12. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 10.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

10.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

 

Selamün aleyküm 🎀

 

Nasılsınız? İyi misiniz? Özlediniz mi ? Bir Demet Papatya'yı 🤭

Peki ya beni? 😅

Ben özledim 🥹

Bölüme başlamadan önce oylarınızı atarsanız çok sevinirim 🤗

⭐⭐⭐

Pano mesajları kısmında en son paylaştığım panoya mutlaka göz atın😉

Hadi şimdi bölüme geçelim..

 

---

 

"Gerçek yalnızlık, başkalarından uzak olmak değil, kalabalıklar içinde kaybolmaktır."

 

 

---

19 yıl önce

 

Tarık’tan

 

Yanağım, biraz önce yüzümde patlayan sert tokattan ötürü sızlıyordu. Küçük elimle yanağımı tutarak kapı aralığından odanın içine baktım, ürkekçe.

 

Annem, yatağına yatırdığı kardeşimin üstünü özenle örttü, ardından başına sevgi dolu kocaman bir öpücük kondurdu. Sonra, yatağın yanındaki sandalyeye oturup ona en çok hangi kitabı dinlemek istediğini sordu.

 

Daha fazla dayanamadı yüreğim bu sahneye. Önce, yanağımı tutan elim boşlukta sallandı. Sonra, başımı odadan çevirip karanlık koridorda, evin en sonundaki odama doğru yürümeye başladım.

 

Zihnimde yankılanan sorular vardı:

 

Bu tokadı neden hak etmiştim? Ne yapmıştım ki? Ne demiştim?

 

"Beni de biraz kardeşim gibi sever misin, anne?"

 

Cümlenin sonu bitmeden yanağımda patlayan tokat, son kelimeleri ağzımın içinde yuvarlamıştı.

 

"Sen... Aynı babana benziyorsun! Aynı onun gibi koyu yeşil gözlere sahipsin. Ne baban ne de ona benzeyen sen... Hiçbir sevgi, hiçbir şey hak etmiyorsunuz!"

 

Hiçbir şey anlayamamıştım. Babama benzemeyi ben seçmemiştim. Peki, neden annem beni ona benzetip bu kadar kızıyordu? Benim suçum neydi ki?

 

Her pazar kiliseye gittiğimizde beni sol tarafına oturtur ve kulağıma fısıldardı:

 

"Baban gibi bir günahkâra benzediğin için af dile! Babanın günahları için af dile!"

 

Odamın önüne gelmiştim.

Boyum yetmediği için biraz zorlanarak kapının kolunu tuttum ve içeri girdim. Odam tamamen siyah renklerle kaplıydı. Kardeşimin odası ise tamamen onun zevkine ve sevdiği renklere göre döşenmişti.

 

Perdeler hep kapalı olurdu. Annem böyle isterdi. Bir kere açtığımda yediğim dayağı unutamıyordum. O yüzden artık sadece geceleri, gizlice ayı seyretmek için açıyordum.

 

Bazen, zorlansam bile çat pat yeni öğrendiğim okuma yazmamla kitaplar okumaya çalışıyordum.

 

Yorgun adımlarla yatağımın önündeki pencereye yürüdüm. Yavaşça, hiçbir ışık geçirmeyen kalın siyah perdeyi araladım. Başımı hafifçe doğrulttuğumda, karşımda tüm ışığı ve parlaklığıyla dolunay vardı.

 

Yatağımın altına sakladığım kitabımı çıkardım. En son işaret koyduğum yerden okumaya çalışmaya devam ettim.

 

 

---

 

Günümüz

Sessiz kelimeler vardır. Duymanıza bile gerek kalmaz, görürsünüz onları. Bazen içinizdedir bu sessiz kelimeler, bazen de gördüklerinizde saklıdır.

 

 

Yine o sessiz kelimeler fısıldadı kulağıma: Git.

 

"Niye buradasın ki? O senin varlığını neden istesin? Sen onun için nesin ki?"

 

Hem, kim böyle birinin onu kucaklayıp hastaneye yetiştirdiğini bilmek ister ki? Bir de elini tuttun...

 

Bu kelimeler, bu cümleler zihnime o kadar yoğun bir sis gibi çöktü ki, artık beni tamamen sarmışlardı. Ve bir anda, kendimi onlara teslim olmuş buldum. Her zaman yaptığım gibi... Mutlu tabloları uzaktan izleyerek geçindim. Ve sonra, hemen uzaklaştım.

 

Etrafında yeterince kalabalık vardı zaten. Bana ihtiyacı yoktu. Olsa bile, benim yanımda olmaması gerektiğini biliyordum.

 

Motorumun gaz kolunu sonuna kadar köklerken, kendimi onu orada açıklama yapmadan bırakıp gitmem gerektiğine inandırmaya çalışıyordum. Haklıydım. Öyle olmalıydı.

 

Ama…

 

Ne kadar kendimi buna ikna etmeye çalışsam da, içimde cılız bir ses yankılandı: Yanlış yaptın.

 

"O, senin anlatmanı bekliyordu. Neden onu yalnız bıraktın? Belki de sana ihtiyacı vardı."

 

Bu sesi susturan şey, beni her zaman esir alan güçlü sessiz kelimelerim oldu. "Kimin ihtiyacı olur ki sana?"

 

Doğru… Kime ihtiyacı olurdu ki? O… O, aynı babama benzeyen koyu yeşil gözlerime kim bakmak isterdi ki?


 

Bir anda yine çocukken yediğim tokattan sonra, annemin kız kardeşimi sevgiyle uyuttuğu, benim ise tek başıma onları uzaktan izlediğim zamanlar gözlerimin önüne geldi. Ya da sınıfta kurulan gruplarda hep tek kalışım, yapılan partilerde hayalet gibi dolanışım...

 

Ben onun sevgisine layık değilim.

 

Her ortamda fazlalık gibi hissetmek… O kadar alıştığım bir durum ki bu.

 

Bu sadece benim zihnimin oyunu mu, yoksa gerçek mi? Ayırt edemiyorum. Ama o kadar çok bunun gerçek olduğuna dair yaşanmışlıklarım oldu ki, artık kesinlikle ben de bunun gerçekliğine inanıyorum.

 

Ben yalnızım.

Dibine kadar batmış bir adamım.

 

Kime yardım edebilirdim ki? Önce onu da bu yalnızlık bataklığına sürüklerdim.

 

 

 

İleride trafik ışıklarını fark ettiğimde, frene bastım. Yalnız… Basarken biraz zorlanmış mıydım? Bana mı öyle gelmişti?

 

 

O hastane odasına baktığımda, içeyi onun için endişelenenler ile dolu görüp yine fazlalık hissetmiştim. Fazlalıktım ben.

 

 

O ortamı ve Mihri'yi düşününce... Eminim, onun gibi bir kızın etrafı arkadaşlarla çevrilidir.Belki sevdiği biri bile vardır, bilmiyorum ama beni sevmeyeceği kesin. Zaten kim beni sevebilir ki?

 

İçimi saran düşünceler, beynimdeki karışıklıkla birleşmişti. Bu sırada, trafik ışıklarına iyice yaklaştım.

 

Freni sertçe sıktım ama bir gariplik vardı. Fren istediğim gibi tepki vermedi. Sanki bir şeyler yanlıştı. Işıklara yaklaşırken debriyaja bastım, motoru biraz daha yavaşlatarak durmayı başardım. Arkamda tonlarca araç sıkışmış, korna sesleri patırtı içinde çınlıyordu, ama neyse ki ışıklara varmıştım.

 

Hızla motorun üzerinden indirip güvenlik pedalını açtım, tüm dikkatleri üzerimde olan diğer araçları göz ardı ederek motordan indim. Kaskımın vizörünü kaldırdım, fren kablolarını incelemek için motorun önüne dolandım dikkatlice inceledim.

 

Yine bir şeyler ters gitti diye düşündüm. Görünüşte bir sıkıntı yok gibi görünüyordu ama etraf karanlık olduğu için tam emin olamıyordum. Telefonumu çıkarıp ışığını yaktım.

 

Fren ile kontrol ettim, her şey yolunda gibiydi. Bir de arka freni kontrol etmek için motorun arkasına geçtim. Bir yandan göz ucuyla trafik ışıklarındaki yeşil yanmasına kalan süredeki geri sayımı takip ediyordum. Henüz vaktim vardı. 50 saniye...

 

Gözlerim arkamda hâlâ ısrarla korna çalan arabaya kaydı. Adam resmen çıldırıyordu, ama ben bir an bile bu uyarılara kulak asmadan motorun arkasına çömeldim. Bu freni kontrol etmek için dokunduğum gibi....

 

Vidası düştü Bir anda elime. !

