

Selamın Aleyküm benim tatlımı tatlı olan okurlarım.
Nasılsınız?
Çok şükür gelebildim.
1 ay 12 gün sonra Allahıma şükürler olsun, yazabildim bölümü.
Şuana kadarki en fazla kelimeli bölümüm bu oldu. Tamı tamına 6167 kelime.
Geçen sefer Demir ailesinin ve yeğenlerimizin olacağını söylemiştim, fakat sizleri daha fazla bekletmemek için son sahneyi kısa tuttum. Bir daha ki bölümde o sahneden başlayacağız.
Daha fazla uzatmadan bölüm geciktiği için sizden özür diliyor, bölüme geçiyorum.
Oy ve yorum yapmayı unutmayın lütfen🤗
İyi okumalar, umarım beğenirsiniz❤️
♣♣♣
Arabaya binmemiz ile hareket etmemiz bir olurken çıkardığımız kargaşayı arkamızda bırakmıştık.
Kaan öne, Yağız ve ben de arkaya oturmuştuk. Şoför koltuğunda ise Kemal abi vardı.
Sessizliği Kaan bozmuştu.
"Yanlışlıkla vurdun herhalde, değil mi?"
İlk kime dediğini anlamadım ama sonra güvenlikler bize saldırırken olanlar geldi. Bana saldıranlara vururken içimde kaldığı için Kaan'a da yapıştırmıştım. Bilerek mi yapmıştım? Tabi ki.
Bana yaptıkları karşılıksız kalacak değildi. Her yapılanın elbet bir karşılığı olurdu...
Hiç bekletmeden direkt gerçekleri söyledim.
"Ben yanlışlıkla bir şey yapmam, yaparsam istediğim için yaparım."
Tepkisinin ne olduğunu bilmiyordum. Ama cevabımın böyle olacağını bilmediği kesindi.
Canım kendim, iyi ki vurmuştum.
Benim söylediklerimle Kemal abi dikiz aynasından 'sen fenasın' bakışları atmıştı. Yağız'ın ise başı bana doğru dönmüştü. Ona doğru döndüğümde kaşlarını kaldırmış bir şekilde bana bakıyordu. Omuz silkerek geri önüme döndüm. Yüzümde de bir sırıtış hakimdi.
♦♦♦
Sessiz bir yolculuğun ardından Karargâha varmıştık.
Eteğimin açılmamasına dikkat ederek dışarı çıktım ve bizden önce gelip çardaklarda oturan diğerlerinin yanına ilerlemeye başladım. Arkamdan da diğerleri geliyordu.
Yanlarına vardığımda herkesin burada olduğunu ve hepsinin yüzünün güldüğünü gördüm. Zaten üzgün olsalar şaşırırdım, sonuçta görev başarı ile tamamlanmıştı.
Beni ilk Cem fark etmiş ve yanımda bitmişti. İki günde hayatımın neşe kaynağı gibi bir şey olmuştu. Çapkındı ama iyi çocuktu.
Hemen konuşmaya başladı.
"Benim biricik komutanım gelmiş!" diyerek sesli sesli konuşmaya başladı, bir yandan da Kaan'a kötü bakışlar atıyordu. "Yürüyen zarafet bildiğin. Canım komutanım, nasılda fikir bulup bizi çıkmazdan kurtardı. Söylediğin şarkıdan bahsetmiyorum bile. Ver elini öpeyim."
Dediklerinden sonra elime uzanmaya çalışması yok muydu.
'Yok artık' dercesine gözlerim büyümüş elimi o tutmadan geri çekmiştim. Elimi çekince tekrar bana dönmüş ve
"Verseydiniz komutanım, eli öpülesi kadınsınız valla." Demişti. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı.
Yüzüme gelen tebessüm ile konuştum. Timime bağlanmaya başlamıştım.
"Düşüncen için teşekkür ederim ama elimi öpmene gerek yok."
Yüzündeki gülümsemesi daha da artarken 'eyvallah' dercesine elini kalbine götürüp geri indirdi.
Bende başımla selam vererek diğerlerine döndüm.
Duru ve Öykü'nün şarkı söylememe olan güzel övgülerini aldıktan sonra nihayet içeriye girip odalara dağılmıştık.
Bizler kendi odalarımıza, onlarda görev için verilen boş odalara üzerlerini değiştirmek için gitmişti.
Odama gelir gelmez açık bıraktığım camı kapattım. Odadaki serinlik ile birlikte ilk makyajımı temizledim. Sonra da üzerimi değiştirerek, en sevdiğim kıyafetimi, üniformamı giydim.
Çıkardığım kıyafeti, ayakkabıyı ve takıyı yatağımın üzerine bıraktıktan sonra saçımı açıp taradım.
Saçlarımın dalgalı olması bence çok yakışmıştı. Kendimi bakımlı şekilde görmeyeli epey bir vakit oluyordu. Bir yıl kadarcık. Çok kısaydı canım...
En yakın zamanda saç bakımı yaptırmayı aklıma not ederek hazırlanmaya devam ettim.
Saçlarımı güzelce taradıktan sonra ördüm ve bordo beremi özenli bir şekilde başıma geçirdim. Çok seviyordum.
Yıllarca verdiğim emeğin karşılığını almıştım çok şükür.
Hayatımızda her zaman bir imtihan olurdu. Allahım'a şükür zorluklara karşı direnmiş ve başarıya ulaşmıştım. Kim ne derse desin bu mesleği edinmemde torpilin 't' si bile yoktu.
Bu yolda elbette ki tükenmiş gibi hissederek geri adım atmayı düşünmüştüm, fakat aklıma çocukluğum geldiğinde her zaman olduğu gibi ilerlemeye devam etmiştim.
Mesleğim, benim tüm zorluklara göğüs gererek ulaştığım zirvemdi...
Hazırlığım bittiğinde odamdan çıkıp toplantı odasına doğru gitmeye başladım. Geldiğimizde bir asker gelerek Albay ve Savcı'nın bizi toplantı odasında beklediğini söylemişti. Bu yüzden orada toplanacaktık.
Odanın önüne ulaştığımda gördüğüm boşluk, artık alıştığım bir şeydi. Çünkü hep en erken hazırlanan kişi bendim. Bu, şuana kadarda hep böyleydi.
Hızlıca hazırlanmamın nedenlerinden biri bekletmeyi sevmemek olsa da en büyük neden başkaydı. Hatırladığım anılarla birlikte yüzümde buruk bir gülümseme belirdi...
GEÇMİŞ
YAZARIN ANLATIMI İLE
Küçük Sıla annesinin tepesinde ona bağırması ile sıçrayarak uyanmıştı. Daha yeni beş yaşına girmiş olan Sıla, gözlerini korkarak açmış, boncuk gibi olan koyu kahve hareleri ile etrafa korku dolu bakışlar atıyordu.
Annesi her zaman böyle uyandırırdı onu, derin bir uykusu olduğu için ilk seslenmede uyanamıyor olması onun suçu olmamalıydı. Ama annesi her seferinde severek değil bağırarak ve bu şekilde korkutarak onu uyandırırdı.
Gözleri anne sandığı kadının yeşil, şeytani gözleri ile buluştuğunda kadın ona bağırmaya başladı.
"Ben sana demedim mi bugün erken kalkacaksın diye! Yarım saattir seni bekliyorum, hanımefendi prenses uykusuna yatmış! Dün yediğin azarlar sana yetmedi herhalde! İlla Kenan'ın döverek terbiye etmesinden anlıyorsun, değil mi! Bıktım senden, mızmızlanmalarından, ağlamalarından ve hep arkadaş istemenden bıktım usandım! Yetti artık, ben senin anladığın dili biliyorum, illa dayak yiyeceksin!"
Küçük kızın göz yaşları olacakları anladığı için akmaya başlarken kadının sesi tekrar duyuldu.
"KENAAN! BURAYA GEL, YİNE BİZİ BEKLETİYOR. BİZ ONU MARKETE GÖTÜRMEYE TENEZZÜL EDELİM, HANIMEFENDİ UYANMASIN! YOK BİRDAHA DIŞARI FALAN ÇIKMAK! ÇOK ŞIMARTTIK BİZ BUNU!"
Küçük Sıla şımartmanın ne olduğunu bile bilmiyordu, ama kadın şımarttıklarından bahsediyordu. Değil şımartmak, bir kez olsun elleri onu sevmek için kalkmamıştı. Kız hiçbir suçu olmasa dahi azar ve şiddetle karşılanıyordu. Daha dört yaşındayken dayak yemeye başlamış, o günden sonrada gün yüzü görmemişti. Sahi dört yaşında da sevmemişlerdi ya.
İlk dayağı çikolata istemesi ile olmuştu. Sırf çikolata istediği için babası ona tokat atmıştı. Başka bir suçu olduğunu sanarak sonraki günlerde yine çikolata istemişti, ama tokadın fazlası ile karşılaşmıştı.
Sadece bir kere annesinin arkadaşı eve geldiğinde ona çikolata vermiş ve sadece o zaman yemişti. Çikolatanın ne olduğunu o zamana kadar bilmiyor, bu yüzdende istemiyordu. Tadına baktığı an dünyada ondan daha güzel bir tat olamayacağını düşünmüş, babasından istemişti.
Sonucunda ise sadece bir kere yediği çikolata onun en nefret ettiği yiyecek olarak kalmıştı...
Babasının odaya geleceğini ve ona vuracağını bildiği için yer yatağının yaslı olduğu duvar kenarına doğru kaydı ve dizlerini kendine çekerek kendine sarıldı. En çok aldığı pozisyon buydu. Yalnız hissettiğinde ve babası onu dövmeye geleceğini bildiğinde kendini bu pozisyonda bulur, kendine sarılırdı. Çünkü onun kimsesi yoktu...
Babasının sert adım seslerini duyması ile başını bacaklarına doğru gömmesi bir olmuştu. Üzerinde eskimiş ve yeni uyandığı için açılan bacağı ile ayıcıklı pijamaları vardı. Kısa saçları dağılmış durumdaydı.
Uyanır uyanmaz anne ve babasına sarılmak isterdi fakat hep bir kargaşaya gözlerini açardı. Sevgisizliğe.
Sırf gece uyurken ona bir şey yapmadıkları için hep gece olsun, saatler geçmesin isterdi. Bu yüzden günün en sevdiği vakti gece vaktiydi. Kendini rahat ve baskı altında hissetmediği tek an bu zamandı çünkü.
Kapının gürültülü bir şekilde açması ile yerinde sıçradı ve olacakları bildiği için gözlerini sımsıkı kapattı.
Gözlerini kapatması ile en nefret ettiği sesi duymuştu. Babasının sesini.
"NOLUYO LAN BURDA! SABAH SABAH YİNE NE HALT YEDİN LAN SEN!" demesi ile kızın üstüne yürümesi ve kolundan tutarak sertçe kendine çekmesi bir olmuştu.
Kız babasının sert şekilde onu çekmesi ile ona doğru savruldu ve gözlerini açmak zorunda kaldı. Göz yaşları yanaklarından aşağıya akıyor, çenesi de titriyordu. Titrek bir sesle konuşmaya çalıştı, fakat konuşmasına izin vermeyen o kadının sesi oldu.
"Ba-baba..."
"Yine beni bekletiyor, ne olsun! Ben onu markete götüreyim, o ne yapsın! Anca uyuyup beni bekletsin! Bıktım bu s*rt*kten! Yetti ona dayandığım! Arkadaş istiyorum anne, dışarı çıkmak istiyorum anne, yeni oyuncaklar istiyorum anne, yeter be! Bende insanım-"
Onun cırtlak sesini, diğer leş gibi kokan ve küçük kızın gözlerini tekrar kapamasını sağlayan gür ses bozdu.
"Yeter be kadın! Birde senin sesini çekemem! Asıl ben bıktım, bütün keyfimin içine ediyorsunuz!"
Diyerek ona bağırdı ve geri elinde tuttuğu kıza döndü.
"Sen!" dedi, adeta hırlayarak.
"Anca dayaktan anlıyorsun ha! Yine mi dayak istiyorsun! Zevkle yaparım." Dedi ve kızı duvara doğru fırlattı.
Küçük Sıla'nın sırtı duvara vurur vurmaz ağzından bir çığlık koptu.
Bu çığlık, içmiş babasının ona bugün yapacaklarının başlangıcı olmuştu. O çığlıklardan daha fazlasını ağzından dışarı atacaktı, fakat onun çığlıklarını duyan olmayacaktı, ya da duyup önemseyen...
Babasının ağzı onu dövmeden önce hep böyle kokardı. Bu yüzden içkiden de kokusundan da ölesiye nefret ediyordu.
Babası onun çocukluğunu, kalbini ve duygularını çalan kişiydi...
ŞİMDİKİ ZAMAN
SILA GÜNDOĞDU'NUN ANLATIMI İLE
Hatırladığım anılar ile hem gözlerim hem de buz tutmuş yüreğim sızlamıştı.
Boğazımdaki yumruyu zorla da olsa yutmaya çalıştım ve nemlenen gözlerimi elimin tersi ile silerek duygusuz görünüşüme yeniden büründüm.
O gün öyle bir dövülmüştüm ki daha da sabah geç saatlerde kalkamaz olmuştum. Zamanla derin olan uykumdan uyanamayan ben, küçük bir sese uyanan birine dönüşmüştüm. Bunlar hep onların eseriydi.
Ne için yaptıklarını çok kez düşünmüş cevap alamamıştım, fakat şimdi düşününce aklıma bir şeyler geliyordu.
Aklıma gelenler ile birlikte kaşlarımın çatılması bir olmuştu.
Doğumda karışıyorum ve aile sandığım insanlar bana kötü davranıyor. Hem psikolojik, hem de fiziksel olarak. Yıllar geçtikten sonra Iğdır'a, bütün kötü anlarımın olduğu doğduğum şehre, geldiğim gün bir telefonla karıştığımı öğreniyorum.
Bu da yetmezmiş gibi, sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi gerçek kızları ile samimi bir kucaklaşma yaşıyorlar. Ya gerçekten tanışıyorlarsa?
Bu soru cevabının bulunması gereken bir soruydu. Belki de her şey bir plandan ibaretti. Belki hayatım bilerek mahvolmuştu. Yanlışlıkla değil, bilerek ve istenerek...
Bu düşünceyle birlikte başıma şiddetli bir ağrı saplanmıştı. Gözlerimi sıkıca kapatıp, ağrının geçmesini bekledim. Bir yandan da tek omzumu duvara yasladım.
Şuan çok berbat hissediyordum.
Hastanedeyken böyle bir düşünce yoktu o anki karmaşıklıktan dolayı, fakat şimdi, bütün ihtimaller beynime hücum ediyordu.
Bunu en ince ayrıntısına kadar araştırmalıydım.
Gelen sesle birlikte gözlerim açılmıştı.
"Komutanım, bir sorun mu var?" diye soran kişi Metindi.
Tam karşımda durmuş yukarıdan bana bakıyordu.
Duvara yasladığım omzumu duvardan ayırdım ve yüzümü sıvazlayarak ona döndüm. Başımın ağrısı gitmemiş, daha da artıyordu.
"Biraz başım ağrıyor." Dedim.
Ne kadar duygusuz olarak gözükse de, onunda içinde çok duygu vardı, belki de yok olduğunu sandığı duyguları.
"Revirden ağrı kesici alabilirim isterseniz." Dediğinde başımı hafifçe iki yana salladım.
"Sorun değil, geçer birazdan. Yine de sağ ol."
Fikrimi değiştirmeyeceğimi anladığında kafasını salladı ve benimle beraber diğerlerini beklemeye başladı.
Onunla da sohbet etmek ve onu tanımak istediğim için konu açtım. Belki de aklımdaki düşüncelerden kaçmakta istemiş olabilirdim.
"Amasyalıydın, değil mi?" diye sorduğumda bana döndü ve resmiyeti asla bozmadan cevapladı.
"Evet komutanım."
"Doğma büyüme olarak mı? Yoksa..."
"Reşit olana kadar kaldım." Dediğinde konuyu devam ettirme gibi bir çabası olmadığını fark ettim. Merak ediyordum aslında. Neden bu kadar az ve öz konuştuğunu.
Hiç durur muyum, sordum. Ciddi bir şekilde hepsini tanımak istiyordum.
"Hep az ve öz mü konuşursun?" dediğimde bunu da kesip atacağını tahmin etmemiştim.
"Evet."
Gerçekten hep kısa konuşuyordu. Son olarak nedenini sordum.
"Neden peki? Neden az konuşmayı tercih ediyorsun?"
Yüzünde bir gülümseme belirdi, fakat bu gülümseme buruk bir gülüşten ibaretti. Burnundan da sert bir soluk çıkardıktan sonra cevap verdi. Bu arada da gözlerini bende çekmiş, karşıya bakmaya başlamıştı.
"İnsanlar çok farklı varlıklar komutanım. Fazla da konuşsan onları asla anlayamazsın. Belki seni kandırırlar fakat sen olanları bilmeden onlarla ilgilenmeye devam edersin. Ne sevgi, ne ilgilenme. Hepsi boş. Fazla konuşup kendimi yormaktansa, az konuşmayı yeğlerim. Az ve öz, en güzeli. Daha az kırılıyorsun böyle yapınca."
Düşündüğüm gibi, onunda değişmesine sebep olan olaylar olmuştu. Ve ben bu konuşma ile bir ihanete uğradığını düşünmeye başlamıştım. Konuşmasında sarf ettiği cümlelerle böyle düşünmüştüm.
Avutmak için değil, içimden geldiği ve öyle de düşündüğüm için
"Sen iyi bir adamsın Metin. Belli, sende çok zorluk çekmişsin, inşAllah sende feraha ereceksin. İnşirah Suresinde ne diyor Rabbimiz: "Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır." Bunu sakın unutma." Dedim.
Bu ayet, bana her zaman güç verirdi. Ne zaman ayağa kalkmaya zorlansam, bu Sureyi okur, güç alırdım.
Rabbim'e Metin için dua ettim.
Allah'ım onu ferahlığa erdir.
Metin'in yüzünde Ayetle örnek verdiğim vakit bir tebessüm belirdi. Sonrada
"Sağ olun komutanım." Dedi ve Ayeti Kerimeyi kısık, fakat benim duyacağım şekilde tekrarladı.
"Her zorlukla beraber elbette bir kolaylık vardır."
Bunları konuşmamızın hemen sonunda her zaman neşeli olan Cem ve yanından ayırmadığı Kerem yanımıza geldi.
Karşımda selam durduktan sonra emrim ile beraber rahata geçmişlerdi. Diğer ekibin gelmesine kadar ikisi birlikte konudan konuya geçiş yapmış, susmadan duramamışlardı.
Bu arada ise başımın ağrısı hafiflemiş, az önceki düşünceler geriye itelenmişti.
Koridorun başında Kaan hariç, Kemal abi ile birlikte PÖH ekibi gözükmüştü.
Onların gözükmesi ile birlikte ikilimiz susmuştu. Yeterince konuşmuşlardı zaten.
Önümüze geldiklerinde Kemal abi topuk selamı vermişti ve
"Rahat" emrim ile rahata geçerek tam yanıma geçmişti.
Bu şekilde yanımda duran Metin, Kemal abinin diğer yanına, onun yanına ise sırasıyla Cem ve Kerem geçmişti. Böylelikle rütbe şeklinde sıraya dizilmiştik.
Karşıma geçen Başkomiser ve Komiser'e başımla selam verdim. Onlarda baş selamıma karşılık bana selam vermişlerdi.
Başkomiser benim üst rütbem olabilirdi fakat ben TSK mensubu iken o EGM mensubuydu. Bu durumda topuk selamı verilmez, baş selamı ile saygılı bir selamlaşma yapılırdı.
(Dip not: Asker ve polis rütbeleri farklı teşkilatlara bağlı olduğu için aralarında doğrudan bir ast-üst ilişkisi kurulamaz. Bu nedenle bir asker, bir polis memuruna ya da rütbelisine sadece nezaketen selam verir; bu selam bir hiyerarşi belirtmez. Askerî protokolde selamlaşma, aynı teşkilat içinde rütbe esasına göre yapılır. Yani bir asker, yalnızca kendi teşkilatındaki rütbece üstlerine selam vermekle yükümlüdür.)
Herkes gelmişti, bir tek Kaan ve Yağız ortalarda yoktu.
Biraz da diğerleriyle bekledim. Bekleye bekleye bihal olmuştum.
İki dakika beklemenin sonunda koridorun başında ağır ve sert adımlarla gelen Yağız gözüktü. Üniformasının içinde, dik duruşu ve bordo beresi ile heybetli bir şekilde geliyordu. Yüzü sert, gözleri duygu barındırmıyordu.
Onun hemen arkasından ise Kaan denen şahıs belirmişti.
Onun üzerinde de üniforması vardı. Ve yakasını düzelterek bu tarafa geliyordu. Saçları ise darmadağınıktı.
Sanki bir dalaşma yaşanmışta oradan çıkmış gibiydi.
İlk böyle düşünsem de Yağız'ın görüntüsünün gayette iyi olduğunu düşünerek bu düşünceden vazgeçtim.
Hem neden birbirlerine girerlerdi ki...
Yağız'ın yanımıza gelmesi ile tim ile birlikte hazır ola geçerek sağ elimizi anlımıza koyarak, topuk selamımızı verdik. Bunlardan sonrada
"EMREDİN KOMUTANIM!" diye bağırarak koridoru inlettik.
Karşımızdaki heybetli duruşu ile bizleri süzdü ve sert, otoriter sesi ile 'Rahat' emrini verdi.
Bu emirle birlikte hepimiz aynı anda rahata geçmiştik.
Ağır bir şekilde arkasında kalan ekibe döndü ve Başkomiser'e hafif bir baş selamı verdi. Aynı karşılığı alınca da kapıya ulaştı ve çalarak içeriden "Gir!" emrini bekledi.
Emir geldikten sonra kapıyı açtı ve onun girmesi ile sırayla odadan içeriye girdik. Yerlerimize oturunca görevde olanlar hakkındaki toplantı başlamış oldu.
♦♦♦
Yarım saatin sonuna doğru toplantının bitmesi ile Albay evlere dönebileceğimizi söylemiş ve gitmişti. Onun haricinde diğerleri sohbet bulmuş, eve gitmeyi düşünmüyorlardı.
Savcıda koltuğunda oturmuş dönen sohbete arada katılıyor, onun dışında da susuyordu. Ekipten öğrendiğime göre genel olarak görevlerde Savcı işin içine girdiği için birbirlerini yakından tanıyorlarmış. Bu yüzden onun neden gitmediğini anlamış oldum.
Bense bir askerden çay istemiş önümdeki çayımı içiyordum. Eve gitmek benim için bir şey ifade etmiyordu, çünkü yalnız kalmak bana iyi gelmiyordu.
Kemal Abinin konuşması ile herkes ona dönmüştü.
"Göreve gittik gittik te, yanarım birini dövemediğime yanarım. Çok sevinmiştim birini döveceğime inanarak, fakat ellerimin kaşınmasından öteye geçemedim." Dedi sıkıntılı bir şekilde.
Cem durur mu, hemen atladı lafa.
"Komutanım aşırı doğru konuşuyorsunuz. Normalde de doğru ama bugün apayrı doğru konuşuyorsunuz. Bende dövemediğim için sinirliyim. Tabi iki komutanımda o konudan çokça şanslı bugün. Sırt sırta adam dövdüler." Dediğinde yanımda oturan Yağız'ın fısıltılı sert sesini duydum.
"Adam demeye bin şahit..."
Cemden sonra konuşan kişi Başkomiser olmuştu. Muhatabı olan kişide Yüzbaşıydı.
"Yüzbaşım sizin de izniniz olursa, hazır burada bir araya gelmişken antrenman yapsak ya. Hem görevin acısını çıkarırız. Ne dersiniz?"
Herkes susmuş Yağızdan gelecek cevabı bekliyordu.
Biraz sonra düşüncesini dile getirdi.
"Olur Başkomiserim. Kim bilir, belki istediğim kişiye denk gelirim." Demesi ile herkesin kalkması ve toplantı salonundan çıkıp antrenman alanına gelmemiz ardarda olmuştu. Çayımın dibini içmeyi tabi ki unutmamıştım.
Antrenman alanına giderken Kaan ortaya olacak şekilde "Görevde Zirve dediniz. Zirve kim?" diye sorduğunu, fakat kimsenin onu duymadan yoluna devam ettiğini fark etmiştim. Cevap vermemiş başka bir anda gerçekleri öğrenmesinin daha iyi olacağını düşünmüştüm. Bu yüzden diğerleri gibi yoluma devam etmiştim.
Antrenman alanına geldiğimizde daha rahat olabilmek için üzerimdeki kamuflajımı çıkarttım ve içimde olan haki rengindeki tişörtüm ile kaldım. Bundan sonra ise Bordo beremi özenli bir şekilde kamuflajımın üzerine koymuştum. Benim bunu yapmam ile birlikte diğerleri de benimle aynı şeyi yaparak, kamuflajlarını çıkartıp tişörtle kaldılar.
Ekiptekiler ise üzerlerinde olan görev gömleklerini çıkarmış ve altlarındaki koyu gri tişörtleri ile kalmışlardı.
Bora ise sayı eksikliğinden dolayı bize katılmıştı. O da üzerindeki ceketi çıkartarak kenarı koydu.
Herkes hazır olduğunda çember şeklini aldık. Sonrasında Yüzbaşının
"Sizler misafirimizsiniz. Bugünlük dövüşeceğiniz kişiyi sizler seçin." demesi ile Başkomiser başını salladı. Ve ekiptekilerin hepsi bir kişiyi seçti.
Tahmin edelim beni kim seçti?
Herkesin de tahmin edeceği ve uslanmayacak olan Kaan. Bugün olanları unutmuş gibi birde beni seçiyordu.
Ama iyi ki beni seçmişti. Yoksa ona olan sinirimi nasıl çıkartabilirdim ki.
Normalde karargâh içindeyken vursam ceza alırdım. Bu yüzden bana kolaylık etmiş. Bana onu dövmem için fırsat vermişti.
Diğerlerinin seçmiş oldukları ile eşleşenler ise şunlardı.
Agâh-Kemal
Semih-Metin
Duru-Cem
Öykü-Kerem
Bora-Yağız
Bunlardan sadece Bora Yağız'ı seçmek zorunda kalmıştı. Çünkü en sona kalmış ve mecburen onu seçmişti.
Yağız'ın yüzündeki zafer kazanmışçasına olan görüntü halen aklımdaydı.
Herkes sırası ile dövüştü, en sona ben ve Kaan kalmıştı. Kural basitti. Kazanmak istiyorsan rakibi devir ve yerde beş saniye kalmasını sağla...
Kemal Abi, Bakomiser'i yenememiş, yenilmişti.
Semih, Metinin gücüne karşı koyamamış, yenilmişti.
Duru Cem'in kıyamamasından dolayı kılpayı yenilmişti. Aslında o yenecekti fakat Cem son bir atakla onu yere devirmişti.
Kerem ve Öyküye gelecek olursak. Kerem Öykü'ye asla kıyamamış, sadece savunmada kalmıştı. Savunmaları gayet iyi olduğu için Öykü ne ona vurabilmiş, ne de yere düşürebilmişti. Bu yüzden onların durumu berabere bitmişti.
Yağız ve Bora orta alana geldiklerinde herkes onlara kilitlenmişti.
İlk hamle Boradan gelirken Yağız kendini geri çekmiş ve yumruktan kurtulmuştu. Yüzünde olan sırıtma ile Bora'nın üzerine bildiğin uçtu ve karnına bir tekme savurdu. Tekmenin gücü ile geriye savrulan ve nefesi kesilen Bora biraz soluklandı ve hızla Yağız'a doğru gitti. Tekme atmaya çalıştı fakat başarılı olamadı.
Yağız ona doğu gelen ayağını tuttu ve ona doğru iterek yere düşürdü.
Bora pes etmeden hemen ayağı kalktı ve tekrar saldırıya geçti. Yağız onu oyalamak için savunmada kalırken biraz sonra, artık sakinliği kalmayan Bora'nın attığı yumruğu tuttu ve ters çevirerek yüzüne yumruğu geçirdi.
Atılan yumruğun peşine Bora tekrar ona vuracakken Yağız sıkılmışçasına tekrar bir yumruk geçirdi ve yere düşen boranın üzerine oturarak onu kollarından tutarak yere sabitledi.
Sinirli ve sert bakan gözlerini Bora'nın gözlerine sabitlerken dolan beş saniye ile kazanmış oldu.
Durum raporu verirsek eğer, Boranın yüzünde fazladan izler olurken, Yağız hiçbir iz almadan galibiyeti kazanmıştı.
Bakıldığında bir Özel Harekat askeri olan Yüzbaşı ile Savcı aynı eğitimi almıyordu. Fakat daha derinlere inildiğinde Savcının yani Bora'nın babası da emekli Albaydı. İllaki eğitim vermiştir çocuklarına.
Çocuklarına... Bende onun biyolojik olarak çocuğuydum, fakat ne onları tanıyordum, ne de bir yakınlığımız vardı...
Yağız Boranın üzerinden kalktıktan sonra ellerini birbirine sürttü ve yanımda olan eski yerine geri geldi.
Şimdi ise sıra bendeydi. Boynumu sağa ve sola doğru yatırarak kıtırdattım ve çemberin ortasına geçtim.
Kaan da kendinden emin bir şekilde karşıma geçmişti.
Yüzbaşının başla demesi ile onun atağını bekledim.
İlk atağı ben değil karşımdaki kişinin yapmasını bekler ondan sonra hamlemi yapardım. Bu yüzden bekledim.
Kaan benim atağımı bekledi fakat benden gelen olmayınca atağını gerçekleştirdi.
İlk yumruğunda sadece kendimi geri çeksem de ikinci yumruğunda sakin kalmadım. Tuttuğum yumruğunu ters çevirdim ve sırtımı ona doğru dönerek boş olan dirseğimi yüzüne geçirdim.
Böyle bir hareket beklemiyor olacak ki kendini savunmamış, kolayca vurmamı sağlamıştı. Burnundan gelen sesle birlikte yumruğunu tuttuğum elimle onu iteledim ve geriye savrulmasını sağladım.
Önüme gelen saç tutamlarımı bir elimle geriye iteledim ve benim üzerime gelen Kaan'a odaklandım.
Kanamaya başlayan burnunu elinin tersi ile silerek atağa geçti. İlk tekme, sonra yumruk atmaya çalıştı, fakat ikisi de benim tarafımdan engellendi.
Sıkılmaya başlayınca son hamlemi yaparak en sert yumruğumu yüzüne geçirdim ve bunun üzerine karnına tekme atarak yere düşürdüm.
Yere düştüğü için geri kalkmaya çalıştı fakat o kalkamadan karnına oturdum. Kollarını sertçe tutarak yere sabitledim. Bu arada epey de sıkıyordum.
Yüzüne doğru iyice yaklaştım ve ona olan son sözlerimi söyledim.
"Zirveyi sormuştun değil mi? Tanışalım bakalım. Ben Zirve, teröristlerin korkulu rüyası olan kişi."
Öyle bir sesle konuşmuştum ki bu beni de şaşırttı. Bildiğin ölüm saçan bir sesle konuşmuştum.
Kaan'ın sinirli ve sert yüz ifadesi kırıldı ve yerini büyük bir şaşkınlık aldı. Bugün çok şaşırtıcı bir gün olmuştu onun için. Beni asker kıyafetleri içinde görmek, benim Kıdemli Üsteğmen olduğumu söylemem ve en son olarak Zirve'nin ben olduğum.
Onun şaşkın ifadesine aldırmadan sertçe tuttuğum ellerini sert bir hareketle bıraktım ve sert olan yüz ifademle üzerinden kalkarak sakin adımlarımla yerime geçtim.
Cem durur mu, hemen konuşacak bir şey buldu. Sustuğu yoktu zaten.
"Sıla diye yazılır, asalet diye okunur. Canım komutanım benim." Dediğinde bakışlarımı değiştirmeden ona döndüm. Susması gereken konular vardı.
Herkesin içinde böyle konuşmamalıydı.
"Sırası değil Cem!" diyerek uyarmamla başını salladı ve eğlenceli ifadesini silerek o da sert haline geri döndü.
Çok hızlı bir şekilde ifadesini değiştirebiliyordu.
Kaan'ın zorda olsa kalkması ve benim yüzüme bakmadan yerine geçmesi bir olurken çok rahattım. Sonunda ona gününü göstermiştim.
Bunun sonrasında ekiple vedalaşmamız ve bugün son kez burada üzerimizi değiştirmek için odalarımıza dağıldık.
Karargâha gelmeden önce misafirlik için giydiğim üstümü tekrardan giydim ve çantamı alarak akşam serinliğinin hafif bir şekilde estiği dışarıya çıktım. Şu hava gibisi yoktu.
Diğerlerinin gelmesi ile sabahki gibi arabalara dağıldık ve lojmana doğru sessiz bir yolculuk geçirdik.
Lojmana ulaştığımızda nöbetçilerin görmesi için camımı indirdim ve açılan kapı ile binamızın önüne arabamı park ettim.
Sessizlikle birlikte arabalardan indik ve kendi evlerimize dağıldık.
Diğerlerini geride bıraktıktan sonra merdivenlerde Yağızla birlikte kendi katımıza çıktık ve birbirimize "İyi geceler" diledikten sonra evime nihayet girebildim.
Yalnız kalır kalmaz bugün olanlar bir bir zihnime düşerken düşünmek istemedim ve hızlıca duş almak, ondan sonra da yatmak için odama girdim.
♦♦♦
Saat sekizde, alarma ihtiyaç duymadan kalkmış, karargaha gitmek için hazırlanmıştım.

Yine ve yine siyahlara bürünerek saçlarımı taradım. Ensemde güzel bir topuz yapabilmeyi başardıktan sonra ise Mavi Lotus aromalı özel olarak aldığım parfümümü sıktım ve oturma odama geçerek koltuğa oturdum.
Telefonumu açarak gelen bildirimlerimi kontrol edince dün ertelediğim, fakat artık gelmesi gereken siparişlerimle ilgili olan mesajı okuyarak bugün gelmesi için ayarlamalar yaptım.
Saatin geçmesi ile hazırladığım çantamı taktım ve son olarak siyah stilettolarımı ayağıma geçirerek dışarı çıktım.
Arabaya binmem ve Karargâha geçiş yapmam ise ardarda olmuştu.
♦♦♦
Karargâha gelmemin üzerinden üç saat geçmiş, ve ben bu saatlerde odamda dün ki görev hakkında olan dosyalarla ilgilenmiştim.
Yeni biten dosyalarla birlikte derin bir nefes alıp arkama yaslandım. Boynum tutulmuştu.
Esneme hareketleri yaparken bir yandan da masamın üzerinde bulunan telefondan kantinde görevli olan görevli askere bağlandım.
"Koçum, bana oradan açık çay ve simit gönder."
"Emredersiniz komutanım."
Bugün hiç çay içememiştim. İçerdim, fakat mideme hiçbir şey girmediği için içmek istememiştim.
Asabiyetim yerindeydi bu yüzden.
Biraz sonra kapı çalınca askerin bu kadar hızlı getirdiğini düşünerek şaşırdım fakat şaşırmam kısa sürdü. Çünkü gelen başka biriydi.
"Gir!" emrimden sonra kapı azıcık aralanmış ve o boşluğa Cem'in kafası girmişti.
"Müsait misiniz komutanım?" diye sorunca sadece kafamı sallayarak onay verdim.
Onayımla birlikte kapının gerisini de açmış, içeri girmişti.
Masamın tam karşısında durarak topuk selamı verdi ve emrimle birlikte rahata geçti.
Oturmasına izin verdiğimde masamın önünde olan sandalyeye oturdu ve gözlerinde olan tehlikeli bir parıltı ile bana döndü.
"Nasılsınız Komutanım?" diye sordu, şirin çıkarmaya çalıştığı sesi ile.
Bu ses tonu ile bir şeyler planladığını hemen anladım ve tek kaşımı kaldırarak konuştum.
"İyiyim iyiyim de, senin söyleyeceklerinden sonra nasıl olurum bilemiyorum." dedim kuşkulu bir tavırla.
Benim tavrımı görünce küskün bir tavra büründü.
"Ben ne söyleyebilirim ki komutanım. Beni hiç mi tanımadınız? Ben timin neşe kaynağıyım. Çoğunlukla çapkınlığımla bilinirim..." diye devam edecekken konudan sapması ile konuşmasını böldüm.
"Kısa kes!"
İlk konuşmayarak küskün tavrını sürdürdü, fakat değişen bakışlarımı görünce
"Tamam komutanım, söyleyeceğim. Ama lütfen bana düşmanınız gibi bakmayın. Ürperdim burada." Diyerek yine gevezeliğini konuşturdu.
Sıkıldığımı belli edecek şekilde soluğumu bıraktığımda ağzını açtı fakat konuşamadan kapının sesi duyuldu.
Bugün hiç olmadığı kadar sinirliydim. Neden olduğu konusunda bir fikrim yoktu. Sert sesim ile birlikte "Gir!" emrini verdiğimde içeriye bir asker girdi.
Selam durduğunda emrimle birlikte rahata geçmiş ve elindekileri önüme bırakmıştı.
"Sağ ol koçum."
"Siz sağ olun Komutanım" dedikten sonra "Çıkabilirsin!" dediğimde tekrar selam durmuş ve odamdan çıkmıştı.
Gelen simidi boş vererek sıcak olan çayıma uzandım ve büyük bir yudum aldım. Sabah içmediğime de pişman olmuştum. Hayatta bunun gibi güzel bir içecek var mıydı be.
Cem'i unuttuğumu hatırlayarak ona döndüm ve
"Söyle" diyerek konuşmaya teşvik ettim.
"Komutanım, ben diyorum ki sizi yemeğe mi götürsek?" dediğinde yeni yudumumu alacağım çay bardağımla öylece kaldım. Bunu mu diyecekti yani.
Gözlerim ona çevrilirken benimle yemeğin alakasını çözmeye çalıştım ama cevap bulamadım. Beni götüreceklerse bana niye bunu soruyordu ki.
"Götürecekseniz, ayarladıktan sonra bana haber vermeniz gerekmiyor mu?" diye sordum, doğal olarak.
İfadesini bozmadı fakat boynunu biraz bükerek mazluma büründü.
"Şöyle ki, Yağız Komutanımı yemeğe götürmek çok zordur. Timdekilerin hiçbiri de onu ikna etmek için bana yardımcı olmuyor. Bende dedim belki siz, benim biricik komutanım, bana yardımcı olur. Yanlış mı düşünmüşüm?" dediğinde tek kaşımın yanına diğeri de eklenmiş birlikte havaya kalkmışlardı.
"Ben ve Yüzbaşı'yı ikna etmek, öyle mi? Kaç yıldır tanıyan sen edemiyorsan ben nasıl edeyim? Kaldı ki ben ikna etmek ister miyim?" diyerek soruları yığdım, ardı ardına.
Sorduklarımı biraz düşünmüş, sonrada cevap vermişti.
"Komutanım, sonuçta timimize yeni geldiniz, hoş geldin manası ile söylesek gitmek ister belki. Ha, öyle olmasa da Yağız Komutanımın sizi kıracağını hiç sanmıyorum."
"Niye ben dedim diye yemeğe gitsin ki Cem?" diye sordum, sonuçta beni yeni yeni tanıyorlardı ve benim dememle bir şey yapacağını sanmıyordum.
"Siz orasını karıştırmayın komutanım, göbek adı gözlemci olan ben bunu söylüyorsam öyledir. Emin olun. Hatta iddiaya bile..." dedi ve gözlerinin büyümesi bir oldu.
Yüzüne yayılan gülümsemesi ile heyecanlı şekilde bana döndü.
"E Komutanım, biz sizin üzerinize iddiaya girmiştik ve siz kazanmıştınız. E biz parayı da vermedik." Demesi ile yüz ifadesi ile söyledikleri arasındaki zıtlık fazla dikkat çekiciydi.
"Söylediklerinle yüz ifaden birbiri ile uyuşmuyor. Ayrıyeten para filan istemiyorum ben, o zamanki mevzu o zamanda kaldı."
"Komutanım izniniz olursa eğer, para vermek yerine sizi yemeğe götürmemiz gerektiğini Yağız Komutanıma söylesem olur mu? Hem bunu kabul edecektir." Dediğinde ne yaparsa yapsın diyerekten onay verdim ve başka konuya geçmesine izin vermeden çıkmasını söyledim.
Onay vermemle birlikte çokça mutlu olmuş, sevinçle odadan ayrılmıştı.
Bende o gittikten sonra çayımı bitirmiş, biraz dinlendikten sonra dün çokça aklıma takılan konu ile ilgili araştırmaya başlamıştım.
İlk benim karışmama sebep olan kadının bütün bilgilerinin olduğu belgeleri bulmuş, çıktılarını almıştım.
Bunun sonrasında ise sırayla, Çelik ailesini ve Demir ailesini araştırdım. Bütün bilgilerinin de çıktılarını aldıktan sonra eve götürmek için bir dosyaya koyarak çekmeceme koydum.
Dosyalarla uğraşmak beni bitirmişti.
Hem yorulduğumdan, hem de yemek işinin ne olduğunu merak ettiğimden odamdan çıktım ve timin odasına gittim.
Kapıyı çalmadan içeri girdim. Yağız'ın olmasından ötürü selam durdum ve rahat demesi ile rahata geçtim.
Diğerleri de tam kadro buradaydı ve benim gelmem ile birlikte ayağı kalkıp selam durmuşlardı. Benim oturmamla diğerleri de geri yerlerine oturdular.
Diğerleri boş boş otururken, bir tek Yağız önündeki dosyalarla ilgileniyordu.
Cem'in ona seslenmesi ile elindeki dosyadan kafasını kaldırmadan dinliyorum manasında ona baktı ve dosyaya geri döndü.
Belli ki benim dosyalardan fazlası vardı onda.
"Komutanım, bugün yemeğe gidelim mi?" diyerek sorusunu sordu Cem.
Daha önce konuşmadığını anladığımda aklıma, belki de benim gelmemi beklemiş olabileceği düştü. Bu Cem çok fena bir şeydi. Ajitasyon yapmada da ayrı bir seviyeydi.
Yağız ilk tepki vermedi, fakat biraz sonra ters bakan gözlerle Cem'e döndü ve
"Yemeğe gitmeyi sevmediğimi bildiğin halde yine mi ısrar edeceksin Cem?" diye sordu. Sesinden bıkkınlık akıyordu.
Neden sevmediğini merak ettiğim için Cem konuşmadan sordum.
"Sevmemenizin nedeni ne komutanım?"
Benim konuşmamı duyar duymaz hemen bana dönmüş, yüzündeki bıkkın ifade değişmeden konuşmuştu.
"Neden olacak, bu hıyar herif yüzünden. Ne zaman dışarı çıksak bir belaya bulaşıyor. O bulaşınca otomatikmen bizde kendimizi belanın içinde buluyoruz." Dediğinde asıl nedeni kavramış oldum. Tabi timin diğer üyelerin ona neden yardımcı olmadıklarını da.
Tek kaşım kalkış bir halde Cem'e döndüm ve bana neden bu bilgiyi vermediğini düşünerek ters ters baktım. Adamı ne hale çevirmişti. Sonra da gelmiş, Yağız komutanım sevmiyor diyordu. Hayret bir şey.
Benim bakışlarımı görür görmez bakışlarını benden çekmiş, hiç suçu yokmuş gibi tekrar Yağız'a dönmüştü.
"Komutanım, vallahi bu sefer bir şey yapmayacağım. Hem geçen sefer adam gelmiş bana ters ters bakmış laf atmıştı. Gidip onun kafasında bardak kırmam asla benim suçum değildi." Dediğinde Metin konuşmuştu.
"Adamın ters bakmasının sebebi onun yediği yemeğe laf etmenden kaynaklı olmasın sakın." Diyerek gerçekleri Cem'in yüzüne vurmuştu. Konuştuğunda doğru konuşuyordu bu Metin.
"Allah aşkına komutanım, ahtapot yemek nedir, ıyy iğrenç. Ahtapot dediğin belgeselde olur, tabakta değil. Ben haklıyım."
"Yine konuyu değiştirdiniz komutanım." Diyerek konuşmaya kenarda sessizce oturan Kerem dahil oldu.
Cem'in yaptıklarına mı, yoksa haklı olduğunu haykırmasına mı şaşırayım bilemedim.
Cem Kerem'i başı ile onaylamış ve tekrar Yağız'a dönmüştü.
"Ne diyordum. Hah, hatırladım. Komutanım, hani şınav yarışı yapmıştık, sizde kaybetmiştiniz. Bizde sizin kazanacağınıza dair iddiaya girmiştik. Tabii siz kaybedincede dediğimiz miktarı Sıla Komutanıma verecektik ya. Biz o parayı vermedik." Dediğinde Yağız dişlerinin arasından konuştu.
"Bende kaybettiğimi biliyorum Cem, yarım saattir aynı şeyi diyip duruyorsun. Adamı hasta etme de ne diyeceksen kısa kes!"
"Aa, Sıla komutanımda bana "Kısa kes" demişti. Ben demiştim, siz çok benziyorsunuz."
Dedikleri ile konunun alakasını, ayrıyeten asla benzemediğimizi düşündüm ve sert şekilde konuştum. Benimle aynı anda Yağız da konuşmuştu.
Aynı şeyleri dememizde cabasıydı.
"Konudan sapma!"
Aynı anda ve aynı şeyleri söylememizden ötürü birbirimize dönmüş, Cem'in konuşmasıyla geri ona dönmüştük.
"Ne demiştim, çok benziyorsunuz."
Bizim ona ters bakışlarımızın yanına odayı ensesine inen elin sesi doldurdu.
Ona vuran Kemal abi değilmiş gibi elini geri çekmiş, kızar tonda onunla ilgilenmiyor gibi konuşmuştu. Bu sırada Cem ensesini ovuyordu.
"Gardaşım, konuşacaksan konuş. Ne diye başka şeyler diyip duruyorsun."
Cem artık herkesi sinir ettiğini anladı ve benimle konuştuğu konuyu biraz değiştirerek Yağız'a aktardı.
"Tamam ya. Komutanım, ben Sıla komutanıma iddiaya girdiğimiz parayı vermemiz gerektiğini söyledim, fakat parayı kabul etmedi. Bende diyorum ki para yerine ona güzel bir yemek ısmarlıyalım. Ne dersiniz? Bence her zamanki gibi harika bir fikir sundum."
Sonda kendini övmeyi de unutmamıştı.
Yağız biraz düşünmüş sonrasında kabul etmişti. Cem kabul etmeyeceğini söylesede bence gayette hızlı kabul etmişti.
Akşam altıda herkesin hazır olması hakkında anlaştıktan sonra, işlerimize geri dönmüştük.
