

Başlama tarihlerinizi rica ediyorum papatyalar 🌼👉
-----
Bazı duygular var, anlatmam imkansız... Bazı duygular var, anlaman imkansız...
------
Mart 2024
Evden kaçar gibi çıktım apar topar. Sokaklarda yürümüyor, adeta koşuyordum. Yağan yağmura, esen sert rüzgara aldırmadan, sokaklarda koşar gibi yürüyordum. Kaçtığım birisi değildi, aksine kendimdi; duygularımdı, korkularımdı. Bir an durup soluklandım.
İnsanlardan kaçmaya, uzaklaşmaya o kadar alışmışım ki, bir an sanki yağmurdan da kaçıyordum. Oysa bu, içimin yandığı, kimseye ağzımı açıp bir kelime edip içimi dökemediğim bu günlerde içimi soğutan, rahatlatan bir şeydi. Yağmur...
Adımlarımı yavaşlattım ve olduğum yerde durup yüzümü gökyüzüne çevirdim. Yağmur damlalarının yüzümü okşamasını istedim; sanki bütün hüznümü, karanlığını arındıracakmış gibi, içimin yangınını söndürecekmiş gibi hissettim.
Nasıl yağmurlu günlerde, yağan yağmur tüm şehrin sokaklarının temizliyor, içimi de öyle temizlesin istedim. Yağmurun yüzüme dokunuşu o kadar hafifti ki, esen sert rüzgarın beni üşüttüğünü hiç fark etmedim.
Mart'a gelmiş olmamıza rağmen rüzgar çok soğuktu ama rüzgara hiç kulak asmadan yüzümü gökyüzüne çevirip yağmurun beni ıslatmasına ve içimde alev alev yanan yangınları söndürmesini bekledim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. İçimin biraz soğuduğunu hissedince önüme bakıp bu sefer ağır adımlarla yürümeye başladım.
Çocukken yağmurlu günleri sevmezdim, yağmuru sevmezdim; beni üşüttüğünü düşünürdüm, havanın soğuk olduğunu ya da her yerin ıslak olduğunu. Ama artık büyüdüğümü, yağmuru severek daha da iyi anlıyorum.
Ağır adımlarla yine kütüphanenin yolunu tuttum. Yolda yağmurdan ıslanmış bitkileri, çiçekleri incelerken gözüme ufacık narin bir papatya ilişti. O kadar küçüktü ki, bakmak için eğildim ve dikkat kesildim. Çevresinde başka hiç papatya olmamasına rağmen o dimdik ayakta ve umut doluydu. O ufak papatyadan benim de kalbime umut aktı.
Ben neden, bütün rüzgarlara, yağmurlara, zorluklara rağmen bu papatya misali dimdik, tek başıma da olsam, ne kadar küçük ve kırılgan da olsam, dimdik ayakta duramıyorum ki dedim. Bir papatyadan bile alacak o kadar dersler var ki.
Biraz daha yürüyüp kütüphaneye vardım. Otomatik kapılardan geçip içeri girdiğimde yüzüme ılık bir sıcaklık vurdu ve hemen gözlüklerim buğulandı. İçerisi pek kalabalık değildi; tek tük masa başında çalışan birkaç kişi, köşede oturup kitap okuyan birkaç kız vardı.
Genelde oturduğum kütüphanenin en arka ve cama bakan tarafına oturdum. Buradan yağmuru izlemesi çok keyifliydi. Ellerim yavaş yavaş ısınmaya başlayınca dışarıda üşüdüğümü ancak fark ettim. Yağmurda ıslanmak ruhuma o kadar iyi gelmişti ki, ellerimin kıpkırmızı olduğunu bile fark etmemişim.
Dışarıya çıkarken acele ile boynuma doladığım atkımı çıkarıp kenara koydum. Çantamın fermuarını açtım; içinde genelde sevdiğim birkaç kitap ve mutlaka defter kalem olur, ne olur ne olmaz, bir yerde sıkılırsam ya da beklemem gerekirse hemen açıp bir kitap okurum. İnsanlardan bana daha da iyi geliyor kitaplar...
Ne zaman sıkılsam, içimde rahatsa kendimi kütüphaneye atıyorum. Kütüphaneler, kendimi ait hissettiğim nadir yerlerden. Genelde kendimi hep eğreti ya da fazlalık hissederim. Kalabalık ortamlar ya da yapmacık mekanlar beni çok sıkar ama kitaplarla birlikte kendim olabilirim, özgür olabilirim ve içinden ne geçiyorsa defterime dökebilirim...
İçimden geldiği gibi defterime bir şeyler yazıp karalarken bir anda çalan telefonun sesi ile irkildim. Arayan annemdi. Telefonumu sessize almayı unuttuğum için içimden kendime kızdım. Ardından hemen telefonu yan tarafından sessize alıp konuşmak için kütüphaneden dışarı çıktım. Dışarı çıkar çıkmaz soğuk yüzüme vurdu. Ardından annemi aradım; bir kez çaldıktan sonra hemen telefonu açtı. Annemin sesi telaşlı geliyordu.
"Yavrum, misafirler geliyor, acilen eve gel, yardıma ihtiyacım var, çabuk ol, hiç vakit kaybetme, sana attığım alışveriş listesini de marketten al."
İçimden gene sakin ve mutlu anların çok uzun sürmediğini hatırladım ve sakin bir sesle,
"Tamam annem, malzemeleri alıp geliyorum."
Acaba gelen misafirler kimdi? O kadar telaşlı konuşmuştu ki annem, kimin geleceğini soramamıştım bile. Telefonu ve üşüyen ellerimi cebime sokup tekrar kütüphaneye girdim. Kitaplarımı, kalemlerimi ve bazı insanlardan çok şey paylaştığım defterimi özenle çantama yerleştirip huzurlu köşeme son bir bakış attım. Ardından dikkatli adımlarla kütüphaneden çıktım.
Adımlarımı o kadar yavaş atıyordum ki, eve gidesim yoktu. Hızlanarak yağan yağmura aldırış etmeden inatla adımlarımı yavaş yavaş atıyordum. Tekrar o mahalleye, o sokaklara giresim gelmiyordu.
Mahallemi, komşularımı o kadar sevmeme rağmen son birkaç ayda o kadar soğumuştum ki, o kadar kırılmıştım ki herkese... Kimse bir kere gelip bana sormadan, gerçekleri bilmeden, sadece sağdan soldan duydukları yarım yamalak, herkesin ufak bir şeyler kattığı dedikodulara inanıyordu...
Halbuki benim neler hissettiğimden, nelerle mücadele ettiğimden bihaberler. İçimde ne fırtınalar, ne yangınlar var; bir tek Rabbim biliyor, bir tek içim onu anlatabiliyorum, ona dökebiliyorum, bir tek o beni anlıyor. Namazlarımda, secdelerimde uzatıyorum ona döküyorum içimi...
Bazen seccademi gözyaşlarımla ıslatıyorum, sessiz sessiz ağlıyorum. Kimse beni ağlarken görsün istemiyorum. Bu yüzden yağmurlu havaları çok seviyorum; özgürce ağlayabiliyorum, kimseden kaçmadan, kimse beni ağlarken görecek diye korkmadan...
Ama biliyorum ki yağmurlardan sonra gökkuşakları çıkar. Acaba benim hayatımın gökkuşağı ne zaman çıkacak? Benim güneşli günlerim, gökkuşaklarım ne zaman gelecek? Şu an yüreğime yan, bu sağanak yağmurlar içimdeki tohumları besliyor.
Ben ne kadar bu yağmurları rahmet olarak göremesem de, onlar Rabbimin bana hem imtihanları hem de rahmeti...Yağmurda ıslanan birisi şikayet ederken, toprağın altındaki tohumlar yağmurdan dolayı rablerine şükrediyorlar...
Baharda o güleç yüzlerle toprağın altından çıkmaları için o tohumların bu sağanak yağmurlara, soğuk rüzgarlara, fırtınalara ihtiyacı var; tıpkı benim içimdeki tohumlar gibi... Halbuki biz istiyoruz ki hiç fırtına olmasın, hiç yağmur yağdırılmasın, her zaman güneş açsın, her zaman mevsim ılık bir yaz günü olsun. Ama öyle olursa çiçekler açmaz, ağaçlar büyümez, meyveler olgunlaşmaz ki...
Derin düşüncelerimden mahallemizin başındaki market tabelasını görünce sıyrıldım. Marketten içeri girip telefonumu çıkardım; annemin gönderdiği listedeki eşyaları aldım. Kasaya geldiğimde normalde benimle selamlaşıp konuşan Nergis teyze bile yüzüme bakmamıştı. Ben yine belki yanlış anlıyorumdur diye yumuşak bir sesle,
"Kolay gelsin Nergis teyze,"
gözlerime soğuk bir bakış attı. Ardından buz gibi bir sesle,
"Sağolasın."
Arkamda sırada bekleyen Derya'ya döndü ve benim aksime sıcak bir gülümseme ile,
"Hoş geldin Derya."
"Hoş buldum Nergis teyzem."
"Ne var, ne yok? Annenler nasıl?"
"Hepsi iyiler, sağ olasın."
Bana dönüp, salık saçlarını yüzüme doğru savurup küçümser bir şekilde baktıktan sonra tekrar Nergis teyzeye döndü,
"Benim gibi hayırlı bir kızları olduğu için Allah'a şükrediyorlar," deyip kıkırdadı...
Yüzüm düştü. Ne ima ettiğini anlıyordum. Derya zaten küçüklüğünden beri sürekli benimle yarışırdı. Ben onunla yarış halinde olmamama rağmen, kendi eksikliklerini örtmek için sürekli benim ayıbımı arardı. En ufak yaptığım bir yemekte bile benimle itişmekten zevk alırdı.
Yıllardır aradığı o fırsatı eline vermiştim. Hızla poşetimi alıp daha fazla burada durmak istemediğim için marketten çıktım. Yüzüme çarpan soğuk havayı derin derin içime çektim. İçeride sanki nefes alamamıştım; o kadar daralıyordu ki kalbim.
Ben kendimi toparlamaya çalıştıkça, yaralarımı sarmaya çabaladıkça, böyle insanların davranışları yüreğimdeki henüz kabuk tutmamış yarayı sızlatıyordu. Gözlerim doldu. Rabbime sığındım; hemen bir inşirah okumaya başladım...
Hızlı adımlarla merdivenleri tırmandım. Kapıyı küçük kardeşim Enes açtı, kocaman bir gülümsemeyle. Ben de gülümseyerek ona karşılık verdim.
"Abla, Dürdane teyzeler geliyormuş, Turan amca da geliyor, kesin bana yine çikolata getirecek."
Dürdane teyze sözünü duyunca yine yüzüm düştü. Bu olaylara hep onlar sebep olmuştu; onlar başlatmıştı. İçimden bir ses, kötü bir niyetleri yoktu; sadece güzel bir işe vesile olmak istediler. Su-i zan ediyorsun dese de, isimlerini bile duyunca moralim bozuluyor.
Enes'e bir şey belli etmeden,
"Hmm, öyle mi?" diyerek elimdeki poşeti ona uzattım.
Ayakkabılarımı çıkarıp içeri geçtim. İçeriden mis kokular geliyordu. Annem yine çeşit çeşit mis kokulu ikramlıklar hazırlamıştı. Ne zaman annemin o enfes kekinin kokusunu alsam, içimdeki küçük kız sevinç çığlıkları atıyor. Odaya geçip eşarbımı çıkardım, mantomu vestiyere astım, hızlıca elimi yıkamak için banyoya geçtim.
Koridordan kız kardeşim Hüma'nın süpürge sesi geliyordu; yine misafir geldiği için yüzüne asıktı, sinirli sinirli bütün hıncını halılardan almak ister gibi süpürüyordu.
Mutfakta annemin yanına geçtim; yüzüme, bana ne kadar gerçekçi gelmese de, annemi inandıracak kadar sahte bir gülümseme takıp,
"Anneciğim, yine döktürmüşsün. Ellerine sağlık, mis gibi kokuyor her yer,"
sesimi duyunca bana doğru döndü. Ne kadar telaşlı da olsa, bana bakarken gülümsedi.
"Tam zamanında yetiştin, marketten ihtiyaçları aldın değil mi? Hemen bir ucundan tut, misafirler bir saate burada olur."
Başımı salladım; güven veren bir sesle,
"Tamamdır, hallediyorum."
Bir saate her şey hazırdı. Bitkin bir şekilde kendimi yatağıma bıraktım. Gerçekten gelen kişilerin yüzünü görmeyi bırak, seslerini bile duymak istemiyorum ama bunu anneme söyleyemem.
Ne diyeceğini çok iyi biliyorum; "Onların bir suçu yok kızım, ayıp olur, üzerini giyin ve misafirleri karşılamak için gel," diyecek. Onlara göre ben her şeyi çoktan aştım; daha fazla dile getirip abartmaya gerek yok. Birkaç kere söylediğimde böyle yanıt almıştım. Hayır, ben abartmıyordum; ben gerçekten yaralanmıştım, gerçekten kırılmıştım.
Hiçbir şey yapmadığım halde, sadece gönlüm ısınmamıştı ona. Sevmemiştim, sevmemiştim işte. Dahası var mıydı? Ne kadar bana uygun birisi olursa olsun, ne kadar bana her konuda denk gibi görünsek de gönlüm ısınmıyor ona.
Yanında mutlu hissedemiyorum, kalbim çarpmıyor ona. Neden anlatamıyorum bunu? Neden anlamıyorlar? Sevmemek mi beni suçlu yapıyor? Yani annemlere göre zaten ben de karşı tarafa sıcak davranmadığım için, hep gönülsüz yaklaştığım için hep bunlar olmuştu. Benim neler hissettiğimin pek bir önemi yok; önemli olan onlar bize çok uygun bir aile, maddi açıdan rahatlar, dindar bir aile ve benim için çok uygunlar.
Ailemize münasipler; en önemli noktalar bunlar değil mi? Tamamen işler istenildiği gibi gitmeyince ne oldu? Biz mahalleye rezil olduk, çevreye ayıp oldu, bizi seven ve güvenen insanları mahçup ettik. O kadar yapılan hazırlıklar, harcanan masraflar boşa gitti. Ailemizin adı çıktı, etrafta hakkımızda dedikodular dönüyor. En çok dikkat ettikleri şeyler ve önemsedikleri bunlar; ben ve hissettiklerim değil...
Bunun farkındayım. Ne kadar acı da kalbimdeki o yaraya küçük küçük bıçaklar sokup yaramı kanatsa da hepsinin farkındayım. Dile getiremesem de, herkese yalancı bir gülümseme ile baksam da biliyorum. Ne kadar her şeyi unutmuş, her şeyi geride bırakmış gibi yapsam da farkındayım; babamın o günkü bana bakışını, annemin gözlerini kaçırıp başını yere eğişini, nikah salonundaki herkesin fısıldayarak aralarında konuştuklarını, kınayan bakışları, nikah memurunun bile "neden burada beni boş yere bekletiyorsunuz?" diye hayıflanmalarını biliyorum. Hemen mahalledekilerin laf çıkardıklarını biliyorum...
Ama şunu da biliyorum ki benim Rabbimin gücü her şeye yeter. Eğer beni bununla sınıyorsa, benim yüreğimi böyle imtihanlarla dağılıyorsa elbet vardır onun bir bildiği. Benim için en hayırlısını, en güzelini bilen elbette beni yaratan dır, başkası değil. Ben bile bana neyin en iyi olduğunu bilemem. Bu düşünce ve inanç beni rahatlatıyor ve daraldıkça aklıma Sevdenur Ablanın bana anlattıkları geliyor ve şu söz kulaklarımda çınlıyor:
Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayete göre, o şöyle dedi: Rasûlullah (asm) “Büyük bir işe, musibete uğradığınızda 'Hasbunallah ve ni'mel-vekîl.' deyiniz” buyurdular.
Ben de "Hasbunallahu ve ni'mel-vekil" dedim.
Bazen nefsime ağır da gelse, beni rahatlattığını bilerek abdestimi alıp seccademi serdim. İkindi namazını eda edip selam verdikten sonra tesbihlerimi tefekkür ederek çekmeye çalıştım ve bütün sıkıntılarım sanki omuzlarımda toplanmış gibi hissettim. Ben o yüklerin altında eziliyordum.
Açtım ellerimi Rabbime, yumdum gözlerimi; ne geçiyorsa içimden hepsini döktüm onun huzurunda. Anlattım, biraz ağladım, biraz daha anlattım. Kimse beni anlamıyor, ya Rab, sen biliyorsun. Yüreğimi birinin beni anladığını bilmek, yüreğimin en derinlerini duyduğunu bilmek, bu ne büyük saadet...
Öyle bir rahatladım ki anlatamam; bu seccadeye oturduğum zamanki gibi değil, tamamen hafifleşmiş ve sakinleşmiş olarak doğruldum. Üzerime pek de özenmeden dolabımı açıp elime ilk gelen elbiseyi giydim. Bir de eşarbımı iğneleyip odadan çıktım.
Misafirler de yeni gelmişti. Annem onları karşılayıp salonu alıyordu. İçime derin bir nefes çektim ve salona doğru ilerledim. Ne kadar ayaklarım geri geri gitse de, girmek istemesem de, kapının kolunu çevirdim ve içeri girdim. Bir de ne göreyim, meğer ben Enes'ten eksik duymuşum; içeride Dürdane abla, Selma teyze ve kızı Derya da gelmiş.
Yalancı bir gülümseme ile mecburen hepsiyle sarılıp karşı kanepede annemin yanına oturdum. Ayıp olmasın diye biraz oturup çay bahanesiyle bu ortamdan sıyrılmayı planlıyordum ki Derya'nın sinsi sinsi bakışları pek buna müsaade etmeyecek gibi duruyordu.
"Biraz önce markette karşılaştık ama konuşmadan çıktın, nasılsın Mihri?"
demesiyle düşündüklerim de haklı olduğumu anladım. Ona karşı gardımı indirmek gibi bir niyetim yoktu; onun benim üzgün ve kırgın olduğumu bilmesine gerek yoktu. O yüzden ona karşı bu yönlerimi saklayarak gülümsedim.
"Elhamdülillah, her halime çok şükür, sen nasılsın?"
"Ben gayet iyiyim, hayatım tam istediğim gibi," deyip bana göz kırptı.
Onun bu rahatsız edici tavırlarından, annemin Selma teyze ile konuşmasıyla ben de dikkatimi Selma teyze'ye çevirdim. Selma teyze, her zamanki sakin ve yumuşak ses tonuyla annemle birbirlerine hal hatır soruyorlardı. Dürdane teyze de onlara eşlik ediyordu.
"Ben bir çaya bakayım," deyip kalktım. Niyetim çay falan değildi;
sadece bu ortamdan sıyrılıp en azından mutfakta oyalanarak biraz rahatlamak istedim. Çünkü bana soracakları sorulara hazır değildim; ne hiçbir soruyu cevaplamak ne de kendimi anlatmak istemiyorum. O yüzden kaçıyordum. Şu an kaçmak daha kolay geliyordu; en azından kendi içimdeki fırtınalar dinene kadar...
Çay tepsisini çıkardım, ince belli çay bardaklarını ve metal çay tabaklarını dizdim. Her bardağa da birer kaşık takınca tepsi hazırdı.
İkramlıkları tabaklara dizmeye başladım; annemin nefis kokulu kekinden her tabağa birer dilim kondurdum ve puf puf poğaçası, ona da bayılıyorum.
Gerçi galiba ben annemin her yaptığı şeye bayılıyorum; annemin eli değilse şifalı geliyor onlar bana. Ben tabakları hazırlarken yanıma
Enes geldi; elinde dört gözle beklediği fıstıklı çikolatası önce bana gösterip,
"Bak abla, çikolatam geldi,"
hevesle açıp yemeye başladı. O kadar iştahlı yordu ki, benim bile canım çekti. Çikolatayı severim ama acı olanını...
Mutfağa babam girdi; hafif telaşlı bir sesle,
"Çaylar, ikramlıklar hazır mı?"
Başımı tabaklardan çevirip kapıda dikilen babama baktım.
"Hazır babacığım, buyurun taşıyabilirsiniz içeri."
Babam hafif başını salladı ve tabakları içeri taşımaya başladı. Yaşanan bu olaylardan beri eskisi gibi konuşmaz olmuştuk; eskisi gibi muhabbet edemiyorduk. Sanki aramıza görünmez duvarlar örülmüştü.
Ne ben o duvarları yıkmaya çalışıyordum ne de o duvarları aşıp yanıma gelmeye çalışıyordu. Bilmiyorum, belki de sadece herkes dinginleşmeye çalışıyordu.