 

Ah! işte sorun buydu.

 

Bu gevşemesi ciddiye alınması gereken bir şeydi. Bunu fark ettiğime sevindim dedim içimden, ama saniyeler hızla tükeniyordu.

 

Hemen gevşeyen yeri tekrardan sıkmak için tornavidaya ihtiyacım vardı.

Şu an gidona takılı olan anahtarı hızla çıkardım bu şekilde motorda kapanmış oldu.

Anahtarlığıma takılı olan, hemen başka bir anahtarla selenin altındaki kasayı açtım. Küçük bir göz vardı, bazen ihtiyaç duyduğum küçük eşyaları koyduğum yer. Ama bugün tam da ihtiyacım olan anda yoktu.

Tornavida koymayı unumuştum . Şimdi ne yapacağım?

 

Bir anda kafamda beliren düşünceyle panikledim. Burası yabancı bir yer, tanımadığım bir çevre. Arkamdaki tır, öfkeyle art arda korna çalıyordu ve şoförün bakışları resmen "Şu an ezip geçsem de rahatlasam" diye haykırıyordu. Bir an dondum kaldım. Ne yapacağımı bilemedim, çaresizdim. Sanki ayaklarım kilitlenmişti.

 

"Ezsin," dedim içimden.Ezilip silineyim...

 

Tam o sırada enerjik, yüksek bir sesle, "Yardım lazım mı?" diyerek elindeki tornavidayı uzatan peluş tavşan kasklı, benim boyumda bir motorcu çocuğun yanıma gelmesiyle başımı ona çevirdim. Sözleri havada yankılandı.

 

O genç, sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi sıradan bir şekilde, elindeki tornavidayı bana uzatıyordu. Her şeyin üst üste geldiği, bıkkın bir anın içinde, onun enerjik tavrı ve yardım teklifindeki ciddiyet sanki bir kırılma noktasıydı.

 

 

Bir anda gelen bu beklenmedik teklif karşısında önce afalladım. Motorcu çocuğun sesi kulağımda yankılanırken hâlâ tepki vermediğimi fark etmiş olacak ki eliyle hemen yan tarafımda kalan motorunu işaret etti.

 

"Seni izledim de, galiba bir sorun var. Ben anlarım bu işlerden, hemen halledelim. Yoksa bu tır seni affedecek gibi değil."

 

Arkasından gelen kahkaha ile motorun arka kısmına yöneldi. Bir an duraksadım, ama hemen kendimi toparlayıp yanına çömeldim.

 

"Fren balatası…"

 

Kendi kendime mırıldandım. Fren balatasındaki vida gevşemişti. Daha cümlemi tamamlamadan, motorcu çocuk hızlıca fren balatalarını kontrol etti.

 

"Evet, şurada bir vida yuvası boş. Galiba yerinden çıkmış."

 

Elimdeki vidayı ona uzattım. O ise güçlü ve hızlı hareketlerle vidayı yerine sıkarken göz ucuyla geri sayım yapan trafik ışıklarına baktım. 10 saniye kalmıştı!

 

"Çabuk ol! Hemen motoruna geri dön!" dedim, sesimdeki gerginliği saklamadan.

 

O ise kafasını kaldırıp umursamaz bir ifadeyle gülümsedi.

 

"Şurayı bir tamir edeyim, merak etme, bana bir şey olmaz."

 

Bu rahat tavrı karşısında şaşkına dönmüştüm. Nereden geliyordu bu umursamazlık? Daha önce hiç görmediği, tanımadığı, belki de bir daha asla karşılaşmayacağı biri için kendi motorunu da riske atıyordu. Kimse sebepsiz yere iyilik yapmazdı.

 

Ama o gerçekten de hızlıydı. El çabukluğuyla işi bitirip doğrulmasıyla birlikte ikimiz de hızla motorlarımıza atladık. Anahtarı kontağa sokup çevirdiğimde motor güçlü bir kükremeyle tekrar hayata döndü.

 

Bu iyiliğin karşılığını vermeliydim. Borçlu kalmaktan nefret ederim. Kaskımı düzelttim ve ona doğru seslendim:

 

"Numaranı ver! Bu iyiliğin karşılığını ödeyeceğim!"

 

Motorunun üzerinde, bir eliyle kaskının tavşan kulağını düzeltirken bana döndü.

 

"Ne borcundan bahsediyorsun dostum?" dedi gülerek.

 

Beni aptal yerine mi koyuyordu? Kimse karşılıksız iyilik yapmaz!

 

"Numaranı ver!" diye tekrarladım, neredeyse bağırıyordum. "Bu iyiliğin karşılığını vereceğim!"

 

Yeşil ışığın yanmasına saniyeler içinde ikimiz de gazı kökleyerek motorlarımızı hareket ettirdik. Sabırsızlıkla bizi ezmek için bekleyen tırların arasından hızla sıyrıldık. Biraz ilerledikten sonra ona el işareti yaptım, ikimiz de hızımızı düşürerek yolun sağına yanaştık.

 

Vizörümü açtım, onunki zaten açıktı.

 

"Israr ediyorum!" dedim. "Numaranı ver!"

 

Motorunu durdurup aşağı atladı ve hızlıca yanıma geldi. Rahat ve dostane bir tavırla elini uzattı.

 

"Dostun olmak bana yeter."

 

Şaşkınlıkla gözlerimi kıstım. Bu çocuk gevşek miydi? Daha demin ölümle burun buruna gelmiştik, şimdi ise bana dostum diyordu. Nereden dost oluyorduk ki?

 

Ama dürüst olmak gerekirse… Orada yaptığı hareket, herkesin kolay kolay yapabileceği bir şey değildi. Bu dünyada kimse menfaati olmadan başkası için bu kadar çabalamazdı.

 

Bir an duraksadım. Sonra bir şans vermeye karar verip elimi uzattım ve sıktım.

 

 

"Bartu," dedi.

 

Yine yüksek enerjik ve cana yakın bir sesle konuşuyordu.

 

"Tarık," diye karşılık verdim.

 

Elimi bırakmadan daha da sıkıp havada salladı. "Çok memnun oldum dostum!"

 

Artık arkadaş olduğumuza göre numaramı vereyim, yaz."

 

Rüyamda aniden birinin numarasını söylediğini duysam bu kadar şaşırmazdım. Ama bozuntuya vermeden hızlı bir el hareketiyle telefonumu çıkardım ve yazmaya başladım. Ben telefonumu çıkartana kadar, o ezberden söylemeye başlamıştı bile:

 

"05**..." Hihi.

 

"Tamam."

 

"04 yazdıysan ben kaçar! Yetişmem gereken bir parti var da."

 

Daha benim bir şey dememe fırsat kalmadan telefonunun ekranında bir şeyleri kontrol etti. Sonra aniden gözleri büyüdü ve şaşkınlıkla haykırdı:

 

"Aha! İnanamıyorum ya, tam ters yöne mi gidiyormuşum ben?"

 

Abartılı ve komik tepkisine istemsizce kaskımın altından yarım ağız sırıttım. Komik bir elemandı.

 

Telefonunu hızlıca cebine koyup bana döndü.

 

"Yanlış yolda gidiyormuşum dostum, neyse... Bak, seninle tanışmış olduk!"

 

Hızla motorunun yanına geri dönüp anahtarı kontağa çevirdi ve çalıştırdı.

 

"Yanlış yöndeymişim ya... Neyse, görüşürüz dostum!"

 

Elini kulağına götürüp telefon işareti yaptı. Bir yandan da göz kırparak "Ara beni," dedi ve saniyeler içinde hızla gözümün önünden kayboldu.

 

Arkasından öylece bakakaldım. Hiç bu kadar enerjik ve enteresan biriyle tanışmamıştım. Değişikti ama enerjisi bulaşıcıydı. Şu an üzerimde olan kara bulutları bile bir nebze dağıtmıştı sanki.

 

Yola tekrar çıkmadan frenleri kontrol ettim. Bir sorun yoktu, arıza halledilmişti. Tekrardan dedemin yanına doğru yola koyuldum.

 

_____

 

Ertesi sabah

 

“Kalk, koca oğlan! Saat kaç olmuş, hâlâ yatıyorsun,” diye seslenmesiyle gözlerimi araladım. Gece geç saatte geldiğim için direkt olarak tüm yorgunluğumla kendimi yatağıma bırakmıştım.

 

Dedem, ağır adımlarıyla pencereme yürüyüp perdeleri sonuna kadar araladı ve iki pencereyi de ardına kadar açtı.

 

“İçerisi leş gibi kokmuş, burada nasıl nefes alıyorsun oğlum ya?” dedi.

