
Bu sefer bölüm çok uzadığı için 2.part yaptım
Desteklerinizi bekliyorum 🤗
---
Tarık'tan
Motorumun üzerindeydim. Hızlandıkça sanki düşüncelerimden uzaklaşıyordum. Kısa kollu siyah tişörtümün içinden geçen rüzgâr, kollarıma çarpıyor; tenimde serin bir iz bırakıyordu. Yol önümde uzarken, motorun gürültüsü zihnimin sessizliğini bastırıyor gibiydi.
Bu ses, bu hız… Hepsi geçici bir sığınaktı belki de. Her kilometreyle bir adım daha uzaklaşmak istiyordum geçmişten, içimdeki cevapsız sorulardan. Sanki gazı ne kadar köklersem, onlardan o kadar kaçabilecektim.
Ama bazı sorular vardı ki, hız ne kadar yüksek olursa olsun peşimi bırakmıyordu. Saatte 250-300 kilometreyle gitsem bile, kaçamıyordum. Çünkü onlar dışımda değil, içimdeydi… Zihnimin en derin köşelerinde yankılanıyor, her sessizlikte bir kez daha karşıma dikiliyorlardı.
Motorun dijital ekranının sağ köşesine taktığım telefondaki navigasyona göz attım. Varacağım yere pek bir şey kalmamıştı. Bartu’nun attığı konuma yaklaşmıştım.
Evde oyalanacak bir şey de yoktu zaten. Henüz Mihri’den mektubuma cevap gelmemişti. Beklemek yorucuydu… Belirsizlik insana saatleri uzatıyordu.
Bartu arayıp “Gelsene, bahçede motorları yıkarız,” deyince hayır demedim. Motorumun da temizliğe ihtiyacı vardı, bahaneydi belki ama işime geldi.
Aslında içimden bir ses, “Sen bu çocukla arkadaşsın,” diyordu. Ama ben bu sesi hep susturuyordum. Belki de korkuyordum...
Birine yeniden güvenmekten, dostluk kurup sonra yine yarı yolda kalmaktan, alışkanlık hâline gelmiş bir terk edilişten ürküyordum.
Bartu bunu anlıyor gibiydi. Belki de sırf bu yüzden, beni sürekli ortak bir şeyler yapmaya çağırıyor, o alışılmadık samimiyetiyle duvarlarımı zorlamaya devam ediyordu.
Benim kasıtlı ya da bazen istemsiz gösterdiğim soğukluklara, kısa yanıtlarıma, sessizliklerime aldırmadan...
Kendi hâliyle, kendi doğallığında sürdürüyordu iletişimini.
Ve bu hâli, garip bir şekilde hem huzur veriyor hem de korkutuyordu beni.
Onun bu kadar pozitif oluşu, bende hep bir soru işareti bırakıyordu.
Böylesine neşeli birinin içinde mutlaka sakladığı başka bir yüz vardır, diyordum.
İnsan, her hâlini göstermez ya hemen.
Bartu da öyleydi… Belki bir şeyleri saklıyordu. Belki gülümsemesinin ardında gizlediği bir karanlığı vardı.
Ve ben, bir gün o tarafını göreceğime inanıyordum.
Belki de sırf bu merak yüzünden hâlâ onunla görüşüyordum.
Mihri’den ise hâlâ ses yoktu…
Mektubuma cevap vermemesi beni endişelendirmiyor değildi.
Kendime söylemek istemesem de ihtimaller zihnimi oymaya başlamıştı.
Ya başına bir şey geldiyse…
Ya da daha kötüsü...
Benimle mektuplaşmaktan sıkıldıysa?
Vazgeçtiyse?
Bu ihtimaller içimi daraltıyor, motorun hızı bile artık düşüncelerimi geride bırakamıyordu.
Düşünceler eşliğinde çoktan Kuşadası'nın merkezine varmıştım.
Navigasyon, beni dar sokaklara sürükledikçe aklım biraz daha toparlanıyor gibiydi.
Birkaç sokak geçtikten sonra dijital ses, “varış noktasına ulaşıldı,” dedi.
Motoru kenara çektim.
Telefonu ekrandan çıkarıp Bartu’yu aradım.
“Geldim. Hangisi senin evin?” dedim.