Babam mutfaktan ayrıldıktan sonra ben de çay tepsisini alıp salona yöneldim. Tam kapıyı açacakken benden önce Derya kapıyı açtı. Yine samimiyetsiz bir gülümseme ile,
"Ben de yardım edeyim,"
dedi. Ben de aynı onun gibi yalancı bir gülüşle,
"Tabii, mutfaktaki tabakları taşıyabilirsin," diye karşılık verdim.
Hüma bu sırada içeri, odaya dinlenmeye çekilmişti. O pek misafirleri sevmediği için ve annemin gözünde hala küçük olduğu için misafirlerin yanına çıkmasa da annem ona çok ses çıkartmıyordu. Zamanında çok ısrar etti ve Hüma bu sefer gelip misafirlerin yanında surat astığı için annem,
"En iyisi sen içeride kal," deyip razı oldu.
Herkese çaylarını ikram ettikten sonra acaba bu ortamdan nasıl kaçabilirim diye kafamda senaryolar kuruyordum. Ama tabii çekirge bir zıplar, iki zıplar ve üçüncü zıplayışım Dürdane ablanın sesi ile kesildi. Yumuşak ama bir cevap arar gibi sordu,
"Mihriciğim, sen neler yapıyorsun?"
Her şeyin oldukça farkında olduğunu biliyorum; yalnızca biraz benim ağzımdan duymak istiyordu galiba. Derya ve Selma teyze de burada olduğu için biraz daha cevabımı tartarak verdim. Son günlerde alıştım o yapmacık tebessümle,
"Bayağıdır okumak için biriktirdiğim kitaplar vardı, onları okuyorum. Kurs hayatı beni yıllardır epey yormuş; biraz hayatı ağırdan alarak o yorgunluğun acısını çıkarıyorum."
Derya hemen atladı,
"O yorgunluğun sebebi başka bir şey olabilir mi?"dedi kinayeli bir sesle.
Selma teyze kızını hafifçe dürttü ve hepimizin anladığı lafları örtmek için,
"Ne olabilir ki kızım? Mihri yıllardır hafızlık yapıyor, elbette ki çok yorulmuştur. Biraz dinlenip kendine vakit ayırması en doğru olanı,"
annem de bana bakarak onayladı.
"Evet, Mihri çok yoruldu; biraz dinlenip kendini toparlaması daha iyi olur. Sonra gönlü nasıl isterse kendine öyle bir yol çizebilir."
Ne kadar beni onaylıyor ve tarafımı tutuyor gibi gözükse de aslında annem de içten içe olayların böyle geliştiği için hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu gözlerinden çok rahat bir şekilde okuyabiliyorum. Daha fazla bu rahatsız edici ortamda durmak istemedim.
"Çay soğudu galiba," deyip çaydanlığı bir hışımla aldığım gibi hızlıca salondan çıkıp mutfağa yöneldim.
Çaydanlığı ocağa koyup altını açtım; sanki altında ateş yanan çaydanlık değil de bendim. Benim için fokurduyordu. Bir yanım üzülüyor, bir yanım öfkeleniyordu.
Nasip kısmet böyleymiş; herkes beşeri nazarıyla iki kişiyi birbirine yakıştırıyor diye, bütün sebepler o kişiyi birbirine muvafık gösteriyor diye, iki gönül birbirini sevecek değil.
Gönüller birbirine ısınmadıysa, ne kadar her şey tastamam gözükse de çok büyük bir eksik var aslında; sevgi eksikliği, aşk eksikliği. Bunlar yeri doldurulamayacak kadar büyük ve bizim aramızda Cengiz'le bunlar eksikti.
Bunu beni nikah günü o masa da tek başıma bırakınca tam manasıyla anladım.
Cengiz ne kadar sevilen, tanınmış bir ailenin oğlu olsa da, maddi geliri ne kadar yüksek olsa da, yakışıklı olsa da benim kalbim hiçbir zaman Cengiz için atmıyor, atmadı.
Benim onunla görüşmemin tek nedeni ailelerin uygun görmesi ve bir şans vermekti. Belki de severim diye düşündüm, belki de ben yanlış düşünüyorum dedim ama hislerim hiçbir zaman değişmedi. Ben Cengiz'i sevmiyorum....
Tüm yorumlarınız benim için çok önemli lütfen fikirlerinizi yazın hepsini okuyup cevaplıyorum 🤗
(◍•ᴗ•◍)
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.14k Okunma |
3.56k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |