14. Bölüm
Mihrimah Altun / Bir Demet Papatya / 11.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

11.𝓑𝓸𝓵𝓾𝓶

Mihrimah Altun
aydaki_yazar04

 

Umarım beğenirsiniz.

Şahsen yazarken benim çok içime sindi.

Sizinde yüzünüzde bir gülümseme bırakması duası ile...❤️

Seviliyosunuz.. 🫶🏻

{Bu bölüm geçen 15 Nisan'da doğum günüm olması dolayısıyla ona ithafen}

 

 

"Ve O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini indirendir..."

(Hadîd Suresi, 9. Ayet)

____

 

Mihri'den

 

Hani bazen hayatta beklemediğiniz bir sahneyle karşılaşırsınız ya... İşte benim için, şu an gözlerimin önünde gördüğüm manzara tam da öyleydi. Ama nedense rahatsız değil, aksine içinde sebebini bilmediğim bir mutluluk vardı. Bu tabloyu görmemden ötürü bir sevinç, bir heyecan... Belki biraz da merak ile doldum.

 

Arka bahçenin giriş kısmında, tekerlekli sandalyemin üzerinde, karşımda bir elinde tava ile endişeli bir yüz ifadesi takınarak gözlerini karşısındakine kilitlemiş bir vaziyette dikilen Bükra vardı. Karşısında ise kılık kıyafetinden, özellikle de vizörü açık peluş tavşan kaskından anladığım kadarıyla Bartu duruyordu.

 

Bu ikisi ne ara burada, bu şekilde bir sahneye girmişlerdi bilmiyorum. Tahminimce Alp'in parmağındaki yaraya bakıp gelmem beş-on dakikayı geçmemişti.

 

Ortamın gerginliğini dağıtmak için neşeli bir sesle,

"Aaa Bartu, sen mi geldin?"

diyerek sessizliği böldüm.

 

Bartu, ona dik bakan Bükra'nın yanından ayrılarak yanıma adımladı.

"Oooo, ayağı alçılı minik hanım da buradaymış... Nasılsın bakalım, nasıl oldun?"

 

"İyiyim, sağ olasın. Daha iyiyim."

 

"Bence de, daha iyi görünüyorsun."

 

"Biz de," dedim Bükra’yı göstererek, "elmalı kek yapıyorduk. Buraya kadar gelmişsin, sen de bize katılmak ister misin?"

 

"Hmm öyle mi?" diyerek imalı imalı arkasını dönüp ona ters ters bakmaya devam eden Bükra'ya bakarak,

"Olur, kalırım," dedi.

 

Bükra’ya döndüm:

"Keki fırına attın mı?"

 

"Yok, daha atamadım," diyerek yanımızdan hızlı adımlarla bahçeden çıkıp fırının olduğu tarafa geçti.

 

 

---

 

 

Herkes, salonun önündeki bahçe masasında yerini almıştı. Teyzemin bizim için yaptığı kahveleri yudumlarken, oluşan garip, gergin, tuhaf bir sessizliği dinliyorduk.

 

 

"Böyle sessizlikler hep içimi sıkıştırır. Ne zaman kelimeler susar, insanlar kendi içine dönerse, sanki odadaki hava da eksilir. Oysa ben, kalpten dökülen cümlelerin, neşeli kahkahaların, samimi bakışların olduğu o cıvıltılı ortamları severim. Diliyle kalbi bir olan insanları..."

 

 

"Eee, sen neler yapıyorsun Bartu?" diyerek ortamdaki sessizliği teyzem bozdu.

 

Bartu, bakışlarını bahçeden çevirip teyzeme döndü.

"Şu sıralar yaza özel bir kafede baristalık yapmayı düşünüyorum."

Kahvesinden bir yudum aldı ve devam etti:

"Geçen yıl kahvelere olan ilgimi fark ettiğimden beri Almanya'da barista eğitimlerine katıldım."

 

"Hmm, öyle mi? O zaman şimdi sen bizim kahvemizi beğenmiyorsundur," diyerek hafif esprili bir tonla karşılık verdi teyzem.

 

O, her zamanki büyük gülümsemesi yüzüne yayılırken,

"Ah, olur mu? Sizinki tabii ki başka... Bu tadı hiçbir eğitimde, içtiğim hiçbir kahvede almadım," dedi.

 

Teyzem gözünü muzipçe kırparak kahvesine uzandı.

"Hadi, yine aldın gönlümü."

 

 

"Aynen, gönül almasını bilirim," derken gözleri Bükra'ya kaydı, "bazılarının aksine," diye bitirdi cümlesini Bartu.

 

Aralarındaki olayı bilmediğim için merakla ikisinin tepkilerini izleyerek aralarında geçen olayı sezmeye çalıştım. Bükra mesajı hemen almış olacak ki, içtiği kahvesini masaya sertçe bırakıp Bartu'ya döndü ve bir kaşını hafif kaldırarak, "Bir kişinin hatalı olmadığı bir konuda özür dilemesini ya da gönül almasına gerek yoktur," dedi, anlayamadığım hafif hırçın bir tonda.

 

Onu daha önce pek böyle görmemiştim. Genel olarak benimle iletişimi hep sevgi, saygı ve samimiyet doluydu. Nedense Bartu ile alakalı tutumu daha farklıydı. Nasıl anlatmalıyım? Şüpheci, soğuk, temkinli, mesafeli… Bu kelimelerin karışımı gibiydi sanki.

 

Bartu yine alaylı bir gülümseme ile onu cevapladı: "Bir kişinin kafasına çelik tava patlatmak hata olmuyor mu?"

 

Ben, Alp ve teyzem bir anda ağzımızdan kocaman bir "Aaaa, çelik tava mı patladı kafanda?" cümlesi döküldü.

 

Bükra, bize dönüp hemen daha sakin ve kendini savunacı bir şekilde, "Abartıyor, abartıyor. Kesinlikle inanmayın. Sadece kendimi korumaya çalışıyordum ve bu evi..." dedi.

 

Bartu gülmeye başladı. "Kendini ve evi mi koruyordun, hem de benden?"

 

Kahkahaları büyüdü. Bize dönüp, sanki Bükra'dan ayrı bir sır verir gibi elini ufak bir paravan yaparak sesini kıstı: "Aynı zamanda böceklerden de korkuyor."

 

Tabii ki Bükra dediğini duymuştu. Hafif cırtlak ve yüksek bir tonla hemen karşılık verdi "Ne var yani, böceklerden korkan biri kendini ve içinde bulunduğu yeri koruyamaz mı demek istiyorsun?"

 

Bartu sadece gülüp, "Alemsin," der gibi bakıyordu Bükra'ya.

 

Ben, teyzem ve Alp aralarındaki komik diyaloğu ve şaşırtıcı konuşmaları bir ona bir diğerine bakarak izleyip, hiç aralarına girmeden sadece onları takip ediyorduk. Sanki aralarında görünmez itici bir elektrik akımı vardı.

 

Teyzem araya girdi: "Bir dakika, bir dakika! İkiniz de sakin olun. Ne oldu? Kim kime ne yaptı? Ben hiçbir şey anlamadım, birisi bunu sakince anlatabilir mi?"

 

İkisi aynı anda teyzeme döndü. "Ben anlatırım," dediler.

 

Teyzem kaşlarını çattı. "Biriniz," dedi emir verir bir tonda.

 

Bükra hemen anlatmaya başladı: "Mihri ve Alp salona kadar gittiklerinde, ben de arka bahçedeki mutfakta kekin harcını karıştırıyordum. Bir anda arka bahçeden tuhaf bir hışırtı sesi duyunca elime tavayı alıp arka bahçeyi kontrol etmeye gittim. Tam çalılığın arkasında biri mi var diye kontrol edecekken, bir anda bu arkadaş,

bir yandan eliyle bükra'nın anlattıklarını pişkin pişkin ona inanmaz gözlerle dinleyen

Bartu işaret ediyordu.

Çalının arkasından fırladı gözümün önüne. Ben de o anda panikle elimdeki tavayı kafasına vurdum ama abarttığı kadar bir şey olmadı yani, sert değildim."

 

Bartu sesini yükselterek araya girdi, yüzündeki muziplik hiç bozulmamıştı. "Neee sert değil miydin? Yeni aldığım kask olmasa, beyin kanaması geçirmiştim herhalde!"

 

Kaskı kontrol ettim, tavanın altının hafif bir izi çıkmış, Biliyor muydun bunu, sert vurmayan hanımefendi?" dedi.

 

 

Bükra suçunu kabullenmek istemeyen bir çocuk edasıyla kollarını bağlayıp,

 

“Hiç de inanmadım, sana inanmıyorum ki! Göster!” dedi.