 

Bir elimden hafifçe gözlerime avuç attım ve doğruldum. Dedem yine aynı ağır adımlarıyla kapının çıkışına yöneliyordu ki, bir anda adımları masamın üzerindeki geçen gün incelediğim ve içinde mektuplar bulduğum deri defteri görene kadar.

 

Bu sefer, sakin ve arada duraksayan adımlarıyla masama yöneldi ve defteri eline aldı. Ne tepki vereceğini merak ediyordum.

 

Ben de ayaklanıp yatağımı, her zamanki nizami şekline sokmaya çalışıyordum. Bir yandan kulağıma gelen sayfa karıştırma seslerine bakılırsa, dedem de yıllar önceki defterini inceliyordu, anılarını tazeliyordu.

 

“Mektupları…” dedi, başını defterden kaldırıp bana doğru çevirdi. “Okudun mu?”

 

Düzelttiğim nevresimden başımı kaldırıp direkt dedemin gözlerinin içine baktım. “Evet,” dedim. “Okudum, okumamalı mıydım?”

 

“Yok yok, yavrum,” dedi, tekrardan elindeki kırışık mektup sayfasına bakarken. Hafif utangaç sesinde, yaşlılığın oluştuğu hırıltılı bir titreme ile güldü. “Oku tabii, bizim babaannenle aşkımızı.”

 

Başka bir şey söylemeden, mektupları alıp ağır adımlarla sakince odadan çıktı. Onu izledim. Bu mektupların devamını ve içeriklerini öğrenmeyi aklımın bir köşesine yazdım.

 

Dün gece geç geldiğim için üzerimi bile çıkarmadan kendimi yatağa bırakmıştım. Başımı yastığa koyduğum an uyumuş olmalıyım. Ama dünkü o motorcu çocuk ile yaşadığımız olay kafamın bir köşesinde dönüp duruyordu.

 

Motorun yolda arıza vermesi, gecenin o saatinde, trafik ışıklarında saniyeler ile yarışarak fren balatasını tamir edişimiz, bir anda benimle arkadaş gibi olup, adını söyleyip tokalaşması, daha ismimi bile bilmeden bana "Dostum" demesi… Garipti. Sanki evrenden gelen küçük ama anlamlı bir mesaj gibiydi. Belki herkes benim sandığım kadar bana karşı düşmanca değildir.

 

Öncelikle bir duşa girmem gerekiyordu. Sıcak suyun altına girdiğimde, gece boyunca üzerimde kalan yorgunluğun hafiflediğini hissettim. Duştan çıktıktan sonra belime büyük bir havlu doladım. Odaya döndüğümde, hâlâ yerleştirmediğim bavulun ağzı hafif açıktı. Pek vakit kaybetmeden, içinden her zaman giydiğim siyah üstü kısa kollu eşofman takımını aldım ve hızlıca üzerime geçirdim. Sonra odadan çıkıp seri adımlarla merdivenlerden indim.

 

Dedem çoktan yemek masasının başköşesine kurulmuştu. Bir yandan sabah gazetesini okuyor, bir yandan da Funda’nın hazırladığını tahmin ettiğim kahvaltıdan yiyordu. Okurken yemek yeme alışkanlığı vardı. Masadaki sandalyelerden birini çekip dedemin sağ tarafına oturdum.

 

Bugün kahvaltı menüsünde haşlanmış yumurta ve birkaç kahvaltılık vardı. Sıcak çay da eksik değildi. Keşke menemen olsaydı, diye geçirdim içimden. Menemen benim için bir kahvaltılıktan fazlasıydı. Onu her öğünde yapıp yiyebilirdim.

 

Bir yandan masadaki ekmek sepetine uzanıp bir dilim somun aldım. Yemek yapma konusunda iddialı olduğum söylenemezdi ama ne kendimi ne de yanımdakini aç bırakırdım. Dedemin önünde dolu bir çay bardağı olduğunu fark edince, kendi önümdeki boş bardağı alıp mutfağa geçtim.

 

Almanya’da evimde bir yardımcım vardı. Mark, işinde iyi olduğu kadar anlayışlı ve sessiz biriydi. Buradaki yardımcı ise bir kadındı, bu yüzden onunla fazla yakın bir durumda kalmak istemiyordum. Zaten kahvaltıyı hazırlayıp günlük temizliği yaptıktan sonra gitmişti.

 

Çayımı doldurup masaya döndüm. Gerektiğinde kendi işimi yaparım. Yardımcıların olması ayrı bir şey, ama kimseye muhtaç olmamak için kendimi eğittim. Bunda, çocukken mecbur bırakıldığım durumların payı büyük.

 

Önümdeki haşlanmış yumurtaya baktım. İstemeden gözüm dedemin yumurtasına kaydı. O da henüz kabuğunu kırmamıştı. Küçükken kahvaltılarda oynadığımız oyunu hatırladım; yumurtaları tokuşturur, kimin yumurtası kırılmazsa diğeri ona ufak bir şey borçlanırdı. Dudaklarım hafifçe yukarı kıvrıldı.

 

Dedem gazetesini biraz indirip gözlüklerinin üstünden bana baktı. Sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi, gazetesini kenara koyup yumurtasını eline aldı ve bana doğru uzattı.

"Nesine?"

 

Gülümsemem büyüdü. O an kendimi çocuk gibi hissettim. Yaş alsak da, isimlerimizin önüne ne kadar unvan gelse de, içimizdeki çocuk bir yerlerde hep kalıyordu. Oyunu bozmadım.

 

"Ben kazanırsam, mektupların devamını okumak istiyorum."

 

Dedem kaşını hafifçe kaldırdı. "Peki ya ben kazanırsam?"

 

"O zaman," dedim, "sen ne istiyorsun benden?"

 

Başını hafif bilmişçe salladı. "Bir süredir aklını kurcalayan bir şey olduğunu farkındayım. Onu öğrenmek istiyorum."

 

Bir an istemsizce duraksadım. Dedem bunu söylediğinde aklına ilk gelen şey Mihri oldu.

 

O an gözümün önüne, motorumu istop ettirip onu izlediğim an geldi. Papatya tarlasında, yüzüne vuran güneşin altında, Kur’an okuyan o kızı ilk gördüğüm an… O sesi ilk duyduğum an… O an aşık olmuştum, bunu şimdi tüm benliğimle hissediyordum.

 

Yutkundum. Başımı hafifçe salladım. "Peki," diyerek kabul ettim.Aynı anda yumurtalarımızı tokuşturduk. Orta hızda. Sonuç… Benimki çatlamıştı. Göz ucuyla dedemin yumurtasına baktım, onunki de çatlamıştı. Küçük bir kahkaha attım.

 

Dedem de güldü. "O zaman ikimiz de verdiğimiz sözleri tutacağız," diyerek gözlerimin içine baktı.

 

Kahvaltıya devam ederken, yumurtamı soyup büyük bir ısırık aldım. Dedem, beyefendi bir şekilde tabağına koyup çatalıyla ufaladı. Dişlerinin takma olmasının da bunda payı vardı.

 

Kahvaltının sonlarına doğru, "Eee," dedi, "ilk sen söyle bakalım. Küçüksün."

 

Ağzımdaki lokmayı istemsizce daha uzun çiğnedim. Ne diyeceğimi, nasıl anlatacağımı bilmiyordum. "Hadi hadi," dedi dedem, "çocuk gibi yuvarlamayı bırak da ağzındaki baklayı çıkar."

 

Çayımın son yudumunu içtim, derin bir nefes aldım. Dedeme döndüm, sadece başımı değil, tüm vücudumu ona çevirdim.

 

"Dede…" dedim ve kaldım. Kelimeler aklımdaydı ama ağzımdan çıkmıyordu. Yumruğumu sıktığımı fark ettim. Dedem sabırla bekledi. Gözlerinde "Ben seni yargılamam" diyen bir bakış vardı. Annemin gözlerinde göremediğim bir bakış.

 

İçimde bir cesaret dalgası yükseldi. Dilimdeki kilitler kırıldı. Kendimden beklemediğim bir coşkuyla, "Ben… aşık oldum," dedim.

 

Kendi sesim kulağımda yankılandı. Bunu sesli söyleyince daha gerçek geldi. Bir heves değildi bu. Aşktı. Başka ne olabilirdi ki?

 

Dedem önce hiç tepki vermedi. Sonra gözleri kısıldı ve bir eliyle sallanan göbeğini tutarak koca bir kahkaha patlattı. Böyle bir tepki beklemiyordum; en azından daha ciddi bir şeyler duymayı umuyordum.

 

Çok geçmeden kahkahası hafif bir gülümsemeye dönüştü. Bir eliyle, gülmekten sulanan gözünü silerken bana doğru döndü.

 

"Affet oğlum, ne zamandır bu kadar gülmemiştim."

 

Ben hafiften bozulmaya başlamıştım ki, eliyle "Yanlış anlama," der gibi bir işaret yaptı.

 

"Bozulma hemen. Dalga geçmek için gülmedim."

 

Pek de inanmış sayılmazdım. Hafifçe kaşımı kaldırıp şüpheli gözlerle onu süzdüm.

 

Dedem küçük bir öksürükle kendini toparladı, sonra içten bir ses tonuyla konuştu:

 

"Sevindim. Gerçekten çok sevindim, oğlum." Eliyle hafifçe sırtıma vurdu.

"Ben arkandayım, sonuna kadar. Kim bu kız? Hemen yarın istemeye gidiyoruz!"

 

Sırtıma vuruşundan mı, yoksa "İsteme" kelimesinin anlamını babaannemden öğrendiğim için mi bilmiyorum ama bir anda öksürmeye başladım. Hem de şiddetli bir şekilde.

 

Dedem bu sefer daha hafifçe sırtıma dokundu. "Helal, helal oğlum. Sakin ol, hemen heyecan yapma. Bu kadar heyecanlandığına göre... Kimse bu kız, sen bayağı abayı yakmışsın."

 

Gözlerindeki şakacı pırıltının yerini bu kez meraklı bir ciddiyet aldı.

 

"Kimdir, kimlerdendir? Ne zaman tanıştın? Ne kadar zamandır seviyorsun? Hadi dökül bakalım, daha fazla beni merakta koyma."

 

Boğazımı temizleyip derin bir nefes aldım. Dedemin gözlerine baktım. Biraz önceki bakışlarıyla kıyaslayınca, şimdi daha dikkatli ve ciddi bakıyordu.

 

Tam o sırada içimde sigara yakmak için büyük bir istek doğdu. Ama dedemi rahatsız etmemek için bastırdım. Doktor, onun için sigara dumanının zararlı olduğunu söylemişti.

 

Kısa bir duraksamadan sonra ağzımdan şu kelimeler döküldü:

 

"Benim adımı bile bilmiyor."

 

"Ne?! Ne demek bilmiyor?"

 

Dedem şaşkınlıkla gözlerini kıstı.

 

"Yani... Kız senin adını bile bilmiyor ama sen çoktan aşık oldun, öyle mi? Hadi anlat bakalım, nasıl oldu bu?"

 

Gözlerimi bir noktaya sabitledim. Belki yaşadığımız anları düşünüyordum, belki de onu gördüğümde içimde sıkışan kalbi, coşan hisleri... Bilmiyorum.

 

"İlk görüşte aşk bu, dede."

 

Sesi titremeyen ama içinde birçok şey saklayan bir tondaydı.

 

"Ben de nasıl oldu, anlayamadım bile."

 

Gözlerine bakmıyordum, bakamazdım. Gözlerim boşlukta bir yerlere dalıp gitmişti.

 

"Ben daha önce hiç kimseye karşı böyle hissetmedim. Hiçbir kıza o gözle bakmadım. Daha önce ilgimi çeken kimse olmadı... Hatta bir ara kadınlara ilgi duyup duymadığımı bile sorguladım. Çok kadın sadece içimde tiksinti uyandırıyordu ama..."

 

Sustum. Son kelimeyi söylerken yüzümde farkında olmadan bir tebessüm belirdi. Derin, ince ama anlam yüklü bir tebessüm.

 

Dedem, anlattıklarımı dikkatle dinledikten sonra başını bilmişçe salladı.

 

"Sen öyle diyorsan, öyledir demek ki oğul."

 

 

Aramızda uzayıp giden derin bir sessizlik oluştu. Dedem hangi düşüncelere daldı, neler hissetti bilmiyorum ama ben… Az önce hem kendime hem de ona yaptığım, hayatımda ilk kez söylediğim bu aşk itirafının duygusal yoğunluğu altında kalmıştım. Sessizce boşluğa bakıyordum.

 

Aramızdaki sessizliği dedemin gür sesi bozdu.

 

“Eee?” dedi. “Sen de benden mektupların devamını istememiş miydin? Hadi şu sofradakileri kaldır da sana devamını göstereyim.”

 

Başımı onaylarcasına sallayıp tabakları topladım. Her elime ikişer tabak olacak şekilde alıp mutfağa götürdüm. Hızla köpükleyip duruladıktan sonra salona döndüm ama dedem yoktu. Çalışma odasına çıkmış olabileceğini düşünerek merdivenlere yöneldim.

 

Üst katta benim odam, banyo ve koridorun en sonunda, kapısı genellikle kilitli duran bir oda vardı. Burası dedemin eskiden ofis olarak kullandığı yerdi. Şimdi ise pek kimseyi sokmadığı, farklı bir boyuta açılan gizli bir sığınak gibiydi.

 

Saygıyla kapıyı tıklattım.

 

İçeriden gür bir ses yükseldi. “Gir.”

 

Uzun süredir açılmadığı için menteşeleri paslanmış kapıyı gıcırdayarak araladım. İçeri girer girmez burnuma eski kitap ve ahşap kokuları doldu. Havada uçuşan tozlar güneş ışığında dans eder gibiydi.

 

Kapının tam karşısında, klasik bir ofis masası duruyordu. Üzerinde dedemin isminin yazılı olduğu bir kalem ve mühür standı, birkaç kitap ve evrak dosyası vardı. Masanın arkasında ise tavandan yere kadar uzanan, boşluk bırakmadan kitaplarla dolu büyük bir ahşap kitaplık yükseliyordu.

 

Kitaplığın yanında, iki kapaklı ve altında çekmeceleri olan koyu cevizden bir dolap vardı. Diğer yanında ise geniş, tek kişilik bir koltuk duruyordu.

 

Odanın penceresi çatının sivri yerine denk geldiği için yukarıda, büyük bir üçgen şeklindeydi. Dedem, güneş ışınlarının kitaplara zarar vermesini önlemek için buraya kalın, ışık geçirmeyen perdeler astırmıştı. Yine de firar eden birkaç ışık huzmesi, loş odanın içinde solgun izler bırakıyordu.

 

Her şey yıllardır dokunulmamış gibiydi. Ortamdaki eskilik, bu odanın 1900’lerden kalma bir yer olduğunu düşündürecek kadar belirgindi.

 

Adımlarımı ağırlaştırarak, odanın detaylarını süzerek ilerledim. Ofis masasının başında, deri koltuğuna yerleşmiş olan dedem, çekmecelerden birini karıştırıyordu.

 

 

Dedem, çekmeceden çıkardığı yaklaşık 10-15 kadar mektubu deste halinde bana uzattı.

 

"İşte, hepsi bunlar!" dedi gözleri parlayarak.

 

Tek elimle dikkatlice alıp ofis masasının hemen sağ tarafında duran tekli koltuğa geçtim. Bacaklarımı ayırarak oturdum ve mektuplara heyecanla eğilip her birini incelemeye başladım.

 

Dedem kollarını göğsünde kavuşturup hafifçe gülümseyerek konuşmaya başladı:

 

"Bizim zamanımızda aşklar böyleydi."

 

Gözlerimi kısa süreliğine mektuplardan kaldırıp ona baktım. O ise anılarına dalmış bir ifadeyle devam etti:

 

"Belki babaannen de anlatmıştır ama ben ona ilk görüşte aşık oldum. Tabi o da zamanla beni tanıyınca, duygularımın samimiyetini fark ettikçe sevmeye başladı."

 

Yüzünde nostaljik bir ifade belirdi, sanki o yıllara dönmüş gibiydi. İşaret parmağını kaldırıp bana doğru sallayarak:

 

"İlk mektubu da ben yazmıştım! Hatta babaannen ilk başta tenezzül edip cevap bile vermemişti."

 

Bir yandan göz ucuyla mektuplara bakıyor, bir yandan da dedemi dinliyordum.

 

"Ama ben ne yaptım? Hemen pes mi ettim? Hayır! Onun beni görmezden gelip reddettiğini mi düşündüm? Asla!" dedi, elini havada sallayarak.

 

Gülümsedim. Onun bu hararetli anlatımı hoşuma gitmişti.

 

"Bir daha yazdım, bir daha gönderdim!"

 

Sonra göz kırptı.

 

"Ama tabi, karşı tarafı rahatsız edecek bir şey yapmadım. Babaannen naz yapıyordu, ben de bunun farkındaydım. Bende gönlü olduğunu biliyordum. Yoksa..." Başını iki yana salladı. "Asla ısrarcı olmazdım. Tek başıma aşkımı yaşardım."

 

O böyle söyleyince yüzüm düştü. İstemsizce derin bir nefes verdim.

 

"Ya onun gönlü bende yoksa?" diye sordum, daha çok kendi kendime. "O zaman ben onu rahatsız etmiş mi oluyorum?"

 

Dedem ufak bir pot kırdığını fark edip hemen toparladı:

 

"Niye gönlü olmasın? Sen sevilmeyecek biri misin ki?"

 

Başımı iki yana salladım.

 

"Öyle değil..." dedim kısık sesle. Başımı eğdim. "Ya o sevmezse?"

 

Dedem gülümsedi, dizine hafifçe vurup sanki yılların tecrübesiyle konuşuyormuş gibi söyledi:

 

"Bunu denemeden bilemezsin. Ne demişler, kader gayrete aşıktır. Gayret et ki o da sana aşık olsun!"

 

Aklım, dedemin en son anlattığı şeye takıldığı için sonrasını pek dinleyemedim. Çünkü zihnimde sürekli bir soru dönüp duruyordu: Mihri’ye ne yazacaktım? Evet, ona ne yazacaktım? Nasıl bir dille, nasıl bir mektup yazabilirdim?

 

Doğrudan bir itiraf yazamazdım. Yazmaya yabancı olduğum da söylenemezdi. Çocukken, küçük defterlere bazı şeyler yazar, annem görmesin diye yatağımın altına saklardım. Lise yıllarında yazma oranım epey düştü. Hatta uzun süre hiç kalemi elime almadığım zamanlar oldu. Ama şu an yazmak istiyordum. Her şeyden çok, onunla en güzel yazarak bağ kurabileceğime inanıyordum.

 

Ama ne yazmalıydım?

 

Bu endişemi dedeme söylemedim. Onu dinliyor gibi görünsem de, gözlerimin düşünceli bir şekilde dalıp gitmesinden, aklımı kurcalayan bir şey olduğunu fark etmişti.

"Peki," dedim. "Ne yazmalıyım?"

 

Sesimdeki merak, sorgu ve endişe kendini belli ediyordu. Ellerini iki yana açtı, "Orasını ben bilmem," der gibi...

"Orası sana kalmış işte. Ona âşık olan sen değil misin?"

 

Çekmeceyi tekrar açıp o zamanlardan kalma, renginden ve kokusundan kendini belli eden, hafif krem rengi bir kâğıt parçası çıkardı. Deri koltuğundan doğrularak, aksak adımlarla yanıma geldi ve kâğıdı bana uzattı.

 

"Ne yazman gerektiğini sen bulacaksın," dedi ve odadan çıktı.

 

Ardından öylece elime tutuşturduğu o kâğıt parçasına baka kaldım. Ne kadar baktım o kâğıda, zihnimde hayali kaç mektup yazıp yırttım, kaç farklı senaryo kurup onun tepkisini hayalen gördüm... bilmiyorum. Ama en sonunda bir konuda tatmin oldum.

 

Ben onun o güzel gülüşünün altında, gözlerinin içinde çok tanıdık bir duygu görmüştüm: Yalnızlık.

 

Bunu nasıl unutmuştum?

 

O da en az benim kadar yalnız biriydi. Belki çevresi kalabalıktı ama gözleri tam aksini söylüyordu.

 

İşte o zaman, dedemin masasının üzerindeki kalemlikten aldığım kalemle yazmaya başladım; içimden geçirdiklerimi, tüm samimiyetimle:

 

"Yalnızlık, tek bir odada boş bir duvara bakmak mıdır, yoksa asıl yalnızlık, kalabalıklar içinde kimsenin seni görmemesi midir?"

 

Yazmayı bitirince, kâğıdı biraz kendimden uzaklaştırıp tekrar okudum.

 

Bu cümleler onun yüreğine ulaşır mıydı? Ya da sadece saçmalık olduğunu mu düşünürdü? Hiç cevap vermez miydi? İlk mektubu böyle kısa bir not olarak yazmak doğru muydu?

 

Bir elimle ağrıyan başımı tutarken, diğer elimle yazdığım notu buruşturup yumruğumun içine aldım. Sertçe... Kafamın içinde dönüp duran sesler susmuyordu:

 

“Ne yazdın şimdi? Saçmalık. Bundan karşı tarafın ne anlamasını bekliyorsun? Bu nasıl bir ilk adım? Hangi kız bu şekilde bir not almak ister? Beceriksizsin. Korkaksın.”

 

Ah, kahretsin!

Yeter... Neden sürekli böyle oluyor?

Adam akıllı bir not bile yazıp veremiyor muyum sevdiğim kişiye?

Bir de kalkmış, "âşık oldum" diyorum... Ben kim, âşık olmak kim?

 

Her zaman yaptığım gibi, yine kafamda çalan umutsuz bir müziğin kollarına kendimi bırakıyordum ki...

Bir anda içimden cılız bir ses yükseldi:

 

"O farklı. O sana farklı bakacak. Farklı bakar belki. O, bambaşkadır. Denemeden nereden bileceksin ki? En azından dene..."

 

Biraz öncesine göre daha sakinleştiğimde, yumruğumun arasında buruşturduğum notu açtım.

Al işte... Şimdi de buruş buruş olmuştu.

 

Bir daha yaz, böyle verilir mi?

 

Hayır! dedim. Bu sefer içimdeki tüm yoğun karamsar seslere karşı çıktım.

 

"Böyle vereceğim."

 

Önemli olan kâğıdın güzelliği değil, içinde yazılı olan cümlelerin anlamıydı.

 

 

---

 

Mihri’den

 

"Yalnızlık, tek bir odada boş bir duvara bakmak mıdır, yoksa asıl yalnızlık, kalabalıklar içinde kimsenin seni görmemesi midir?"

 

Bu satırlar, yan teras ile terasımızın bitişik olduğunu demir paravanın yanına koyduğum saksının dibinde bulduğum kırışmış notun içinde yazıyordu. Dakikalardır zihnimi meşgul ediyor ve üzerinde düşünüyordum.

 

Eğer bu not birisi için yazılmışsa, gerçekten yazan kişi çok yalnız biri olmalı. Eğer birisi için yazılmamış, sadece iç dökülmüş bir kâğıt parçasıysa... Bu da yine o kişinin yalnız ve bundan yorulmuş biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

 

Başımı kaldırıp terastaki deniz manzarasına bir daha baktım. Terasın balkon duvarına koyduğumuz, baharın gelmesiyle yeşillenmeye ve çiçek tomurcukları vermeye başlayan saksılar, gözlerimin önündeki Kuşadası manzarasına ayrı bir güzellik katıyordu. Güneş, kafamın en tepesinden biraz daha sağa kaymış ve ışıkları denizin üzerinde parıltılar oluşturuyordu.

 

Derin bir iç çektikten sonra elimdeki notu tekrar kontrol ettim, arkasını önünü çevirip içinde yazan cümleleri bir kez daha okudum. Bu iki cümle neden beni bu kadar düşündürmüştü ki? Ya da neden bu kadar etkilemişti? Öylesine birinin attığı bir kâğıt parçasıydı işte… Neden bu kadar kafa yoruyordum?

 

Bilmiyorum.

 

Ya da belki de biliyorum... Çünkü bu cümleleri okuyunca içimde bir şeyler sızladı. Epey derinlerime gömdüğüm, bastırdığım bir şeyler. Aslında ben de bazı zamanlar tam olarak bu cümledeki gibi düşünüyordum.

 

Yalnızlık çok garip bir duyguydu ve bunu sık sık hissetsem de bazen kendime bile itiraf edemiyordum. Bir dönem, Rabbimin beni neden yalnız bıraktığını, neden ailemin beni hiç anlamadığını sorguladığım zamanlar olmuştu. Anlaşılmadığımı, çevremde ne kadar arkadaşım olursa olsun hiçbirine tam anlamıyla uyum sağlayamadığımı düşündüğümde derin bunalımlara giriyordum. Geceleri uykularım kaçıyor, mum ışığında içimi sayfalara döküyordum.

 

O anlar şimdi tekrar canlandı içimde. Gömdüğüm his, sanki tomurcuk verdi ve yeniden filizlendi.

 

Yalnızlık çoğu zaman ağır bir duygudur. Hele kalabalıklar içinde yalnızlık en zor olanıdır. En hafif ve en rahat olanı ise insanın kendiyle baş başa kaldığı anlardır.

 

Bu hayatta herkes biraz yalnızdır.

 

Ve bunun nedeninin, Rabbimin bizi kendisiyle baş başa bırakmak istemesi olduğunu anladığım günden beri, içimde kopan fırtınalar biraz da olsa dindi.

 

Tekerlekli sandalyede oturduğum balkondan, içeriden odamın kapısının açılma sesi geldi. Başımı o yöne çevirdim ve elimdeki notu istemsizce elbisemin cebine koydum.

 

Saçını at kuyruğu yapmış biri balkona başını uzattı.

 

"Burada mısın fıstığım? Sana bir telefon var."

 

Teyzemi görünce gülümsedim.

 

"Öyle mi?"

 

Şaşırmıştım. Biraz da paniklemiştim. Çünkü babam arayıp yine tatsız bir konuşma yapabilir, hatta düşmem yüzünden bana kızabilirdi.

 

"Kim aradı?"

 

"Bükra," dedi teyzem adının "Bükra"olduğunu söyledi.

 

 

"Aa," dedim bir anda. "Evet evet! Arkadaşım geçen beni merkezde bıraktığında tanışmıştık."

 

Olaylar o kadar karışık bir hale gelmişti ki, beni araması için sözleştiğimizi bile unutmuştum.

Ama onun unutmayıp beni aramasına çok sevinmiştim.

Mutluluğum yüzüme yayılırken, teyzemin bana uzattığı telefonu kulağıma götürdüm.

 

"Efendim?"

 

"Mihri, iyi misin? Neler oldu ya, çok endişelendim! Teyzen bir şeyler söyledi… Kaza geçirmişsin galiba? Bileğin nasıl oldu? Çok korktum ya."

 

Sesinden endişesi belli oluyordu. İstemsizce gülümsedim.

Yeni tanışmamıza rağmen benim için endişelenmesi ve sanki yıllardır tanıyormuş gibi bir dost edasıyla konuşması beni mutlu etmişti.

Sakin bir şekilde karşılık verdim. Ona da geçmesini istedim bu sakinliğin.

 

"İyiyim elhamdülillah, merak etme. Kötü bir şey olmadı. Ufak bir kaza diyelim."

 

"Nasıl ufak bir kaza? Teyzen hastaneye yatırıldığını söyledi! Ayağın alçıya alınmış?"

 

"Ya… evet, öyle oldu. Ama merak etme, iyiyim şu an."

 

"Yok, hiç inanasım gelmedi. Gözlerimle görmem lazım."

 

"Gör o zaman, gelsene bize?"

 

"Olur, geleyim! Ben de onu söyleyecektim ama çekindim… Müsait misinizdir diye bilemedim."

 

"Müsaitiz canım, merak etme. Teyzem sana bu telefondan konumu atar. Merkezde oturuyordun değil mi? Merkezden burası bir dolmuş mesafesi."

 

"Tamam o zaman, hemen hazırlanıp geliyorum. Konumu attın?"

 

"Tamam, atıyoruz. Kendine dikkat et. Allah’a emanet ol."

 

"Görüşürüz."

 

"Sende."

 

Deyip telefonu kapattım ve teyzeme uzattım.

Telefonu eline alan teyzem yüzünü bana çevirdi.

 

"Bir misafirimiz var galiba?"

 

"Evet," diyerek hafifçe başımı sallayıp onayladım.

 

"Ben konumu atayım o zaman," diyerek telefonunu eline aldı.

Sol elimin parmak uçları hâlâ cebime soktuğum nottaydı.

Teyzem terastan geri odaya geçti ve elinde bir tabureyle döndü yanıma.

Tabureyi koyup oturdu, başımı ona çevirdim.

Benimle bir şey konuşacaktı herhalde…

Yoksa bu davranışının başka bir açıklaması olamazdı.

 

"Ayağın nasıl oldu, ağrıyor mu fıstığım?"

 

"İyiyim," dedim. Sesim biraz kısık çıkmıştı.

Çünkü asıl ağrıyan yer bileğimden çok yüreğimdi.

 

"Daha iyi ol. Daha iyi olacaksın, merak etme."

 

Bakışları hemen karşıdaki denizdeydi.

Ben ise gözlerimi ona çevirmiş, ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordum.

 

"Hastanede yattığın akşam, doktor seni ziyaret ettiğinde çıkarken beni yanına çağırmıştı. Hatırlıyor musun?"

 

"Hım hım…"

 

İşte o zaman… yüzünü bana çevirdi.

Gözlerimin içine bakarak "birkaç kere kalbinin durduğunu söyledi.

Çok şükür, kalp masajına olumlu yanıt vermiş kalbin.

Ama bu hiç normal ve sağlıklı bir durum değil."

 

Sesindeki endişe büyüdü.

 

"Çok riskli, hatta…"

 

Öylece kalakaldım. Böyle bir şey diyeceğini hiç düşünmemiştim.

Gerçekten kalbim mi durmuştu? Allah Allah…

 

"İnan," dedim, "ben de bunu ilk senden duydum.

Hiç böyle olduğunu bilmiyordum.

Bana söylemedi… bunu derken, aklıma istemsizce yine koyu yeşil, derin gözler gelmişti.

Bana söylememişti… hiçbir şey söylememişti…

Sadece 'güvendesin' dışında."

 

"Evet, bilmediğini tahmin ettim ben de. O yüzden orada bundan bahsetmedim.

Şu an baş başayız diye söylüyorum.

Biliyorsun, anneannenin panik atağı var.

O duyarsa daha da fenalaşırdı.

O yüzden… baş başa, sen biraz daha kendini toparladığında söylemek istedim."

 

"İyi yaptın teyzem," dedim.

 

"Annem, onun karnındayken de kalp çarpıntım olduğunu söylemişti.

Hatta, annesinin karnındaki bir bebeğin kalp çarpıntısı olması doktorlara da çok tuhaf gelmiş.

En son bir kalp rahatsızlığı yaşadığımda çok yoğun çalıştığım, uzun süre yemek yemediğim ve günde tek öğün beslendiğim bir dönemdi.

Yemek yedikten sonra yaşıyordum çarpıntıyı.

Yoğun kalp çarpıntısından çok yorgun düştüğümü hatırlıyorum.

Ama hastanelik olacak ya da kalbim duracak kadar bir şey yaşamadım hiç."

 

Teyzem büyük bir dikkat ve ilgiyle anlattıklarımı tek tek dinliyordu.

Başını sallayarak, "Anlıyorum fıstığım…

Umarım ki bir daha böyle kötü bir durumla karşılaşmazsın.

Sağlığına daha da dikkat etmeye çalış. Ruhsal sağlığına da…

Asıl o çok önemli," dedi.

 

Başım önüme eğildi.

Sesim kısık ve düşünceliydi.

"Biliyorum teyzem…"

 

Teyzem oturduğu yerden kalktı.

"Tamam, bu kadar kederlenmek yeter.

Ben aşağı iniyorum. Alp’e banyo yaptıracağım.

Paşa hazretleri artık kokmaya başlamış iyice.

Annem de sitenin toplantısına katılacaktı galiba…

Ama şu an şekerleme yapıyor.

Onu falan kaldırayım."

 

Hemen tebessüm ettim.

Nasıl oluyordu da bu kadar kolay duygular arasında geçiş yapabiliyordu?

Bu konuda hep teyzeme hayran kalacağım.

 

Balkon kapısından, yanıma getirdiği tabureyle tam çıkıyordu ki, tekrar başını bana doğru uzattı.

 

"Arkadaşın gelince çağırırım. Koltuk değneğiyle inersin."

 

Gözleri oturduğum tekerlekli sandalyeye kaydı.

 

"Aşağıya… ben ardından getiririm tekerlekli sandalyeni.

O şekilde daha rahat edersin."

 

Baş parmağımı yukarı kaldırıp elimle "okey" işareti yaparak başımı salladım, onu onayladım.

Teyzem yanımdan çıktıktan birkaç saniye sonra odamın pimapen kapısının kapanma sesi kulaklarıma geldi.

 

Ve usulca, elim cebimdeki nota gitti.

Tekrar narince çıkarttım ve içimden hemen…

“Buna cevap yazmalıyım,” geldi.

 

Bir şeyler yazmalıydım.

Karşı taraf bana yazmamış olsa bile, hatta bu kimseye yazılmamış bir not olsa bile,

Benimde, içimde parçalanan, yankılanan, kopan bir şeyler vardı.

Ve bunu kağıda akıtmalıydım.

 

Tekerlekli sandalyemi biraz zorlanarak terasın giriş kapısındaki demirden atlatıp odama geçtim.

Masama doğru ilerlerken, bir yandan da…

 

Bükra’nın yaptığı o naziklik kalbimi ısıtmıştı.

Daha çok yeni tanıştı.

Bir arkadaşı için bu kadar endişelenmesi…

Ve apar topar, hiç tanımadığı bir yere gelmek için acele etmesi…

Beni çok mutlu etmişti.

 

Yaşadığım tüm o olumsuz, vefasız, hayal kırıklıklarıyla dolu arkadaşlıklara rağmen…

Belki bu sefer farklı bir dostluğum olur…

diye bir ümit uyanmıştı içimde.

 

Normal zamanda iki adım nasıl vardığımı bile anlamadığım masaya varmak için kaç dakikadır uğraşıyordum. İnsanın bazen canını sıkmıyor değil, böyle bir anda yaşananlar. Ama yapacak bir şey yok. Hayatımızın altı üstüne geliyorsa, belki de altı, üstten daha iyidir. Biz bilemeyiz, Rabbim bilir.

 

Masanın alt tarafındaki ince çekmeceyi açtım. Buraya geldiğimden beri hiç açmamıştım. Epey eski olduğu için açarken zorlandım. Ahşap oyma desenli çekmecenin içinde her şeyden biraz vardı desem, yalan olmaz: Eski piller, kâğıt parçaları, birkaç iplik, fotoğraflar… Biraz karıştırdıktan sonra elimdeki notun büyüklüğünde bir kâğıt parçası bulmayı başardım.

 

Çekmeceyi kapatıp bulduğum kâğıdı masanın üzerine koydum. Çantamdaki kalemlikten uygun olduğunu düşündüğüm bir kalem seçip kâğıtla bakışmaya başladım.

 

“Hadi,” dedim içimden. “Bir söz… Nasıl geliyorsa içinden, öyle yaz.”

 

Kim ne diyecek, kim okur, kim ne düşünür diye hiç düşünmedim. Zaten öylesine yazıyordum. Böyle bir cümle sana söylenseydi, ne derdin? Onu düşün…

 

“Evet,” dedim, “ne derdim?”

 

Ufak bir iç âleme dalıp çıktıktan sonra kalemimi, hafif eskimiş kâğıda şu cümleleri yazarken buldum:

 

> Belki de Rabb’in seni kendisiyle baş başa bırakmak için yalnız bırakıyordur.

Boş bir kalabalığın içinde olmaktansa,

Kendimle dolu dolu yalnız olurum.

 

 

 

“Neydi bu cümleler şimdi… Ah, olmamıştı. Saçmaydı. Biri okusa kesin güler.”

 

“Ya da… Yok canım, kim okuyacak ki? Hem okusa, gülsün. Ben gerçekten hissettiklerimi yazmak istedim.”

 

Başka bir ekleme çıkarma yapmadan, olduğu gibi kâğıdı dörde katlayıp, yine hafif zorlu bir balkona çıkma mücadelesinin ardından, elimdeki notu saksının altına bıraktım.

 

Tam terastan çıkıyordum ki geri dönüp, notu biraz daha karşı terasın çıkıntısına yaklaştırdım. Bilmiyorum… Belki de bu satırları yazan kişinin yazdıklarımı bulmasını istedim.

 

Odama döndüğümde, dikkatli bir şekilde kendimi tekerlekli sandalyeden yatağa doğru geçirdim. Masamın üzerindeki Sevdenur ablamın verdiği kitaba uzandım.

 

Kapağındaki ismi bir daha okudum: Gençlik Rehberi.

 

Buraya geldiğimden beri epey aksiyonlu geçmişti günlerim. Devam etme fırsatı bulamamıştım. Hazır fırsatını yakalamışken, kaldığım yere ayraç olarak koyduğum kurumuş papatyayı yatağımın üzerine bırakıp, okumaya devam ettim.

 

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama ben çoktan kitabın atmosferine kendimi kaptırmıştım. Anlatımı çok farklıydı, çok kendine özgüydü. Daha önce hiç böyle bir üslupla yazılmış kitap okumamıştım. Kitap bölümlere ayrılmıştı. Farklı farklı başlıklarla…

 

Bir bölüme başladığımda, ilk paragraf bize anlatılacak olan ana dersi kısaca özetliyor; ardından devamında, anlatmak istenilen konuyla alakalı bir örnek hikâye paylaşılıyordu. O hikâye, adeta elimize tutuşturulan bir dürbün gibi… Biz o dürbünle anlatılmak istenen dersi, hakikati daha güzel görüp anlayabiliyorduk. Dürbün bize yakınlaştırıyordu.

Ve en sonunda, tekrar örneğin gerçekteki tatbikine yer verilip, ufak bir duayla bölüm kapatılıyordu.

 

Okuduğumda içime yayılan derin huzura ve dudaklarımın "Çok hoş..." diye mırıldanmasına engel olamadım.

 

Teyzemin "Mihriiiiiii!" diye son ses bağırmasıyla bir anda ufak bir sıçrama ile kendime geldim.

 

Büyük ihtimalle Bükra gelmişti. Kitabı tekrar arasına kurutulmuş papatyayı koyup masama bıraktım. Koltuk değnekleri yatağımın hemen baş tarafında, kenarda dikiliyordu. Biraz zorlanarak onlara uzanıp elime aldım. Onlardan destek alarak kapıya doğru ilerlemeye başladım.

 

Tam kapıyı açmıştım ki teyzemle karşılaştım.

 

“Hı canım, gelebildin mi buraya kadar? Ben de yardım etmek için yanına çıkmıştım.”

 

Merdivenleri hızlı çıktığı için nefesi düzensizdi.

 

“Geldim teyzem, merak etme. İnerim ben.” diyerek içeride bıraktığım tekerlekli sandalyeyi gösterdim. Allah’tan katlanabilir bir sandalyeydi.

 

“Onu alman yeterli olur.”

 

“Tamamdır, ben onu sırtlanıyorum.” diyerek odaya girdi teyzem. Benim yanımdan dikkatlice geçerek içeriye yöneldi.

 

Ben de her adıma dikkat ederek, bir yandan koltuk değneğime dayanıp, bir yandan merdivenin korkuluklarını tutunarak adım adım inmeye başladım.

 

Bu merdivenleri büyük anneannem hep otura otura iner. " Çok yoruldum çocuğum…” derdi. Ben hiç anlamazmışım. Meğersem şimdi anladım… İndiğin bir merdivenin her basamağında Allah’tan sabır isteyerek inmenin ne kadar zor olduğunu.

 

Düşüp şaşıp, daha fazla bir yerimi kırmadan indiğim için şükrettiğim bir merdiven inişinin ardından, merdivenlerin sonunda beni koca bir adam gibi Bükra'yla tokalaşarak tanışan Alp’in gülümseten manzarası karşıladı.

 

Bir eliyle, banyodan çıktığı için hâlâ hafif nemli olan saçlarının önlerini yukarı kaldırıp kendince daha yakışıklı olmaya çalışan beyefendi, bir yandan da ciddi bir ifadeyle Bükra'yla tokalaşıyordu.

 

“Ben Alp… Alp Yalçın. Memnun oldum,” dedi.

 

Bükra, Alp’le tokalaşırken diğer eliyle gülmesini saklamak istercesine dudaklarını kapatmış, tebessümünü bastırmaya çalışıyordu. Benim ortama girmemle birlikte, Bükra “Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum Alp Bey. Müsait olduğumuzda tekrar sohbet edelim,” diyerek, bu sefer gülümsemesini saklamadan bana doğru adımladı.

 

Bükra hemen gelip sımsıkı sarıldı, sıcacık oldum. “Canım benim ya…” dedim ve ben de sarılmasına karşılık verdim. Benden ayrıldıktan sonra hemen alçılı ayağıma baktı.

 

“Bir de bir şeyim yok diyorsun! Bu halin ne Mihri… Şuna bak bir de şu sakinliğe!” dedi, yüzüme göstererek.

 

“Ne yapayım?” dedim. “Panikten bağırıp çağırayım mı?”

 

Dediğime ikimiz de güldük. “Geldi başımıza bir kaza Allah’tan... tevekkül edip katlanmaktan başka çare var mı?”

 

“Orası öyle tabii…” dedi başını sallayarak.

 

Bir anda aklına bir şey gelmiş gibi işaret parmağını havaya kaldırdı. “Heh, şimdi hatırladım,” diyerek evin önündeki masanın üzerine bıraktığı poşetleri kucaklayıp yanıma geldi. İki dolu dolu market poşeti…

 

Dudaklarıma yayılan utangaç bir tebessümle, neşeli bir sesle:

 

“Kız, dedim… Allah iyiliğini versin! Bunlar ne? Niye bu kadar çok şey aldın? utandım bak, ne zahmet etmişsin!”

 

Eliyle havada “önemli değil” anlamında bir işaret yaptı. Ne olacak sanki… Çok da bir şey almadım. Hani sana kafede söz vermiştim ya… elmalı kek için.”

 

“Hı hı, evet, hatırlıyorum.”

 

“İşte, onu yapmak için aldım bu malzemeleri.”

 

“He şimdi anladım… Ama niye uğraştın bu kadar? Nasıl getirdin kız bu kadar eşyayı, ağırdır?”

 

En son söylediğime katıla katıla güldü. “Ben bunun iki katını bile taşırım. Böyle zayıf gözüktüğüme bakma, ben kuru diriyim!”

 

Son söylediğine ben de katıla katıla gülmeye başladım. Ardından bana eşlik ederken:

 

“Şaka yapmıyorum bak, ciddiyim!” diye kaşlarını hafifçe çattı.

 

Bu sırada bizi merakla izleyen Alp araya girdi:

 

“Elmalı kek miii? Bayılırım!”

 

“Evet Alpçiğim, bu tanıştığın arkadaşım bir aşçı, biliyor muydun?”

 

Biz muhabbet ederken teyzem de tekerlekli sandalyeyi aşağı indirmişti. Bükra’ya doğru gülümseyerek:

 

“Hoş geldin canım.”

 

“Hoş buldum…”

 

Hemen araya girdim: “O zaman başlayalım! Elmalı kekler şimdiden ağzımı sulandırdı!”

 

Alp ellerini çırparak: “Evet evet, hemen başlayın!”

 

Bükra da “Bana uyar,” dedi.

 

Teyzem galiba bir mutfak lazım size diye eliyle arka bahçede, davul fırın ve bahçe şöminesinin bulunduğu anneannemin sık sık kullandığı mutfağı gösterdi.

 

Amerikan mutfağına bakıp “Burası bir bomba düşmüş gibi,” diyerek hafif rahatsız bir gülümsemeyle, “Ben şimdi orayı toparlarım ama siz arka bahçedeki mutfağı kullanırsanız daha verimli olur,” dedi.

 

Başımızı sallayarak onayladık.

 

Bükra, hâlâ nasıl taşıdığını anlayamadığım poşetleri yüklenerek, odanın sinekliğini açıp teyzemin gösterdiği tarafa doğru adımladı. Teyzemin koluma girmesiyle, koltuk değneğini kenardaki kanepenin ucuna bırakıp tekerlekli sandalyeye oturdum. Alp’in de bana sinekliği tutmasıyla, ben de arka bahçedeki mutfağa doğru elimle tekerleklerimi çevirmeye başladım. Fakat Alp Bey bana kıyamayıp arkamdan iterek destek verdi.

 

Arka bahçedeki mutfakta, bizi meraklı gözlerle izleyip her an olaya dâhil olmaya hazır bekleyen Alp, Bükra'nın nasıl kek hazırladığını izlerken, ben de oturduğum yerden elma soyarak destek veriyordum. Kekin hamurunu yumurta ve şekerle çırpmaya başlayan Bükra, bunun kekin kabarması için ne kadar önemli olduğunu bize bir uzman hassasiyetiyle anlatıyordu.

 

“Ve… Sakın! Bu karışıma bir damla su bile kaçmayacak!” dedi gözlerini patlatarak.

 

Bükra, Alp ve bana doğru iyice yaklaştı.

 

“Bir damla bile! Eğer kaçarsa…”

 

“Evet?” dedik merakla.

 

Biz onun gerilimli oyununa ayak uyduruyorduk ki bir anda ses tonu, normaldeki sıcacık sempatik hâline döndü:

 

“İşte o zaman kekiniz şibit gibi olur! Sonra ‘neden keyfimiz kabarmadı, hamur gibi oldu, hiçbir tadı yoktu’ demeyin!”

 

Alp kahkahalarla gülerken ben de tebessümümle ona eşlik ediyordum. Bir anda “Aaa, çok acıyor!” diye başımı hızlı çevirdim — Alp’in parmağı kanıyordu. Hem de epeyce.

 

Nasıl olduğunu bile anlayamadığım şekilde, elma soyduğum bıçağı merakla eline almış, kaşla göz arasında parmağını kesmişti.

 

“Mihri abla, çok acıyor…” Gözleri dolmaya başlamıştı bile.

 

“Tamam tamam, sakin ol. Şimdi hemen ben ona pansuman yaparım, yara bandı da yapıştırırım. Hem de Superman’li!”

 

Onu sakinleştirmeye çalışıyordum. Her an ağlayabilirdi.

 

“Superman’li mi?”

 

“Evet! Hadi, pansuman malzemelerinin olduğu dolabın yanına gidelim,” diyerek Alp’le birlikte arka mutfaktan çıkıp Amerikan salona geri döndük.

 

– Bükra’dan

 

Bir yandan kekin pofuduk hamuru bozulmasın diye dikkatli ve hızlı bir şekilde çırpıyor, diğer yandan Mihrin’in hazırladığı elma püresini kaşık kaşık ekliyordum.

 

Aniden, karşımdaki sinekliğin arkasındaki arka bahçeden bir hışırtı duydum. Elimdeki işi hemen bırakıp dikkat kesildim. Ne olabilirdi bu sesin kaynağı? Ya da kim? Kimdi bu sesin sahibi?

 

Bir kalple bahçeyi dinlerken aynı hışırtıyı tekrar duydum. Bu sefer daha güçlüydü. Tam önümdeki yeşilliğin ardından geliyordu. Telaşla mutfakta sağıma soluma bakıp işe yarar bir şey arandım. Tezgâhın altındaki dolabı açtım ve kalın tabanlı çelik tavayı kaptığım gibi, sessiz ve temkinli adımlarla hışırtının geldiği yöne doğru ilerledim.

 

Yaklaştım… Yaklaştım… Fakat hiçbir gariplik ya da en ufak bir kıpırdama yoktu çalılıkta.

 

Emin olmak için bir adım daha, bir adım daha yaklaştım. Tam dibine gelmiştim ki…

 

Bir anda çalılıktan ayağa fırlayan, devasa tavşan kafalı biriyle göz göze geldim!

 

Korkuyla gözlerimi sımsıkı kapatıp, elimdeki tavayı tüm gücümle kafasına indirdim.

 

Bahçede çıkan uğultu, vuruşumun şiddetini anlatmaya yetiyordu.

 

Hafifçe önce tek gözümü, ardından diğerini açtım. Karşımdaki kişi hâlâ bana bakıyordu, hem de aynı gözlerle… Tanıdıktı bu bakışlar, ama çıkaramıyordum.

 

Eliyle kaskını işaret etti.

 

— Sağlammış... Sayende test etmiş olduk.

 

Ne diyor bu gevşek tavşan kafalı?! İçimden geçirdim.

 

Sonra hatırladım… Bu ses! Mihrin geçen gün "motorla almaya gelen, abim" dediği çocuk! O zaman da gözlerini üzerimden ayırmamış, bakışlarıyla beni rahatsız etmişti.

 

Şimdi de… Yine pervasızca bizi mi izliyordu?

 

— Sen... dedim, bizim mi röntgenimizi yapıyordun buradan?

 

Gözleri patladı. Suç üstü yakalanmış gibiydi. Gözlerinden belliydi, suçluydu!

 

— Hayır, hayır! diyordu ve elleriyle hayır işareti yapıyordu.

 

Bir anda eliyle kafamı işaret etti:

 

— Kafanda örümcek var!

 

— Neee?!

 

Dememle elimdeki tavayı savurdum. Olduğum yerde zıplamaya başladım. Bir elimle kafamı, diğer elimle üstümü başımı silkeliyordum panikle.

 

Ben çırpınırken, karşımdaki tavşan kafalının kahkahaları kulaklarımı tırmalıyordu.

 

— Yalan! dedim, parmağımı gözlerine doğru uzatarak. Bana yalan söyledin, değil mi?!

 

— Kafanda çelik tava patlattın ama küçücük bir böcekten korkuyorsun... Gerçekten âlem kızsın!

 

— Sana ne be!

 

Tam o sırada, "O ses de neydi?" diyerek bize doğru yaklaşan Mihri’nin sesi duyuldu.

Bizi böyle görmemeliydi...

Yoksa çok yanlış anlayacaktı.

Ve işin kötüsü, o an, neyi nasıl anlatacağımı hiç bilmiyordum.

Elimde bir tava, karşımda kocaman tavşan şeklinde bir kasklı, kaskta elimdeki tavanın kocaman bir izi ve kalbimde karmaşık bir şey…

O an, sadece rezil olmamayı diledim.

Ya da belki... çok geç kalmıştım.

 

Nasıl olmuş???

Beğendiniz değil mi?

Bölümü bitirdikten sonraki tepkinizi çok merak ediyorum lütfen benimle paylaşın olur mu 😊

 

Allah'a emanet olun 🤍

Bölüm : 05.04.2025 23:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...