden böyleydi her şey? Neden kendimi bu kadar yalnız hissetmiştim? Ev soğuk, duvarlar sanki daha da yaklaşmıştı bana. Kendimle konuşuyordum sessizce, korkularımla, umutlarımla. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım; kalbim sıkışsa da, hala atıyordu. Kendi ayaklarımın üzerinde durmalıydım. Kimse gelmese, kimse sarmasa da, ben buradaydım. Bu şehir, bu ev, ve ben… Üçü birden mücadele ediyorduk hayata karşı. Ne kadar zor olsa da, vazgeçmek yoktu. Çünkü içinde küçücük bir kıvılcım yanıyordu, belki de o kıvılcım, yeniden doğuşumun başlangıcıydı.

Adımlarımı dışarıya atmadan durdum, kalbimde bir boşluk, zihnimde binlerce düşünce. Ev, beni içine çekiyordu sanki; çıkmak zor, kalmaksa çaresizlik. Yine de kalktım, küçük mutfağa gittim. Kendime ikinci bir kahve yaptım, sesini duyduğum tek şey o oldu; kaynayan suyun fısıltısı. Camdan dışarı baktım, sokaklar hâlâ sessiz, hayat bir yandan devam ediyordu. İçimde gelgitler yaşanırken, hiçbir yere gitmeyeceğimi, bugün buradayım, burada kalacağımı anladım. Beklemek, sabretmek ve kendimle yüzleşmek zamanıydı. Kendiyle savaşan bir savaşçı gibi, sessizce, usulca…

Kapıyı araladım, hafif bir esinti yüzüme vurdu. Dışarı adımımı attım, ayaklarım biraz ağır olsa da yürümek istedim. Sokak sessizdi, ama birkaç kişi vardı; komşular… Birkaç tanıdık yüz, ama hepsi biraz uzak, biraz soğuk bakıyordu. “Asena,” dedi yaşlı teyze Nazire Hanım, “Hoş geldin, kızım.” Gülümsemesi samimiyetti ama gözlerinde bir hüzün vardı, sanki içten içe üzülüyordu. Başımı eğdim, teşekkür ettim. Yanımdan geçen başka bir komşu, genç bir adam, kısa bir “Nasılsın?” dedi, cevabım boğuk kaldı. Yine de, o an anladım; yalnız değildim tamamen. Bu küçük dünya, küçük insanların gözlerinde hâlâ benim için bir yer vardı. Hafifçe gülümsedim, ve yürümeye devam ettim.

Yürürken birden karşıma Ahmet amca çıktı. Gözleri derin, yorgun, ama içinde merak vardı. “Asena, evlat… Annen nerede?” dedi, sesi hem nazik hem yorgundu. Cevap vermek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözlerimi kaçırdım, hızlıca yürümeye başladım. Ayaklarım kaldırıyordu beni, ama kalbim hâlâ ağırdı. “Nerede?” sorusu kulaklarımda çınlıyordu. Sessizce, kendi içime döndüm; söyleyecek bir şeyim yoktu. Yalnızca uzaklaşmak istiyordum.

Adımlarımı hızlandırdım, sokağın sonuna kadar yürüdüm. Rüzgâr yüzüme vururken, içimdeki fırtına biraz daha büyüdü. Ahmet amcanın o sorusu, “Annen nerede?” ağır bir yük gibi omuzlarımı bastırıyordu. Cevap verememiş olmak, kelimelerden kaçmak, en zordu. Kalbim sıkıştı, gözlerim doldu ama sessiz kalmayı seçtim. Kendi kendime fısıldadım, “Bilmiyorum… bilmiyorum…” Sokakta yürürken, etrafımdaki herkesin beni izlediğini hissettim. Yalnızlık, içine kapanmışlığım bir perde gibi üstüme çökmüştü. Tek isteğim, kendimi bulmak, yaşadıklarımla yüzleşmekti. Belki de artık yeni bir sayfa açmanın zamanı gelmişti.

&

Yorganın altında, karanlığın içinde küçülüp gittim. Dünya dışarıda deli gibi dönüyordu, ama ben orada, o daracık köşede, kendi düşüncelerimin içine sıkışmıştım. Her bir düşünce, sanki üzerime ağır bir taş gibi çöktü; geçmiş, şimdi ve belirsiz bir gelecek… Yüreğimde keskin bir sızı, aklımda binlerce soru… Neden böyle oldu? Neden yalnız kaldım? Anlamaya çalıştım, ama bulamadım cevapları. Gözlerim kapalı, ama gözyaşlarım yorganın içinde sessizce aktı. İçimde fırtınalar koparken, sanki dünya en yalnız insan bendim. Karanlık ve sessizlik, en yakın dostlarım olmuştu bu gece. Çok düşündüm, çok çok… Ve en sonunda, bu yalnızlıkla yüzleşmeye karar verdim.