 

Kollarını çözdüm. Bükra, biraz küçümser ve inanmaz gözlerle Bartu'ya bakarak, daha net bir sesle devam etti:

 

“Hadi, bir de baristalık diyorsun. Baristalık mesleğine çok saygı duyarım ama, hiç senin yapabileceğin bir şey gibi değil. Gerçekten, sen ve kahveler…”

 

Bartu, bu cümleyi duyduktan sonra yüzündeki gülüş hafifçe silindi.

Kahvesinin son yudumunu kafasına diktikten sonra, bu sefer ciddi bir yüzle Bükra'ya baktı. Onun böyle ciddi baktığını çok nadir görürdünüz.

 

Ben bile sayılı hatırlıyorum. Gerçi ben hep küçüklüğümdeki Bartu abiyi hatırlıyorum ama, aradan yıllar geçti ve yıllar, bazen kişilerde bazı şeyleri değiştirir. Ve siz buna şaşırıp kalırsınız.

 

“Madem inanmıyorsun…” dedi, sesinde meydan okur bir ton vardı,

“O zaman bir gün sana yapıp içmene ne dersin? İçtikten sonra karar ver. Daha hiçbir şey görmedin.”

Bükra, somurtkan bir şekilde,

“Yok, kalsın.” dedi.

İkisinin yaşadıkları gerçekten çok komikti. Acı, kahvemi yudumlarken, ikisini hareketlerini takip ediyor, bir yandan gülüp bir yandan aralarındaki çekişmelerin saçmalığını yüzümde enteresan bir ifadeyle izliyordum.

 

Aralarında değişik bir çekim ve itiş vardı.

 

Bükra, “Alpin kek yemeyecek miyiz?” demesi ve aynı zamanda imalı bir göz kırpması ile,

 

“Aaaa, evet, keki unuttum!” Bir eliyle Bartu'ya kızma işareti yapıyordu.

 

“Hep senin yüzünden unuttum! Şimdi kek yandıysa, ben de seni yakarım!”

 

Bartu, o her zamanki rahat ifadesi ile Kaşlarını umursamazca kaldırıp, iki elini yana, “Ben karışmam.” der gibi bir ifade ile açtı.

 

Bükra, onun üzerinden delici bakışlarını çekmeden biraz geri geri ilerleyip, ardından hemen fırının yanına arka bahçedeki mutfağa koştu.

 

Kısa bir süre sonra, elinde, üzerine beyaz ince yapılı bir sos gezdirilmiş, üzeri çikolata parçaları ile süslenmiş önce burnumuza dolan nefis kokusu ile kocaman, pofuduk bir elmalı kek vardı.

 

 

Yüzüne, o ilk tanıştığımızdaki samimi ve sıcak gülümseme geri gelmişti.

 

Bir eliyle sarı saçlarını kulağının arkasına atarken,

 

“Evet, kekimiz geldi. Umarım hepiniz beğenirsiniz.” dedi.

 

 

Eliyle Bartu’yu işaret edip,

“Bu arkadaş sağ olsun, buraya niçin geldiğini unutuyordum neredeyse,” dedi ve gözlerimin içine baktı.

 

Sesinde heyecan ve şeker gibi bir samimiyet akıyordu.

 

“Bu kek benim Mihri’ye sözümde. Geçirdiği kaza ve ayağının alçıya alınması için de geçmiş olsun hediyem.”

 

Nefesimi tutmuş, cümlesinin devamını duymak için koca bir gülümsemeyle gözlerinin içine bakıyordum.

 

Dikkatim onun üzerinde olduğu için, teyzemin ve Alp’in yanımızdan ayrıldığını hiç fark etmemiştim. İkisi de salondan bahçeye fırlamışlardı.

 

Bir anda yüzüme doğru patlayan yüksek bir sesli konfeti ve aynı anda kulaklarıma dolan "İyi ki Doğdun Mihri!" sesiyle irkildim.

 

Birkaç gün sonra doğum günüm olduğunu o an hatırladım. Nasıl da aklımdan uçup gitmişti... Bu geçirdiğim kaza beni sandığımdan da fazla etkilemişti.

Geçen yıl yaşadıklarımdan sonra bu yılki doğum günüm için en ufak ne bir hevesim ne de heyecanım kalmamıştı.

Bunun bir nedeni vardı ama şu an o nedeni zihnimin çok derinlerine göndermiştim. Hatırlamak istemiyordum. Çünkü unutmak için çok çabalıyordum.

 

Ben unutsam da beni sevenler unutmamıştı.

 

Teyzemle Alp, onlara eşlik eden Bartu ve arada Bartu’ya baktıkça tepkisi değişen, sonra tekrar bana bakıp gülümsemesini toparlamaya çalışan Bükra...

Hepsi aynı anda bana doğum günü şarkısı söylüyordu.

 

Gözlerim kalabalıktan sıyrılıp bahçe kapısına kaydı. Anneannem elinde kocaman, uçan pembe bir balon ve hediye poşetleriyle belirmişti.

 

Dudaklarımdan kaçan bir “Aaaaa!” nidasına engel olamadım, olmak da istemedim.

 

Mutluluğumu dile getirmekten kendimi alamadım.

 

“He-pinize gerçekten ama gerçekten çok teşekkür ediyorum. Çok mutlu ettiniz beni, her biriniz...

 

Ne kadar mutlu olduğumu gözlerimden ve gülümsememden anlayabilirdiniz. "Şu an koşup hepinize teker teker sarılmak isterdim... ama ayaklarımdaki engel buna izin vermiyor,” diye geçirdim içimden.

 

Dilime dökülmeyen sessiz kelimelerim ilk önce Alp’e ulaşmıştı sanki.

Elindeki konfetiyi masanın üzerine bırakıp koşarak sıkı sıkıya belime sarıldı.

 

Çocuksu bir ses ve kelimelerin sonlarını uzatan bir tonda,

“Mihri ablaaamm! Doğum günün kutlu olsun!”

 

Şaşırdım ama hemen toparlandım ve karşılık verdim. Sarıldım ona.

 

Ardından teyzem ve anneannem tek tek geldiler.

 

Bartu’ya sıra gelince, önce nereden çıkardığını anlamadığım bir paket uzattı kucağıma.

“Al bakalım Minik Hanım, bu da benden.”

 

“Aaa, ne acaba? Çok merak ettim bak!” dedim.

 

“Ne olabilir? Senin gibi bir kitap kurduna kitap aldım,” dedi.

 

“Çok iyi yapmışsın. Kitapsa beğenmeme ihtimalim yok.”

 

“Biliyorum, ne kadar çok kitabın olduğunu da biliyorum. Ama ne kadar fazla olsa da sen hayır demezsin.”

 

“Beni tanıyorsun. Aynen, demem.”

 

Birden düşünceli bir tavır takındı:

“Kitabın bir hususiyeti daha var. Bu, sana küçükken bahçede salıncakta okuduğum kitap.”

 

İçimdeki gülüş, bir anda yerini duygusallığa bıraktı.

Gözlerim mi dolmuştu, yoksa Bartu abimin görüntüsü mü buğulanmıştı, bilemedim.

 

Yavaşça elini gözlerime doğru uzatıp hafifçe sildi.

“Ağlama hemen, sulu göz.”

 

“Ağlamıyorum ki,” diyerek sesimi çirkef bir ifadeyle yükselttim. Ağladığımı gizlemeye çalıştım ve hemen gülümsedim.

 

Göz pınarlarıma biriken damlaları geri göndermek için çabaladım. Çünkü şu an burada ağlayamazdım. Ağlamak istemiyordum. Tek başıma ağlardım ben... En üst katta, belki o gizemli mektubun devamını yazarken. Ama şimdi değildi sırası.

 

Heyecanla, hediye paketine sarıldım. Paketi yırtmamaya dikkat ederek kibarca açtım.

İçinden çıkan kitap, tahminimin aksine eski bir basıma sahip, karışık bir masal kitabıydı.

 

Başlığında, altın yaldızlı italik bir fontla “Masallar” yazıyordu.

 

“Aaa, ne kadar özlemişim,” diyerek kapağını açtım ve sayfaların arasında bana en çok okuduğu masalları aradım.

 

Fasulye Sırığındaki Kız, Tantanga Gabacık, Kalender... En sevdiklerim.

 

Özlemle karıştırdığım sayfalardan başımı kaldırıp, beni duygusal bir ifadeyle izleyen Bartu abimin gözlerinin içine baktım.

 

“Çok, çok özlemişim...”

 

“Ben de... ben de,” dedi kısık bir sesle.

 

Aslında kastettiği sadece masallar değildi. İkimizin çocukluğuydu bu. Bunu sesindeki tınıdan anladım.

 

Bu duygu dolu sahnemizi teyzemin sesi böldü:

“Ne almış Bartu? Ben de bakayım,” diyerek yanıma geldi.

 

Bartu masadaki yerine geri döndü.

 

Anneannem de yanıma gelip önce balonumu elime verdi.

Şefkat kokan sesiyle,

“İyi ki doğdun, ilk torunum benim, pek bir hanımefendi” dedi.

Aynı sıcak tonda cevapladım onu,

“Çok teşekkürler canım anneannem,”.

 

Elindeki diğer poşeti de kucağıma bırakıp, masadaki boş bir sandalyeye geçti.

 

Bükra, oturduğu yerden ayağa kalktı.

Tüm coşkulu enerjisiyle, gözlerimin içine bakarak,

 

“Evettt, doğum günü çocuğu! Sürprizimizi beğendin mi? Gerçi benden çok teyzenin sürprizi. Benim haberim yoktu. Teyzenin telefonunu arayınca, o da arkadaş olduğumuzu öğrenir öğrenmez böyle bir şey yapmayı düşündü. Sen de gelir misin dedi. Ben de hemen atladım. Bayılırım böyle sürprizlere,” dedi.

Bir yandan eliyle teyzemi göstererek…

 

Bir teyzeme, bir Bükra’ya baktım. Ardından sofradaki herkese teker teker:

 

“Beğenmez olur muyum? Böyle güzel bir sürprizi... İnanır mısınız, aklımdan çıkmış. Hepinize teker teker çok teşekkür ediyorum. Çok mutlu ettiniz beni.”

 

Teyzem, “Ne demek birtanem, hiç unutur muyuz? Ama kusura bakma, pasta alamadım,” dedi.

 

Sonra Bükra’yı göstererek devam etti:

“Arkadaşın gastronomi okuduğunu ve elmalı kekte çok iddialı olduğunu söyledi. E tabii, ben de senin elmalı keki ne kadar sevdiğini bildiğim için itiraz etmedim.”

 

“Çok iyi yapmışsınız, bu kek bin pastaya bedel bana göre” dedim. Kekin üstüne baktım.

Ağzımın suyu akmıştı. Gerçekten çok güzel görünüyordu.

 

Bartu hemen muhalefet etti:

“Ben çok da öyle olduğunu düşünmüyorum. Bence içi çiğ kalmış.”

 

Bükra hemen savunmaya geçti:

“Daha yemedin bile!”

 

Bartu ise kollarını mızıkçı bir çocuk gibi bağlayıp başını ondan diğer tarafa çevirdi. "hıh" diyerek burun kıvırdı.

 

Bükra, onunla daha fazla uğraşmadan tekrar dikkatini bana çevirerek, ellerini dua eder gibi bir pozisyona getirdi:

“Rabbim sana şifalar versin. Bu kek sana şifa olsun. Umarım en kısa sürede tekrar ayağa kalkarsın. Ve birlikte…”

Bu kısımda yumduğu gözlerini açıp gözlerimin içine bakarak,

“Osmanlıca kursuna başlarız. Daha pek çok eğlenceli ve güzel şey yaparız,” dedi.

 

Çok heyecanlanmıştı. Bu, tepkilerinden ve mimiklerinden belli oluyordu. Heyecanlandıkça elleriyle anlatıyordu.

 

Bükra, tam bu güzel duasının ortasındayken, bir anda tekrar bahçe kapısı açıldı. Bu sefer içeriye girenler, Kayra ablam ve Bahar teyzemdi. Ellerinde paketlenmiş ikramlıklar ve hediye poşetleri ile masaya doğru geliyorlardı.

Bükra, onları görünce duasını bekletti; onların da katılması için.

 

Teyzem, “Ay çok iyi oldu durduğumuz! Ben de ablamı görüntülü arayacaktım, ona da söyledim sürprizimizi,” derken bana göz kırptı.

“Beni ara,” demişti...

 

Teyzem, telefonundan annemi görüntülü aramaya başladı.

 

Anneannem bir yandan Bahar teyzemi ve Kayra ablamı karşılıyordu. Bartu da, anneannemin direktifiyle içerideki salondan gelenler için ekstra iki sandalye getirdi masanın etrafına.

 

Herkes etrafımda, koca bir yarım daire olmuştu. Ben ise ortada ve herkesin odak noktasındaydım.

Hiç böyle bir sahneyi hayal bile etmemiştim...

 

Rabbim, hiç ummadığımız bir anda; ayet-i kerîmede buyurduğu gibi, bizi hoşnut edebiliyordu ve kalbimizdekini bize verebiliyordu:

 

“Sabret. Vakti geldiğinde Rabbin sana gönlündekini verecek ve seni hoşnut kılacak.”

(Duha Suresi, 5. Ayet)

 

Zihnimde yankılanan ayet meali tam da buydu şu an...

 

Ben düşünceler içindeyken, Kayra ablam onun için getirilen sandalyeye yerleşti. Bahar teyzem de sandalyesine oturmuştu. Bana döndü:

 

“Mihrim, tatlı dillim benim... İyi ki doğdun canım. Unutur muyumuz biz hiç senin doğum gününü?”

 

Bahar teyzeme doğru baktım, gülümseyerek:

“Unutmazsınız biliyorum...”

 

Benimle konuşurken bir yandan getirdiği poşetin içinden koca sepeti çıkarıyordu. Poşeti sıyırmasıyla birlikte, dışı çıtır çıtır kızarmış pişilerle dolu sepetle göz göze geldik.

 

 

Miss gibiler...

"Oy teyzem, ne kadar da güzel kokuyor. Ellerinize sağlık..."

 

Bartu, hemen bir pişiyi ağzına attı:

“Aynen Bahar teyzem! Sen hâlâ neden bir kafe açmıyorsun, bu işte çok iyisin.”

 

Sonra yan gözle Bükra’ya baktı, bazılarının aksine...

Onun bu tavırlarını görünce gülmeden edemiyorum.

 

Bükra, duymuyormuş gibi yapıp Alp’in tabağına pişi koyuyordu.

 

Teyzem, “Hıh oldu! Ablam niye açmıyorsun telefonu? Sana bahsetmiştim ya Mihrin’in doğum gününden,” diyerek, görüntülü konuşmadaki annemi bana doğru tuttu.

 

Ben de el salladım.

 

Annem:

“Canım kızım, doğum günün kutlu olsun.”

 

“Sağ olasın canım annem.”

 

Annem yalnız değildi, yanında miniklerim Enes ve Hüma da vardı...

 

Onlar da bana el sallayıp bir ağızdan "İyi ki doğdun ablam!" diye coşkuyla bağırdılar. Telefon hoparlöründeydi. Çok mutlu olmuştum. İçim sevgi ve huzurla doluydu. Her şey tam yerindeydi dediğim anda, bir anda elimdeki görüntülü görüşmede annemin telaşlı yüzünü gördüm.

 

Arkadan bir ses gelmişti, bir kapı açılma sesi sanki... Ve ardından telefondaki herkes sus pus olmuştu. Sadece bir ses duyuluyordu:

 

— Kim o telefondaki? Siz kimin doğum gününü kutluyorsunuz öyle coşkuyla?

 

Annem olayı toparlamak için telefonu kanepeye yüzüstü çevirdi. Bu yüzden onları göremiyor, sadece seslerini duyuyordum. Ve telefon hoparlörde olduğu için, masadaki diğer herkes de her şeyi duyuyordu. O anın ani paniğiyle telefonu hoparlörden alıp kulağıma getirmek aklıma bile gelmemişti. Belki de olayların ilerisini öngörememiştim.

 

Ardından telefonun ekranında, bu sefer görmek istemediğim ama yine de yüz yüze gelmek zorunda olduğum, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da doğum günümü bir kabusa çevirmek isteyen, sinir ve öfke dolu gözlerle babamla bakışırken buldum kendimi.

 

Beni görünce yine o yarım ağız alaycı ve küçümseyici gülümsemesini takındı suratına. Ardından iğneleyici bir tonla:

 

— Aaaa, bugün doğum günün müydü? Tebrik ederim kızım. Ama ben sana bu doğum günü kutlama konusunda ne demiştim, unutmadın değil mi? Biz kutlamıyoruz.

 

Sesindeki imalardan her şeyi anlıyordum. Sadece anlamak istemiyordum. Tekrar duymak istemiyordum onun bu kırıcı ve anlayışsız sözlerini. Bir de çevremde beni seven ve önemseyen insanlar varken hiç duymak istemiyordum. Ama duyuyordum maalesef. Duymak zorundaydım.

 

Tekrardan yalancı bir şekilde gülümsedi ve:

 

— Galiba bir partinin ortasındasın. Sen eğlenmene bak. Ama bugün sana o söylediğim aramayı yapmayı da unutma...

 

Bahsettiği kişi Cengiz'den başkası değildi.

 

Donuk bakışlar ve taş kesmiş bir ifadeyle sadece ona bakmakla yetinebilmiştim. Başka hiçbir şey yapamamıştım. Donmuştum. Telefonu o kapattı yüzüme. Ardından yavaşça önümdeki masaya bıraktım telefonu.

 

Başımı kaldırdığımda, yarım daire halinde etrafımda dizilen herkesin yüzünde bir merak, bir endişe... Konuşmadaki gerginliği hissetmiş bir hava vardı.

 

Artık iyice uzmanlaştığımı düşündüm o yapmacık —bana göre çok yalancı ama beni yakından tanımayan ya da tanımaya zahmet etmeyen insanların inandığı— gülümsemeyi takınmakta. Gözlerimin aksine yüzüm gülüyordu. Kalbim kan ağlamasına rağmen yalandan gülüyordum yine.

 

"Babam," dedim özellikle Bükra'ya bakarak. O tanımıyordu sesini neticede. "Babam da tebrik etti."

 

Hem ortamdaki gerginliği dağıtmak, hem de üzerimdeki dikkatleri önümdeki masaya çevirmek için —zorlansam da—:

 

"Bu güzel elmalı keki kesmiyor muyuz artık? Ben acıktım," diyebildim.

 

Şu an hiç rol yapmadan sadece ağlamak istiyordum. Ağlamak. Saatlerce ağlamak. Hiçbir şey anlatmasam bile birinin gözlerimin içine bakıp beni anlamasını istiyordum. Gözlerimin içine bakıp: "Her şey geçecek, merak etme," demesini... Ve bana sımsıkı sarılmasını.

 

O kadar sıkı sarılsın ki... önce yüreğim, ardından bütün bedenim sıcacık olsun istiyordum. Ama işte, sadece istiyordum. Şu an öyle biri yoktu hayatımda. Hiç böyle biri olmamıştı da.

 

Ama olabilirdi.

Belki.

Belki, dedim.

Neden olmasın ki?

Rabbim neden nasip etmesin ki?

 

Ben uzaklara dalıp gitmiş, göz pınarlarıma birikmiş damlaları avutmaya çalışırken Bartu ve Bükra da anneannemin yönlendirmesiyle mutfaktan bıçak ve herkese kişi başı tabak ve çatal getirmişlerdi.

 

Bükra, bıçağı bana doğru uzattı.

— Keki sen kes, doğum günü kızı.

 

Gülümsedim. Bu sefer içten.

 

— Tamamdır o zaman.

 

Bir elimle masadan destek alarak hafifçe doğruldum. Alçılı ayağıma basmamaya dikkat ederek Bükra keki önüme doğru itti.

 

— Keki kesmeden önce, hepimiz için birkaç şey söylemek istiyorum. Hazır ayaktayken...

 

Herkes:

— Buyur, buyur, söyle dinliyoruz, diye cevapladı.

 

Öncelikle elimle teyzemi ve Bükra'yı gösterdim:

 

— Öncelikle bu güzel sürprizi ayarladığı için teyzeme, Bükra'ya ve ardından bu sürprize dahil olmuş hepinize, teker teker çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız, iyi ki buradasınız, iyi ki yanımdasınız. Gerçekten varlığınız benim için çok anlamlı. Hepinize çok çok teşekkür ederim.

 

— Yaş almak, bence, bize getirdikleri ile anlamlı... O yaşta yaptıklarımızla, yaşanmışlıklarımızla anlamlı. Ve ben de buna en içten inanarak, bu yaşımı da en güzel şekilde, en önce Rabbimin razı olacağı şekilde yaşamaya niyet ediyorum... Ve sizlerle birlikte tabii ki.

 

Kocaman bir alkış koptu. Bunu beklemiyordum. Herkesin yüzünde kocaman, içten bir gülümseme vardı.

 

 

Ardından ilk dilimi ben aldım. Kalan keki Bükrâ ve teyzem dilimleyip herkese servis ettiler. Yanında Bahar teyzemlerin getirdiği pişileri de tabaklarımıza aldıktan sonra, anneannem —Alp hariç— herkese çay dolduruyordu. Bartu ise, “Ben de meyve suyu istiyorum!” diye tutturdu.

 

Tabii, bu hareketi Bükrâ’nın gözünden kaçmamış olacak ki:

“Bu yaşta hâlâ çay içemiyor musun?” diye Bartu’ya takılmadan edemedi.

 

Sofrada herkes koyu bir muhabbetin içerisindeydi...

Ben hariç. Tabağımdaki elmalı kek nefis olmasına rağmen, içimdeki sıkıntı o kadar büyüktü ki, bu güzel keki bile tadamıyordum.

 

Herkesin yüzüne gülümseyip sohbetlerine biraz biraz katılmaya çalışsam da, bu rolü daha fazla sürdüremedim. Zaten rol yapmakta da çok beceriksizimdir. Teyzeme doğru yaklaşıp, biraz başımın ağrıdığını söyledim. O ve Bükrâ’nın yardımıyla tekrar odama çıktım.

 

Masadan ayrılırken herkese tekrar teşekkür edip başımın ağrıdığını belirttim. Kimseye ekstra bir açıklama yapmamak için, herkesin anlayışına sığınmam gerekiyordu. Neyse ki çok şükür, nedenini daha da irdeleyen olmadı.

 

Odama girer girmez, dudaklarımın arasından derin bir nefes bıraktım.

Yorgundum.

Yatağıma oturur oturmaz göz kapaklarım yorgunlukla kapandı.

 

Yüzümden belliydi… Üzgündüm. Dibine kadar, yalnız ve kırık hissediyordum yine.

Ama en azından… şu an hissedebildiğim gibi durabildiğim için mutluydum.

 

Aklıma, gizemli notu koyduğum saksı gelince, merakla oturduğum yerden değneğin yardımıyla kalkıp terasa doğru adımladım.

Adımladıkça, sandığımın aksine içimdeki heyecan ve merak daha da büyüyordu.

 

Aslında içten içe, notumun okunmuş ve cevaplanmış olmasını istiyordum. Karşılık bulmuş olmasını.

Ne kadar bunları şu an kendime bile itiraf edemesem de…

 

Saksının yanındaydım. Gözlerimi kapatıp, elimle notu bıraktığım yeri yokladım.

Sonunda dayanamayarak bir gözümü açtım.

 

Ve elime bir kâğıt parçası gelmişti…

Ama bu, benim bıraktığım not muydu?

Yoksa yeni bir mektup muydu?

 

Kâğıdı çekmemle birlikte, üzerinde yıldız çizimi olan bir kâğıtla bakışmam bir oldu.

Bu yıldız… yeniydi.

 

Evet… Mektuba cevap gelmişti.

 

Hemen, terasta bıraktığım sandalyeye birkaç adım atıp zorlanarak uzandım.

Oturur oturmaz, ikiye katlanmış kâğıdı büyük bir özenle açtım.

Tarık’tan

 

Kovalanıyorum. Yapayalnızım. Bir sokaktayım. Bir an… bir anda, hiç bilmediğim bir sürü odalarla çevrili bir labirentteyim sanki.

 

Pek çok tanımadık insan var ama hepsinin yüzü silik sanki. Hepsi güvenilmez, hepsi korkutucu ve rahatsız edici. Kaçmaya çalışıyorum. Kaçıyorum da… ama kurtulamıyorum. Ne o insanlardan ne de peşimdekilerden.

 

Evet, peşimdeler. Kovalıyorlar beni. Ama kimlerin kovaladığını ne görebiliyorum, ne bilebiliyorum.

 

Bir an kendimi çok loş bir sokak lambasının aydınlattığı, hafif yokuş bir yolda buluyorum. Yanımda bir kız var. Evet, bir kız... Korumak istediğim biri var. Ama koruyamıyorum. Etrafımızdalar. Peşimizdeler ama göremiyoruz onları.

 

Bir anda kan görüyorum. Yanımdaki kızın üstü başı paramparça. Kanlar var… ama kimin kanı olduğunu bilmiyorum.

 

Telaşla kucağıma alıyorum onu. Buradan götürmek, bir yerlere kaçırmak istercesine… sonra bir anda kendimi bir apartmanın önünde buluyorum. Oraya koşmaya çalışıyorum, birilerinden yardım istemeye çalışıyorum ama gidemiyorum. Sürünüyorum sanki. Bir türlü kalkıp yürüyemiyorum, gidip yardım isteyemiyorum.

 

Ve yine… yine o bir sürü odalarla kaplı labirentteyim. Kaçmak için bir odaya giriyorum. Arkadan kapıyı ittikçe, diğer taraftan anlayamadığım biri benden daha kuvvetli bir şekilde itiyor. Kapatamıyorum bir türlü. Kapatmaya çalıştıkça daha da açılıyor sanki.

 

Kapatmayı başarırsam hemen kilitlemeye çalışıyorum ama kilitler tutmuyor. Kapı kapanmıyor.

 

İçimden çığlık çığlığa diyorum:

"Ne olur… ne olur uyanayım artık. Tanrım, dayanamıyorum!"

 

 

 

Nefes nefese idim gözlerimi açtığımda… Nefesim o kadar sıkışmış, kalbim o kadar hızlı atıyordu ki... Bir an elimi göğsüme götürüp bastırmasam, sanki kalbim çıkıp elime fırlayacak gibiydi.

 

Korkmuştum.

Evet, o kadar korkmuştum ki.

Karanlıktan değil... karanlıklara alışığım ben. Ya da labirentlere, bilinmezliklere.

Ama…

Yanımda sevdiğim kızı kaybetmeye alışık değilim.

Alışamam.

Hazır değilim.

Hazır olamam.

 

Ve… kan.

O elimdeki kan!

 

Bir an... rüyada kanlı gördüğüm sağ elimle başımı tuttum.

Saçlarımı çekiştirdim, sertçe.

 

“Ahhh…”

 

Evet, hatırlıyorum.

Kan vardı.

Kapkaranlık bir gecede... Ve elimde yine kan...

Tıpkı babamı kaybettiğim gece gibi.

 

O kadar nefes alamıyordum ki…

Mihri’nin balkonuna usulca bıraktığım nottan sonra, tekrar dedemin odasındaki tekli koltuğa döndümüştüm.

Geceleri pek uyku tutmadığı için yorgunluktan koltuğa sızmışım.

Ama birden hızla doğruldum ve sert, seri adımlarla odamdaki terasa yöneldim.

 

Kapıyı hızla ve sert bir şekilde açtım.

Kapı arkaya çarparken, terasın demir kulpunu indirerek kilitli olmadığını fark ettim.

Teras kapısından dışarı çıktım.

 

Derin derin nefes almaya başladım.

Sanki kilometrelerce koşmuştum ya da yüzlerce sınavdan geçmiş gibiydim.

Nefesim sıkışmıştı.

Kalbim daralmıştı.

 

Yüzümü gökyüzüne kaldırdım, gözlerimi kapattım.

Yüzüme vuran güneşin ışınları ve hafifçe esen rüzgârın serinliği…

Biraz olsun içimdeki paniği dağıttı, korkuyu azalttı.

 

Rüzgâr, biraz önce çekiştirdiğim saçlarımı yumuşakça okşuyordu.

Kirpiklerimi gıdıklıyordu sanki.

 

Gözlerimi açtım.

Terasın balkon duvarına iki elimi yasladım.

Başımı bu kez eğdim.

Zihnim, hâlâ biraz önceki kâbusun etkisinden kurtulamamıştı.

 

O kız… Mihri'ydi.

Ahh… Kahretsin ki Mihri’ydi. Eminim.

 

Ve ben...

Onu koruyamıyordum.

 

Korusaydım, üstü başı yırtık pırtık, kan içinde olur muydu?

Tıpkı babamı koruyamadığım gibi...

 

Ben hiçbir şeyi koruyamıyorum.

Zihnimdeki düğümleri bile çözemezken...

Hayatın anlamını bulamamış, Tanrı ile olan bağını kuramamış biriyken...

Hangi cüretle...

 

Elleri bile papatyalar gibi kokan, güneş gibi gülen, sesi etrafa huzur saçan bir kızı seviyordum?

Nasıl bu hakkı buluyordum kendimde?

 

Ben ona layık değilim.

Aramızda ay ve güneş kadar fark var.

Ve ikisi...

Asla bir arada olamazlar.

 

 

İçimdeki kaos büyürken, kendimi birden notu sıkıştırdığım saksının yanında buldum. Saksının altını el yordamıyla ümitsizce kontrol ederken elime bir kâğıt parçası geldi. Aynı kâğıt mıydı? Büyük ihtimalle öyleydi. Çekip aldım. "Okumadıysa hiç okumasın," dedim kendime. Şu an fikrim buydu.

 

Kâğıda baktığım gibi anladım; okumuştu. Hatta cevap bile yazmıştı. Evet, bana cevap yazmıştı.

 

Ben daha hiç okumamış olmasını isterken, o okumuş ve bana cevap bile yazmıştı.

Değişik ve beklenmedik...

 

Hızla açtım ikiye katlanmış, papatya kokan satırları.

 

> "Belki de Rabb’in seni kendisiyle baş başa bırakmak için yalnız bırakıyordur.

Boş bir kalabalığın içinde olmaktansa,

Kendimle dolu dolu yalnız olurum."

 

 

 

Bir daha okudum. Sonra bir daha. Ve bir daha...

Emin olmak istiyordum, sanki bir rüya olmadığına.

Evet, bunlar tam da onun söyleyebileceği cümlelerdi. Bu kelimeler onun ruhundan akmıştı bu kâğıt parçasına.

 

Odamdaki çalışma masasının önüne koyduğum sandalyeyi terasa çıkardım. Kâğıda bakıp uzun uzun düşündüm.

Bakış açılarımız ne kadar farklıydı...

Birisi yalnızlığı ceza olarak görürken, diğeri bunun bir ayrıcalık, bir lütuf olduğuna inanıyordu.

Haklıydı. Belki de bir lütuftu.

Ama ben bunu şimdiye kadar hiç böyle düşünmemiştim.

Hiç böyle görmemiştim.

Ta ki onun kelimeleri bana ulaşana dek...

 

Kendimle dolu dolu yalnız olmak...

Bu cümle çok manidardı.

Onu o kadar iyi anlıyordum ki.

Boş insanlarla bir arada bulunduğunda, sayı çokluğu sadece bomboş bir kalabalık oluşturur etrafında.

Oysa ki sen dolu doluysan, tek başına bile yalnız olmazsın.

 

Kâğıda bakıp uzun uzun sırıttığımı, dedemin “Neye gülüyorsun kendi kendine? Yoksa cevap mı geldi?” diyen neşeli sesiyle bölünmem sonucu fark ettim.

Sırtım dönüktü dedeme. Hafifçe yüzümdeki aptallığı gidermek istercesine ciddi bir ifade takınmaya çalıştım.

Sandalyeden kalktım ve yanına doğru yürüdüm.

 

"Evet, cevap gelmiş."

"Niye bu kadar şaşırmış gibisin? Beklemiyor muydun?"

"Açıkçası… pek de beklemiyordum."

"Allah Allah… ya! Beklemiyormuşmuş."

 

Gözlerimin içine derin derin baktı.

 

"Şu gözlerindeki beklentiye bak. Bayağı da bekliyorsun."

 

İnsan, karşı tarafın gözünden göremeyince bazen kendini bile anlayamıyor.

Gözlerinde nasıl bir ifade, nasıl bir beklenti olduğunu fark edemiyor.

Kendimizi bile çoğu zaman anlayamıyoruz.

Tabii bu durum benim için daha sık...

 

Dedem söylemese, belki de hiç fark edemeyecektim.

Gülümsedim.

Bu sefer ne kadar aptalca oldu, umurumda değildi.

İçimden geldiği gibi gülümsedim.

 

Mutluydum.

Evet, mutlu olmuştum.

Ne kadar içten içe bir tarafım beklenti içinde olmamaya çalışsa da...

Ona ulaşmak istiyordum.

Ne kadar farklılıklarımızdan ötürü bu bize acı verecek olsa da, ona ulaşmak istiyordum.

Engel olamadığım bir şekilde.

 

Dedem, gülümsememe karşılık verirken:

"Aptal aptal sırıtacağına, kıza git de cevap yaz," dedi.

Sırtıma vurdu ve ağır adımlarla odadan çıkarken,

"Bu arada... saat altıda akşam yemeği için masada ol," demeyi ihmal etmedi.

 

Bir şey demedim.

Sadece arkasından onu izledim.

Dedem haklıydı.

Cevap yazmalıydım.

 

 

---

 

 

Mihri'den

 

 

Yalnızlık…

Belki de bir lütuftur.

Belki de bir sınav, bilemiyorum.

Yalnızlık paylaşılmaz; tek kişiliktir.

Tanrı, benim kaderime yalnızlığı niye yazdı, anlamlandırabilmiş değilim.

 

İlk kez bana yazdığın satırları okuduktan sonra dedim ki: Belki…

Belki de Tanrı, beni hep yalnız bırakmakla aslında sadece kendisiyle baş başa kalmamı istemişti.

 

Ama bazen, yalnız bir kalp…

Onu anlayan birini ister.

Yanında saatlerce konuşmadan dursa bile, o suskunluk bile yeter.

 

Dışarıdan çok sessiz olduğumu söylerler.

Tek tük konuştuğumu…

Ama bilmiyorlar ki içimdeki sesler hiç susmuyor.

 

O sesler…

Kimi zaman geçmişin pişmanlıklarını,

Kimi zaman da geleceğin belirsizliklerini fısıldıyor.

 

Müsaadenle bir sorum olacak:

Güneşi mi daha çok seversin, Ay’ı mı?

 

Bu satırları okuduğumda, yüreğimde ince bir sızı hissettim.

Sanki benim de kalbimin aynı yerinde bir yara vardı ve bu kelimeler, o yaraya dokunmuş, onu sızlatmıştı.

 

Tüm satırlar duygu doluydu.

Çok samimi bir iç döküştü…

Çok etkilendim.

Ve tüm bunları bana yazdığı için mutlu oldum.

Karşı taraftaki her kimse, yalnız biri olduğu kesindi.

Ve benim gibi biri…

 

Ruhumu ona çok yakın hissettim, istemsizce… çok yakın.

 

Gözlerim sızlasa da, yüzümde hafif buruk bir gülümseme belirdi yine.

Yine, üzerinde yıldız figürü olan o kağıdı alıp cebime koydum ve masamın başına döndüm.

Bir önceki mektubu koyduğum gibi, onu da çekmecedeki eski bir defterin arasına yerleştirdim.

Sonra hemen, tertemiz bir kağıt çıkarıp kalemi elime aldım.

Yine içimden geldiği gibi, tüm samimiyetimle, gelen mektubun bende uyandırdığı hislere cevap vermeliydim.

 

Dünya zaten bir imtihan yeridir.

Rabbimiz bazen sağlıkla, bazen hastalıkla; bazen varlıkla, bazen yoklukla;

bazen yalnızlıkla, bazen kalabalıklarla imtihan eder.

Ama her zaman, başımıza ne gelirse gelsin, Rabbimizden mutlaka bir hayır vardır.

Buna tüm kalbinle inan… ve Ona güven.

 

Geçmişteki pişmanlıklarının fısıltılarından ve gelecekteki belirsizliklerden, korkulardan bahsetmişti.

"Demek ki kötü şeyler yaşamış," diye geçirdim içimden.

Ve tam da bu duygular için yazılmış bir yer okumuştum Risale-i Nurlar’dan.

Aklımda kaldığı kadarıyla, mektuba o satırları eklemek istedim:

 

> Geçmişte yaşadığım zor durumlar şimdi sana rahmet oldu; zahmeti gitti, rahmeti kaldı.

Gelecek ise daha gelmemiştir. Ve daha gelmemiş, yok olan bir şeyde de elem yoktur.

 

 

 

Mektubun en sonundaki soru, çok zarif ve ince gelmişti gözüme.

Ve çok hoştu…

Çekmeceden çıkarıp son satırı tekrar kontrol ettim ve cevabını yazmaya koyuldum:

 

Soruna gelecek olursak, ayırt etmem.

Her ikisi de kendine özgü ve güzel.

Güneş olmadan Ay’ın kıymeti belli olmaz;

Gece Ay’sız olursa, gündüz de Güneş’in önemi anlaşılmaz.

 

Madem o bana bir soru sormuştu, o zaman bana da bir hak doğmuştu.

Ben de bir soru sorayım:

 

Çiçeklerden en çok hangisini seversin?

 

Mihri’den:

 

Mektubu yine anneannemin çekmecesinden buldum. Hafifçe eskimiş bir kâğıda yazmıştım. Nedense bu sefer, bu mektubu çok içselleştirmemiştim... Bilemiyorum. Belki de karşı tarafın samimiyetinden, bir hata yapsam bile önemsemeyeceğine dair içimde bir inanç gelişmişti.

 

Dikkatlice ikiye katladım. Tekerlekli sandalyeyle olabildiğince hızlı bir şekilde tekrar saksının yanına döndüm. Saksının altından, demir paravandan diğer balkona doğru kağıdı ittim.

 

Umarım yüreğimden geçen bu kelimeler onun da yüreğine dokunur...

 

 

---

 

Ertesi gün:

 

“Biraz patates kızartması alabilir miyim?” derken, teyzeme tabağımı uzatıyordum. Dört kişi oturduğumuz kahvaltı masasında, teyzemden önce anneannem uzandı:

 

“Tabii çocuğum,” diyerek hemen tabağıma doldurdu.

 

Patates kızartmasıyla aramızda çok farklı bir ilişki var. Biz çocukluk aşkıyız.

 

İnanmazsınız, ben küçükken anneme bir çocuğun annesi tarafından zor durumda bırakıldığını şöyle anlatıyormuşum:

“Annesi ona patates vermemiş. Yani patatesi yok... Çocuğun, çok zor bir durum.”

 

Kendi kendime güldüğümü gören teyzem, tabağından başını hafifçe kaldırıp tek kaşını havalandırdı.

“Sen neye gülüyorsun öyle kendi kendine?”

 

Tabağımdaki patateslere hülyalı bakışlar atarken başımı kaldırıp ona çevirdim.

“Bu patates kızartmalarıyla aramızda küçüklükten beri çok farklı bir bağ var da... Ona gülüyorum,” diyerek minik bir açıklama yaptım.

 

Kahvaltıdan sonra, teyzem bugün yine Alp’i kayınvalidesine bırakacaktı. Anneannemin de bahçede bazı ekip-dikme işleri vardı. Biraz uzaktan, onun bahçeyle ilgilenişini tekerlekli sandalyemden izlesem de bir süre sonra sıkıldım. Aklıma dün yazdığım mektup geldi.

 

Ne kadar önemsemiyormuş gibi davransam ya da zihnimin gerilerine atıp unutmaya çalışsam da... Çok merakla bekliyordum cevabını.

 

Anneannemden rica ettim. Onun yardımıyla tekrar odama çıktım. Anneannem odadan çıkar çıkmaz, ilk iş saksının altını kontrol etmeye gittim.

 

Ve evet... Cevap vardı. Tekrar cevap gelmişti!

 

Şu an, eğer ayağım alçıda olmasa ve tekerlekli sandalyede oturmuyor olsaydım, kesin olduğum yerde zıplıyor olurdum. Çünkü çok sevinmiştim. Nedenini bilmediğim bir şekilde… çok sevinmiştim.

 

Daha fazla bekleyemeden, özenle katlanmış kağıdı hemen açtım. Heyecandan gözlerim satırlarda dolanıyor ama okuyamıyordum.

 

Gözlerimi yumdum. Başımı kaldırıp yüzüme vuran güneşin sıcaklığıyla deniz kokusunu iyice ciğerlerime doldurmak ister gibi kocaman bir nefes aldım. Sakinleşmiştim.

 

Başımı eğip tekrar baktım satırlara:

 

 

 

 

Mektuptan:

Haklısın. O kadar haklısın ki dediklerine söyleyecek karşıt bir cevabım yok.

Ben hiç böyle görmemiştim. Hiç böyle bakmamıştım bu duruma.

Senin bana verdiğin bakış açısı, hayatıma yeni bir pencere açtı.

Ve bunun için ne kadar minnettar olduğumu anlatamam.

 

İçe kapanık ve pek evden çıkmayı sevmeyen biri olduğum için...

Bu mektupları bir süre daha devam ettirsek, ne dersin?

 

Soruna gelecek olursam...

Çiçeklerden en çok papatyayı severim.

Sonra...

 

 

---

 

Burada bitiyordu mektup.

Neden sonunda “sonra” deyip bırakmıştı ki?

Anlayamadım, bir anlam veremedim. Herhalde yanlış yazmıştı da... Kalemden dolayı silememişti.

 

Kocaman gülümsedim. Kalbimde çiçekler filizlendi sanki... İçim sıcacık, pır pır ediyordu.

 

Minik mektubumun birinin yüreğine dokunmuş olması...

Beni o kadar mutlu ve iyi hissettirmişti ki...

 

Şu an ne teyzemin ve Bükra’nın bana hazırladığı doğum günümde babamın bana söylediği o tehditvari, rahatsız edici konuşma...

Ne de bahsettiği gibi Cengiz’i aramam gerektiği zorunluluğu...

Zihnimden uçup gitmişti sanki.

 

“Elhamdülillah,” dedim içimden.

Bir kere de dışımdan, kocaman bir “Elhamdülillah!”

 

Ya Rabbi... Hiç beklemediğim bir anda bana böyle güzel bir mektup arkadaşını nasip ettin.

Belki bilmiyorum kim olduğunu, nasıl biri...

Ya da neden böyle mektuplar yazdığımızı bilemiyorum.

 

Bu duayı ederken, geçen mektubunda hep “Allah” yerine “Tanrı” yazdığı geldi aklıma.

 

Neden “Tanrı” yazıyordu ki?

Belki dini inancında bir sıkıntı vardı...

Ya da belki de farklı bir dine mensuptu.

Büyük ihtimalle bunu şu an bilmiyordum ama... Irdelemeyi de düşünmüyordum.

 

Çünkü şu an, bana yavaş yavaş hislerini, gönlünü açan biri...

Belli ki çok hassastı.

Ve dediği gibi içe dönük, sessiz biriydi.

Böyle birine, şu an herhangi bir konuda sorduğum soru...

Belki de onu rahatsız edebilir, yazmayı bırakmasına sebep olabilirdi.

 

Bunun olmasını hiç istemezdim.

 

Belki... Benim Rabbimle olan bağımı doğru bir şekilde yansıttıkça...

O da Rabbini sever ve daha iyi tanırdı.

Ve tanıdıkça severdi.

 

Kim tanımadığı birini sevebilir ki?

 

İçimden geçirdiğim duaya devam ettim:

 

Ama o da yaralı, bu çok belli...

Ve belki de sen bizi birbirimize merhem olalım diye...

Mektuplarla böyle güzel bir bağ kurdurdun.

 

Belki değil, belli ki bu böyleydi.

Çünkü hiçbir şey tesadüf değil, tevafuktu.

 

 

Akşam 22:23

 

Yarın doğum günüm… 15 Nisan.

 

Çocukluğumdan beri doğum günü demek hep heyecan, mutluluk, sürprizler ve pastalar demekti bana. O kadar heyecanlanırdım ki, aylar öncesinden gün saymaya başlardım.

Sanki bir yaşı daha bitirdiğinde ödüller verilirdi bana. Öyle bir heyecan, şimdi anlam veremediğim bir coşku içerisinde olurdum.

 

Genelde babamdan gizli kutlardık. O dışarı çıktığında ya da işte olduğunda…

O kızardı. Pek istemezdi. Telefon konuşmasında da söylediği gibi, hep “Biz kutlamıyoruz,” derdi.

Bunu Hristiyanlara benzememek için yaptığını biliyorum.

Sadece… onun tutumu, söyleyiş tarzı o kadar katı, kestirip atar gibiydi ki… Hiç bizim duygularımızı önemsemez ve dediklerimizi duymaz gibiydi.

Bu benim ruhumu çok yaraladı.

 

Tabii ki ben de Hristiyanlara benzemek istemiyorum.

Peygamber Efendimiz’in şu sözünü biliyorum:

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031)

 

Sadece, benim ondan istediğim… Yeni bir yaş almak, yeni bir yaşa girmek, bir yaşı bitirmek…

Bu benim için çok anlamlı.

 

Tabii ki doğum günümde mumlarla süslenmiş bir pastayı üflemek istemiyorum. Benim dediğim, çok daha farklı…

O gün, sevdiklerinden, senin bu dünyaya geldiğin için mutlu olduklarını duymak istersin.

Birileri de sana “İyi ki varsın,” desin.

Bu yıl da yanımızdaydın…

Ya da, “Yeni yaşın hayallerini gerçekleştirdiğin, yine güzelliklere adım attığın, geçen yaşındaki yanlışlarını düzelttiğin, kendini geliştirdiğin bir yıl olsun,” denmesini istersin.

Minik bir notla yazılmasını…

Sana verdikleri ufak hediyelerle, onların arkadaşı ya da ailesinin bir üyesi olmandan mutlu olduklarını hissettirmek isterler.

 

Ama bu tarz ufak şeylere bile çok karşıydı babam.

Ve belki de onun bu sert tepkileri, kestirip atması, bende bu tarz kutlamaları daha çok yapma isteği uyandırmıştı içimde.

 

Tabii bu bahsettiklerim, en son geçen yılki doğum günüme kadardı.

 

Geçen yıl… Benim için o kadar felaket gibi, üzücü, acı dolu ve unutmak istediğim bir güne dönüşmüştü ki…

15 Nisan bu yıl yaklaşırken, hatırlamamıştım bile.

 

Çünkü… 15 Nisan’da babam odama gelip,

“Sana bir doğum günü sürprizim var,” demişti.

Sevinmiştim.

Bir ümit…

Belki de gerçekten bu yıl ağzından “İyi ki varsın… İyi ki benim kızım olarak doğdun,” gibi ufak bir cümle duyarım diye.

 

Yanılmıştım…

Hem de öyle bir yanılmıştım ki…

 

Odaya geldiğimde yüzünde benimle alay eden bakışlar…

Yarım ağız, yalancı bir gülümseme…

Ve iğneleyici bir tonda:

 

“Doğum günü kızı… Artık nişanlanıyorsun.”

“Hem de Borsanların oğlu ile.”

 

Bir an donmuştum.

Yüzümdeki ifade milim oynamamıştı.

Yerimden kıpırdayamamıştım.

Öylece kalakalmıştım.

 

Dediklerini duymuştum…

Ama algılayamamıştım.

Bunları söyledikten sonra çıkıp gitmişti odamdan.

Ben sadece arkasından, bomboş gözlerle baka kalmıştım.

 

“Ne? Ne demişti o? Nişanlanacak mıydım? Ben?

Ben mi nişanlanacaktım?

Kimle? Kim?”

“Borsanlar mı?

Hem… kimse kim?

Ben…

Asla…

Öyle bir şey yapmam…

İstemiyorum…”

Saat iyice ilerlemişti.

Bir yıl önce yaşananlar yine zihnimde tazelenmiş gibiydi. Unutmaya çalışıp, yaranın içinde kabuk bağladığına kendimi inandırsam da hâlâ kalbim ağrıyordu. Kırgınlıklarım geçmemişti işte.

 

Akşam çayından sonra terasa çıkmıştım. Orada yalnız kalmak bana iyi geliyordu… Bir de şu saksının altından bulduğum sürpriz mektuplar.

Geçen yıl yaşadıklarım yüzünden üzgün olduğumu ne kimseye anlatabiliyor, ne de yüzümde oluşan üzüntünün sebebini açıklayabiliyordum. Böyle durumlarda en iyisi buraya kaçmaktı.

 

Arada canım kahve ya da çay ister ama aşağı inemem diye teyzem, kilerden bulduğu eski bir su ısıtıcısını odama bırakmıştı. Yanına da dolu bir sürahi…

Suyu ısıtıp kendime acı bir kahve yaptım.

 

Yanıma Kur'an’ımı, birkaç not kâğıdını ve kalemimi alıp önce onları bıraktım terasın duvarına. Ardından kahvemi getirdim.

İkinci seferde terasın ışığını açtığımda, ışık çok parlaktı ve gecenin karanlığında gözlerimi rahatsız ediyordu. Ufak bir mum yaktım.

 

Aklıma yazmak gelmişti.

Yazmak her zaman bana iyi gelmiştir.

Tabii bazen yazmaktan da korktuğum olmuştu. Daha çok, yazdıklarımın bulunup okunmasından korkmuştum.

Çok şükür, burada böyle bir korkum yoktu. En azından şimdilik.

 

Bu işler nasıl anlatılır, nasıl yazılır bilmiyordum. Yan taraftaki mektup arkadaşıma henüz çok yeniydi arkadaşlığımız.

Ama sanki yıllardan beri tanışıyormuşuz gibi hissettiriyordu.

 

O yüzden çekingenliğimi bir kenara koymaya çalışarak içimi satırlara dökmeye başladım:

 

“Yarın benim doğum günüm.

Çoğu kişinin heyecanlandığı ama benim üzgün hatırladığım bir gündür doğum günüm.

Neden olduğunu sorarsan, geçen yıl hiç ummadığım bir şekilde beni o gün çok yaraladıklarını söyleyebilirim sana.

Biliyorum, bunda Rabbimin bir hikmeti var.

Ama bazen çok yanıyor içim… Çok yanıyor.

Sana söylemek istedim. Neden diye sorma. Söyleyemem.

Burada ona başka söyleyecek kimsem yok.

Diyemedim…”

 

Bir de mektuplara başlarken sana nasıl hitap etmeliyim?

Sanki epeydir aklımı kurcalayan bir soruydu bu.

Mektupları yazıyordum ama nasıl hitap etmeliyim kısmına gelince hep bir duruyordum.

“Siz” mi demeliydim, “sen” mi demeliydim?

Adı neydi ki karşıdaki kişinin?

Merak etmekten kendimi alıkoyamıyorum.

 

Mektubu, her zaman olduğu gibi saksının altına bırakıp Kur’an’ımın başına döndüm.

 

 

---

 

Yazardan

 

Genç kızın yüreği, söylediğinden de çok kırılmıştı. Paramparçaydı.

O, Rabb’inin yardımıyla parçaları bir araya getirip, imanın kuvvetiyle sarmıştı tüm kırıklarını.

Ama bazen o kırıklar yine batıyordu içine… ve kanatıyordu.

İncecik sicim gibi akıtıyordu kanları.

 

O da yazmakta bulmuştu biraz teselliyi.

Kim bilir…

Belki de karşıdaki kişinin söyleyeceği farklı bir bakış açısı ona iyi gelecekti.

 

Kur’an’ın başına dönünce genç kız, önce hüzünlü bir o kadar da özlem dolu gözlerle izledi hafızlık Kur’an’ını.

Kuşadası’na geldiğinden beridir hayatı neşelenmiş, hareketlenmişti.

En son geçirdiği kazadan sonra da, pek fırsat bulup ezber tekrarlarını yapamamıştı.

 

Biraz vicdan azabı da vardı içinde.

Sıcacık kahvesinden içini ısıtır ümidiyle kocaman bir yudum aldı.

Güçlü bir besmele çekerek, Kur’an’ın arasına koyduğu, en son kaldığı yeri gösteren ipi tutup Kur’an’ı açtı.

 

Gecenin sessizliği, genç kızın hüzünlü ama bir o kadar da huzur veren sesiyle dolmuştu.

 

Genç kız, tek başına Kur’an okuduğunu sanıyordu.

Fakat milyonlarca yıldızın altında, dolunayın ışığının iki terasın birleştiği yere vurduğu o noktada, aslında yalnız değildi.

Yan tarafta, ona mektuplar yazan gizemli kişinin, ona çoktan âşık olmuş olduğundan ve onun yazdığı satırları büyük bir dikkatle çoktan okumaya başladığından bihaberdi.

 

 

---

 

Tarık’tan:

 

— Ama yeter yaa! Bütün hediyelik eşya dükkânlarını gezdik, ne hediyeymiş arkadaş! Bir türlü seçemedin...

Yanımda sızlanan Bartu'ya hiç aldırış etmeden, sokağın en sonunda kalmış, henüz girmediğimiz tek hediyelik eşya dükkânına adım attım.

 

— Tarık, bir kere buluşmayı sen teklif ettin. Ben de "Buraya gelmişken ufak bir işim var," dediğimde "Sorun olmaz" demiştin. Şimdi niye sızlanıyorsun?

 

Arkamdan o da dükkânın merdivenlerini çıktı.

 

— Ufak bir iş demiştin, “Bütün hediyelik eşya dükkânlarına girip hepsini altüst edeceğiz” dememiştin.

 

— Sızlanma hem... İlk “Benimle buluş, motorlarımızı yarıştıralım” diyen sendin.

 

Bartu ağzında birkaç şey geveledi. Sadece "Hay teklif eden ağzımı..." dediği kısmını duydum. Çok da önemsemeden, ışıkları biraz sönük olduğu için loş olan hediye dükkânının rafları arasında gezinmeye başladım. Gözlerimle tam ona göre bir şey arıyordum. Tam da ona yakışacak bir hediye...

 

Tüm dükkânı, peşimde sürekli konuşan, ben gülmeyince esprilerine kendi gülen bir elemanla birlikte gezip tam çıkacakken, kasanın önünde duran boncuk bileklikler dikkatimi çekti. Biraz daha yaklaştım.

 

Dükkâna girdiğimizden beri burayla ilgilenen hiç kimseyi görmemiştim. Kasaya yaklaştığımda, arkasında tabureye oturmuş, okuduğu kitabın neredeyse kafasından büyük olmasından yüzünü göremediğim bir çocukla karşılaştım.

 

— Affedersiniz...

 

Çocuk kitaba dalmış olacak ki beni duymadı. Sesimi biraz daha yükselttim:

 

— Affedersiniz, buraya siz mi bakıyorsunuz?

 

Çocuk bu sefer hafif sıçrayarak kendine geldi. Yüzünün önünden kitabı çekince, kocaman siyah çerçeveli gözlükleri olan, gözlerini olduğundan da büyük gösteren bir kız gördüm. Siyah saçlı, çok tatlı bir kızdı bu.

 

— Buyurun, evet, dedi. Çocuksu ama ciddiyet katıp kalınlaştırmaya çalıştığı sesiyle konuştu. — Ben ilgileniyorum.

 

— Bu bilekliklerin fiyatını öğrenebilir miyiz?

 

— Aa onlar mı? Onlar satılık değil.

 

— Ne demek satılık değil? O zaman neden tezgahtalar?

 

— Onları çok sevdiğim müşterilerime hediye ediyorum.

 

Öyle mi? Bileklikler daha çok dikkatimi çekmişti şimdi. Neden beğendiğimi anlamıştım. Bunlar, her bir boncuğu ipe sevgiyle geçirilmiş bilekliklerdi. Bir tanesi papatya desenliydi. Bu tam onun için... Mihri için özel olarak tasarlanmış gibiydi.

 

— Peki, dedim küçük kızın dediğine uyarak. — Senin sevdiğin müşteri olmak için ne yapmalıyız? Çünkü benim sevdiğim birinin doğum günü hediyesi olarak bu bilekliğe ihtiyacım var.

 

Bartu da yanıma gelmişti.

 

— Çikolata alırsak sever misin bizi, yumurcak?

 

Kız, Bartu'ya onaylamaz bakışlarla baktı ve başını olmaz anlamında salladı. Ben de şansımı denemek için konuştum:

 

— Sana istediğin bir kitabı alsam, yan taraftaki dükkândan, sevdiğin müşteri olabilir miyim?

 

Gözleri heyecanla ışıldadı ve başını olumlu anlamda sallayıp bana elini uzattı.

 

— Anlaştık.

 

Küçük kızı ikna ettikten sonra kitabını alıp karşılığında bilekliği aldım ve dükkândan çıktık. Motorlarımıza doğru giderken elimde tuttuğum bilekliğe uzun uzun bakmaya devam ettim.

 

Kim bilir bu bileklik ona ne kadar yakışacaktı… Belki de doğum gününde yüreğinde açılmış yaraları biraz olsun sarıp, umut olacaktı…

 

— Amma da seviyorsun ha! Bir hediye almak için ne kadar uğraştın!

 

Bakışlarımı bileklikten çevirip, yanımda kollarını başının arkasına bağlamış, rahat ve gevşek adımlarla yürüyen Bartu’ya baktım.

 

— Yenge hanım çok şanslı…

 

Bu sefer benim de yüzümde muzip bir tebessüm belirdi. Galiba ona "yenge" demesi hoşuma gitmişti.

 

 

Bu Bartu'yla ilk buluşmamızdı… Ama sandığımın aksine, içimde onunla iyi anlaşacağımıza dair bir his vardı. Bu eleman biraz rahat, biraz umursamaz… Ama kötü biri değil. Aksine, kalbi temiz biri olduğunu sezmek zor değildi.

 

 

-----

 

– Mihri'den

 

15 Nisan

 

Bugün, normalin üzerinde geç kalkmıştım. Dün geceki düşünceler zihnimden bir türlü çıkmamıştı. Gece boyunca hafif kabuslar gördüğüm için, arada uyanıp tekrar uyumaya çalışmıştım.

 

Kendimi biraz daha toparlamak için, üzerimdeki beyaz üzerine kırmızı kalp desenli pijamalarımı hızlıca değiştirip, bavulumdan çıkardığım toz pembe bol elbisemi giydim. Başıma takmak için krem rengi şalımı yanıma aldım. Koltuk değneğimden destek alarak kahvaltıya indim.

 

Teyzem ve Alp Aydın merkezde oldukları için, ananemle baş başa sakin bir kahvaltı yaptık. Ardından, akşam yemeği için aldığı bamyaları soymamı rica etti.

 

İşimi bitirdiğim gibi öğle namazımı aşağı katta kıldım. Saat 15.30 olmuştu. Kendimi odama attım.

İçimden bir ses, “Mektuba yanıt geldi...” diye fısıldıyordu.

 

Saksıya yaklaştıkça içimde büyüyen bir heyecan vardı. Saksının altına doğru elimi uzattım.

Bu sefer kağıt biraz kabarık geldi elime. Hızlıca yan terasta kalan kısmını da çekip kağıdı çıkarttım.

Evet, kabarıktı. Arasında bir şey vardı.

 

Elime aldığım anda kağıt açıldı.

Arasından, kum boncuklarla yeşil dallar arasında işlenmiş papatyalardan oluşan çok zarif bir bileklik çıktı.

 

Kocaman güldüm. Tüm dişlerim rahatlıkla karşı taraftan görünebilirdi.

 

Karşı taraftaki mektup arkadaşım, hem mektubumu okumuş hem de bana bir hediye vermişti.

O kadar beklenmedikti ki...

Çok mutlu olmuştum.

 

Mutlu oldum demek az kalırdı.

İçimde tarifsiz bir duygu patlaması vardı.

Huzur, mutluluk, sevinç... ve daha ismini bile bilmediğim nice güzel his.

 

Yüzümde hâlâ o gülümseme vardı.

Bir bileklik, sadece bir bileklik değildi artık.

Sanki içimde uzun zamandır sessizce bekleyen bir çocuk,

biri tarafından fark edilmişti.

 

Küçük bir hediyeyle başlayan bu zarif oyun,

bana kendimi yeniden hatırlatmıştı.

İçimde, kendi renginde açan bir papatya gibi…

Sessiz ama cesur.

 

Ve ben o an,

karşı komşumun kim olduğunu hâlâ bilmesem de

bana umutla dolu bir pencere araladığını hissediyordum.

 

Bazen bir bileklik…

bir kalbin diğerine attığı en güzel adım olur.

---


(Bileklik)

---

 

Umarım bölüm yüreğinize dokunmuş ve güzel bir iz bırakmıştır...❤️‍🩹

 

Çok emek verip uğraştığımı zaten biliyorsunuz desteklerinizi eksik etmeyeceğinize eminim.✨

Allah a emanet olun

Papatyalar..🌼

2 hafta sonra görüşürüz.

Bölüm : 19.04.2025 23:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...