Telefonun ucunda hemen sesi duyuldu, neşeli ve biraz aceleci:
“Geldin mi? Ben de bahçedeyim zaten, bir dakika, hemen sokağa çıkıyorum!”
Tam önünde durduğum, beş katlı apartmanın demir kapısı ağır ağır açıldı.
Paslı menteşeler gıcırdayarak selam verdi bana.
Karşımda Bartu…
Altında krem rengi bir şort, üstünde sütlü kahve tonlarında, ama çamaşır suyu lekeleriyle desenlenmiş eski bir tişört vardı.
Yine o bildik gülümsemesiyle, kırk yıllık dost edasıyla karşıladı beni.
“Ooo hoş geldin, hoş geldin! Geç içeri.”
Başımı hafifçe salladım.
“Hoş bulduk,” dedim kısa bir ifadeyle.
Kapıdan çekilince, motoru dikkatlice demir girişten içeri sürdüm.
“Arka taraf müsait, benimki de orada,” diyerek arka bahçeye giden yönü işaret etti.
O önden, ben arkadan bahçeye doğru ilerledik.
Orada, Bartu’nun motoru bizi bekliyordu.
Küçük musluğa bağlanmış hortum, yanında birkaç şişe deterjan ve belli ki motorlar için özel üretilmiş temizlik ürünleri vardı.
Her şey hazırdı.
“Hazırlanmışsın,” dedim, göz ucuyla ona bakarak.
“Seninle temizlik yapacaksak, tam teşkilatlı olmalıyım değil mi?” diyerek güldü.
Önce kendi motorumu, ardından onun motorunu güzelce yıkadık.
Tahminimin aksine, yaptığı işte özenliydi. Detayları atlamıyordu.
Bir de temizlik ürünlerinden haddinden fazla kullanıyordu; her bir parça için ayrı bir şişe elindeydi neredeyse.
Aramızda günlük birkaç sohbet geçti.
Çok uzun konuşmalar değildi. Genellikle motorlardan bahsettik.
Bu konuda yeni olduğu için bana epeyce soru sordu.
Rahatsız olmadım, aksine hoşuma bile gitti. Bilmediğini sormaktan çekinmemesi, bir yerde onun içtenliğini gösteriyordu.
İşimiz bittiğinde, motorları kurularken bir anda kendi kendine konuşmaya başladı:
"Oooh rahatladın mı benim oğlum? Çok pislenmiştin değil mi? Hatta içinden bana biraz küfür ediyordun, sana pis pis binerken... Hadi, doğruyu söyle. Seninle bu kadar samimi olduğumuzu sakın Zeytin’e söyleme tamam mı? Yoksa beni evden atar!"
Söyledikleri önce bana değilmiş gibiydi, ama motorla bayağı bayağı konuşuyordu.
Sonra bir anda bana dönüp baktı, onu dinlediğimi fark etti.
“Zeytin beni evden atar,” dedi, sanki çok ciddi bir şey söylüyormuş gibi.
“Zeytin kim?” dedim, şu an yaşanan her şey çok normalmiş gibi davranarak.
“Kedim,” dedi. “Yani, ona pek ‘kedim’ demiyorum. Kedi gibi görmüyorum. Daha çok... ev arkadaşım.”
“Anladım,” dedim, onun tuhaflığına ayak uydurarak. Sanki gerçekten her şey olması gerektiği gibiydi.
Motorun başından doğrulup tamamen bana döndü.
“Tanışmak istersen, müsaitsen gelsene. Böyle söyleyince sanki seni eve atmaya çalışıyormuşum gibi oldu ama…”
Kahkahayı bastı.
Ben de hafif alaycı bir ifadeyle ona bakarken yarım ağızla güldüm.
“Olur, çıkalım,” dedim.
Kendim bile söylediğime inanamadım.
Ben bayağı bayağı onun evine gidiyordum şu an.
Bir kere kabul etmiştim, artık “neyse” diyerek motorun son kısmındaki ıslak yeri elimdeki nemli bezle sildim ve onun peşine takıldım.
Kirli bezleri, deterjanları ve ellerimizi yüklenip apartmana girdik.
Girer girmez bana döndü:
“Gözün korkmasın ama dostum,” dedi. “Evim en üst katta ve…”
“Ve ne?”
“Ve… bu apartmanda asansör yok.”
“Anladım,” dedim. Başımı sallayıp sinirli bir nefes bıraktım.
Yapacak bir şey yoktu. Bir kere geleceğim demiştim.
En üst kata çıktığımızda kondisyonum iyi olduğu için beni çok zorlamadı.
Yine de nefes alışverişim sıklaşmış, kalp atışlarım hızlanmıştı.
Benim aksime, Bartu’nun hafiften tipi kaymış, nefes nefese kalmıştı. Ağzı açık, gözleri yarı kapalıydı.
“Allah Allah… Çok yoruldum ya. Hangi mimar böyle beş katlı apartman yapıp da buna bir asansör koymayı akıl edemez, hala anlamıyorum,” dedi.
Kapının kilidini açarken, “İnan, bu merdivenler yüzünden evden çıkmadan önce on kere düşünüyorum,” diye ekledi.
Apartman biraz eskiciydi; bu, yerdeki betonlardan belliydi. Belki de o yüzden asansörsüzdü.
“Eski bir apartman olduğu için… O zamanlar asansör yaygın değildir herhalde,” diyerek cevapladım onu.
Kapıyı açması için bekliyordum ama bir türlü açılmıyordu.
“Şey dostum… Bir el atar mısın?” diyerek kapının demir kolunu işaret etti.
Tüm gücümle asıldım. Kapıyı sertçe çekerken, o da anahtarı kilitte döndürdü. İki adam, bir kapıyı o kadar zor açtık ki hayret içinde kaldım.
“Bu kapıyı da yağlamam lazım,” diyerek yalandan bir gülüş attı bana içeri girerken.
Kapının girişinde, belime kadar gelen devasa bir çöp poşeti karşıladı bizi. Ardından, miyavlayarak yanımıza gelen gözleri bile simsiyah, uzun tüylü bir kedi belirdi.
Onu görür görmez Bartu eğilerek kollarını açtı.
“Gel kucağıma, gel Zeytinim…”
Kedi anında kucağına atladı. Öyle bir sarılışları vardı ki, onları izlerken aklıma Burçak’a hiç böyle sarılmadığım geldi.
Kulağındaki kediyi bana yaklaştırarak,
“Zeytin, Seyhan,” dedi. Kedinin bir patisini bana doğru uzattı.
Ben de tokalaşır gibi patisini sıkarak, “Tarık,” dedim.
Evden pek de temiz bir koku gelmiyordu. Koridorda bizi karşılayan çöp poşetlerinin devamı, koridorun diğer köşelerinde de vardı.
Beni salona doğru buyur etti Bartu.
“Kusura bakma dostum, temizlik yapmayı pek sevmem de…”
Salona girdiğimde ilk dikkatimi çeken, oturacak yerin olmamasıydı. Çünkü kanepelerin üzeri kıyafetler, eşya yığınları ve motor malzemeleriyle neredeyse tamamen kaplıydı.
Yerde, girişin sol köşesinde, kedi maması ve su kabı ile iki katlı, kocaman bir kedi yatağı vardı.
Ben salonu incelerken, Bartu bir yandan bize oturacak yer açmak için televizyonun tam karşısındaki koltuğun üzerindeki eşyaları kucağına toparlayıp diğer koltuğun üstüne bıraktı.
“Oturacak yerimiz hazır, buyur.”
Biraz tedirgin adımlarla kanepeye ilerledim. Şimdiden geldiğime pişman olmuştum. Hayatımda hiç bu kadar dağınık bir odada bulunmamıştım.
“Sen keyfine bak, ben hemen geliyorum,” dedi. Bir yandan da yerinde duramıyormuş gibiydi.
Sesini kıstı, biraz sıkıştım da…
“Sen yabancı değilsin…” dedi, sır verir gibi elini paravan yaparak devam etti. “Sakın kimsenin yanında söyleme, karizmam çizilir.”
Demesiyle koşarak salondan çıktı.
“Sen yabancı değilsin...” Tanışalı pek olmamıştı ama galiba Bartu’nun “yabancı” kavramı biraz farklıydı.
Çok geçmeden geri geldi.
“Ya ben epey acıktım. Sen de acıkmışsındır. Bir şeyler yiyelim mi? Bak, mutfakta elle dedim güzeldir, yemek yapmayı severim. Bence sevdiğim için güzel oluyor. Ee, cevap vermedin… Yiyelim mi bir şeyler?”
Bir an düşündüm. Böyle bir ortamda ne kadar hijyenik bir yemek yenebilirdi ki? Mikrop kapma ihtimalim işten bile değildi. Ama denemek istedim. İçimden bir şans verdim.
“Yiyelim, ben de acıktım.”
“Tamam o zaman, mutfağa geçelim. Sen de gel istersen,” diyerek salonun hemen yanındaki odaya girdi.
Ben de peşinden onu takip ettim.
İnce, uzun bir dikdörtgen mutfak karşıladı bizi. Sağ tarafta boydan boya uzanan mutfak tezgâhı ve üst üste dizilmiş dolaplar yer alıyordu. Sol tarafa ise birkaç patates-soğan kutusu iliştirilmişti. Kenarda iki kişilik küçük bir masa duruyordu; masanın üzerinde yarım kalmış bir kahvaltının kırıntıları gibi dağınık izler vardı.
Mutfağın görüntüsü tahminimden farksızdı; dağınık, biraz da yorgun. Tezgâhta epeyce birikmiş bulaşıklar diziliydi. Kahve fincanları, belki bir gece yarısı uykusuzluğunun tanıklarıydı. Gözlerimle saydım, tam on taneydi. Kim bilir, hangisi hangi hikâyeye aitti?
Masada birkaç ağzı açık bisküvi paketi, yarım kalmış kavanozlar vardı. Her şey biraz yarım, biraz savruktu.
Bartu gülümsedi.
“Merak etme, hemen pratik bir şeyler hazırlarım. Özel sevdiğin bir şey var mı?”
“Menemen... Menemen severim,” dedim hafifçe gülümseyerek.
“Menemen, peki efendi! Hemen menemen geliyor!”
Bir anda heyecanla ellerini ovuşturdu, sonra bana döndü.
“Sana özel Alman usulü menemen yapacağım. Almanya’da bir süre okumuştum, söylemiş miydim? Ya da tekrar söylemiş olayım. Orada bir Alman arkadaşım öğretmişti bu tarifi. Efsanedir, bak efsane!”
O an küçük bir sır gibi itiraf etti bunu. İçten gelen bir hevesle. Sanki bu tarif onun bir zamanlar ait olduğu hayatın küçücük bir parçasıydı.
Ben ise hafifçe gülümsedim.
“Yaaa öyle mi? Nasıl oluyormuş Alman menemeni?”
O konuşurken, dolaptan domates, biber ve yumurtaları çıkarıp tezgâha yerleştirmeye çalışıyordu — tabii boş bir yer bulabilirse.
“Bizimki gibi aslında. Sadece içine biraz kaşar, biraz da sucuk katıyorlar. Onlar tabii biraz masraflı ama… Tadınca anlarsın!” dedi. Parmak uçlarını birleştirip dudaklarına götürdü, öpme hareketi yaptı. “Mükemmel!”
Yıkadığı sebzeleri, biraz önce altını açtığı yağlı tavanın üzerinde, havada doğrar gibi yaptı. Havadaki bıçak hareketleriyle adeta gösteri sunuyordu.

Bir yandan çay suyu koymayı da ihmal etmemişti.
Bu çocuk şaka mıydı ya… dedim içimden. Bu hareketlere, bu rahatlığa, bu içtenliğe bak...
Ama bu oyunu daha fazla devam ettirmek istemedim.
“Ben yarı Alman’ım,” dedim sessiz bir kararlılıkla.
“Yaaa! Gerçekten mi Almansın?” Bir an duraksadı. “Hiç dememiştin ya… Tüh! Ulan bir anda pot kırdım sanki.” Utanıyormuş gibi yaptı, kaşlarını kaldırıp gülümsedi. “Bunu hep Türk arkadaşlar yutuyordu. Senin Alman olabileceğini hiç düşünmedim.”
Arkasını döndü, sonra tekrar bana dönüp şöyle bir süzdü.
“Hiç de çaktırmıyorsun ama. Bana hep derler, ‘Sen tam bir Almansın’… Ama sen… bayağı Türksün oğlum sen.”
“Babam Türk. Ona benziyorum,” dedim kısaca.
“Heee, desene ondannn,” dedi, kelimelerin sonunu uzatarak. Gülümsemesi hafiflemişti ama sıcaklığını koruyordu.
Yemeği pişirdiğinde masanın üzerindeki eşyaları birlikte kaldırdık. Küçük, derme çatma ama samimi bir sofra kurduk.
Beklentimin aksine, gerçekten lezzetliydi. Menemenin bu hali… alıştığımdan farklı ama hoştu.
“Lezzetli. Güzel olmuş,” dedim.
“Eee, sen ne bekliyordun ki?”
Bu sefer içten bir kahkaha koyuverdim. Ve sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi devam etti:
“Bu pis ve dağınık çocuğun elinden iyi bir şey çıkmaz gibi bir düşüncen mi vardı yoksa?”
Yüzüme bir mahcubiyet yayıldı. Omuzlarımda hafif bir ağırlık.
"Aslında bu Bartu usulü menemen arkadaşlara Alman usulü deyince daha havalı oluyor" diyerek önündeki çayına uzandı.
“Kusura bakma,” dedim dürüstçe. “Önyargılı davrandım. Ne kadar bu konuda yaralı olsam da… Bazen ben de bu hataya düşebiliyorum.”
“Hiç sorun değil,” dedi ve dosdoğru omzuma dostça vurdu. “Yeter ki içinden geleni dürüstçe söyle. O zaman alınmam. Bir de... bu dostluğu sürdürelim.”
Elimi uzattım, vuruşuna karşılık verdim.
“Sürdürelim,” dedim sessizce.
İlk defa uzun zamandır birine “dostum” demek bu kadar kolay, bu kadar içtendi.
---
Mihri'den
Sabah, gözlerimi araladığımda başucumda beni bekleyen bir şey vardı. Önce anlam veremedim. Hafifçe doğruldum, pikeyi üzerimden sıyırarak kenara ittim. O an gözüm, masamın üzerine bırakılmış mektuplara takıldı.
Hava hâlâ serin, odada ince bir sessizlik vardı. Belki de beni uyandıran, bu sessizliğin içinde gizlenen meraktı.
İlk mektup, standart boyutlardaydı. Zarfın üzerine çizilmiş minicik bir kalp... Yalın, naif, ama içimi usulca kıpırdatan bir iz. Parmaklarım o kalbin üzerinden geçerken içimde tuhaf bir sıcaklık yükseldi. Tanıdık bir elin, tanıdık bir yüreğin izini taşıyor gibiydi.
Ama hemen altında duran siyah zarf... Onun varlığı tüm bu sıcaklığı gölgeledi.
Diğerinin yarısı kadar küçüktü ama çok daha ağırdı. Elime aldığımda sanki kalbim, onunla birlikte yerinden oynadı.
Zarfın arkasını çevirdim.
Sadece iki harf vardı:
C. B.
İçimden bir uğultu geçti. Tanıdık mıydı bu harfler? Bir anlamı var mıydı, yoksa sadece bir oyun mu?
Zarfı açmadım.
Açamadım.
Elimde sımsıkı tuttuğum hâlde, içindekiler birdenbire dünyamı altüst edebilecekmiş gibi hissettirdi.
Masaya bıraktım. Bir adım geri attım.
Ve sadece baktım.
Biri bana bir şey anlatmak istiyordu.
Ya da bir şeyden sonsuza dek vazgeçmek üzereydi.
Cevap oradaydı.
Ama ben henüz hazır değildim.
---
Yazar notu
Bölüm bitti ama… akılda kalan sorular yeni başlıyor gibi değil mi?
C.B. kim? Zarfın içindekiler ne? Mihri açacak mı, yoksa saklayacak mı?
Yorumlarda ne hissettiğini, ne tahmin ettiğini yazmanı çok isterim. Ben de okuyup hepsini tek tek okumak istiyorum, her birinizin sesi benim için çok kıymetli.
Allah a emanetsiniz
🌼🌼🌼
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 20.14k Okunma |
3.56k Oy |
0 Takip |
38 Bölümlü Kitap |