Yorganın içinde, düşüncelerim birbirine dolanıyor, biri diğerini boğuyor gibiydi. Gözüme takılan her anı, her söz, her suskunluk… Annemin terk edişi, Boran’ın yüzüğü, Nevzat’ın gölgesi… Hepsi üst üste yığılıyordu beynimde. “Neden ben? Neden şimdi? Neden hiçkimse anlamıyor beni?” diye sordum kendi kendime. İçimde bir fırtına vardı, isyan eden, kırılan, kırıp döken bir fırtına. Ama aynı zamanda umutsuzluk… Sanki her şey bir labirent, çıkışı olmayan. Kafamda senaryolar, “Ya şöyle olsaydı? Ya böyle…” diye dönen düşünceler. Geleceğim nasıl olur? Göktürk’ü görmeden, onun yokluğuyla nasıl baş edeceğim? Kendi kendime, “Dayan, dayan,” dedim, ama içim paramparça. Çok düşünmek, çoook… Ve yine yalnızlık… O yorganın altında, dünya bana çok uzak, çok soğuk geliyordu.

Yorganın altında kıvrılmış halde, zihnimden geçen düşünceler hiç susmadı. Her biri birer keskin bıçak gibi, ruhumu parçalıyordu. “Nerede yanlış yaptım? Neden bu kadar çaresizim? Kim beni gerçekten anlıyor?” diye fısıldadım kendime. Gecenin sessizliği içinde, kalbim hem kırık hem de kocaman bir yükle doluydu. Anılar peş peşe akıyordu; babamın sesi, annemin gözlerindeki soğukluk, Göktürk’ün uzak bakışları… Hepsi birleşip beni boğmaya çalışıyordu. Kafamda “Kaçmak mı, kalmak mı?” sorusu dönüp durdu, cevap bulamadım. İçimdeki boşluk, hiç dolmayacakmış gibi geldi. Ama yine de, o en derin karanlıkta, küçük bir umut kıvılcımı vardı; belki de bu fırtınadan sonra yeni bir güneş doğacaktı. Çok çok düşündüm… çok… çok… çok… ve sonunda, uykuya teslim oldum, rüyalar bile bana yanıt veremeden…

&

Tık… tık tık! O ses uykumu böldü önce hafif hafif, sonra hızlandı, arttı. Kalbim birden hızla atmaya başladı, yorganın altında küçüldüm. Tıklamalar yüzlerce oldu sanki, ritmi bozulmayan, sabit, delilik gibi. Gözlerimi açtım, nefesimi tutarak kapıya odaklandım. Karanlıkta, kapı kolları hafifçe sallanıyordu, kapı yavaşça aralandı ve sonra — BAM! — aniden, sertçe açıldı. Işık içeri doldu, gölgeler dans etmeye başladı odanın içinde. O anda tüm dünya sustu, kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sesi tüm o sessizliği yırtıyordu. Korkuyla karışık bir heyecan sardı bedenimi, gözlerimi kapının arkasındaki karanlığa diktim. Kimdi orada? Ne istiyordu? Bir saniye içinde anladım ki, hayatımın o anından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sessizlik paramparça olmuş, hayat tehlikeli bir oyunun içine çekilmişti beni. Yorganın altında küçülüp kalmak artık mümkün değildi.

Kapı aniden açılır açılmaz, içeriye soğuk ve karanlık bir hava doldu. Gözlerim henüz karanlığa alışmamışken, kapının eşiğinde beliren o tanıdık silueti gördüm. Göktürk’tü. Uzun boyu, kahverengi saçları ve o derin kahve gözleri… Her zamanki gibi dimdik, sakin ama güçlü duruşuyla. İçeriye adım attığında, sanki odadaki tüm ağırlığı omuzlarından alıp getirmiş gibiydi. Yüzünde ne bir öfke, ne bir acı vardı; sadece derin, sarsılmaz bir kararlılık. O an hissettim ki, ne kadar kırılmış, ne kadar yorgun olsam da, onun varlığı beni yerimde tutacaktı. Sessizce yanıma yaklaştı, hiç konuşmadan elimi tuttu. O an, dünyadaki tüm karmaşa, tüm korkular bir anlığına durdu. Göktürk gelmişti, ve ben artık yalnız değildim.

Göktürk’in sessiz adımları odaya yayıldı, kalbim hızla çarptı. Yavaşça, usulca ayağa kalktım; bedenim hâlâ ağır, ruhum ise kırılgan. O ise tereddüt etmeden yanımda durdu, kollarını açtı ve beni sıkıca sardı. Sıcaklığını hissetmek, soğuk gecenin tüm ağırlığını aniden dağıttı. Sarılışında saklı olan o sessiz güç, bütün kırılganlıklarımı sarmaladı, içimde kaybolan parçaları tek tek yerine koydu.

Sarılmadım. O an, ne güçsüzlüğümü göstermek ne de kırılganlığımı paylaşmak istemedim. Gözlerimi kaçırdım, suskunluğumu korudum. Göktürk’ün varlığı bile bazen yetmezdi; kendi savaşımı tek başıma vermeliydim. Ama o oradaydı, sessiz, bekleyen, bana saygı duyan. Bu benim içimdeki fırtınayla baş etme şeklimdi; sarılmak değil, dik durmak.

Bölüm : 22.05.2025 12:26 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...