♦♦♦
Saatin 17:10 olması ile gömüldüğüm dosyalardan başımı kaldırdım ve üzerimi değiştirmeden hemen önce Yüzbaşının odasına giderek çıkmak için izin aldım. İzin verdiğinde odama geri dönmüş kıyafetlerimi değiştirerek askeriyeden ayrılmıştım.
Rütbeli dahi olsam Üssümden izin almadan askeriyeden dışarı çıkamazdım.
Yarım saat önce siparişlerimin bu saatte geleceğine dair mesaj gelmişti. Hem gelenleri yerleştirmek, hem de akşam yemeği için üzerimi değiştirmek için erkenden işlerimi bitirmiştim.
Eve varır varmaz ikindi vaktinin geçmediğini görmüş, bunu görmemle güzelce abdestimi alarak ikindi namazımı eda etmiştim.
Bazı vakitleri kaçırıyor olsamda-ki bu beni çok üzüyor, genelde namazlarımı kılıyordum. Nefsimin önüne geçemediğim, işim var diyerek şeytana uyup vakitleri kaçırdığım zamanlar maalesef ki çoktu.
Namazımın bitiminden sonra ezbere bildiğim tesbihati yaptım ve Yaradanıma verdiği nimetler için şükrettim. Duamın sonunda iseher zamanki duam dilimden döküldü.
"Ya Rabbim. Bana, ben nasıl haramdan uzak kalıyor helalimi bekliyorsam böyle bir adam nasip et. O da haramdan uzak kalıp helalini, yani beni beklesin. Senin yolunda olan, beni islam yoluna daha da bağlayacak, onunla birlikte sana ibadet edebileceğim birini nasip et. Hakkımızdan hayırlısını en iyi sen bilirsin Ya Rabbim. Dualarımı kabul ve makbul eyle. Amin."
Duamı bitirdikten sonra semaya açtığım ellerimi yüzüme sürdüm ve seccademi özenli bir şekilde katlayarak dolabıma yerleştirdim. Üzerime geçirdiğim namaz elbisemi de çıkardıktan sonra aynı yere, seccademin yanına koydum.
Telefonumun çalması ile birlikte komidinimdeki telefonumu aldım ve kayıtlı olmayan numarayı cevapladım.
"Alo?"
"Er Samet Yılmaz, emredin Komutanım!" diyen ses geldiğinde sesim otoriteye bürünmüştü.
"Söyle Asker!"
"Komutanım lojman girişinde siparişiniz olduğunu söyleyen bir kurye var. Teyit etmek için aradım." Dediğinde onayı verdim.
"Al içeri Samet."
"Emredersiniz Komutanım!" dedikten sonra kapanmayan telefonu kapattım ve mutfağa geçerek bir bardak su içtim.
Yine ve yine işler beni bekliyordu.
♦♦♦
Kuryenin gelmesi ile içeriye dolu dolu bir sürü poşeti taşımış hepsini yerlerine yerleştirmiştim.
Şimdi ise yemek için kıyafetlerimi giymiştim.

Üzerimi giydikten sonra kolyemi ve künyemi çıkarmadan kulaklarıma halka küpelerimi geçirmiştim.
Çantama gerekli olabilecek ne varsa doldurduktan sonra, saatin tam 18:00 olması ile aşağıya indim.
Diğerleri beni şaşırtarak benden önce gelmişlerdi. İlk şaşırsamda, onlarında hızlı hazırlanabildiklerini öğrenmiştim.
Onlara selam verdikten sonra kendi arabama yönelmiştim ki Metin'in dedikleri ile rotamı değiştirdim.
"Sancakla benim arabayla gideceğiz. Sen onunkine geç istersen. Kemal Abilerin biraz işi çıkmış, onlarda sonradan gelecekler."
Benim için fark eden bir şey olmadığından dolayı kabul ettim ve Yağız'ın arabasına ilerledim. Benim bineceğimi anlayan Yağız arabasının kilitlerini açmış benimle aynı anda binmişti.
Arkaya da Cem oturunca yola koyulduk.
Yol sessiz ilerlerken bu sessizliği Cem bozdu tabi ki.
"Sıla komutanım, tekmil verirken Iğdırlı olduğunuzu dediniz ama buraları bilmiyorsunuz. O nasıl oluyor? Aşırı merak ettim."
Yeni bilgi, bu çocuk çok meraklı.
"Burada doğmuşum ama on iki yaşındayken buradan ayrıldım. Hiçbirşey hatırlamıyorum bu yüzden."
Aslında on iki yaşı gayette hatırlanabilir bir yaştı ve ben o zamanları fazlası ile net hatırlıyordum.
Dışarıyı bilmememin sebebi, eskiden aile sandığım pisliklerin beni dışarıya koymamasından dolayıydı. Sadece okula gönderiyorlardı. Ama şöyle bir kuralları vardı. Eğer tam saatte evde olmazsam bir daha göndermeyeceklerdi. O kadar hızlı koşardım ki geç kalmamak için. Okumamam engel olmamaları için...
Cem'in sesi ile geçmişimden sıyrıldım. Gözlerimde anılarımla birlikte sızlamıştı.
"Haa, o yüzden. Anladım komutanım. Sağ olun merakımı giderdiğiniz için."
"Sıkıntı yok, merak ettiğin her şeyi sorabilirsin."
Bu konuşmanın haricinde kimse konuşmamış, gideceğimiz alana kadar sessiz kalmıştık.
♦♦♦
Kısa bir yolculuğun ardından, lüks sayılabilecek bir lokantaya geldiğimizde araçlardan inmiştik. İçeri geçtiğimiz zaman görevlinin bizi yönlendirmesi ile büyük bir masaya geçmiş olduk.
Kemal abinin ve Lale ablanın yerleri boş kalırken diğer herkes yerlerine geçmişti.

Menüye bakarak istediğim yemeği seçtim ve diğerlerinin sohbetine az da olsa katıldım.
Sipariş vermek için Kemal Abileri beklemiştik.
Bir on dakika sonra kulağıma neşeli ve tanıdık olan kız çocuğu sesi ilişti.
"Kyaliçeee"
Sese doğru döndüğümde mavi gözlerini heyecanla açmış, bana doğru koşan Yağmur'u gördüm. Onun bana koşmasından dolayı hemen sandalyeme yan şekilde oturdum ve eğilerek kollarımı ona doğru açtım.
Diğerleri de ses ile birlikte sohbeti bırakmışlardı.
Yağmur bana doğru koşmaya devam etti ve kollarımın arasına büyük bir sevgiyle girdi. Onu koltuk altlarından tutarak havaya kaldırdım ve kucağıma yerleştirdim. Onun ilk bana seslenmesi ve bana koşması içimi hoş etmişti. Yüzümdeki tebessümüm ile kucağımda olan güzel miniğe döndüm.
Kocaman açık olan gözleri ile yüzümü inceleyen minik, benim ona dönmem ile hemen gülmüş ve yanağıma küçük bir öpücük kondurmuştu. Çok hafif şekilde öptü, fakat benim için bu his oldukça büyüktü.
Bıcır bıcır konuşması yok mu.
"Naşışın kyaliçe?"
Kollarımı etrafına düşmemesi için doladıktan sonra ona cevap verdim.
"İyiyim miniğim, seni gördüm çokça iyi oldum. Sen nasılsın bakalım?"
Benim sözlerimden sonra gözlerini kaçırmış yanaklarının kızarması ile konuşmuştu.
"Ben şimci şenin iyi omana mı neden oydum?"
Yanaklarını ısırma isteğim, çık aklımdan.
"Evet, öyle oldu."
Konuşmak yerine göğsüme sokulmuş, sıkıca bana sarılmıştı. Onun bu hareketiyle ellerim onun minik bedenini güzelce sarmalamıştı.
Gözlerimi ondan ayırıp yeni gelen Lale ablaya ve Kemal abiye baktım. Onlar için ayırdığımız yerlere geçmişler, kızlarına ve bana sevgi dolu gözlerle bakıyorlardı.
Hem baş selamıyla hem de konuşarak selam verdim.
"Hoşgeldiniz"
İkiside aynı anda "Hoşbulduk" demiş, Cem'in çok acıktığına dair olan konuşması ile de siparişleri vermiştik.
Bir yandan yemeğimi yerken, diğer yandan kucağımda uslu bir şekilde oturan miniğede yemeğimden küçük lokmalar halinde yediriyordum.
Lale abla kucağımdan almak için konuşmalar yapsa da almasına izin vermemiş, kucağımda kalmasını sağlamıştım. Hem ben her şekilde karnımı doyururdum. Anne olan Lale ablanın da rahat olması gerekiyordu. Elimden geldiğince yardımcı olmak istemiştim.
Sohbete çok katılmamış olduğumdanmıdır bilinmez, Cem konuyu bana yönlendirdi.
"Sıla Komutanım, arabada demiştiniz ya istediğini sorabilirsin diye, bende diğer bir merak ettiğim konuyu sormak istiyorum. O dingil herifler, sizin abilerinizse niye sizin soyadlarınız aynı değil?"
Bu konunun elbette açılacağının farkında olduğumdan dolayı şaşırmadım ve her zaman olduğu gibi gerçeği söyledim.
"Çünkü onlarda bende birbirimizi yeni öğrendik." Dediğimde Cem'in gözleri kocaman açılmış şaşkınlığını belli eden sesi ile sorusunu sormuş, bunun dışında da kafasında baya kurmuştu.
"Nasıl ya, doğduğunuzdan beri kardeşseniz, bunu nasıl yeni öğrenebilirsiniz ki? Yoksa anne babanız boşanmışta anneniz tekrar bir araya gelmemek için sizi saklamış mı?"
Teorisinin benim anlatacaklarımla uzaktan yakından alakası olmaması beni güldürmüştü. Burnumdan gelen sesle birlikte gülmüş, miniğime bir sonraki lokmasını yedirerek geri Cem'e dönmüştüm.
"Uzaktan yakından alakası yok, hem sen ne hızlı kurdun kafanda?" diye sorduğumda Cem yerine, yanımda oturan ve gözlerini Yağmurdan ayırmayan Metin konuştu. Yağmur'a olan bakışları öyle güzeldi, öyle şefkat doluydu ki.
"Kendisi anca kafadan kurar zaten, başka işi mi var bu işsizin."
Cem bu konuşmayı duyunca şok olmuş hemen itiraz etmişti.
"Ben mi işsizim abi. Allah aşkına, senin işsiz diye tanıttığın ben var ya ben, sizi kaç kere mayından kurtardım. Ben olmasam bir ay önceki mayın tarlasını nah geçerdiniz."
Metin onun konuşmasından sonra Yağmur'u kontrol etmiş, geri Cem'e dönmüştü.
"Çocuk var ulan, çocuk. Doğru dürüst konuş, benim asabımı bozma."
Cem komutanı olduğu için bir şey diyememiş, Yağmurda çareyi bulmuştu.
"Güzelim, bak bakalım biricik abine."
Yağmur çiğnediği lokması ile birlikte Cem abisine dönmüştü. Onun dönmesi ile Cem konuşmasına devam etti.
"Ben kötü birimiyim Yağmur? Bak Metin abine, bana kötü olduğumu söylüyor. Söyle ona ben nasıl biriyim."
Yağmur onu güzelce dinledikten sonra yuttuğu lokması ile birlikte kucağımda olacak şekilde ayağı kalkmış Metin'e doğru kollarını açmıştı.
Metin, onun bu hareketi ile küçük bir tebessüm etmiş, dikkatli bir şekilde onu kendi kucağına almıştı. Artık onun kucağında olan Yağmur hiç oturmadan Metin'in boynuna sıkıca sarılmıştı. Onun sarılması ile Metin hiç beklememiş, koca elleriyle onu sarmalamıştı.
Cem'in ifadesini tahmin ederek ona döndüğümde, düşündüğüm gibi olduğunu gördüm. Hayal kırıklığına bürünmüş olan yüzü ile ağzı açık Yağmur'a ve sarıldığı Metine bakıyordu.
Elini anlına siper eder gibi yaptıktan sonra büyük bir oyun sergilercesine yakındı.
"İnanamıyorum. Kıza diyorum ki ben kötü birimiyim, gitmiş bana kötü diyen adama sarılıyor." Dediğinde dayanamamış olacak ki Kemal abi konuştu.
"Birde bayıl istersen."
"Böyle giderse bayılmam yakın. Dikkat edin de yere düşmeyeyim. Kafamı kırarsam bensiz ne yaparsınız sonra?"
Bu sefer cevap karşımda oturan Yağızdan gelmişti.
"Kafamızı dinleriz."
Cem ikinci bir ihanet yemişçesine dudaklarını büzdü ve sessizce önüne döndü.
Tabi ki düşündüğümüz gibi bu sessizliği uzun sürmedi.
Sapan konuya tekrardan dönüş yaptı.
"En son benim dediklerimle alakası olmadığını demiştiniz, peki o zaman nasıl yeni öğrendiniz?"
Bu konu çokça can sıkıcı olduğundan dolayı kısaca bilgi verdim.
"Doğumda karışmışım. Beni yanlışlıkla karıştırdığını iddia eden hemşire polise gidip böyle bir şey olabilir demiş. Polislerde belgelere bakınca böyle bir olayın olabilme ihtimali ile doktorları olaya dahil ettiler. DNA testi yapınca da gerçekler ortaya çıktı."
Masadaki herkesin kaşları aynı anda çatılırken tepkiler sırası ile geldi.
"Oha!" (Kerem)
"Vay anasını" (Cem)
"Kötü olmuş" (Kemal)
"Aaa" (Lale)
"Şaşırtıcı" (Metin)
"Bu olay tam olarak ne zaman oldu?" (Yağız)
Diğerlerinin tepkilerinden sonra Yağız'ın sorusu ile ona döndüm.
"Kaza yapmadan önce hastaneden aradılar."
Yağız, benim konuşmamla birlikte gözlerini kısmıştı. O gün olanları yeni kavrıyordu.
"O yüzden öyle sinirliydin." Dediğinde düşüncelerimi doğrulamış oldu.
"Evet."
Yağız başını salladıktan sonra arkasına yaslandı ve çatık olan kaşları ile sessiz kaldı.
Cem yeni sindirmiş olacak ki yeni konuşuyordu.
"E peki bu dingil herifler niye size kötü davranıyor? Sizin ne suçunuz var."
"O konu da şunu söyleyebilirim. Bunu bende bilmiyorum. Onlarla tanışmaya gittiğime beni pişman ettiler. Yetmedi, ikide bir karşıma çıkıp duruyorlar." Dememle birlikte giriş tarafından kalabalık bir gürültü duyuldu.
Merak ederek oraya döndüğümde gördüğüm kişilerle şaşırmamıştım. Ben nerede, onlar orada. Gözlerimi devirmemde tam olarak bu yüzdendi.
Bütün Demir ailesi şuanda bizim karşımızda olan büyük masaya yerleşiyordu.
Cem'in söylediklerini sesli olmasa da onayladım.
"İyi insanda değiller ki lafımızın üstüne geldiler diyelim."
♣♣♣
Bölüm sonu.
Bölümü nasıl buldunuz?
En sevdiğiniz sahne?
Demir kardeşleri affetmeyi düşünürmüydünüz?
En sevdiğiniz karakter hangisi?
Tekrardan sizlerden bölüm geciktiği için özür diliyorum. Duyuru olarak paylaştığım sorunlarım devam etti ve maalesef ki bölümü yazmama engel oldu.
Ve müjdemi isterim ki Pazartesi günü bilgisayar ile ilgili problemim bitecek.
Yaz tatili boyunca bolca bölüm biriktiririm inşallah.
Dualarınızı eksik etmeyin lütfen. İnstagram hesabımdan yapılan duyuruları, ve videoları görebilirsiniz. Takip etmeyi unutmayın.
Sizleri çok seviyorum canlarım.
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere.
Allah'a emanet olun.
İnstagram:
asil_kalem
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |